Her yıl düzenlenen Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın 2005 ayağı 18-20 Kasım tarihleri arasında “Kapitalist sistemin güncel eğilimleri: Sosyal, iktisadi ve siyasi sonuçlar. Komünistlerin alternatifi” başlığıyla Atina’da düzenlendi. Bu toplantıya
Türkiye Komünist Partisi’ni temsilen katılan Genel Sekreter Kemal Okuyan’ın konuşmasının çevirisini okurlarımızla paylaşıyoruz.
Sevgili Yoldaşlar,
Bir komünist partisi olarak, hakiki bir enternasyonalist partiye, sadece böylesine önemli bir konferansa her yıl ev sahipliği ettiğinden değil, aynı zamanda gerçek bir marksist-leninist parti olarak emperyalizme ve kapitalizme karşı devrimci bir ruhla mücadele ettiği için hakiki bir enternasyonalist partiye sahip Yunanistan’a komşu bir ülkede mücadele vermekte olduğumuz için mutluyuz. Yunanistan Komünist Partisi’ne TKP üyelerinin saygılarını iletmek istiyorum.
Yoldaşlar,
Kapitalizmin güncel eğilimlerini ve komünistlerin alternatiflerini tartışırken, ulus devlete değinmemek mümkün değil. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ulus devletin sınıf mücadelelerindeki rolü sorunu giderek daha ilginç hale geliyor. Bunun nedeni sadece emperyalist güçlerin birçok egemen devlete karşı şiddetli bir saldırıya girişmesi değil; yanı sıra egemen sınıflar tarafından ele alınan, uluslararası işçi sınıfı hareketinde de temel kazanmayı başaran ideolojik inisiyatiftir.
İlerici güçler içerisinde kök salan bir faraziye var, aslında basitçe şöyle: Küresel ölçekte işleyen, ulus devletin sönümlenmesi olarak formüle edilebilecek bir nesnel süreç var ve karşı konulmaz bir toplumsal yasa olarak, bu sürece boyun eğilmelidir.
Küreselleşmenin sonuçlarının önüne geçilemez olduğunu sistematik şekilde savunduğunu gördüğümüz kimi Marksistlerin, 3. Enternasyonal geleneğindeki sözde ekonomik sapmayı şiddetle eleştirenler arasından çıkması da bir hayli ilginç.
Bağımlı devletler üzerindeki baskıyla birlikte küreselleşme bir süreç olarak görülemez, egemen sınıfların krize verdiği bir genel yanıt olarak kabul edilmelidir. Komünistler, toplumsal gelişimin doğal seyriyle hiç alakası olmayan bu sürece karşı direnmek ve mücadele etmekten başka bir şey yapamazlar. Yüz yüze olduğumuz, emperyalizmin birleşik ve bilinçli bir saldırısıdır.
Gelin, “ulus devletin ömrünü doldurduğu” tezini farklı yönlerden ele alalım.
Tekellerin ulusal bir kimliği olmadığı doğru mu? Tabii ki sermaye her zaman yayılmak ister, sermayeyi ulusal ölçekte sınırlayamazsınız. Bununla birlikte, sermayenin tamamen çokuluslu hale geldiği varsayımı, bir sistem olarak emperyalizmi gizlemeye dönük örtülü bir girişimdir. Kapitalist sistemde bir hiyerarşi vardır ve şüphesiz en güçlü kapitalistler benim ülkemden, Türkiye’den veya örnek olsun, Şili ya da Arjantin’den değil, ABD’den, Almanya’dan, Fransa ve İngiltere’den çıkmaktadır. Bu, herhangi bir türden kapitalistlere karşı anlayış göstermek değil, büyük tekellerin kendi devletlerinden çıkar sağladığını vurgulamaktır. Büyük tekeller kendi “ulusal” devletleri olmadan edemez; Amerikan donanması arkasında olmasaydı, McDonald’s şiş kebapla kolay kolay rekabet edemezdi.
Öyleyse neden herkes ulus devlete artık yer kalmadığını söylüyor? Gerçek ise daha başka: emperyalist ülkeler kendi devlet aygıtlarını hiçbir zaman olmadığı kadar etkili bir şekilde kullanıyor ve diğer ülkeler üzerindeki baskıyı artırıyor.
İzin verin devam edeyim…
Karar alma süreçlerinin ekseninin ulusal ölçekten kıtasal ya da uluslararası düzeye geçtiği de söyleniyor. Türkiye’yi ele alacak olursak, diğer birçok ülkede olduğu gibi, kritik kararlar Ankara’daki hükümetten ziyade uluslararası aktörler tarafından alınmakta. Fakat uluslararası aktörlerden söz ederken, sadece kolektif iradeyi ya da uluslararası örgütleri değil, emperyalist ülkeleri kastediyoruz. Ortada gerçekten de bir değişim var, ancak ulusaldan uluslararasına doğru olmaktan çok, emperyalist merkezlerin çıkarına bir değişim söz konusu.
Türkiye burjuvazisinin karar alma kapasitesini tümden kaybettiğini söylemiyorum fakat çoğunu ABD’ye ve Almanya’ya devretmiştir.
Türkiye 2001’de, o günün koalisyon hükümeti ABD için gitgide gereksizleşirken, ciddi bir ekonomik kriz yaşadı. Bir ekonomik krizin koşulları zaten olgunlaşmıştı, güzel; ancak İstanbul’daki sermaye piyasalarından devasa büyüklükte likit para transfer etme kararının emperyalist çevre ve örgütlerde verildiğini de gözden kaçırmamak gerek. Bu, yabancı spekülatörlerin bir saat içinde çok büyük miktarlarda para kazanmalarını sağlayan bir hareketti. Yine de bu “kâr”, operasyonun asıl sonuçları olan yenisinin önünü açmak üzere hükümetin güçten düşürülmesi ve Türkiye’nin borçlarının 160 milyar dolar gibi bir rakama çıkarılmasının yanında, emperyalistler için sadece bir “ikramiye” olarak görülebilir.
Hiç kimse bunun “piyasanın gizli eli” tarafından yapıldığını söyleyemez. Yapay olarak şişirilen İstanbul borsasının çöküşünde elbette bir ekonomik mantık vardı, ancak operasyonun zamanlaması ve ekonomiyle siyasetin kombinasyonu “ABD’nin görünür arzuları”nın marifetiydi. IMF’yi Türkiye’ye büyük bir borç vermeye zorlayan soyut piyasa olmadığı gibi, bugünkü Erdoğan hükümetinin oluşmasına yol açan da kendiliğinden bir siyasal süreç değil, enikonu tasarlanmış bir siyasal projeydi.
Kıbrıs meselesiyle ilgili başka bir örnek verebilirim. Biliyorsunuz, bütün diğer tam üyeler gibi Kıbrıs Cumhuriyeti de Türkiye’nin AB üyeliğini veto etme hakkına sahip. Kıbrıs’ın bu vetoyu kullanamaması gerçeği, bir ulus devletin sonunun değil emperyalist devletlerin güçlenişinin kanıtıdır. Türkiye’nin üyeliğine karşı bir vetonun kullanılıp kullanılamayacağına karar veren ABD’dir. Türkiye ‘80’lerin başında Yunanistan’ın NATO saflarına dönüşünü veto edemediğinde de aynı durum söz konusuydu.
Kapitalist ülkelerde devlet teşebbüslerinin payındaki düşüş de, siyasal erkin ulus devletlerden global dinamiğe geçişine kanıt olarak gösteriliyor. Peki, özelleştirme süreçlerinin tüm dünyadaki devasa etkilerini bir yana bırakalım. Fakat bu sürecin gerçekte ne anlama geldiğini netleştirmemiz gerekiyor.
Kimi başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, aslında devlet aygıtını zayıflatacağı bahanesiyle özelleştirme sürecini destekleyen liberaller olan bazı marksistlerle uğraşmak zorunda kaldık!
Ayrıntılara girmeksizin, özelleştirmelerin birbiriyle bağlantılı üç sonucunu tartışmalıyız: Güçten düşürülen kapitalist devlet değil işçi sınıfıdır; devletin ekonomik hayata egemen sınıflar lehine müdahalesi her zamankinden daha fazla sürmektedir; kapitalist dünyada emperyalist devletlerin rolü artmıştır.
ABD ve Almanya gibi başlıca emperyalist güçlerin kritik sanayi ve hizmet dallarında çok güçlü bir kamu sektörünü muhafaza etmelerinin nedeni, sadece ekonomik değildir bundan önce siyasal bir mantığa dayanıyor.
Burjuvazinin emekçi sınıflara karşı temel aygıtı olan ulus devletin tümüyle yıkılmasının olanaksızlığına dair teorik düzlemde daha birçok şey söylenebilir. Dahası, egemen sınıflar rekabet edebilmek ve proletaryanın kazanımlarına karşı bir onu, bir öbürünü kullanarak sermaye birikimini korumaya alabilmek için tek bir küresel bütüne değil, bölünmüş bir dünyaya ihtiyaç duyar.
Sevgili yoldaşlar,
Yukarıda söylediklerim, sınıf mücadelelerinin ulusal ölçeği temel alamayacağı tezine karşı ileri sürebileceğimiz argümanlardan bazıları. Eşitsiz gelişimin, hâlâ kapitalizmin temel yasalarından biri olduğunu hesaba katmak zorundayız. Kapitalizmin küresel dinamiklerinden ve eğilimlerinden söz etmek mümkün olsa da, sermaye egemenliğinin nesnel ve kaçınılmaz zayıflığı olan kriz, her ülkeyi siyasal ekonomik ve ideolojik prizmalardan geçerek etkiliyor. Örnek olsun, Avrupa’nın her yerinde göçmen işçiler bulunuyor. Bunların üç buçuk milyondan fazlası benim ülkemden. Göçmen işçiler her ülkede farklı biçimlerde fakat aynı sorunlarla yüz yüze. Patlamanın neden bir başka ülkede değil de Fransa’da gerçekleştiği sorusunun yanıtı ise karmaşıktır; hükümetin izlediği politikalarla, sınıfsal yapılanmayla, işçi sınıfının içindeki bölmelerle, göçmenlerin bileşimiyle, sosyal güvenlik sistemini yıkan siyasetin ayrıntılarıyla, siyasal yapılanmayla vb. ilintilidir. Elbette Fransa’daki çelişkiler tamamen kendine özgü ve yalıtık değildir, ancak pratikte diğer ülkelerden farklılık gösterir.
Bir başka örnek… Bulgaristan, Romanya ve Türkiye, aynı bölgede Avrupa Birliği adayı ülkeler. İlk ikisi kısa bir süre sonra tam üye olacaklar, ama bu sözde AB reformlarının Türkiye’de uygulanmadığı anlamına gelmiyor. Giriş süreci her ülkede genelde aynı olsa bile, etkisi, özellikle siyasal hayat üzerindeki etkisi tamamıyla farklı oluyor. Diğer iki Balkan ülkesinde üyelik süreci daha sakin seyrederken, Türkiye’de sistem içindeki krize bağlı.
Yoldaşlar,
Gerçekler böyleyse, siyasal mücadelede ulusal ölçeğin geçerli olup olmadığını neden tartışıyoruz?
Ulusal ölçekte ısrar etmenin gericilik olduğunu söyleyen emperyalizmin kendisidir, ulusal ölçekte göğüs göğüse sınıf kavgasından kaçmaya çalışan burjuvazidir.
Hiçbir ülke diğerlerinden yalıtık değil. Bir ülkedeki herhangi bir değişim, diğerlerini doğrudan ya da dolaylı yollardan etkiler. Bu açık. Bununla birlikte, sınıf mücadeleleri hâlâ ekonominin, siyasetin, ideolojinin ve kültürün özgün bir formasyon yaratacak şekilde bütünleştiği ulusal ölçekte devam ediyor. Ulusal ölçeği yadsımak için sınıf mücadelelerini yadsımak gerekiyor ki, insan toplumunu küresel piyasanın belirlediğini iddia edenler herhalde her türden sınıf mücadelesini de yadsıyor.
Komünistler mücadeleyi evrensel, kıtasal ve bölgesel ölçeklerde ortaklaştırmanın, koordine etmenin yollarını aramalı fakat sosyalizm için mücadele etmek yerine bir küresel oyun oynamaya kalkışmaktan uzak durmalı. Devrimci güçlerin işbirliğini ve koordinasyonunu ulusal ölçekte sürmekte olan gerçek mücadeleler üzerinde temellendirmeliyiz.
Kimileri utanacak ama, bunu yüz yıl önce ortaya koyan Leninizmin hakkını teslim etmekten başka yolu yok.
Yoldaşlar, gerçek değerlerimizden utanmak yerine onları yaratıcı yollardan güçlendirmenin zamanıdır.