Türkiye burjuvazisinin onyıllar boyu hem bir sendromu hem de demagojisi oldu “bölünmek”. 12 Eylül sonrasında sadece kamuoyunu biçimlendirmek üzere televizyonda yayınlamamışlardı parçalanmış ülke haritasını; üniversitelerde hocaları toplayıp brifingler vermişlerdi. Hayali sınır Karadeniz’den başlayıp güneye doğru iniyordu. Solun Karadeniz’e neden önem verdiği de bu sayede deşifre edilmişti. Kıyıya Sovyet çıkarması yapılacaktı çünkü!
Bölücülükle adı özdeşleştirilen taraf sol oldu yıllar yılı. Son çeyrek yüzyılda adres Kürt ulusal hareketine devredildi. Türkiye solunun herhangi bir bölmesinin herhangi bir dönemde bölücülüğü hiç olmamıştı ve dolayısıyla kampanyanın solu hedef alan kısmı demagojinin ötesine geçmedi.
Kürt hareketinin bağımsız devlet perspektifine zaman zaman sahip olduğunu, 1999 sonrasında ise nihai olarak bu yaklaşımın terk edildiğini biliyoruz. Ancak devletin ve burjuvazinin, Kürt bağımsızlıkçılığını, ilgili hareket tarafından savunulduğu zaman ciddiye almamış olması dikkat çekicidir. Türkiye egemen güçleri, Kürt ulusalcılığı bağımsız devlet projesini savunurken gülüp geçiyorlardı, proje bırakıldıktan sonra ise giderek etrafa korku salgılar oldular.
Bu tutum da “Kürt bölünmesi”nin düzen açısından uzun süre demagojik kullanım değerini aşmadığını göstermez mi?
Yunanistan, Ermenistan ve Suriye tehditlerinin ise üzerinde durmaya gerek bile yok…
Hikaye bundan ibaret değildir. Türkiye Cumhuriyeti, dağıtılan bir imparatorluğun mirasçısı olarak bölünme sendromunu bir kenara yazmıştır ve tam da bu nedenle en kolay kullanıma soktuğu demagojik/provokatif argüman bölücülük olagelmiştir.
Bir sendrom ve yönetme fiilini kolaylaştıran unsur olarak bölünme… İkisini birlikte düşünmek gerek.
Ancak işin ilginç yanı söz konusu korkunun kaynağına ilişkin yapılan kaydırmadır. Osmanlı ülkesinin parçalanmasında ne solun ne Kürt faktörünün bir rolü olabilirdi. Tam tersine yeni bir ülkenin ortaya çıkma sürecinde bir yanda dönemin sol hareketi ile devrim Rusya’sının, öte yanda Kürt toplumunun pozisyonu bütünüyle pozitiftir. Kürt isyanlarının emperyalist bölücülükle ilişkisi ise, olsa olsa, kimi Kürt aydın ve siyasetçilerinin bölge haritasının yeni çiziminden milliyetçi umutlar türetmelerine ve isyanların 1920’li ve 30’lu yılların emperyalist projelerle uyumsuz, Sovyetler Birliği ile uyumlu Türkiye Cumhuriyeti’ni objektif olarak zayıf düşürecek olmasına oturtulabilir.
Egemen güçlerin korkunun kaynağına ilişkin olarak yaptıkları tahrifat, hiç kuşkusuz kasıtlıydı. Emperyalizmle ilişkilenmeyi sınıf karakteri gereği kaçınılmaz sayan Türkiye burjuvazisi, aslında bu yapısal tercih yüzünden bölünme sendromundan kurtulamamıştır. Yanında konumlanmak zorunda olduğunuz aile büyükleri daha yeni evinize el koymaya, olmadı başınıza yıkmaya kalkmışsa sorunun içinden çıkılması nasıl mümkün olabilirdi?
Bu anlamda bölünme sendromu Türkiye egemen güçlerinin sınıf karakterinin ayrılmaz bir parçasıdır ve çözülmez bir şizofreni halidir.
Burjuvazimizin tarihsel yolculuğu ülkeyi böleceğinden endişe duyulan emperyalist merkezlere yakınlaşma, onlarla benzeşme hedeflidir. Korkuyu aşabilmek için “muasır medeniyetler seviyesi”ne çıkmak temel strateji olarak bellenmiş ve batılılaşma sadece bir modernleşme projesi değil aynı zamanda bir güvenlik politikası olmuştur: “Hem ağlarım hem giderim”cidir Türkiye burjuvazisi!
Hastalıklı ifade biçimleriyle dışa vurulan korkunun 21. yüzyılda reel bir tehdit haline gelmesi ile 20. yüzyılda yeni Türkiye’nin kapitalizm yoluna girişi bir ve aynı olgudur.
Ortadoğu’nun bu gecikmiş kapitalizminin, geliştikçe ve emperyalizmle ilişkilerini derinleştirdikçe korktuğu başına geldi. Bu yolda ne kadar giderseniz uçuruma o kadar yaklaşıyorsunuz… Bölücülüğün tarihsel kaynağı, Türkiye’de kapitalizmin egemenliği ve emperyalizmle zorunlu bütünleşmesidir. Ne komşu ülkeleri ne de anadili Türkçeden farklı diğer ülke halklarını işaret etmenin açıklama gücü var.
Evet, Türkiye için bölünme artık bir sendrom ve demagoji olmaktan çıkmış, maddi bir olasılık haline gelmiştir.
Türkiye’nin bölünme sorununu bu çerçevede ele aldığımızda yolculuğun kritik üç momentini şöyle sıralamak mümkündür:
·Reel sosyalizmin çözülüşü ile kapitalist Türkiye’nin dünya sistemi içinde kendine bulduğu mevkinin ortadan kalkması;
·Avrupa Birliği ile kodlanan kapitalist entegrasyon süreci;
·ABD’nin Ortadoğu haritasına köklü bir müdahaleye girişmesi.
Bu üç alt başlığa kısaca göz atmadan önce hemen bir notun altını çizmeliyiz. Burada “Kürt bölücülüğü”nün yeri yoktur. AB ve ABD girişimleri, kuşkusuz ülke halkları arasında hızla mesafe açılmasına neden olmaktadır ve çizgi Türk ve Kürt kimliklerinin arasından geçmektedir. Ancak bölünme dinamiğini, Kürt halkının varlığında temellendirmek, tarihsel açıdan doğruluktan uzak olmanın ötesinde, bölünme sürecini derinleştiren, hızlandıran bir rol oynamaktadır. Deyim yerindeyse bölünme sorununu Türk-Kürt ayrımıyla açıklamak “oyuna gelmek”tir.
Bu not, “araya girmeselerdi Türkler ve Kürtler arasında sorun çıkmazdı” biçiminde basitleştirilmemelidir. Türkiye kapitalizminin bu ulusal sorunu çözme yeteneğini dışsal bir girdi nedeniyle yitirdiği görüşü, solda kimi kesimlerin Kemalizmi aklama ve kimi Kürt siyasetçilerinin de Türk kapitalizmiyle uzlaşma projelerine ait. Burjuvazinin bu başlıkta çözüm ehliyetinin olmaması değiştirilebilir bir olgu olarak görülemez.
Karşı-devrim ezberi dağıttı
Türkiye burjuvazisinin Kurtuluş Savaşı sonrasında dünya kapitalizmi ile buluşma formülü anti-sovyetizm/anti-komünizmdir. Emperyalizmin ileri karakolu olmak üzere kuruluş yıllarının pragmatik Sovyet dostluğundan süratle uzaklaşan Türkiye, halim selim bir ülke karakterini ima eden “yurtta sulh cihanda sulh” tabelasını, stratejik önem pazarlamacılığı ve soğuk savaş bayraktarlığı ile gölgede bırakmış emperyalist çıkarların fedailiği öne çıkmıştır.
Bu modelin ne derece iş gördüğü su götürür. Kapitalist entegrasyon süreçleri, Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerini hep kışkırtan bir rol oynadı.
Türkiye burjuvazisinin Kore macerası, Kıbrıs’ın İngiliz, Cezayir’in Fransız sömürgecilere bırakılmasını savunması, Bağlantısızlar Hareketi’ne emperyalizmin borazanı olarak başını uzatması, Ortadoğu’da bir kapitalist ülke olarak bile son derece kişiliksiz paktların içinde yer alması, topraklarını ABD ve NATO üslerine fütursuzca açması, ne uluslararası ilişkiler alanında ne iktisadi düzlemde değer bulmuştur. Bunda şaşırtıcı bir durum da yoktur. Türkiye egemen güçlerinin girdikleri açmaz durumunu en başından itibaren doğru biçimde saptayan emperyalizm, ülkeyi çantada keklik saymış, aldığı hizmetin kendisine çok ucuza mal olacağını bilerek davranmıştır. Stratejik önem hakkında Ankara’da geliştirilen vizyonun Batıdaki karşılığı da eşdeğer değildir. 1960 ve 1970’lerde Türkiye’de solun yükselişinin bile kapitalist dünyada bir panik havası estirdiği söylenemez.
Tüm bu rezervlere karşın, Türkiye kapitalizminin Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne dek belirli bir stratejiye sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Sonrasında ezberin dağıldığı ise çok daha büyük bir kesinlikle dile getirilmelidir.
Ankara son yirmi yıl boyunca kah Orta Asya’ya kah Ortadoğu’ya kah Balkanlara kah Karadeniz’e yönelmiştir. Soğuk Savaş döneminin raf ömrü tükenmiş stratejik önem denklemine dayanan bu ısrarlı arayışlardan kayda değer herhangi bir sonuç çıkmamıştır.
Komünizm düşmanıyla uğraşarak geçirilen yılların ardından paradoksal biçimde, reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte Türkiye’nin güvenlik sorunu azalmadı tersine arttı. Çünkü, burjuvazinin değil ama ülkenin güvenliği, komünizmin değil ama dünya kapitalist sisteminin tehdidi altındaydı.
Muasır medeniyet bölücüdür
Yapacak fazla bir şey yoktu.
Türkiye-AB ilişkilerinin geçmişi uzundur ama bu uzun geçmişte AB üyeliği hiç temel strateji haline gelmemiştir. Son dönemdeki popülerleşmede önemli bir faktör güvenlik kaygılarıdır.
Burjuva sınıfının AB üyeliğinde kâr motifi kuşkusuz çok önemli. Egemen güçler ve devlet ise, burjuvazinin çıkarlarını layığınca temsil etme çabasının yanı sıra, TC sınırlarının NATO tarafından onaylanmasının yetersiz kaldığını sezmiş, AB üyeliğinin bu açığı gidereceğini düşünmüştür.
Oysa yukarıda açmaya çalıştığımız denklem, AB-Türkiye ilişkileri için de geçerli. AB’ye giden yoldan Türkiye’nin sağlam geçmesi imkansız. Güvenlik sorununun çözümü olarak Avrupalılık, derin bir tuzak.
Emperyalizmin birincil ilgi alanı hegemonya tesisidir. Sovyet faktörünün kalmadığı bir uluslararası ilişkiler alanında, kendi ayakları üzerinde sağlam duran, kapitalist üretim biçiminin bütün verimsizliğine karşın sanayisini geliştiren, kentleşen, kendini beslemek ve savunmak gibi asgari yeterlilikleri haiz bir ülke ve devlete gerek kalmamıştır.
Hele bu devlet, Türkiye gibi coğrafya ve nüfusuyla emperyalist merkezlerle yarışan bir devletse. Hele bu ülke, bölgesinde çok sayıda siyasal çelişkinin kesiştiği bir kavşakta konumlanıyor, dolayısıyla bu çelişkilerin sorunlara dönüştürülmesi emperyalist diplomasiye Ege’den Pontus’a, Kıbrıs’tan Ermenistan’a, Arap ülkelerinden Kürt sorununa kadar çeşit çeşit yeni cephe sunuyorsa…
Türkiye’yi AB sürecine sokan burjuvazi, ülkenin varlığına ve ülke topraklarındaki halkın birlikte yaşamasına ihanet etmiştir.
ABD’nin kukla oyunu
Emperyalizmin hegemonya mekanizması Atlantik Okyanusu’nun iki yakasında farklı mantalitelere sahip değildir. Sadece, ABD’nin bu mekanizmayı askerileştirme eğilim ve yeteneği benzersizdir.
Washington yapımı “yeni dünya düzeni” de, “büyük Ortadoğu” da, en büyük itilimini ABD’nin silahlı gücünden aldı. Belli ki bu faktör sayesinde ABD kukla sahnesi kurmakta Avrupalı emperyalistlerden çok daha beceriklidir. ABD’nin Riyad’da, Kabil’de, Bağdat’ta, Erbil’de, Tel-Aviv’de, Amman’da vb. kukla oynatma olanağı var.
Ankara’daki işbirlikçilerin sözü edilen örneklerden daha az güven vermesi değil mesele. Ama söylediğimiz gibi, artık “Sovyet tehdidi” yoktur ve Ankara’nın denetimi altında tuttuğu ve dolayısıyla belli bir özerk hareket kabiliyetine sahip olduğu coğrafya, kukla tiyatrosu sahnesi olarak fazla büyüktür!
Türkiye egemen güçlerinin emperyalist bölücülüğün farkında olmadığı sanılmasın. Tersine, düzenin, belki en saf batıcı/kozmopolit türevler dışındaki bütün ideolojilerinde, bu yazının en başında değindiğimiz bölünme sendromu ve dış dünyaya kuşkucu yaklaşım, şu veya bu düzeyde mevcuttur. Ancak burjuvazinin sınıf aklı, büyük kardeşleriyle bağımlılık ilişkisinde bir optimal denge yakalamanın mümkün olduğunu varsayar. Varsaymak zorundadır.
Egemen güçler umutla ABD’nin daha yakın dostu olmanın, siyaset dilinde söylersek, stratejik müttefiki olmanın (ve AB üyeliğine kabul edilmenin) ülkenin birlik ve bütünlüğünün biricik güvencesi olduğunu düşünmektedirler. Emperyalizmin bağımlı ülke egemenlerine çağrısı da aynı yöndedir.
Bu yolun yıkıcı bir kısır döngüden ibaret olduğunu herhangi bir burjuva sınıfının kabul etmesi olası değildir. Böyle bir kabul, ancak “ihanet” koşulunda söz konusu olabilir. İhanetin iki türünde de: Ya liberal burjuva unsurların zaman zaman ürkek biçimde gündeme getirdikleri, “Türkiye’nin sınırlarının yeniden çizilmesine hazır olmak” tezi ile ülkeye ihanet; ya da örnekleri olsa olsa bir devrimci kriz konjonktüründe çıkabilecek olan “kendi sınıfına ihanet.”
Başının üstünde kılıç
Hegemonyanın ille de eski sınırları değiştirmekle tahkim edileceği biçiminde bir siyaset yasası ise elbette yok.
Ancak yukarıda değinilen noktalar akılda tutulmalı. Birincisi, Türkiye çok sayıda bölgesel sorunun kesişim alanı ve emperyalizmin bu sorunlardan müdahale vesileleri türetmesi, hegemonya olanaklarını zenginleştirir.
İkincisi, Türkiye coğrafyası emperyalizmin zayıf bir anında kabul ettiği genişliktedir…
Ama aslolan hegemonyadır ve emperyalist programın birinci maddesi, Sovyetler Birliği, Yugoslavya veya Çekoslovakya’da olduğu gibi, parçalara ayırmak değil, dümen suyundan sapma açısını minimize etmek, hatta sıfırlamaktır.
İlan edilmemiş ancak yürürlükte olduğu bilinen emperyalist programın herhangi bir maddesinde Türkiye’nin bölünmesinden hiç söz edilmemesi durumu dahi, sürecin “dinamik risklerini” değiştirmeyecektir.
Daha açık bir örneğe başvurursak, emperyalizmin -hele geçmişte- iki NATO üyesi ülkeyi savaştırmak istemesi saçmadır; yine de Türkiye ile Yunanistan’ın emperyalizm ile ayrı ayrı sahip oldukları açıları sıfırlamak için aralarındaki sorunların kaşınması, iki komşu ülkeyi gerçek anlamda savaşın eşiğine birkaç kez taşımamış mıdır?
Başka bölgesel sorunlar bir yana, emperyalizmin bölgesel hegemonyasını arttırmak için Türk ve Kürt halkları arasında gerilim yükseltme politikası da bir felaketi menzile sokmuştur.
Başkasının kafasının üstüne kılıç asanın kastı cinayet olmayabilir. Ama ikide bir sallanması temin edilen kılıcın düşüvermesi ciddi bir olasılıktır.
Türkiye bugün, “en azından” böyle bir durumdadır. Bölünme ve iç savaş riski yılda birkaç kez kapıya dayanmaktadır.
İnisiyatif
Diğer gündem maddelerinde dümende kimin olduğunu bir yana bırakılım. Kürt sorununda inisiyatifin merkezi önce genel olarak Türkiye sınırlarının dışına taşınmış, giderek ABD’nin elinde tekleşmeye yüz tutmuştur.
Bir ara dönem AB’nin Türkiyeli Kürt dinamiğinin üzerinde bir ağırlığa sahip olduğu doğrudur. Bu faktörün bütünüyle devre dışı kaldığı söylenemez. Ancak o döneme ait olan “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” vecizesinin hafiflediği açıktır. AB’nin Kürt sözünün bitmemesinin temelleri, sözün sahibi Mesut Yılmaz’ın siyasete dönüş kanallarından kuşkusuz daha sağlamdır. PKK hareketinin Avrupa’da yıllar yılı konumlandırdığı kolların Brüksel diplomasisinde belli köklere dönüştüğü reddedilemez. Ama ağırlık merkezi, Irak ve Irak Kürdistanı’ndaki ABD varlığına paralel olarak değişmiştir. Üstelik Kürt dinamiği üzerindeki emperyalistler arası rekabetin projesiz Avrupa’ya yazması görünür vadede güç görünmektedir.
Son olarak tesis edilen koordinatörlük ile Kürt sorununun ABD’ye teslim edilme süreci kesin olarak tamamlanmıştır.
Bölgesel bir faktör olarak, Barzani-Talabani ittifakının ise ABD ile mesafesi çok daha kısa. Irak Kürdistanı, Washington’un ipleri gevşetip kasma egzersizleri sonucu çoktan kuklaya dönüştü. İşin ilginç yanı Kürt sorunu söz konusu olduğunda, Barzani, Ankara ve PKK odaklarından, yani sorunun Türkiyeli iki parçasından daha avantajlıdır!
Irak Devlet Başkanı Talabani’nin bu yazının kaleme alındığı günlerde peş peşe ve ABD’de yaptığı açıklamalar Irak Kürt öğesinin Türkiye siyasetine şaşırtıcı bir ağırlık koyduğunu göstermektedir. Bu açıklamalardan birinde PKK’nin ateşkese ikna olduğu anons edilmiş, ikincisinde Türkiye (ve diğer komşu ülkelerin) Irak’ın içişlerine müdahale etmesine aynı yolla yanıt verilebileceği dile getirilmiştir. Her iki açıklamada Talabani, sırtını ABD’ye dayadığını bir biçimde dışa vurmaktan hiç geri kalmamaktadır.
“Aşiret reislerini” bu noktaya Türkiye’nin hatalarının taşıdığı günlük basına ve kahvehane sohbetlerine kadar girdi. Kastedilen, Iraklı Kürt şeflerine Türkiye’nin diplomatik pasaport vermesinde düğümleniyor. Aynı düzlemde ve pasaporttan biraz daha önemlisi, Türk firmalarının Irak Kürdistanı’ndaki ekonomik varlıklarıdır. Bu yeni ülkenin temel ve dayanıklı tüketim malları tedarikçileri, inşaat müteahhitleri, ticari partnerleri hep Türkiye’den çıkmaktadır.
Ama pasaport ve ticaret neden değil sonuçtur. Ankara ile Erbil arasında kurulan ilginç ilişkinin omurgası ABD emperyalizmine yakınlık yarışıdır. Türkiye devleti geçmişten bugüne hiç güven duymadığı Barzani ve Talabani’yle pozitif ilişkiler kurduysa, ikide bir “terörü desteklemek”le suçladığı Irak Kürtlerine “el uzattıysa”, ABD’ye bölgede baş müttefikliği kendisinin hak ettiğini, başka unsurların ancak ikincil olabileceğini göstermek için bunları yapmıştır.
Sıcak savaş koşullarında sunulan işbirlikçilik servisi, bu yarışta Irak Kürt şeflerinin öne geçmesinde önemli bir etken oldu.
Türkiye’nin inisiyatif namına elinde kalanla, (Türkiyeli) Kürt ulusalcılığınınki arasında ise sonuçları itibariyle benzerlikler artmaktadır. Devletin ve PKK merkezli akımın kendi başlarına atabilecekleri adımların yönü yaklaşık bir yıldır istikrarlı biçimde iç savaş ve bölünmeye dönüktür. Mersin’de 2005 baharında yaşanan bayrak olayından Şemdinli bombasına kadar geçen sürenin bu durumu konsolide ettiği söylenebilir.
Ankara, militarizm ve baskı dozajını azaltmanın Türkiye Kürtlerini Barzani hattına doğru serbest bir salınıma sokacağını düşünmektedir. Baskıyı yoğunlaştırmak ise yine aynı sonucu vermektedir.
Barzaniciliğin Türkiye topraklarında aceleyle kendisini yapılandırmaya, bir siyasi akım olarak somutlamaya hiç ihtiyacı yok. Türkiye’nin her Kürt krizi zaten somut yapılanmanın temellerini kendiliğinden sağlamlaştırmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın hapsedilmesinden sonraki dönemde Türkiye egemen güçleri Kürt sorununu -düzen içi, yani göstermelik, yalnızca erteleyici ve kuşkusuz geçici de olsa- bir dengeye sokma olanağını yakalamış ve tepmişlerdir. Burada AKP iktidarının bileşenleri arasında (liberalizm ve dinciliğe ek olarak) milliyetçiliğin de bulunmasının, üstelik Kürt sorununda “çözüm açılımı” geliştirmek için oy çokluğu ve meclis çoğunluğundan öte bir siyasal güç gerekmesinin payı vardır. Bu kısıtlar karşısında AKP, Kürt seçmenleri nezdinde hem batıda hem doğuda ulaştığı popülarite olanağını değerlendirememiş, Dersim isyanından 1960’ların ortalarına kadar süren uyku halinin kendiliğinden geri geleceği hayaliyle ringden kaçmıştır.
Oysa bu yıllar hem emperyalist girdilerin katlanarak arttığı, hem PKK’nin ayağının altındaki toprağın kaymaması için gayret gösterdiği bir dönemdi. Kaldı ki, Kürt ulusal kimliğinin 15 yılı aşkın sürede elde ettiği mevziler, yeni bir derin dondurucu evresini de, asimilasyonu da olanaksız kılıyordu.
PKK cenahında 1999’dan bugüne bir tür “stratejik önem pazarlamacılığı” işlenmiştir. Türkiye’deki zayıf (ve giderek daha da zayıflayan) düzeni sarsma becerisini koruyan hareket, bölge ve Türkiye’de uygulanmak istenen her projede dikkate alınmayı talep etmiş olmaktadır. Bu politikadan bir anlamda sonuç almıştır.
Ancak düzenin “ne ileri-ne geri” diye özetlenen performansı, “beni gözetmeyen proje işlemez” mesajını da zayıflatmıştır. “İşlemezse ne olur” restinin yanıtı iç savaş olasılığını güncelleştirmekten ibarettir. Bu yanıt ise söz konusu taraflar için de çöküş demektir.
Emperyalizmin tehdit denkleminin bir özelliği daha vardır artık. İç savaş ve bölünmeyi güncelleştirmek, artık devlet veya gerilla olmayı gerektirmeyecek ölçüde kolaylaşmıştır. Türkiye’de kurumlar derin bir parçalanma yaşamakta, Emniyet’e, istihbarata, hükümete, yargıya, akademiye, medyaya, genelkurmaya, Çankaya’ya, tarikatlara uzanan bir paylaşım savaşı sürmektedir. Bu ortamın provokasyon ehliyeti edinmeyi son derece basitleştirdiği tahmin edilebilir. Yangın çıkartmak için mücadelenin ille de ana taraflarından birinin karar vermesi gerekmemektedir.
2006 sonbaharında Genelkurmay ve PKK sorunun iki önemli politik öznesi olmaya devam ediyorlar. Önlerindeki manevra sahası, topluca ve adım adım denize gömülen bir kıta parçasına benziyor.
İsteyen buna “inisiyatif” demekte özgürdür!
Acil görev ve yeniden kuruluş
Sorunun bölünme ve iç savaş tehlikesine dayanması Türkiye solunun hızla devreye girmesini gerektiriyor.
Türkiye işçi sınıfının bütün ülke sathında Türk ve Kürt emekçilerinden oluştuğu sabittir. Metropol kentlerde inşaat ve tekstil gibi kimi sektörler, sınıfın kent yoksulları ve işsizler gibi bölmeleri, yakın dönemdeki göçün de etkisiyle büyük oranda Kürtleri barındırmaktadır. Süreç, Kürt yoksullarının işçi sınıfının organik parçası olma özelliklerinin giderek güçlenmesi yönündedir. Kürt emekçilerinin yoğun olarak tarım proletaryasına denk düştüğü dönem kapitalistleşme sürecinin eski bir evresinde kalmıştır.
Dolayısıyla bölünmenin ülkenin sınıfsal kompozisyonunda ilk önce vuracağı kesimin işçi sınıfı olacağı kesindir.
Böylesi bir nesnel durum söz konusu olmasaydı ve Kürt halkı modern Türkiye proletaryasına kısmen dışsal bir emekçi katman oluştursaydı bile, milli boğazlaşmaların sınıf mücadelesine olağanüstü zararlar vereceği açıktır.
Kürt sorununun önce bir emek sorunu, bir emekçi sorunu olduğunu savunuyoruz. Kürt-Türk bölünmesinin toplumun bütün formatını alt üst edecek bir ülke sorunu olduğu da açıktır. Bu durumdan sola görev çıkmaması mümkün müdür?
Acil görev, acil tehlikeyi önlemeye dönük bir karşı ağırlık oluşturmak olmalıdır. Sol, iç savaş ve bölünme risklerini uzaklaştırmak için hızlı politik adımlar atmakla yükümlüdür.
Bu adımların birinci ilkesi, emperyalistleri Kürt sorununun dışında tutmaktır. Bu çerçevede koordinatörlük organizasyonunun üzerine gidilmelidir. Anti-emperyalizme sadece Türklerin değil topraklarımızda yaşayan herkesin gereksinimi olduğu açıktır.
Bağlantılı diğer bir ilke, Kürt sorununun Türkiye içinde değerlendirilmesi, diğer ülke bağlantılarının gayrımeşru sayılmasıdır. Her tür dış bağın reddi, içeride meşru siyaset alanının farklı bir tanıma kavuşması için mücadeleyle eşanlı olarak mümkündür. Bir mücadelenin ürünü olarak siyaset alanına zaten girmiş bulunan Kürt kimliğinin, Kürtlüğün, “etnik siyaset” suçlamalarıyla dışlanmasının karşısına sol çıkmalıdır.
Üçüncü olarak, aynı sol, emekçi ve aydınların Türk ve Kürt kimliğine göre tasnif edilmesini kendisi açısından koşulsuz reddetmelidir. Türk aydını-Kürt aydını, Türk emekçisi-Kürt emekçisi gruplandırmaları sol siyasetin dışında bir gerçeklik olabilir. Bunlara solda yer yoktur. Sol ancak birlikte yaşamayı seçen Türkler ve Kürtler adına hareket edebildiği ölçüde bölünme tablosunun karşısına dikilebilir. Yoksa sonuç, ayrılığın zaten gerçekleştiğinin teyit edilmesi olacaktır. Bugün tartıştığımız sorunla ilgili temel eksik, her iki halkı temsil yeteneğine sahip bir öznenin yapacağı çıkıştır. Bu misyonun soldan başka adayı yoktur.
Çözümün koşullarının sosyalizmle olgunlaşacağı gerçeği, demokrasi uzlaşmaları adına terk edilemez. Bunu gözetmeyen liberal-demokrat girişimlerin hangi değirmenlere su taşıdığını geçtiğimiz yıl Erdoğan’ın odasında düzenlenen şiir günleri göstermişti. Kürt sorununun bugün hemen çözülebileceği yolundaki temelsiz inanış liberalleri ya AKP’nin ya da bir emperyalist öznenin yanına iter.
Solda bugün görev, üzerine sosyalizmin kardeşlik çözümünün inşa edilebileceği bir zemini korumaktır. Bombardımanda bu zeminin isabet alması geleceğin çözümünün bugünden havaya uçması demektir.
Komünistler açısından görevin “acil” kapsamında başlayıp bitmesi ise mümkün değildir. Ülkenin ve bölgenin verili tarihsel formatı içinde, değil çözüm veya barış ateşkesin güvencelerini oluşturmak bile imkansızdır.
Kapitalist Türkiye’nin 20. yüzyıl serüveni ülkenin yeniden kurulmasından başka bütün çıkış yollarını tüketmiştir.
Kürt sorunu, kapitalizmin bu topraklar için sonu karanlık bir maceradan ibaret olduğunu gösteren bir aynadır.
Türkiye, Türkler, Kürtler ve topraklarımızın öteki sahipleri tarafından elbirliğiyle yeniden kurulmalıdır.