Gelenek’in ilk okuduğum sayısının konusu “ulusal sorun”du. Bugün Gelenek’in ulusal sorun tezleri üzerine yazarken bu geleneği yoktan var eden yoldaşlarıma yalnız kendi adıma değil, bu ülkenin aydınlık geleceği adına teşekkürü bir borç bilirim.
“Bazen de bağımsız devletlerin doğuşu emperyalizmin güçlenmesi anlamına gelir.”
Lenin, Buharin tarafından kaleme alınan Geçiş Dönemi Ekonomisi kitabının kenarına iliştirdiği ve sonra parti-içi mücadele esnasında ortaya dökülen notların birinde Buharin’in emperyalizmin iktisadî buhranları neticesinde bağımsız devletlerin çöküşünü belirttiği ifadeye karşı böyle söylüyor. Bu ifade fevkalâde önemlidir. Lenin, bu ifade ile iki noktanın altını dolaylı olarak çizmektedir. Bunlardan ilki, emperyalizmin yeknesak bir uluslar siyaseti olmadığıdır. Emperyalizm, kimi zaman ulusları baskı altına alıp onların demokratik haklarını gasp ederken, kimi zaman da kendi bekası için bağımsız devletlerin doğuşunu kendi payandası haline getirebilmektedir. Bu ifadeden doğrudan çıkmasa dahi, geldiğimiz nokta itibariyle çok iyi biliyoruz ki emperyalizm bu iki politikayı aynı anda dinamik bir biçimde kullanabilmektedir. Bununla bağlantılı olarak bu ifadeden çıkarabileceğimiz ikinci nokta ise şudur: Bizim kitabımızda yer aldığı biçimiyle söyleyecek olursak, ulusal sorunun bir tarafı hep emperyalizmdir. Ulusal sorun, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin tarihsel ve güncel eğilimleri ve tabii ki karşı-eğilimler tarafından şekillendirilir. Esasen hep “çoğul” bir sorun olagelen bu başlıkta emperyalizmin ne tarafta yer aldığı komünist siyaset açısından son derece önemlidir. Ulusal sorun, devrimci bir öznenin özgül bağlamlı devrim teorisinde1 yer alan, bu teoriye özgül bağlamını kazandıran siyasî meselelerden biridir. Başka türlü söyleyecek olursak, ulusal sorunun tanımına, analizine ve çözümüne ilişkin örneğin kâr oranlarının düşme eğilimi yasası yahut eşitsiz gelişim yasası gibi kapitalist üretim biçimini tanımlayan yasalara benzer bir yasa türetmek yöntemsel olarak yanlıştır. Bu siyasî gündemin içinde teorik unsurlar elbette vardır. Mesele elbette ki dar manada bir pratiğe hapsedilmek zorunda değildir. Gündemin belli unsurları belli bir soyutlukla ele alınabilir ve hatta gelişkin soyutlamalar için zemin hazırlayabilir, bu soyutlamalar kapitalist sistemin kimi eğilimlerini belirlemek için kullanılabilir. Bunlar az önce söylediklerimizi çelmemektedir. Tüm bunları ulusal sorunun ve ulusal dinamiklerin önemini azaltmak için söylüyor değiliz. Ancak ulusal soruna bakışın yerli yerine oturtulması için ulusal sorunun neden önemli olduğunun iyice kavranması gerektiği kanaatindeyiz. Aksi takdirde ulusal sorun üzerine yazmak belli başlıklarda “ezber tazeleme”ye bile yaramayan metinler kaleme almaktan öteye geçemiyor.
Yukarıda Lenin’in tek bir cümlesi üzerine yaptığımız yorum bizim ulusal soruna ilişkin temel çerçevemizi resmeder niteliktedir. Bu çalışmanın temel hedefi Gelenek hareketinden başlayarak TKP’nin ulusal soruna ilişkin temel yaklaşımının bu çerçeve içinde şekillendiğini ve nasıl şekillendiğini gösterebilmektir. Bu amaçla Gelenek külliyatına sık sık atıfta bulunmamız gerekecek. Yazının belki de okunmasını zorlaştırmış olan bu biçiminden ötürü okuyucudan şimdiden özür dilemek gerekiyor.
Konuyu işlemeye geçmezden önce yukarıda anlattıklarımızdan çıkacak kimi yanlış anlamaları düzeltmekte fayda var. Yukarıdaki açıklamayı okuduktan sonra Türkiye solunu hiç tanımayan bir kişinin soracağı en meşru sorulardan bir tanesi şu olacaktır: Peki, Türkiye solunun ulusal soruna yaklaşımındaki handikap Türkiye solunun teori merakı mıdır? Başka bir deyişle siyaseti teori uğruna gözden çıkarması, siyasetin yerine teoriyi ikame etmesi midir? Durumun bu olmadığı çok açık. Mesele teori merakı değil, teorisizliktir ve buna eşlik eden siyasetsizliktir. Bu iddia ile yukarıda anlattıklarımızın birbiri ile çelişki içinde olmadığı kanaatindeyiz. Zira Türkiye solunun teorisizliği lokal bir problem değildir. Hepsini bir kenara bırakıp odaklandığımız başlığa dönecek olsak dahi, Türkiye solu içinde sayıya vurulduğunda azımsanmayacak kadar çok marksizm-leninizmi “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ile ikame etmeye çalışan örgüt bulunmaktadır. Türkiye solunda sorun teori değil, “teorik ikamecilik” hastalığıdır. Sosyalist devrimi parlamenter demokrasiyle, marksist iktisadı piyasa mekanizmaları ile “tahkim etme” çabaları bu hastalığın başka yansımalarıdır. Bu yazı aynı zamanda Gelenek’in dönemsel olarak yakalanılması çok muhtemel ve hatta muteber olan bu hastalığa nasıl olup yakalanmadığı sorusuna da yanıt oluşturacaktır. Ayrıca Kürt hareketinde zaten var olan çürütücü sağ tohumların kabuklarını kırarak hareketin belli oranlarda iradi biçimde taşıdığı devrimci kimliğini yerle bir ettiği dönemde partili mücadelenin nasıl olup da bağımsız bir siyasî hattı izleyebildiği açıklığa kavuşturmaya çalışacağımız bir diğer unsur olacak. Bunun ötesinde çalışmanın bir yan çıktısı olarak da bugün TKP’nin Kürt meselesi üzerine yazıp çizdiklerine bakarak adeta Rorschach Testi misali bu tezlerde milliyetçilik bulanların aslında 1990’ların ortasından itibaren okuduklarından bir şey anlamadıklarının ispatı sunulmuş olacaktır.
Gelenek’in Çerçevesi: 1986 – 1991
Türkiye solunun çeşitli muhatapları ile mukayese edildiğinde muazzam bir asimetri oluşturduğu dönemde doğdu Gelenek. Türkiye’de gürbüz karşı-devrim güçleri, uluslararası arenada emperyalizmin dünya komünist hareketine karşı giriştiği tam boy eşi görülmedik saldırı ve Türkiye’de kitlesel bir eşiği geçmiş, düzen karşısında azımsanmayacak mevziler elde etmiş Kürt ulusal mücadelesi ile cılız Türkiye solu arasında yapılan mukayeselerden bahsediyoruz. Türkiye solu, yalnız düşman ile değil, muhtemel müttefikleri ile de mukayese edilince hem maddi olarak hem de düşünsel planda zayıf bir profil çizmektedir. Burada bir kalem sürçmesi ile Türkiye solunun müttefiklerine karşı da zayıf profil çizdiğinden bahsetmedik. Bu nokta önemlidir. Türkiye solu o denli zayıf bir profille müttefikinin elini sıkmaktadır ki, hırpalanan yine kendisi olmaktadır. PKK, 1987 yılı içerisinde Türkiye solundan/sosyalistlerinden şu şekilde bahsetmektedir:
“Bu tipin, dünyanın en beceriksiz, uşak, demagog ve karmakarışık bir tipi olduğu, bir enkaz yığını olarak ortada durduğu açıktır.”
“PKK’nin eleştirisi” son derece sorunludur, ama bizim gelmeye çalıştığımız nokta itibariyle sorunlu alanlar bundan ibaret değil. Belki de daha sorunlu alan, “Türk Solunun Tarihi Örgütsüzlük, Eylemsizlik ve Tasfiyecilik Tarihidir” başlıklı eleştirinin Türkiye solunun bir unsuru olan, üstelik marksizm-leninizm ile kurduğu bağ konusunda özenli olmaya dikkat eden Toplumsal Kurtuluş sayfalarında “sağlıklı tartışma zemini” biçiminde sunularak basılmış olmasıdır. “Türk solu”ndan söz konusu eleştiriye tek yanıt Gelenek’ten gelmiştir. İ. Suphi Candemir imzalı yazıda Gelenek’in söz konusu “sağlıklı tartışma zeminine” ilişkin görüşü şöyle anlatılmıştır:
“[…B]u denli titiz bir dergi katıksız milliyetçi konumundan yapılan aşağılamaları ‘sağlıklı tartışma ve büyüme açısından neden gerekli görüyor, bunu anlayamadık. Yoksa her şey aşılıyor da bir tek milliyetçilik mi aşılamıyor?
“[…] Aynı dergi 3. sayısında sol harekette ‘plebyen bir kopuş’ öngörüyor. Bu durumda Latife Tekin, Ahmet Altan ve benzerlerinin Türk soluna yönelttiği küfürler plebyen ağızlardan ve daha gırtlaktan zenginleştirildiğinde Toplumsal Kurtuluş burada “plebyen kopuş” nüveleri görüyor ve mutlu oluyor. Ama gene de küfür romanlarına ‘hayır’ diyenler, plebyen küfürlere ‘evet’ diyerek bir yıl içinde politika değiştirmiş oluyorlar.”2
Böyle asimetrik bir durumda olası bir eksen yitimine karşı Gelenek kendisini korumak için hem kimi temalar hem de bir yaklaşım tarzı belirlemiştir. Burada amacımız Gelenek’in kendi tarihine bakmak olmadığından meselenin bu boyutunu bir kenara bırakıyoruz.3 Bizim ilgilendiğimiz noktaya ilişkin söylenebilecek olan Gelenek’in iki uçtan Türkiye solunu çürüten etmenlere karşı mücadele ederek yolunu açmış olmasıdır. Bunlardan ilki geleneksel solun teorik ve siyasal ataletidir. Diğeri ise yeni solun (ve bu esnada devrimci demokrasinin) sosyalist ve komünist kadroları solu sol yapan değerlerin sınırlarının dışına ötelemeye dönük harekâtıdır. Ulusal soruna ilişkin Gelenek’in yaptığı hamleler yine bu iki çürütücü mücadele eksenin ve bu mücadelenin hizmet ettiği sosyalist iktidar perspektifinin belirleyiciliği altında şekillenmiştir:
“Türk Geleneksel Solu’nun, ulusallık konusunda hem reel politik hem de teorik düzlemde riske girmemeyi tercih ederek tutum aldığını söylemek istiyorum. […] İlkeler ve sloganlar düzeyinde akıl yürütmenin ötesine geçemeyen, bilimsel sosyalizmden özellikle ulusallık konusunda uzaklaşmaya içsel bir yatkınlığı olan devrimci demokratlar, sorunun vulgarize edilmesine ciddi katkılarda bulunmuşlardır.”4
Cemal Hekimoğlu ise aynı dönemde kaleme aldığı bir yazısında Türkiye solunun meseleye ilişkin duruşunu eleştirirken “ne devekuşu mantığı ne de açık artırmacılık” diyerek Gelenek’in mevcut konumunu özetlemiştir. Gelenek, dönemin devrimci ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak, dahası marksizm-leninizm ile mesafesi ciddi biçimde tartışmalı hale gelmiş olan sol ile kendi arasında çizilecek çizgiyi öncelikle teorik düzlemde çekme girişiminde bulunmuştur. Gelenek, niteliği ve mecrası yanlış olan bu tartışmaların başlangıçta doğrudan bir parçası olmamış, kendi konumunu netleştirerek söz konusu tartışmalara dolaylı olarak müdahil olmuştur. Türkiye solunun marksist-leninist teori ve pratikten ricat ile atalet ikili seçeneğinden başka çeşitlilik göstermeyen unsurlarının meseleyi ele alışlarına karşı Gelenek’in çizdiği soyut çerçeve şu ana çizgilerle özetlenebilir5 :
- Marksistler için sınıfsallık ve ulusallık bir hiyerarşi içinde ele alınması gereken ayrı kavramlardır. Bu hiyerarşide sınıfsallık diğerini belirleyici derecede üstündür. Ulusal hareketlere sınıfsal bir prizmadan bakılmalı söz konusu ulusal yapıların sınıf dinamikleri kavranmalıdır.
- Bu belirlenme halinde ulusallık iç dinamikleri olan siyasî bir sorunsal olarak ortaya çıkar.
- Bu sorunsalın sınıfsal zeminden ayrı olarak ele alınması halinde uç verecek eğilimler burjuva demokratizmi, milliyetçilik ve kapitalist-emperyalist sistemin diplomatik ve siyasî müdahalelerine açıklık gibi sonuçlar doğurabilir.
- Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ilkedir. Ancak taktik bir ilkedir ve üstelik, ayrılma hakkı ile bir ve aynı şey değildir. Savunulması ve uygulanması arasında açılar mevcut olabilir. Nasıl uygulanacağı ya da uygulanıp uygulanmayacağı noktalarına işçi sınıfının çıkarlarını gözeten biçimde somut durumun somut analizi sonucu varılabilir. Marksistlerin tercihi büyük ve güçlü devletlerden yanadır.
- Ulusal sorun bir ittifaklar sorunudur. Çoğu zaman ya köylülük sorunu ile iç içe geçmiştir, yahut bir ve aynı şeydir. Sorun bir ittifaklar sorunu olduğundan dolayıdır ki tanım itibariyle sosyalist hareket ve ulusal hareketlerin gündemleri birbirinden farklıdır.
- Türkiye ölçeğinde, ortak mücadele belli neden ve koşullarla gerekliliktir. Bu neden ve koşulların en önemlisi Kürt ve Türk egemen sınıflarının aynı “ulusal” pazarda iktisadî faaliyetlerini sürdürmeleridir. Düşman yekparedir.
- İlkeselliğin doktrine dönüşeceği nesnelliği olmayan erken angajmanlardan kaçınılmalıdır. Ulusal sorunun yukarıdaki çerçeve dâhilinde ele alınması bağlamında sosyalist kadrolara özel görevler düşmektedir.
- Türkiye ölçeğinde gündemde olan ulusal kurtuluş değil, sosyalizmdir.
1990’lı yıllara girişle birlikte, karşı-devrimin zaferi sosyalist ülkelerde kesinlik kazanmış ve Kürt hareketi Türkiye kapitalizminin en somut kriz dinamiği haline gelmiştir. 1991 yılında çıkan Gelenek’in 35. sayısında yer alan “Doğu’da Farklılaşan Dinamikler ve Türkiye’de Sosyalizm” başlıklı Gelenek imzalı yazıda hareketimizin ulusal soruna ilişkin yukarıda çizdiği soyut çerçeveyi Kürt dinamiğinin belirlediği bir konjonktürde siyasî zeminde nasıl yeniden ürettiğinin çok sarih bir örneği sunulmaktadır. Bu metinde sorunun adı “Kürdistan sorunu” olarak konmuştur. Metin ulusal sorunun pratik yansımasına ilişkin olarak Türkiye sosyalist hareketinin kalan kısımları ile arasındaki ayrımı şu şekilde açıklamaktadır:
“Türkiye sosyalist hareketinde gündemin ve geleceğin ilk maddesini ‘Kürt Sorunu’ olarak saptayanların kesinlikle ileride inandırıcı olma şansları yoktur. […] Kürdistan sorunu, bugün çok önemli bir dinamik yaratmıştır. Bu dinamiğin sosyalizm mücadelesine etkisini, ona uzanan kollarını ve bu dinamiğe yönelik enternasyonalist dayanışmayı gündemin en önemli maddelerinden birisi yapmak ile sorunu Türkiye sosyalist hareketinin kalıcı lokomotifi olarak değerlendirip bu ata oynamak arasında çok belirgin ve doğrudan leninizmle ilgili ayrımlar mevcuttur.”6
Leninizm anlayışında ortaya çıkan ayrılık belki de en fazla yine metinde yapılan tehdit tarifi ile açıklığa kavuşmaktadır. Kürt dinamiğinin yaratmış olduğu dinamizm, hareketin sol kimliği vs. gibi bir dizi etken nedeniyle olası bir sınıf hareketi ulusallık ve soyut ulusal çıkarlar etrafında koparılan fırtına içinde boğulabilirdi. Oysa “Türkiye sosyalizminin geleceği, Türkiye proletaryasındadır.” Dolayısıyla “Türkiye sosyalist hareketinin kendi gündemi ile bu dinamikler arasındaki açıyı ve bağlantıları soğukkanlı bir biçimde ele almak gerekmektedir.”
Metinde maddeler halinde sıralanan tezlerin bir bölümünü özet olarak paylaşıyoruz:
- Sol açısından en önemli gelişmelerden biri Türkiye sosyalist hareketinin politikasızlığının sürdüğü bir dönemde Kürt ulusal yükselişinin döneme süreklilik ve kitle desteği sağlayarak damgasını vurmasıdır.
- Türkiye sosyalist hareketi ve Kürt ulusal hareketi arasında yaslanmış oldukları toplumsal temellerden kaynaklı, sunî gündemlerle ortadan kaldırılamayacak bir çakışmama hali vardır.
- Türkiye sosyalist hareketi de kendi temelleri üzerinde doğrulmadıkça Kürt hareketi ile sağlıklı bir iletişim kurulamaz.
- Kendi temellerini ve politika üretimini, proleter bir bazda gerçekleştirmeyen Türkiye sosyalist hareketinin şu anda Kürdistan üzerinde kendince daha sağlıklı ya da mevcut liderliğin dışında arayışlar içine girmesi veya kimi süreçleri zorlaması, önce hayalcilik, sonra yükselen bir dinamiğe zarar vermek, nihayetinde çocukluktur. Bu nedenle mevcut hareket Kürt illerinde örgütlenmeme yönünde bir tercih kullanmıştır.
- Çok ülkeli bir dinamik olarak Kürt sorunu, hareketin liderliğindeki tüm marksist söylem ve öğelere rağmen, ulusal bir harekettir, ulusal bir hareket olarak, uluslararası dengelerin ve bu dengelerin arasına girmeyi çok seven ABD emperyalizminin manevralarına son derece açık bir yapıdadır.
- Önemli sorun, Kürt hareketini “sol” bir çizgide tutabilecek saygı, iletişim ve aynı zamanda mesafeyi koruyabilmesidir. Halbuki Türkiye solunun “milliyetçi” eğilimlerin güç kazanması için elinden geleni yaptığı görülmektedir.
- Kürt hareketi, PKK’nin somutluğunda bir ulusal hareket olarak olabilecek en sol konumlardan birisini almıştır. Kürdistan realitesi gerek sınıfsal gerekse jeopolitik açıdan daha ötesine elvermediği gibi kitle tabanının genişletilmesi hareketin oldukça geri ideolojik öğelere sarılmasını da beraber getirmektedir.
- Programsızlık ve perspektif boşluğu sebebiyle açık kapılar politikası zaman zaman PKK’ye egemen olmaktadır.7
Bu tespitlerin zamanının ötesinde tespitler olduğu bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır. Hem Kürt hareketi ile Türkiye sosyalistleri arasında kurulan ilişkinin her iki taraf için bozucu niteliği, hem de Kürt hareketi üzerine yapılan nesnel tespitler zaman içerisinde doğrulanmıştır. 1991 yılında yapılan bu öngörülü tespitlerin devamı Gelenek hareketinin partili mücadeleye evrildiği süreçle de çakışmaktadır ve net bir ayrışma süreci olan partileşmede de konuya ilişkin yaklaşım zenginleşmeye devam etmiştir. Sosyalist Türkiye Partisi’‘nin (STP) programının açıklanmasından birkaç ay öncesinde Temmuz 1992’de Gelenekçiler bir manifesto yayınlayarak Türkiye soluna “Partili Mücadeleye Çağrı”da bulunmuşlardır. “Belirleyen Gene Sınıf ve Sınıfsallık Olacaktır” başlığı altında ele alınan Kürt dinamiği ve Çark Çekiç’in bu dinamiğe yaklaşımı bu metinde de benzer ağırlık noktaları ile yerini almıştır. Partili Mücadeleye Çağrı metninin temel vurgusu, Türkiye sosyalist hareketinin marksist çerçevede çok boyutlu bir silkiniş gerçekleştirmesi gerekiyorsa yapılması icap eden en doğru işin Kürt hareketi ile Türkiye sosyalist hareketinin gündemini net biçimde ayırmak olduğu yönündedir.
“Çünkü Kürt hareketinin, daha doğrusu herhangi bir ulusal hareketin, bu anlamdaki bir gündeme yapacağı katkı son derece sınırlıdır. […] Kürt hareketinin, Türkiye’deki siyasal çerçeveyi, potansiyel bir sınıfsallık ölçüsünde tahrip edebilecek gücü taşıdığı çok açıktır. Ancak böyle bir enkazın ardından kendi gündemini yaratamamış bir sosyalist hareket için doğabilecek imkânların neler olabileceği oldukça tartışmalıdır.”8
1990’lı yılların başında bu denli “soğukkanlı” değerlendirmeler yapabilmek ancak meseleye ilişkin geliştirilen yöntemsel yetkinlik, siyasî olgunluk ve sosyalizmde ısrar ile sağlanabilirdi. Gelenek’in en önemli başarılarından bir tanesi Türkiye solunda biraraya gelmeyen bu üçlüyü buluşturmuş olmasıdır.
Ulusal sorun gibi pragmatizme açık, hatta kimi zaman ihtiyaç duyan bir alanda Gelenek’in dogmatizmden uzak dinamik yaklaşımı yazılmasının üzerinden yirmi yıla yakın zaman geçmiş metinleri güncel ve ön açıcı kılmaktadır. Başka pek çok konuda böyle olmakla beraber Gelenek’in söz konusu sağlam duruşu olmaksızın, Kürt dinamiğinin marksist-leninist siyaset için yarattığı merkezkaç etkiden korunulabilmesi imkânsız olurdu.
Partili Mücadele Başlıyor: 1992 – 1995/96 ve Ulusal Sorunda Acil Görevler
1992 yılının Kasım ayında Sosyalist Türkiye Partisi kuruldu. STP, kendisini Türkiye sosyalist hareketinden belli başlıklarda ayırıyordu. İlki seçtiği tema ve tarz ile Türkiye solunun 12 Eylül sonrası bir dizi dinamik tarafından sürüklenmiş olduğu dejenerasyondan kendisini uzak olarak görmesiydi. İkinci başlık ise buna bağlı olarak Gelenek sürecinde yetişmiş olan genç kadro kuşağıdır. STP, bu kuşağın kendi özgünlüğü olduğu iddiasındaydı. Zira bu kuşak sola sirayet etmiş olan dejenerasyonun farkında ama uzağında konumlanan kadrolardır. “Bu durum hareketi büyük bir mücadele gücüyle teçhizatlandırmaktadır.” Söz konusu dönemde böyle bir insan malzemesi ile birlikte partinin kazanılmış olması özel olarak önem kazanmaktadır.
Ulusal sorun, hareketimiz açısından partili mücadelenin ilk yıllarında hem müstakil bir siyasî başlık olarak hem de bir hukuk problemi olarak ağırlığını korumuştur. 1993 yılında esas olarak STP’nin programındaki “ulusal sorun” bölümüne yaslanan bir iddianame ile parti aleyhine dava açılmıştır. STP Programı’nda “Sosyalizm Programının Altyapısı” isimli bölümde dünya devrim sürecinin üç temel dinamiğinden biri olan ulusal kurtuluş hareketlerine ilişkin tespitler şu cümle ile başlamaktadır: “Dünya devrim sürecinin organik bir parçası olarak değerlendirilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin yapısı da önemli bir değişim geçirmiştir.”9 Ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve bunların başarıyla sonuçlanarak devlet biçimine gelmiş ve “kapitalist olmayan yol”u seçmiş olanlarının pek çoğunun kaderi reel sosyalizmin koruyuculuğunun yokluğunda “ileri karakolların düşmesi” olmuştur. Dolayısıyla II. Savaş sonrası sosyalizm ile “üçüncü dünya” milliyetçilikleri arasında kurulan köprülerin zayıfladığı ve sosyalist ülkelerdeki milliyetçi hareketlerin karşı-devrim süreçlerinin önemli bir unsuru haline gelmiş olmaları nedeniyle “sola açılan genel bir başlıktan” bahsedilmesinin mümkün olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta karşı devrim sonrasında başta ABD olmak üzere kapitalist-emperyalist sistemin “ulusal dinamikler üzerindeki en ağırlıklı belirleyen durumuna geldiği ve ‘bağımsızlıkçı’ ulusal hareketlerin her birinin bu dışsal belirlemenin etkisi altına girme tehdidiyle karşı karşıya olduğudur.” Kürt hareketinin de bu çerçeveden bağımsız olmadığı ancak uluslararası konjonktürdeki sağa itici dinamiklere karşın bu hareketin sol duruşunda ısrar etmesinin “kendi sınırlarını aşan yeni devrimci dinamikler” yaratma olasılığı metinde vurgulanan bir diğer noktadır. Aynı zamanda Kürt hareketi nezdinde sosyalist karakterin daha güçlü bir ağırlık noktası olmasının koşulu olarak Türkiye Yunanistan ve İran vb. ülkelerdeki anti-kapitalist işçi sınıfı hareketleri öne sürülmektedir.
STP programında partinin kapatılmasına konu olan “Ulusal Sorun” bölümü ise şu şekildedir10 :
- Ulusal ve etnik köken hiçbir biçimde bir ayrıcalık ya da dışlanma-ezilme nedeni olamaz.
- Kürt ulusunun ve bütün etnik toplulukların kendi dil ve kültürel yapılarını koruyup geliştirebilmeleri olanağı sağlanır. Dillerin geliştirilmeleri, zenginleştirilmeleri çalışmalarında hiçbir dile ayrıcalık tanınmaz…
a. Ulusların, ayrılma dâhil, kendi geleceklerini belirleme hakkı yasalar ve toplumsal araçlarla güvenceye alınır.
b. Ayrılma hakkının kullanılmasının insanın insanı sömürmesine zemin oluşturan sosyo-ekonomik süreçleri gündeme getirmesi durumunda parti, bölgedeki bütün sosyalist ve devrimci güçlerle birlikte sürecin önüne geçer.
c. STP, sosyalist kuruluş sürecinde Türk ve Kürt halklarının gönüllü birliğini hedefler. Bu amaçla propaganda çalışmaları yapar.
d. Bölgede ortaya çıkacak yeni ulus-devletlerle birlikler de dâhil olmak üzere barışçı ve eşit koşullarda yeni ilişki biçimleri kurmak için girişimde bulunulur. Bu tür birliklerde toplumun sosyalist kazanımlarının güvence altına alınması için gereken önlemler alınır.
Burada üç önemli noktanın altını çizmek gerekiyor. Bunlardan ilki, “ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı”nın STP programında tanınmış ve hareketimizin geçmişiyle de tutarlılık içinde “ayrılma hakkı”nın, bu hakkın gerçekleşme biçimlerinden biri olarak programa dâhil edilmiş olmasıdır. İkinci nokta şudur: Ayrılma hakkı, kendi geleceğini belirleme hakkının gerçekleşme biçimlerinden tek şarta bağlı kılınanıdır. Bu anlamıyla siyasî bir hedeften ziyade bir Parti kendi devrimci iktidarının tercihini de programına koyarak esas olarak ne için mücadele edeceğini açık biçimde ifade etmiştir: Komünistler, gönüllü birliktelikten yanadır. Bu şekilde hangi açıdan ele alınırsa alınsın Türkiye solunun program pratiklerinden oldukça farklı biçimde şekillenen ve farklı bir perspektife sahip olan STP programı, tanımı gereği, ulusal sorun anlamında komünist hareketin sözünü net biçimde söylemesi anlamını da taşıyordu. Ancak meselenin bir de program boyutunu aşan uygulama kısmı vardır. Uygulama boyutuna ilişkin olarak STP’nin tercihi yukarıda anmış olduğumuz metinde özetlenen ilkelerle sürelilik içindedir. STP, büyük kentlerde gücü oranında işçi sınıfı havzalarına yönelirken, yükselen Kürt hareketine kendi görevini en iyi şekilde yaparak destek olmak için kent merkezlerinde bir sınıf hareketini zorlamıştır. Buradaki amaç, Türkiye kapitalizmini içine alacağı her haliyle belli olan krize yeni ve etkin bir parametre olarak işçi sınıfı dinamizmini sokmak ve iki hareket arasında “tarihsel” bağlar kurmaktır. Burada altının çizilmesi gereken bir unsur STP’nin ilke olarak Kürt illerinde örgütlenmeme kararını sürdürüyor olmasıdır. Bunun ardındaki nedenleri yukarıda anmıştık. STP, 1993 yılında 30 Kasım 1993 günü Anayasa Mahkemesi tarafından oy birliği ile “bölücülük” suçlaması ile kapatılmıştır. STP’nin kapanmasının ardından Sosyalist İktidar Partisi (SİP) kurulmuştur.
1993 yılı hem düzen siyaseti hem de Kürt siyaseti için önemli bir yıldır. Düzen siyaseti açısından bir siyasal kriz dinamiği olarak 2 Temmuz tarihinde dinci-gericiliğin karanlık ve bir o kadar da cüretkâr çıkışı Türkiye siyasî tarihinde bir dönüm noktasının geçildiğinin işareti olmaktadır. Düzen açısından mesele iktisadî boyutun eklenmesiyle depreşecek siyasal krize müdahale kabiliyeti gösterecek unsurların kalmamış olmasıdır. Türkiye kapitalizmi bir krize girmiştir. Ancak kriz dinamiklerinin hiçbiri krizi devrimci bir zemine taşıyacak olgunlukta değildir. Durum Kürt hareketi için de böyledir.11 Bu dönemde özel olarak Kürt hareketine karşı çözüm olarak devlet, şiddet politikasını öne çıkartmıştır. 1993 yılından itibaren kontrgerilla devreye sokulmuştur. 1993 yılının son günlerinde Gündem Gazetesi bombalanmıştır. Bu, devletin bir önceki dönem esas olarak Özal ama kısa bir süre için Çiller’le denemiş olduğu “demokratik-siyasal çözüm” opsiyonunun tümüyle rafa kaldırıldığı anlamına gelmiştir. Bunun kendisi ise Türkiye’nin kırılgan kapitalist yapısında başka bir kriz dinamiğini harekete geçirecektir.
Dediğimiz gibi 1993 yılı, Kürt hareketi için de bir dönüm noktası niteliğindedir. O derece öyledir ki bugünden bakıldığında 1999 yılında Öcalan’ın yakalanması, PKK’nin ilan ettiği ateşkes ve demokratik cumhuriyet açılımının temellerini bu yılda bulmak mümkündür. Kürt siyasetinin geçirmiş olduğu siyasal evrimin ve şu anki durumunun tarihsel köklerini aramak hacimli bir çalışmanın konusu olabilir. Ancak şunları belirtmemizde fayda var: PKK ve PSK arasında bir protokolle somutlanan yakınlaşma, PKK’nin ‘93 Ateşkesi, yukarıda anlattığımız gibi, devletin yükseltmiş olduğu şiddet siyasetinin karşısında önemli kazanımlar elde eden, siyasal desteğini ve tabanını genişleten PKK’nin yine de savrulma potansiyeli ortaya çıkaran bir etaba girdiğinin göstergesidir. Bu dönemde aynı zamanda PKK’nin yaslandığı sınıfsal tabanı mülk sahibi sınıflara doğru genişlettiği, devleti sıkıştırmak için girişeceği ve emperyalistlerle daha ciddi ilişkiler kurma hedefli “büyük diplomasi” stratejisinin ağırlık kazanmaya başladığı gözlenmektedir. Kürt hareketinin krizi devrimci bir düzleme sıçratmasının önüne geçen eksiklik hareketin sınıfsallığıdır.
Bunlar açık tehlike sinyalleridir. Düzen çok çeşitli biçimlerde (örneğin Kürt hareketi üzerindeki askeri basıncın artırıldığı bir esnada TÜSİAD’ın siyasal çözüme gönderme yaparak gündeme getirmesi gibi) bir yandan massedebileceği bir Kürt öznesinin ortaya çıkıp çıkmayacağını denerken, bir yandan da PKK üzerindeki askeri basıncı bir enstrüman olarak daha etkili kullanmayı denemiştir. 1994 ile beraberse söz konusu salınım politikası düzen tarafından terk edilerek iç savaşın tırmandırılması yoluna gidilmiştir. Devlet, 1993’te PKK’nin ilan ettiği ateşkesin sona ermesi için elinden geleni yapmıştır. Özal’ın ölümünden bir gün önce ilan edilen ateşkes, 2 Haziran tarihinde görünürde PKK tarafından sona erdirilmiştir. Bunun da ötesinde düzen, 1994 yılında yapılacak olan yerel seçimlere DEP’in girmemesi için türlü ayak oyunlarına, hukuksuzluklara başvurmuştur.
Tüm bu tablonun devrimci özneyi tarihsel sorumluluklarına davet ettiği açıktır. SİP’in attığı ilk adım DEP’e yönelik siyasî baskılara karşı tavır almaktır. Tavrın adı seçim boykotudur. DEP’in seçimin meşruiyetinin kalmamasını neden olarak göstererek 27 Nisan 1994 tarihli yerel seçimlerden çekilmesi açık biçimde desteklenmiş ve “açık” parti olan SİP, Türkiye solunun ezberlerini bir kez daha bozmayı başarmıştır. SİP MYK’sının yapmış olduğu “Sandıkları Yalnız Bırakın”12 başlıklı açıklamada şöyle denmektedir:
“Burjuvazi Mart seçimlerinde bu politikalarıyla işçi ve emekçileri ve DEP’i çekilmeye zorlayarak Kürt halkını temsilcisiz bırakmaya karar vermiştir. Uygulanan bu politikadır. Seçimlere 15 kolu olsa da tek bir parti, düzen partisi sokulmaktadır. Geriye kalanlar karşı-devrimci bir saldırının muhatabıdır.
“Bu çerçevede Sosyalist İktidar Partisi üyesi bağımsız adaylar seçimlerden çekileceklerdir. Seçimlere katılmak, bu düzen partisine başvuruda bulunmak, gerici kampanyaya ortak olmak anlamına gelecektir.”
Aynı açıklamada Türkiye solunun diğer unsurlarına da seçimleri boykot çağrısında bulunulmaktadır.
SİP’in 13-14 Mayıs tarihli konferansı için hazırlanmış olan Türkiye Dünya Değerlendirmesi, Türkiye’de kapitalist kriz (dinamikleri), Kürt dinamiği ve komünist hareket tarafından oluşturulan düzlemin önemli nirengi noktalarına temas eder niteliktedir. Diğerlerine geçmeden önce Parti’nin bu değerlendirmesinin seçim sürecinin işçi sınıfı ve Kürtlere karşı açık bir saldırı olarak kurgulanmasına ilişkin bölümünde
“[…S]on seçim konjonktüründe kriz kontrolden çıkma eğilimi göstermiştir. Yerel seçimleri kriz dinamiklerini geriletme ve krizin üzerini örtme perspektifiyle karşılayan burjuvazi, toplumdaki göreli politizasyon dinamiklerini engelleyememiş, bu sürece yetişmeye çalışmak durumunda kalmıştır. Seçimlerin Kürt hareketi ve emekçi kitlelere saldırıya dönüşmesi bu çerçevede kavranmalıdır.”
denmektedir. Aynı değerlendirme kapsamında burjuvazinin mevcut krizi kontrol altına almak için bir yandan Kürt hareketine “zor”u reva görürken diğer yandan da başka bir Kürt oluşumuna (PSK’ye) “el vermek” eğiliminde olduğu belirtilmektedir. Mevcut depolitize ortamı PKK’nin yarattığı politize rüzgârın sarsması yalnızca militer çözümün sınırlarını da göstermiştir. Fakat böylesi bir siyasî hamlenin önü bir iktisadî terimle söyleyecek olursak Türkiye kapitalizminin siyasal hareket yeteneğini kısıtlayan bir grup “rigidity” (katılık) ile kısıtlıdır. Söz konusu değerlendirmede, Türkiye kapitalizminin yapısal kriz dinamiklerinin son krize nasıl etki ettiğine ilişkin şöyle denmektedir:
“Kürt hareketi, İslami hareket ve işçi sınıfı dinamiği, bugün gelinen koşullar altında yeni biçimler edinmektedir. Bugüne kadar siyasal krizin unsurları olan bu dinamikler, iktisadî krize karşı burjuvazinin alabileceği önlemleri de etkilemiş, bu anlamda iktisadî krizi beslemiştir.”
Kürt hareketine ayrılan madde ise esas itibariyle Kürt hareketinin girdiği yeni etabın tarifini yaparak risklerine işaret etmektedir:
“En ön plandaki kriz dinamiği ve devrimci güç olarak Kürt hareketi ciddi bir saldırıyla karşı karşıyadır. Boykot politikası net bir başarı kazanmıştır. Kürt devrimci önderliği kritik bir momenttedir.
(a) Kriz koşullarında HEP-SHP ittifakı ya da 93 bahar ateşkesi benzeri politikalar geçersizleşmiştir;
(b) düzen legal alanı artık oldukça güvenilir ellere teslim etmek isteyecektir; DEP bu yönelimle çelişki halindedir;
(c) burjuvazinin temel senaryosu DEP’i bölmek, PKK’yi militarizmin, PSK’yi (veya benzerlerini) ise “siyasal çözüm”ün muhatabı haline getirmektir; ancak, Kürt devrimci önderliğinin legal alanı boşaltma niyetinde olmaması bu “çözümü” güçleştirmektedir.
(d) bu durumda PKK bir yandan uluslararası dayanaklarını yitirmemek, ikinci olarak dini motiflere ağırlık vererek İslamcı eğilimlere kendi etkinlik alanını korumak ve savaştan usanan kitlelerle mesafesini bu açıdan kapatmak, öte taraftan da legal temsiliyet anlamında kaybedebileceği toplumsal meşruluk aracını yerel “ikili iktidar” organları yaratarak yeniden üretmek isteyecektir. Dolayısıyla Kürt hareketi ileri ve geri çekici bir dizi etkenle yüz yüzedir.”
Bu değerlendirmeden çıkması gereken sonuçlar açık olsa gerek. Kürt hareketi, önemli mevziler elde etmiştir. Dahası krizde burjuvazi karşısında en önemli özne durumundadır. Ancak bu kadar!.. Mevcut stratejisi ile Kürt hareketinin alabileceği yolun sonu görünmektedir. Bu strateji ile hareket geçici olarak tahkim edilebilir ancak sürdürülemez. Kritik moment budur. Kürt hareketinin ihtiyacını duyduğu ise ideolojik netleşmedir. Yukarıda aktardığımız vurgularla beraber düşünüldüğünde krizin ve Türkiye kapitalizminin kaderini Kürt hareketi ve egemen sınıf arasındaki mücadele değil sınıflar mücadelesinin seyri belirleyecektir. Bu nedenle;
“Türkiye sosyalist hareketi ve işçi sınıfı Kürt ulusal kimliğine değil, bu kimlik içinde yerini alan devrimci kanala güven vermeli, burjuvazinin saldırısı karşısında Kürt devrimcilerine yalnız olmadıklarını göstermelidir. Türk solunun her koşul ve coğrafyada Kürtlüğe destek sunması, devrimci kanalın konjonktürel tercihlerine uygun düşmüş olsa bile, Türkiye’de siyasal krizin derinleştirilmesi perspektifi ile onulmaz bir çelişki taşımıştır. Destekçilik politikasının kendisi Türkiye sınıf mücadeleleri tablosunda sağa düşmüş, Türk ve Kürt politik haritaları arasında mesafenin tehlikeli biçimde açılmasına hizmet etmiş, bizzat bu politika bu mesafeyi teyit eden ve besleyen bir öğe olmuştur.”13
Türkiye sosyalist hareketinin desteği kısa süre sonra Emek-Barış-Özgürlük Bloğu (EBÖB) olarak somutlaşmıştır. 1994 Genel Seçimine bir aydan biraz fazla zaman varken, SİP’in uğraşları neticesinde Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP), Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ve Sosyalist İktidar Partisi’nden oluşan EBÖB kurulmuş ve bu partiler seçime HADEP listelerinden aday göstererek gireceklerini ilan etmişlerdir. EBÖB açılımının ardındaki nedenleri kısaca özetleyelim.
Yukarıda aktardığımız üzere Kürt hareketi ve sosyalist hareket arasında SİP geleneğinin tasavvur ettiği ilişki ittifaktır. Her ittifakta olduğu gibi müttefik özneler arasındaki konu ayrışmasının özellikle altı çizilmiştir. Kürt hareketi ve sosyalist hareketin gündemleri tanım gereği farklıdır. Bu farklılığın ortadan kaldırılmasının palyatif “projelerle” değil, tarihsel kıymeti olan köprüler kurmakla mümkün olduğu geleneğimiz tarafından defalarca dile getirilmiştir. Bu tarihsel köprüleri inşa etmek için ise sosyalist hareket öncelikle üzerine düşenleri layığınca yapmalıdır. Buna Kürt hareketi ile Türk emekçiler arasında oluşmuş olan yabancılaşmanın giderilmesi ve Kürt hareketine ilişkin olarak sosyalist harekete yüklenmiş olan görevler de dâhildir. Bu yabancılaşma tek taraflı değildir. Kürt hareketinin Türk emekçilerine ve sosyalist hareketine karşı içine düştüğü yabancılaşma, Türk emekçilerinin Kürt hareketine dönük yaşadığı yabancılaşmadan daha küçük boyutlarda değildir. Blok’un SİP açısından oturduğu en önemli gereksinim budur. Söz konusu gereksinimden kaynaklanan bu adım, belki de Türkiye sosyalist hareketinin Kürt hareketi ile giriştiği tek ittifak girişimidir. Zira SİP, Blok’u bir takım nesnel ve öznel zorunluluklardan ötürü HADEP’in gönüllü olarak peyki haline gelme süreci olarak hiç kavramamıştır. O zamana değin ve ondan sonra da Kürt siyaseti ile Türkiye solunun yakınlaşma deneyimleri emekçi, sosyalist kimliğin Kürt partisinin vestiyerine geçici olarak asıldığı bir süreç olmaktan öteye gidememiştir.
“Bugün düzene karşıt güçlerin Blok içerisinde yer alan kesimleri arasında, kendilerini ayrı siyasî programlarla tanımlamış partiler vardır. Blok’un bu ayrımı önemsiz kılacağı beklentisi içerisinde olmak, bu Blok’un gelecekte hangi biçim ve adda olursa olsun, iş yapmasının önüne geçecektir. Çünkü blok bileşenleri arasındaki ayrımlar yapay değil, maddi ayrımlardır; siyasette boşluk olmayacağı için bu ayrımların iradi bir biçimde ortadan kaldırılması olanaksızdır. Ayrımları ortadan kaldırmak yerine, ortaklıkları iyi belirlemek ve bu çerçevede ortaya çıkacak işbirliğinin en uygun biçimleri almasını sağlamak büyük önemdedir.”14
Bu sebeple SİP’in Blok’un seçime dönük adımlarındaki kriterleri “‘ittifakın siyasî temsili’ ve ‘batı bölgelerinde emekçi, sol kimliğin öne çıkması’”dır.15 Blok açıktır ki SİP’in tahayyülünde bir seçim bloğu değildir. Bu nedenle SİP Blok’a belki de katılımcı öznelerin limitlerini zorlayan tarihsel bir rol biçmiştir ve bunun hayat bulması için zorlamıştır. Bunun nedeni gerçeklikten kopuk bir iradecilik değil, gelinen noktanın daha azını kaldırmayacak olmasıdır. Kürt hareketinin içinde bulunduğu süreç, Kürt hareketi ve emekçi kimliğinin bütünüyle kopması ile sonuçlanabilecek bir mecrada ilerlemektedir. Kürt hareketinin yayınlarında açık açık Kürt sermayedarlarına “Kürtlük bilinci” aşılamaya çalışıldığı bile gözlenmektedir. Bu nedenle de SİP, Blok’un esas işlevini seçimden öte bir noktaya oturtmuştur. Aydın Giritli, Blok’un seçimler sonrası devamının gerekliliğini anlatırken “kapitalizminin krizini derinleştirmekte ve devrimcileştirmekte anahtar rol oynayabilecek iki dinamik, emekçi hareketi ve Kürt hareketi”ne işaret etmektedir. Blok’un tarihsel önemi, devrimci potansiyelinde yatmaktadır. Blok, sosyalist harekete Kürt hareketine ve Türkiye siyasî tarihine bir müdahaledir. Durum böyle olunca Sosyalist İktidar Partisi’nin çeşitli metinlerinde Blok’un başarısının ölçütünün ve misyonunun seçim başarısı ile sınırlandırılamayacağı vurgusu görülmektedir. Bu doğrultuda Blok’un hitap kitlesinin genişlemesi için Blok’u kişiliksizleştirme girişimlerine de SİP karşı koymuştur. SİP’in seçim dönemi izlenecek yöntem ve özellikle seçim sonrası süreklilik konusunda yoğun basınç oluşturmaya çalışmasına karşın Blok’un diğer bileşenlerinin parlamento düşlerinin seçim sonuçları neticesinde karşılanmamasından dolayı Blok’un ömrü kısa sürmüştür. Buna rağmen Blok, bir başarısızlık değil, kısa ömrüne ve bu kısa sürenin sonunda Giritli’nin tabiriyle söyleyecek olursak “müttefiksiz ittifak” olarak boşluğa yuvarlanmış olmasına karşın önemli başarılar elde etmiştir.
“Sayıların ötesinde, seçim çalışmalarında özellikle Kürt emekçilerinin bir kimlik rönesansı yaşadıklarını gördük. Kürt ve emekçi olmak, üstelik bu kez Türk sınıf kardeşlerini yanında bulmak… Kör milliyetçiliği kıran benzer bir kimlik kazanımı, Türk emekçilerinde de yaşandı.”16
Yapılamayan ise bunun dışında “tüm topluma bir kurtuluş ışığının ulaştırılamamasıydı.” Dolayısıyla Blok’un önündeki hedef bu olmalıydı. Aydemir Güler, aynı yazıda bu hedef için ideolojik mücadelenin kaçınılmazlığına işaret etmekte ve bu mücadeleyi verebilmek için Blok’u tanımlayan dokuda bir dönüşüm önermektedir: Blok “halkların kardeşliği”nden “emekçilerin birliği”ne doğru bir sıçrama gerçekleştirmelidir. İşçi sınıfı ile yoksul köylülüğün ittifakı, Türkiye kapitalizminin istikrarsız dengelerini sarsabilecek güçtedir. Dönemin başat sloganı “sınıfa karşı sınıf” olmalıdır. Ancak ne yazık ki, Blok sürdürülememiştir. Parti’nin bütün kaynaklarını seferber ederek Kürt siyasetinin ideolojik tercihler yapması yönündeki uğraşı sonuçsuz kalmıştır. Hem Kürt hareketi hem de Türkiye solu için kayıp büyüktür. Oysa Blok, tüm bunların dışında pek göze çarpmayan oldukça özgün bir fırsat daha yakalamıştır.
“Blok’un yüzde 10 barajını aşmayacağından emin olan, sol güçlerle işbirliği yapan bir HADEP’in RP’den veya genel olarak İslami odaklardan uzaklaşacağını düşünen, bu işbirliğinin emperyalist ülkeleri ürkütebileceğini bilen devlet Blok’un üzerine gitmedi. Sınıflar mücadelesinde pek az rastlanabilecek bu durum, Türk ve Kürt emekçileri açısından tarihsel bir fırsat yaratıyordu. […] Bloktan ürkenler, Kürt emekçileri değil gericiler ve emperyalistlerdi. Düzenin tehdit algılamasındaki çarpılma ve alt edemediği ‘korku’yu buna eklediğimizde 1995 sonu ve ‘96 başında nasıl bir fırsat kaçırdığımızı daha iyi kavrayabiliriz.” 17
Bu yazının amacı ve sınırlarını aşıyor ama yine de bir fikir olarak ortaya atmakta fayda var: Acaba bu tarihsel fırsatın kaçışının Kürt hareketinin bugünkü konumlanışındaki etkisi nedir? Dediğimiz gibi bu sorunun sınırları yazımızı aşmaktadır. Şu kadarı söylenebilir: Kürt hareketinin bugün gelinen noktadaki mülk sahibi sınıflar lehine olan sınıfsal aidiyetinin illâ ki bu şekilde olması gibi bir zorunluluk yoktu. Ortaya çıkan tablo, bir bütün olarak Kürt hareketinin eylemsizliğinin sonucudur. Kendi içine ve kitlesine dönük müdahale etmeme tercihini belki de en ısrarcı olduğu seçeneği haline getiren Kürt hareketi önderliğinin bırakmış olduğu boşluk farklı biçimlerde doldurulmuştur. Aksi durumda, yani emekçi ve aydın kimliği ile daha yakından ve tarafların birbirlerini her şeye rağmen eşit özneler olarak kabul ettiği bir platformda, sol bir müdahale yapılabilirdi. Ayrışma ya da dönüşüm olacaksa bu yönde olabilirdi.
Sol-liberalizm, parlamenterist özlemler ve HADEP içinden gelen sosyalist harekete dönük muhalefet tarafından sabote edilmiş olan Blok deneyimi sonrası SİP’te umutlar belli ölçülerde kırılmış da olsa mücadele devam etmektedir. 16 Şubat 1996’da Sosyalist İktidar gazetesinin 38. sayısında yayınlanan “Durma Hakkını Bize Kim Verdi?” başlıklı açıklama sürecin ihtiyaçlarını Blok sürecinin yarattığı olanak ve Blok’un dağılması ile ilişkilendirerek şu şekilde açıklamaktadır:
“Sosyalist İktidar Partisi yönetimi, şu anda dondurulmuş olan Emek Barış Özgürlük Bloku’na ilişkin olarak ortaya çıkan beklentilerin karşılanmamasının sorumluluğunu üstlenmeyeceğini açıklamıştır. Cezaevlerindeki saldırılar, Metin Göktepe’nin katledilmesi, toplu gözaltılar, ateşkes süreci, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda Blok’un şu veya bu nedenle sessizlik dışında bir şey üretememesi, tam da engellemek istediğimiz ve açıkçası engellemek için her şeyi yaptığımız olumsuz bir durumdur… HADEP, yapısal zenginliği sayesinde Kürt temsiliyeti açısından belli bir meşruiyete sahiptir. Ancak aynı meşruiyet, ulusal devrimci bir kavganın ürünü olmadığı için, amorf gövdeli ÖDP (BSP, Dev-Yol’un da dâhil olmasıyla birlikte ÖDP ile sonuçlanmıştır. ASA) açısından söz konusu olamaz. Bu nedenle Türkiye’de emek, barış, özgürlük başlıklarını sınıfsal tercihlerde karmaşıklaşmış yapılara dayandırarak çözme perspektifi, Türk ve Kürt devrimcilerinin mücadele ortaklığına açık bir zarar verecektir. Bu gerici yaklaşımın en iddialı olduğu ‘barış’ alanında da TÜSİAD’lı, gerici bir felakete doğru adım adım yaklaşılmaktadır. […] Blok, seçim dönemlerinde gündeme gelen, bunun dışında sessizliğe gömülen bir platform olamaz. Yine Blok, ‘ne yapalım mümkün olduğunca kapsayıcı olmak gerek’ mazeretiyle her niyete yenebilecek bir muz değildir. Yola çıkarken mutabakata varılan, seçim çalışmalarında yeterince ön plana çıkarılmayan ‘Blok Kimliği’nin sulandırılmasının sorumluluğunu da komünistler alamaz. Biz komünist kimliğimizle ve bu kimlik olmazsınızın emek, barış, özgürlük kavgasının kadük kalacağının bilincinde olarak, bu kimliği örtmeden ama ortaklık noktalarında yapıcı bir biçimde EBÖB’ün devamı için gereken çabayı gösterdik.”18
Bu açıklamanın ardından kısa süre sonra fiilen bitmiş olan Blok deneyimine nokta konmuştur.19 Ancak dediğimiz gibi mücadele sürmektedir. Önemli bir aracın yittiğini bilerek ama Kürt hareketi içindeki Kürt devrimcilerine ve özellikle marksistlerine güvenerek. Kürt marksistlerine girdiler yapma denemesi ilerleyen yıllarda devam edecektir. Bunun yanı sıra Parti’nin Kürt hareketi içinde özel kesimlere yöneldiği de yine bu tarihten sonra gözlenmektedir. Bu noktalara aşağıda değineceğiz.
1997-1999: Restorasyon Koşullarında Buzkıran Olarak Sosyalizm
1996 yılından itibaren açık biçimde, ama ondan önce de kriz sürecinde burjuvazinin mevcut gidişata nasıl bir makro müdahale ihtiyacı içinde olduğuna işaret ederken, SİP, düzenin bir restorasyon sürecine girdiğinden/sokulduğundan bahsetmektedir. Restorasyon ihtiyacı ve bu süreçte burjuvazinin ve bu sınıfın temsilcilerinin koalisyonunun sorunları çözmeye dönük yeniden yapılanışının arka planını şu temel öğelerle açıklayabiliriz: (i) Liberalizm ve bu programın uygulanabilmesi için toplumun geniş kesimlerinin payına düşen depolitizasyon düzenin kendi ayağına dolanmaya başlamış, ideoloji üreten kanalları tıkanmıştır. (ii) Siyasi partiler “parti” olma vasıflarını kaybetmiş, Türkiye’de burjuva siyaseti düzenin kaldıramayacağı kadar sağa demirlemiştir. Böyle bir ortamda burjuva iktidarının temsili düzenin her açıdan vazgeçilmezi haline gelen ve en konsolide öznesi görünümündeki TSK’ya düşmüştür. Burjuva siyasetindeki esas oğlan AsParti’dir. (iii) Kontrol altına alındı zannedilen kriz dinamikleri kontrolden çıkma eğilimi göstermektedirler. (iv) Olağan yollardan kriz dinamiklerine müdahale edemeyen burjuva iktidarı özellikle Kürt hareketi söz konusu olduğunda kontrgerilla yöntemlere başvurmaktadır. Bu ise devlet yapısında deformasyona neden olmaktadır.
Kısaca söyleyecek olursak restorasyon, Türkiye kapitalizminin tarihsel kriz dinamiklerini ortadan kaldırmak üzere yola çıkmış karşı-devrimci bir öz taşımaktadır. Restorasyonun karşı-devrimci özünün elbette dönemsel olarak solun önüne çıkmış olan olanaklarla da yakından ilgisi vardır. Parti’nin tespiti nesnelliğin elinden geleni yaptığı yönündedir. Eksik olan bu süreci mantıksal olarak takip etmesi gereken devrimci bir kaynamayanın dinamikleridir. Bu dinamiklerin başında da elbette devrimci öznenin müdahalesi gelmektedir. Bu noktada sola ilişkin şu değerlendirme oldukça önem arz etmektedir:
“Sol restorasyonun karşı-devrimci özünü ihmal ederek, aynı sürecin hukuk devleti ve biçimsel demokrasi söylemine, liberal ve sivil toplumcu vurgularına takılıp kalabilir. Bu yanılgıya düşenler ve adayları bellidir; ve ne yazık ki, bu kanat yalnızca reformist kesimleri değil, bir dizi devrimci demokratı ve kimi Kürt devrimcilerini de kapsamaktadır.”20
Parti bir kez daha Kürt hareketinin sınıfsal anlamdaki amorf yapısının emekçi sınıflar lehine bozulması adına siyasî basınç oluşturmak ve mümkünse Kürt dinamiğinin içinden devrimci unsurlarla ve özellikle Kürt marksistleri ile temas kurmayı denemek yönündeki daimi uğraşı yoğunlaştırma gayreti içine girmiştir. Ancak süreç beklenenden hızlı ilerlemiş, Kürt hareketinin “ulusal” kimliği bu dönemde sol bir dönüşüme müsaade etmeyecek kadar kemikleşmiştir. Söz konusu isimler/öbekler hareket içerisinde yerleşik mevzileri olmadığından dolayı Kürt siyasî kartoteksindeki önemlerini yitirmişlerdir. Bu durum, Türkiye komünist hareketinin kurgulamış olduğu tarihsel birlik projesi açısından sorunlu bir diğer alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Kürt hareketindeki tıkanma, hareketin başından beri bizi yakından ilgilendiren sınıfsal muğlâklığın mülk sahibi sınıfların ağırlık koymaları yönünde ilerlemektedir. Mülk sahibi sınıfların ulusal hareketlerdeki parmak izi ise milliyetçilik olmaktadır. Bunun yanı sıra hareketteki söz konusu tıkanma aynı zamanda Kürt hareketinin bu dönemde var olan stratejisini destekleyecek ek araçlara ihtiyaç duymasına yol açmış, bulunan ek araç “büyük diplomasi” olmuştur.
“İşçi sınıfının sosyalizan bir çıkış yapmaması, Kürt siyasî kadrolarının çok büyük bir bölümünün sosyal demokrat okuldan yetişmesi, dünya çapındaki ilginin baştan çıkarıcı etkileri vb. Kürt uyanışının en büyük yatırımını diplomatik alana yapmasını kolaylaştırdı.”21
Aslında başından beri var olan ama bu dönem bütün çıplaklığı ile ortaya serilen “büyük diplomasi” sevdasına bir de bu sevdaya katkıda bulunan Kürt diasporası eklenmelidir. Kürt siyasetinin Batı’ya açılması daha doğrusu Batıcı/Avrupacı açılımı Parti tarafından Kürt hareketinde yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak görülmüştür. 1990’lar Türkiyesi’nde kriz dinamiklerinin kapsamlı analizinin yapıldığı Son Kriz çalışmasında Aydemir Güler bu girilen yeni dönemde 1984 – 98 yılları arasındaki karakteristiğin bütünüyle değiştiğine işaret etmektedir. 1998 yılına gelindiğinde dinci gericilik Kürt hareketinin ideolojik portföyün aslî bir bileşeni olmuş, emperyalistler-arası çelişkilere oynanacak derken tüm emperyalist odaklara mavi boncuk dağıtılır duruma gelmiştir, vs… Kürt hareketi, tıkanmayı sağa açılarak aşma denemesinde, daha doğrusu hareketin içinde bulunduğu krizi çözme iradesi Kürt devrimcilerinden gelmeyince, Pandora’nın kutusu açılmış ve bir ulusal dinamikte var olan belli zaaflar yukarıda da belirttiğimiz üzere serbest kalmıştır. Dahası bu süreçte Kürt hareketi kendi krizini yönetme ehliyetini de yitirmiş, bu durum da inisiyatifin tümden AsParti’ye geçmesi anlamına gelmiştir. İşte tüm bunlar, Kürt hareketinin yepyeni bir dönemeci almasına neden olmuştur. Bu nokta birazdan söyleyeceklerimiz açısından önemlidir. SİP’in sürece ilişkin doğru tespitlerinin arkasında sırtlarını yasladıkları yöntem vardır. Çok açık ki aşağıdaki satırlar kristal küreye bakılarak yazılmamıştır.
“Son dönem Kürt siyasî tarihi, ilki 1984 öncesine denk düşen hazırlık, ikincisi 1984 – 93/94 gerilla ve yükseliş, üçüncü olarak da tıkanma biçiminde üçe ayrılabilir. 1998’deki gelişmelerin önemi, sanıyorum, ‘dördüncü’ evre diyerek, yani bunlardan virgülle ayrılarak değerlendirilemeyecek. Büyük olasılıkla 1984-98 ile eşdeğer yeni bir döneme geçilmekte. Bugüne kadar Türkiye kapitalist düzenini içeriden ve devrimci bir renkle sarsan Kürt dinamiğinin ekseni Avrupa’ya kaymaktadır. Değişim tamamlandığında, -ya da tamamlanırsa- Kürt dinamiği Türkiye düzenini içeriden ve devrimci bir renkle sarsmayacak, Avrupa emperyalist odaklarının Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik inisiyatif alma girişimlerinde, Türkiye’ye esas olarak dışsal bir koz durumuna gelecektir.” 22
Bu söylenenler ne yazık ki doğrulanmıştır. Keşke yanlışlanabilseydik. Keşke Kürt hareketi bizi yanıltsaydı. Ancak bu tarz keşkeler apolitizmden başka bir zemin üretmiyor. Süreç bu noktaya gelinceye değin hareketimiz Kürt yoksul köylüsüne, emekçisine ve Türk emekçilerine birbirlerine sırtlarını dönmelerini engelleyecek güveni enjekte etmeye çalıştı. Bunu en azından kapsayıcılığı oranında gerçekleştirebildi. Bunun yapılabilmesini sağlayan, bizi kâhinliğe, stratejistliğe mahkum etmeyen marksizmden başka bir şey değildir. Süreç bizim açımızdan bakıldığında deterministik bir biçimde ilerlemektedir. Kürt dinamiğinin bir realite olarak kendini dayatmasından itibaren bu harekete ilişkin saptadığımız eksiklikler ve kimi zaman “fazlalıklar” nesnel koşulların ve hareketin öznel tercihleri neticesinde ipleri eline almıştır. “Ulusal sorun”un yasallıklarından bahsedeceksek yazımızın girişinde söylediğimiz gibi bunlar ulus-devlet ölçeğinde ve uluslararası boyutlardaki sınıflar mücadelesinin yasalarıdır. Bu açıdan bakıldığında ne Kürt hareketi şaşırtmıştır ne de marksizm şaşmıştır. Bizim için Öcalan’ın bir ABD operasyonu ile Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından ortaya atılmış olan Kürt hareketinin Demokratik Cumhuriyet “açılımı” sürecin genel gidişatı ile oldukça uyumlu bir momenttir. Hakikaten, Öcalan’ın savunması kendi verdiği isimle bir manifestodur. Önemi bir manifesto olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa Kürt siyasî tarihinde ne bir kırılma, ne bir ihanet ne de bir sürpriz söz konusudur. Sürecin Kürt hareketi içersinde de bu denli sancısız atlatılabilmesinin ardında bu vardır. Bu açıdan bakıldığında Kürt hareketinin daha doğru bir ifade ile söyleyecek olursak Öcalan’ın demokratik cumhuriyet “açılımı”nın SİP tarafından kıyasıya eleştirildiği, fakat bir yandan da burada tarif ettiğimiz bir “soğukkanlılık” ile karşılandığı söylenebilir.23 Öcalan’ın kapitalist Türkiye ile aynı doğrultuda hareket edebiliriz biçiminde okunabilecek “Demokratik Cumhuriyet” (DC) açılımı, son Kürt isyanına esas noktayı koymuş,24 SİP açılımın ertesinde açıkça meşru bir Kürt öznesinin kalmadığını deklare etmiştir.25 Öcalan’ın restorasyon sürecini doğru biçimde tahlil ederek geliştirdiği bu açılım, Kürt sorununun çözümünü kapitalist sistem içine hapsettiği ve o güne kadar yapılan mücadeleyi boşa çıkardığı oranda Kürt hareketindeki sıkışmaya katkıda bulunmuştur. SİP için ise demokratik cumhuriyet açılımı bir özgürleştirici etkide bulunmuştur. Parti, o döneme kadar gündemde merkezi rol oynamayan ya da yeni durumla birlikte ilk kez formüle edilen tartışmaların açılabilmesi için uygun ortam oluştuğu kanaatindedir.
“Bu yeni tartışmada reel-sosyalizm sonrası dünyamızda Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya üçgenin kazandığı kriz yatağı kimliği irdelenmelidir. Türk ve Kürt emekçilerinin bu üçgende nasıl bir devrimci fonksiyon edinebilecekleri ele alınmalıdır. Emperyalizmin polis işlevini meşrulaştırdığı ve yükselttiği bir dünyada, bizimki kadar karmaşık güç denklemlerinin işlerlikte olduğu bir bölgede emperyalizme rağmen devrim yapabilmenin ve yaşatabilmenin somut stratejisi üzerine düşünülmelidir. Tam da devrimi ve sosyalizme geçişi merkezine koyan bir arayış, örgütlenme biçimine dair bir yanıt üretilmelidir.”26
Parti, yeni bin yıla dönülürken oldukça önemli tezleri içeren bir “Türkiye-Dünya Değerlendirmesi”nin ekseninde bir konferans süreci başlatmıştır. 2000 yılının Mart’ında toplanan konferansta Kürt dinamiğine ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir:
“Restorasyon sürecinin gündemini belirleyen en önemli başlıklardan birisi de hiç kuşku yok, Kürt dinamiğidir. Devletin yapısında bir bozulmayı göze alarak sınırsız bir militarist politikayla Kürt hareketinin üzerine giden sermaye düzeni, bu politikadan vazgeçmeden, ona koşut yeni bir açılımı gündeme getirmiştir. Bu açılımın temel amacı gerek sınıfsal nedenler, gerekse uluslararası koşullar nedeniyle ortadan kaldırılamayacak olan Kürt dinamiğini restorasyon sürecinin temel açılımları ile uyumlu bir kanala yönlendirmekti. PKK önderliğinin böyle bir açılıma yardımcı olacağı işaretlerini alan restorasyonun öncü gücü askerler, fiziki baskıyı gevşetmeden, kontrollü bir ‘kapı aralama’ politikası izlemeye başlamış ve ABD’nin yardımıyla Kürt dinamiğindeki değişim potansiyelini harekete geçirmeyi başarmıştır. Kürt hareketi, devletin ‘çok şey vererek iç barışı sağlama’ politikasına bir kez ‘olur’ verdikten sonra büyük bir açmaz içerisine girmiştir. Örgüt içerisinde bazı firelerle Öcalan’ın rehin tutulduğu bu modelde, devletin kısa yoldan PKK’nin yasal kimlik elde etmesine izin vereceğine ilişkin gerçekçi olmayan bir beklenti bulunmaktadır. Bu beklentinin yalanlanmaya başlaması ile birlikte Kürt siyasetinde yeni iç gerilimler hiç kuşku yok yaşanacaktır. Ancak PKK ve onun üzerinde hareket ettiği taban ana şoku atlatmıştır. Büyük bir moral kaybın söz konusu olduğu ana şoktan sonra, mevcut olanakların ne kadar etkili kullanacağı kuşkulu hale gelmiştir. Devletin elini güçlendiren de bu durumu iyi kavramasıdır.”27
2000-2003: Yeni Dönemde Parti ve Kürt Sorunu
Öcalan’ın yakalanması ve yukarıda temel yaklaşımımızı özetlediğimiz DC “açılımı” ertesinde komünist hareketin ulusal soruna ilişkin kuramsal çerçevesi değil ama o kuramsal çerçeveden çıkarmış olduğu pratik sonuçlar farklılaşmıştır. Türkiye Komünist Partisi’nin ulusal sorunun pratik yansımasına ilişkin tezleri bu dönemde şekillenmiş ve bu tezler güncel gelişmeler ile geliştirilmiştir. Bu esnada Kürt hareketinde ortaya çıkmış olan boşluğun hareketin ciddi oranda erimiş olan sol birikimince doldurulması için, bu hareketin içine ve içindeki sol birikime seslenme girişimlerine devam edilmiştir. Düzenin HADEP üzerindeki basıncı, dava sürecinden ve Öcalan’ın tutsaklığından faydalanarak artırma girişimlerine karşı HADEP’in emperyalizmle bağlar, siyasî söylem ve mecra itibariyle radikalleşerek krize çözüm üretebileceği üzerine özellikle dönemin soL dergilerinde kapsamlı yazılar kaleme alınmıştır. Çok daha yüksek perdeden ve tek çıkar yol olarak ortaya konan seçenek ise DC açılımına karşı geliştirilmiş olan “Sosyalist Cumhuriyet’te Birlik”tir. Parti sorunun bu mecrada çözümü dışında herhangi bir çözümü devrim stratejisinin bir unsuru olarak görmediğini açıkça ilan ediyordu.
“Karşımızda 1960-2000 dönemi dururken Türkiye sosyalist devriminin bir Türk ve Kürt ortak devrimi olarak kurgulanması tek çıkar yol. Kapitalizmin ulusal aidiyeti Türklükken, sosyalist iktidarın kimliğinde Türk ve Kürt birlikte yazmalıdır. Dahası, bugünkü emperyalist kuşatmanın derecesi göz önüne alınırsa, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak hareketini temel almayan bir devrim denemesinin başarı şansının pek zayıf olduğu da açıkça söylenmelidir: Bu halklar ya birlikte sosyalizme yürürler, ya da birinin yürüyüşünün üzerine diğeri salınır!”28
Bunun hemen ardından Giritli’nin eklemiş olduğu gerekçe de oldukça önemlidir: Kürt aydınlanmasının sürmesi için de dinamiğin Türk emekçileri ile buluşması şarttır. Bu sayede Kürt hareketi aynı zamanda bir azınlık hareketi olmaktan kurtulacaktır. Gerekçeleri bu şekilde net biçimde ifade edilen “Sosyalist Cumhuriyet’te Birlik” Parti’nin devrim stratejisinin billurlaşması yönünde de önemli bir adımdır. Zira bu birliğin üzerine inşa edilecek kimlik “yurtsever emekçi” kimliğidir. Kürt emekçileri doğrudan sosyalist siyasete örgütlenmelidir. Bunun elbette örgütsel bir ayağı vardır. Komünist siyaset kendisini bölgede örgütsel olarak da var etmek durumundadır. Dolayısıyla, komünist hareketin partileştiğinden bu yana hatta daha öncesinden beridir Kürt illerinde örgütlenmeme kararına sebebiyet veren gerekçeler kadük hale gelmiştir. Buradan anlaşılması gereken, Kürt hareketinin yaşadığı geri çekilme sonucu bıraktığı alanın sol tarafından doldurulma şansı doğduğu gibi bir fırsatçı yaklaşım değildir. Aksine coğrafyanın dengeleri, solun nüfuz etmesini zorlaştıracak bir atmosfer doğurmuştur. Çok açık ki partinin bu kararı bir fırsattan ziyade bir görevi ifade etmektedir. Bu açılımın örgütsel çıktıları 2001 yılında bir dizi Kürt ilinde kurulan parti örgütleridir.
Belki bu kapsamda değerlendirilebilecek ve oldukça önemli olan bir mesele de Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH)’dır. Kürt hareketinin heterojen yapısından ötürü koşullu biçimde dile getirilen bu hakkın uygulama biçimlerine dönük komünist politika, “Sosyalist Cumhuriyet’te Birlik” söylemi ile net bir doğrultu kazanmış oluyordu. Meseleye sosyalist devrimin Türkiye’deki kaderi açısından yaklaşan Parti, Kürt hareketinde alınmış dönemecin ertesinde de sosyalist devrimin gereksinimlerini merkeze koymaktadır.
“Kendi kaderini tayin hakkının ilke olarak kabulü, bu hakkın nasıl somutlanacağı konusunda ses etmemek değildir. Sosyalist siyaset somut bir ulusal sorunun çözümüne dair somut strateji ve taktikler geliştirilmeksizin, bir ilkenin tekrarından ibaret görülemez. Enternasyonalizm adına Türkiye solunda böylesi bir siyasetsizlik veya tembelliğe fazla prim verildiğini düşünüyorum.
“Yeri gelmişken Ortadoğu’da bir ulusal soruna ayrı devlet kuruluşu yoluyla çözüm arayanların işçi sınıflarının çıkarlarından ve sosyalizmin değerlerinden süratle uzlaşacaklarını ve emperyalist veya bölgesel güçlerin belirleyiciliği altına gireceklerini net olarak söylemek durumundayız. İkinci yolda sosyalizmin s’si yoktur. Ortadoğu fırtınalarına bağımsız devletle yelken açanların emperyalist limanlardan başka sığınakları olmayacaktır. UKKTH adına bu yalın gerçeği görmeyenlerin sayısı çok fazladır.”29
Söylediğimiz gibi DC açılımının ardından da komünist hareket Kürt hareketinin içine dönük seslenme girişimlerinde bulunmuştur. Yolların yeniden yakınlaştırılabilmesi, daha doğrusu yolları çakıştırabilmek için… Bu noktada HADEP’in 4. Kongresi önemli bir kırılma noktasını oluşturmaktadır. 26 Kasım 2000 tarihli bu kongrede HADEP, parti yönetimini Mehmet Metiner ve Altan Tan gibi bünyesinde islamcılıktan amerikancılığa kadar bir dizi gericiliği barındıran kişilere açmıştır. Altan Tan ve Mehmet Metiner, parti meclisine seçilmişler, aynı zamanda 2002 yılına değin genel başkan yardımcılığı görevini üstlenmişlerdir. Yolların ayrıldığı netleşmiştir ve Parti bunu açıktan ifade etmektedir. Birleştirmek ise devrimci görevdir.
“Kürt siyasetiyle yollarımız bir anda ayrılmadı. Uzun, sancılı, gerilimli bir dostluğun ardından geldi ayrılık. Yani bugünün meselesi değil. Ama bir ‘ayrılık’tan dün değil, bugün söz ediyor oluşumuzun elbette bir anlamı elbette var. Çünkü dün Kürt siyaseti ‘tercih yapmamış’ı oynuyordu bugün belli tercihler üzerinden […] Kürt meselesinin üzerini örttüğü gerekçesiyle ihmal edenlere hakların kardeşliğine giden yolun bu topraklardaki bütün emekçileri ilgilendiren konularda ortak mücadelenin örülmesinden geçtiğini anlatmak istiyorduk. Sonuçta başarısız olduk.”30
Hekimoğlu’nun başarısız “biz”i içinde Kürt devrimcileri ve marksistleri de vardır. Zira aynı dönemde Kürt hareketi, siyasetinin eklektik de olsa bir parçası olan anti-emperyalizm, kamuculuk gibi unsurları tasfiye etmeye girişmiştir. Büyük oranda da başarmıştır. Burada bir başarı varsa bizim cenahta başarısızlık var demektir. Başarısızlığın arkasındaki en önemli sebep ise emperyalizmin söz konusu boşluğu tahminlerin ötesinde bir hızla doldurmasıdır. Bu sürecin tahminlerimizin ötesinde hızlı biçimde işlemesini iki nedenle açıklayabiliriz: İlki, DC açılımının Türkiye’de hiçbir siyasî karşılığının olmamasından kaynaklanmaktadır. Kürt hareketi bütün siyasî gündemini önce buna, sonra da herhalde bunun bir ilk aşaması olarak gördükleri Öcalan’ın asılmaması gündemine kilitlemiştir. Her iki durumda da emperyalizm çözücü unsur olarak görülmüştür. İkincisi, Türkiye’de restorasyonun iki aşamalı programının ilk bölümünü yani yıkma/tasfiye kısmı büyük başarı ile yerine getirilmiş ancak bu tasfiye olan alanların yerine konacak alternatif konusunda son derece beceriksiz davranılmıştır. Burada da boşluğu dolduran, bugünden bakıldığında görülmektedir ki emperyalizm olmuştur.
Mart 2001’de başlayan 5. Konferans süreci ise “Sosyalist İktidar Partisi ve Sosyalizm Mücadelesinde Güncel Görevler” isimli kararların alınması ile sonuçlanmıştır. Kararların Kürt dinamiğine ilişkin olan bölümü Parti hattında süreklilik temelinde meydana gelen değişikliği ifade etmektedir. 2001 yılında Parti’nin kendisine biçtiği görevler şunlardır. Özet olarak aktarıyoruz: 31
- “Kürt sorunu”, “bölücülük” temelinde ele alınamaz. Türk ve Kürt emekçilerinin sorunları ortaktır. Çözüm için sürdürülecek mücadele ve kazanılacak ara mevziler de ortak mücadeleyi gerektirmektedir.
- Kürt emekçilerinin kendilerine özgü dinamikleri ancak ve ancak sosyalist iktidar için emekçilerin vereceği ortak mücadele içinde anlam kazanabilir.
- SİP, özgürlük mücadelesinin yarattığı değerleri sahiplenerek Kürt ve Türk emekçilerinin ortak devrimci sınıf örgütü haline gelmek için bütün olanaklarını seferber eder.
- SİP, “Kürt sorunu”na yönelik emperyalist müdahalelerin karşısında durur.
Bu bütünlük içerisinde Kürt meselesi bir emekçi sorunu olarak tarif edilmiş ve bu emekçi sorununun çözümünün merkezinde emekçilerin ortak, anti-emperyalist ve anti-kapitalist iktidar mücadelesinin durduğunun altı çizilmiştir. Kürt sorununun yeni tanımı ve çözümü bu şekildedir.32 Başka yollar “Türkiye siyasetinde iktidar meşruiyetini açma potansiyeline sahip değildir.” Dolayısıyla komünist hareket için artık Kürt sorununda emekçi kimliğinden başka verili kabul edilmesi gereken bir kimlik mevcut değildir. Türk ve Kürt emekçilerinin birliği için ise atılacak adımın ideolojik mücadele bacağı çok kuvvetli olmalıdır. Kürt ve Türk emekçilerinin teslim alındıkları burjuva liberal ve milliyetçi ideolojilere karşı mücadele edilmesi öncelikli görevlerden biridir. Başından beri öyle olmasına karşın, bu noktadan itibaren ezilen ulus milliyetçiliği ve ezen ulus milliyetçiliği gibi arkaik ve sosyalist devrimden başka bir siyasî projenin parçaları olabilecek kavramlar lügatımızda tutmuş olduğu sınırlı yeri de kaybetmiştir. Tezimiz şudur: Emperyalist hegemonya projesi ve bunun yansıması olarak emperyalizmin bölgesel planları ile eklemlenme potansiyeli düşünüldüğünde bu ideolojilerin biri diğerine tercih edilebilir değildir. Komünistler bunun yerine her iki ulus içindeki sınıfsal dinamiklere yönelmek durumundadır. Bir kategorizasyona gidilecekse bunun temeli marksizmin kavgalı olduğu ulusal bütünlükler değil, bu bütünlüklerin soyut evrenselliklerini ortaya çıkararak parçalayan emek-sermaye çelişkisi olmalıdır. Burada meselenin özüne bakamayanların yöneltmiş olduğu bir eleştiri partinin ulusal hareketler ve sosyalist hareketler arasındaki kategorik ayrımı hiçe saydığı yönündedir. Bu tarz eleştirilere olsa olsa “Ne alakası var?” denilebilir. TKP, bir ulusal hareketi sosyalizm mücadelesi vermeye çağırmamaktadır. Sosyalizm mücadelesi de verdiğini uzunca bir süre iddia etmiş olan bir hareketin deklare biçimde siyasetin sağ kanadına yerleşmesinin ardından o ulusal hareketin kapsadığı ya da hitap kitlesi olan emekçileri sosyalizm mücadelesine davet etmektedir. Komünistlerin emekçileri örgütleme ve devrim yolunda seferber etmelerinde nasıl bir anomali olabilir ki? Eğer bu bir anomali olarak kabul edilecekse, işçilerin ekonomik mücadelesi de sosyalizm mücadelesi ile bir ve aynı şey olmadığına göre komünistler bir yandan ekonomik mücadele içinde olan emekçileri de sosyalizm mücadelesine, kendi iktidarları için mücadeleye çağırırken de birkaç kez düşünmeli midir? Geçiniz… Tüm bu eleştirilerin bir de örneğin Emek Barış Özgürlük Bloku’na milliyetçi diyerek burun kıvıranlardan gelmesi ayrıca düşündürücüdür.
Parti’nin Kürt emekçilerinin Kürt olmaktan kaynaklı gündemlerinin de sosyalizm mücadelesine içerilmesi gerektiğinden ve komünist siyasetin ancak bu şekilde gerçekçi bir alternatif haline geleceğinden hareketle 1 Eylül 2001 tarihinde Kürt Sorununda kendi tarihsel ve güncel çözümünü ilan ettiği “Barış Sosyalizmde, Kürt Sorunun Çözümü Sosyalist Cumhuriyet’te” isimli bir bildirge yayımlanmıştır. Kürt halkını temsil iddiasındaki hareketin siyasî hattını sistematik biçimde düzen karşıtı bir çizgiden uzaklaştıran geri adımlar üzerine bina ettiğinin belirtildiği bu bildirgede şu saptamalar ve somut öneriler yer almıştır: 33
1- Kürt sorunu esas itibariyle bir emek sorunudur ve gelinen noktada sorunun merkezinde Türkiye kapitalizminin Kürt emekçilerini ucuz ve yedek işgücü ordusu olarak görmeleri yer almaktadır. Kürt sorununun çözümü ne baskıcı yöntemlerden ne de ulusalcı mücadeleden geçmektedir. Kürt sorununun çözümü sınıf mücadelesinin sorunudur.
2- Kürt sorunu “bölücülük” ekseninde ele alınmamalıdır. Bu tartışmanın bu eksende ele alınması Türkiye işçi sınıfını bölünmesini hedeflemekte ve ancak buna hizmet etmektedir.
3- SİP, Kürtlerin ikinci sınıf vatandaş olmasına karşı olduğu gibi Kürt halkının Irak’ın kuzeyinde olduğu biçimde emperyalizmin oyuncağı haline gelmesine karşı çıkmaktadır.
4- Barış için atılması gereken adımlar şunlardır:
a) OHAL koşulsuz ve derhal kaldırılmalıdır.
b) İdam cezasına ilişkin düzenlemelere Öcalan dâhil edilmeli ve Öcalan’ın ölümle tehdit edilmesinden vazgeçilmelidir.
c) Cezaevlerinde devrimci tutsakları kapsayan bir af çıkarılmalıdır.
d) Savaş boyunca devletin güvenlik güçleri tarafından yakılıp yıkılan yerleşim merkezleri eski sakinlerinin, yerel yönetimlerin, demokratik kitle örgütlerinin ve diğer ilgili kurumların gözetim ve denetimince yeniden imar edilmeli ve iskana açılmalıdır.
e) HADEP’li belediyelere yönelik ayrımcı uygulamalara son verilmelidir.
f) Savaş zararlarının tespiti ve tazmini yönünde bir çalışma başlatılmalıdır.
g) Koruculuk sistemi kaldırılmalı ve korucuların silahı toplanmalıdır.
h) Kirli savaşın bilançosunun çıkarılabilmesi için “müdahil” tarafın denetimine açık bir soruşturma sistemi geliştirilmeli, devletle birlikte faaliyet gösteren gerici şiddet örgütleri ve sorumluları cezalandırılmalıdır.
5- GAP kapsamında bölgenin yabancı sermayeye açılması durdurulmalı, Kürt emekçilerin daha yoğun bir biçimde ucuz emek sömürüsüne tabi tutuluyor olmalarına karşı çıkmaktadır. Kürtlerin yaşadığı toprakların yabancılara satılmasının düzenin ne büyük bir ikiyüzlülük içinde olduğu ortaya çıkardığını düşünmektedir.
6- Bölge ekonomisinin canlandırılması için kamu yatırımlarına gidilmelidir.
7- Kürt ve Türk ilerici hareketleri AB ve ABD gibi emperyalist odakların bölgedeki planlarına karşı birlikte mücadele etmeli, aralarındaki koordinasyonu artırmalıdır.
Bu dönem bir dizi çakışmanın yaşandığı bir dönemdi. Parti, Kürt emekçilerine ulaşma konusunda bu şekilde ölçek büyütürken, bir yandan da tarihsel öneme sahip bir adım atmaya hazırlanıyordu. Sosyalist İktidar Partisi, emekçi sınıfların mücadelesinde Türkiye Komünist Partisi’ni kazanmak yolunda komünist kimliği öne çıkartarak hızını artırıyordu. Esasen, Parti’nin Kürt meselesine ilişkin yapmış olduğu bu açılımın ikincinin bir boyutu olduğunu düşünmek yerindedir. Komünist kimliğin önemli hedeflerinden birini düzen cephesi ile komünist hareket arasında hiçbir boşluk bırakmamak oluşturuyordu. Bu nokta açısından da yaklaşıldığında Kürt emekçilerinin Türkiye’de devrim mücadelesine kazanılmasının önemi tartışılmazdı.
“[…] Kürt siyasetinde ortaya çıkan kesin ve sağcı tercihten sonra komünist hareketin düzen solu ile kendisi arasında boşluk bırakmasının önemli ve hassas bir diğer gerekçesinin ortadan kalktığı da unutulmamalıdır.”34
ABD’de Dünya Ticaret Örgütü binasının El Kaide tarafından 11 Eylül’de vurulması ise bir diğer çakışmaydı. ABD saldırı öncesinde sinyallerini verdiği Ortadoğu planını harekete geçireceğini saldırı sonrasında yaptığı açıklamalarda açıktan ilan ediyordu. Kürt emekçilerini sosyalist devrimin vazgeçilmez unsuru haline getiren, yurtsever kimliğin komünist hareket tarafından ön plana çıkarılmasının bir diğer acil gerekçesini bu çakışma oluşturuyordu.
2000 ve 2001 yıllarında devletin Kürt sorununu şantaj yoluyla çözmeyi ve daha önce de kullandığımız bir tabirle “eritmeyi” denemesinin çıktılarından bir tanesi komünistlerin Kürt emekçilerine ulaşma gayretlerine karşı Kürtler ve Türkler arasındaki açının büyümesi ve söz konusu açının emperyalist müdahalelere zemin oluşturmasıdır. 1990’ların ortalarından itibaren egemen sınıfın girişmiş olduğu restorasyon girişiminin hedefleri düşünüldüğünde restorasyonun hedeflerinin tam tersi istikamette sonuçlar verdiği görülmektedir. Kürt sorunu başlığında Kürt öznesini aşarak bir diplomasi tekeli oluşturmayı hedefleyen egemen sınıf ve siyasî temsilcileri, bırakılan boşluğu doldurmak konusunda tarihsel kısıtları nedeniyle Kürt hareketinden kurtulayım derken karşısında emperyalist merkezleri bulmuştur. Kürt dinamiğini içsel kriz dinamiği olmaktan çıkarmak isteyen restorasyoncular, sorunu bütünüyle bir uluslararası sorun olarak kendi elleriyle yeniden tanımlamışlardır. 2003 yılında Irak’ın işgali ile Kuzey Irak Kürtleri’nin emperyalizm için bölgedeki “has müttefik” olma iddialarının Türkiye’nin dengelerini büsbütün sarsmış olmasının ardından bu tespit çok daha önemli olacaktır. Buradan çıkan sonuç şudur: Düzenin Kürt sorununa yaklaşımı bütünüyle boşa çıkmıştır.
TKP, 2002 yılında toplamış olduğu Parti Konferansı’nda Kürt sorununu emekçi başlığı altında ele almış ve soruna ilişkin birlikçi perspektifini bir kez daha yinelemiş, Kürt ve Türk emekçilerinin ortak öncü gücü olan Parti’nin Kürt illerinde ve metropollerde Kürt emekçilerin örgütlenmesine ağırlık vereceğini ilan etmiştir.35
2002 yılının önemli bir gelişmesi de seçimlerdir. TKP’nin ilk kez katıldığı seçimler Türkiye siyaseti için taşıdığı önemin yanında bir de bizim için öznel bir değeri vardı. Bunun konumuz açısından taşıdığı önem sınırlı. Ancak Kürt hareketinin seçimlerdeki tutumu bizim tavrımızı da belirleyen bir boyut taşıdığı için söz konusu seçimlerden bahsedilmesi gerekiyor. HADEP, 2002 seçimlerine giden süreçte Parti’nin saptamış olduğu sağ çizgiyi taçlandırma uğraşına girişmiştir. Halkın Demokrasi Partisi, önce Anavatan Partisi ile ardından da Saadet Partisi ile ittifak görüşmeleri yapmış, bunlar sonuçsuz kalınca aslında istemeye istemeye “Türkiye partisi olma” yolunda son çare olan solun gözlediği yola girmiştir. Bunun nihayetinde seçimlere DEHAP çatısı altında girilmesi kararlaştırılmış ve solun envai çeşit unsurunun desteğiyle bir Emek Barış Demokrasi Bloku oluşturulmuştur. TKP, bu dönemde Kürt hareketinin yönelimlerinden ziyade Türkiye solunun soruna ilkesiz, kısa vadeli ve sınıf bilincinden uzak yaklaşımını eleştirmiştir. Çünkü HADEP, izlediği “seçim stratejisi” ile Türkiye solunu “çantada keklik” olarak gördüğünü ve kredisinin hiç tükenmeyecek bir potansiyel taşıdığının farkında olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Türkiye solunun bunu yanlışlamak yönünde bir girişimde bulunduğunu söylemek için elimizde hiçbir neden yok. Türkiye solunun bu tavrı, TKP için, Kürt emekçilerinin, mülk sahibi sınıfların temsiliyetine soyunma eğilimindeki bir oluşuma mahkûm edilmesinden başka bir şey değildi.
“İttifakın daha ‘sol’da olduğunu iddia eden unsurları, HADEP ne kadar sağa kayarsa kaysın, bu partinin Kürt emekçilerini temsil etmeye devam edebileceğini yani Kürt emekçilerinin önüne herhangi bir seçenek konamayacağını savunmuş oluyor. Sol, Kürt dinamiğini önemsemek zorunda. Solun önündeki soru son derece yalın: Yoksul Kürt emekçileri, eşitliği ve özgürlüğü hak ediyor mu etmiyor mu?”36
TKP’nin seçimlere tek başına ve komünist kimliği ile solun değerlerini temsil ederek girmesinin ardında yatan nedenlerden bir tanesi de Türkiye’de Kürt emekçilerini de siyasî olarak temsil eden bir sınıf duruşunun seçimlerde temsil edilmesi yönündeki “tercihi”dir. Seçimlerin ertesinde Gelenek’in 76. sayısında Aydemir Güler’in yaptığı değerlendirme oldukça kapsamlıdır. 2002 Seçimlerine ilişkin bir değerlendirmeyi de kapsayan bu çalışmada TKP’nin konumunu daha da netleştirmesi yönünde bir ihtiyacın altı çizilmektedir. 2003 başında sınıfsal bir perspektiften bakıldığında Kürt hareketine ilişkin şu ana çizgiler göze çarpmaktadır: 37
- Kürt hareketinin, Kürtlerin ulusal çıkarlarını temsil yeteneği kalmamıştır. Burada kastedilen Kürt hareketinin kitlesel desteğini yitirdiği vs. değil, yapmış olduğu sınıfsal tespit sonucu nesnel olarak ortaya çıkan bir durumdur. Kürt hareketi, Kürt dinamiğinin çok sınıflı yapısı içinden mülk sahibi sınıfları temsil etmeyi tercih etmiştir. Oysa mülk sahibi sınıfların çağımızda ulusal çıkarları tutarlı biçimde savunmaları objektif olarak mümkün değildir.
- Bu tercih, Kürt siyasetindeki değişimi hem Türk mülk sahibi sınıflara hem de emperyalizme doğru bir mecraya sokmaktadır.
- Böyle bir ortamda Kürtlerin çıkar ve talepleri, işçi sınıfı için dışsal bir dayanışma veya ittifak başlığı değil, kapsanması gereken bir enerji kaynağı olarak görülmelidir. Buradan çıkarılan görevler, hızla partili mücadele pratiğine çıkarılmalıdır.
- Kürt hareketinin tutturduğu siyasî hat kendi kendini yok etme üzerine kurulu hale gelmiştir.
- Demokratik cumhuriyet ve Kürt milliyetçiliği biçiminde somutlanan siyasî hat giderek gericileşmektedir. Bu iki akım inisiyatif kaybına neden olmakta ve siyasetin çöküşünün esas nedenleri haline gelmektedir.
- Seçimler, sayısal olarak DEHAP için bir başarıyı ifade etse de siyasetsizlik ve tıkanmışlık seçim sonuçlarını hareket için bir başarısızlık haline getirebilmiştir. DEHAP, aldığı oy itibariyle düzen için bir tehdit olabilecekken kendi gelecek tasavvurunda bu olmadığı için yükselen oy, beklentileri karşılayamamıştır.
- DEHAP’ın ileride oylarını artırabilmesi için geçerli ve makul bir sebep yoktur. Seçimin işaretleri AKP’nin yeni bir adres olabileceğini göstermektedir.
Bu çalışmanın işaret ettiği bir diğer önemli nokta ise Kürt dinamiğinin coğrafyasına ilişkin yapılan politik öncelik sıralamasıdır. Güler, Kürt dinamiğinin coğrafyasının dört ana segmentinden bahsetmektedir. Bunlar; Avrupa’daki Kürt toplulukları ve Kürt dinamiği, Kuzey Irak, HADEP’in ‘99’da belediye yönetimini kazandığı coğrafya ve Türkiye’nin batısında yerleşik hale gelmiş Kürt nüfusunun yoğunlaştığı bölgelerdir. Bunlardan ilk üçünün Türkiye ilericiliğini besleme açısından ya başından beri ya da yakın tarihlerden itibaren hiçbir potansiyel taşımadığı 2003 yılında net bir biçimde görülmektedir. Sol, o halde, dördüncü bölgeye ilişkin bir perspektif geliştirmelidir. Kürt dinamiğinin likide edilmesi ihtimaline karşı bir direnç oluşturabilecek yegâne odak burası görünmektedir. Daha kentli, daha emekçi bir Kürt kimliğinin geliştirilmesi için de bu bir zorunluluktur.
2003 yılında Parti’nin Kürt dinamiğine ilişkin bakışı netleştiği gibi, Parti’nin 2001 yılından o güne değin işaret etmiş olduğu Irak işgali realite haline gelmiştir. 2003 yılının 1 Mart günü Irak’ın işgaline dönük gerçekleşen bir kırılma ise Parti’nin Türkiye ve Dünya gündemine ilişkin güncel bir değerlendirme yapmasını ve politik hattını gözden geçirmesini gerektirmiştir. 1 Mart günü, işgal öncesi ABD’nin ordusunun bir kuzey cephesi açabilmesi için Türkiye’de asker konuşlandırması ve buradan Kuzey Irak’a geçişine izin verilmesi talebi parlamento tarafından reddedilmiştir. TKP Merkez Komitesi’nin bunun üzerine yapmış olduğu değerlendirmede yeni dönemde ortaya çıkabilecek devrimci dinamiklere ışık tutulmaktadır:
- 1923 paradigmasının pili bitmeye başlamıştır. Emperyalizmle ilişkiler ve ulusal çıkarlar söylemi bir arada taşınamamakta, batılılaşma teslimiyet talep etmektedir. Bu ortamda Türkiye kapitalizminin bunları yeni bir bileşimle birleştirecek bir istikrarlı denge bulması mümkün değildir. Yeni bir paradigmanın çıkması ancak sosyalist devrim ile mümkündür.
- İşçi sınıfı emperyalizme karşı mücadelede daha etkin bir rol oynamalı, Parti bu noktaya doğru yüklenmelidir.
- Irak’a dönük işgalin güncelliği konusunda Parti’nin yaptığı uyarılar doğrulanmıştır. Türkiye’de egemenlerin Irak’taki işgale ortak olmak konusunda isteksiz davranacakları yönündeki beklentiye karşı Parti’nin seslendirdiği argümanlar doğrulanmıştır. ABD, Kuzey Irak’ta artan sınırsız etkinliği ile beraber güçlü bir “Kürt kartı”na sahip hale gelmiştir. Bu durum Türkiye’yi savaşa çekmek için aktif biçimde kullanılacaktır. Emperyalizmle kurulan her tür ilişkinin yıkıma götüreceği yönündeki tespitimiz doğrulanmıştır.
- Anti-emperyalizm bütünlüklü bir temelde yeniden üretilmelidir. Sömürü mekanizmaları, yoksulluk, işsizlik gibi başlıklar anti-emperyalist mücadelenin sosyalist devrimci temeline yerleştirilmelidir.
- AB’ye karşı mücadele yakın zamanda önem kazanacaktır.
- Yurtseverlik bir kimlik olarak ağırlık kazanacaktır. Bu anlamda yurtseverlik komünistler için bir siyasal ahlaki varoluş biçimi olarak görülmelidir.
Kürt dinamiğine ilişkin bu görev ve saptamaların işaret ettiği esas nokta ise Güneyli Kürtlerin Türkiye siyasetinde ağırlıklarının artacağı ve ABD’nin bölgede etkin biçimde oynayabileceği bir “Kürt kartı”na sahip olduğudur. Öyle ki Türkiye ve Kuzey Irak arasındaki bir gerilim üzerinden hem ABD hem Türkiye hem de Kuzey Irak kendisini konsolide edebilmekte ve bu gerilimleri bir araç olarak kullanabilmektedir. Üstüne üstlük iki müttefikin birbirine “kırdırılması” ile müttefiklerin terbiyesi de ABD açısından mümkün hale gelmiştir. Bunun yanı sıra Irak’ın işgalinin tüm bölge ülkeleri için verdiği mesaj ABD’nin egemen devletlerin hareket alanları konusunda son sözü söyleme hakkına sahip olduğu biçimindedir. Dolayısıyla restorasyonun Kürt sorununa ilişkin kattettiği mesafeyi tartışırken söylemiş olduğumuz restorasyoncuların kendilerini bu başlıkta hedeflerinin tam tersi istikamette bulduğu saptaması en çok ABD’nin Irak’a müdahalesi ile somutlaşmıştır. İşgal ile ilgili bir diğer nokta ise Irak’ın işgaline karşı Kürt hareketinin takındığı tutumdur. Bu tutum hareketin blok halinde gericileştiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Kürt hareketi, işgali başta desteklemiş, kısa süre sonra ülke içinde eylem gücü gerilemiş ve diplomatik ilişkileri oldukça sınırlı hale gelmiş olan hareketin bundan çıkar sağlayamayacağı, başka bir deyişle Talabani ve Barzani ile yarışamayacağı ortaya çıkınca kendisini iyice tecrit eden bu askeri harekata karşı çıkmıştır.
Bu yakıcı gelişmelerin varlığında Parti’nin uzunca bir süredir parçalı biçimde dile getirdiği netleşmenin bütünlüğe kavuşturulma vakti gelmiştir. 2003, yurtseverlik kimliğinin kuvvetli biçimde öne sürüldüğü ve aynı zamanda Parti’nin “Sosyalist Cumhuriyet’te Birlik” tezinin programatik olarak kayıt altına alındığı bir dönemdir. Parti’nin 2003 yılındaki konferansı parti programının yeniden kaleme alınması gündemi ile toplanmıştır. Konferans sürecinde bütün partiyi kapsayan yoğun tartışmalarla program kaleme alınmış ve geliştirilmiştir. Programın, programa kaynaklık eden temel siyasî tezlerin sunulduğu bölümü programdan çıkarılmış, onun yerine bir “Çağrı” programın girişi olarak metne eklenmiştir. Soruna ilişkin Çağrı bölümünde Parti şu şekilde seslenmektedir:
“Bütün uluslar özgürlük ve eşitliğe layıktır. Komünistlerin mücadelesi yeryüzünde tek bir sömüren ve tek bir sömürülen kalmayıncaya kadar devam edecektir. Ancak biz Türkiye Komünist Partisi’yiz. Biz Türkiye’de yaşayan bütün uluslardan emekçileriz aydınlarız. Bizim öncelikli görevimiz kendi topraklarımızda eşitlik ve özgürlük bayrağını dalgalandırmaktır. […] Çözümün ayrı yollardan gitmek olmadığını her geçen gün daha iyi anlayan Kürt ve Türk yoksulları ortak bir yurtseverlik kültürü geliştirdikçe hedef daha da yakınlaşmaktadır.”38
Yukarıda STP programından aktardığımız ulusal soruna bakış, güncel gelişmeler ve kapitalizmin tarihsel trendleri göz önüne alınarak programdan çıkarılmış “birlik” karamı Parti’nin tanımına içkin hale getirilmiştir. I-A-4. maddede partinin kimliği şu şekilde tarif edilmektedir:
“İşçi sınıfımız Türkler, Kürtler ve diğer ulusal etnik öğelerden oluşan bir bütündür. TKP, bu bütünlüğü esas alır ve her tür ayrımcılığa karşı işçi sınıfının siyasal ve örgütsel birliğini temsil eder.”39
Sosyalist Türkiye’nin siyasal yapısının tarif edildiği bölümün 5. maddesinde Sosyalist Cumhuriyet’in birlik anlayışı şu şekilde ifade edilmektedir:
“Türkler ve Kürtler sosyalist Türkiye’nin eşit kurucu unsurlarıdır. Kapitalist Türkiye’nin baskın özelliği olan ayrımcı şoven uygulama ve yaklaşımların bütünüyle tasfiye edilmesi için önlem alınır.”40
Bir Ara Değerlendirme ve 2003 Sonrası
2003 yılı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Parti’nin ulusal sorunun ülkemizdeki somut yansıması olan Kürt dinamiğine ilişkin tezlerini toparladığı bir dönem olarak Parti tarihindeki yerini almıştır. Bu biçimi ile Parti’nin Kürt sorununa yaklaşımındaki temel tezleri şu şekilde sıralayabiliriz.
- TKP, ulusal soruna ve dolayısıyla Kürt dinamiğine sosyalist devrim dolayımı ile yaklaşır.
- Kürt sorunu esas olarak bir emekçi sorunudur.
- TKP, her iki taraftan gelen “bölücü” yaklaşımlarla mücadele ederek ilerler. İşçi sınıfının birliğinin ulusal bazda da realizasyonunun gerçekleşeceği zemin Parti’dir.
- Mücadelenin sağlıklı bir zemine oturtulabilmesi ve emekçi sınıflar arasındaki yabancılaşmanın ortadan kaldırılabilemesi için ortak yurtsever kimliğin inşası zorunluluktur.
- Bu kimlik emperyalizme karşı mücadelenin ürünü olacaktır. Dolayısıyla Kürt sorununa ilişkin emperyalist merkez menşeli çözümler kategorik olarak politik ajandamızın dışındadır.
- TKP’nin bu soruna ilişkin çözümü ortak mücadele ile kurulacak olan sosyalist cumhuriyette birliktir. Kürtler ve Türkler sosyalist cumhuriyetin eşit kurucu unsurlarıdır.
Burada eksik olan nokta ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına ilişkin değerlendirmedir. Yukarıdaki ilkelerden bu hakka ilişkin TKP’nin yaklaşımı belirginlik kazanmaktadır. 2003 yılının sonbaharında Merkez Komitesi “Ulusal Sorun Üzerine Tarihsel Siyasal Değerlendirme” başlığını taşıyan parti-içine dönük bir metin kaleme almıştır. Metnin ağırlık noktalarından bir tanesi bu hakkın somut koşullarda marksizm-leninizmde tuttuğu yerin yeniden tarif edilmesi ihtiyacıdır. Parti, bu taktiğin “Kürtler özelinde herhangi bir siyasî değeri, açıklayıcılığı ve örgütleyiciliği kalmamıştır” şeklindeki yaklaşımını şöyle gerekçelendirmiştir:
- UKKTH, emperyalist yeniden yapılanma girişimleri tarafından ele geçirilmiştir.
- UKKTH’nin ezilen uluslara dönük güven verme gücü silinmiş ve önemsizleşmiştir. Kaldı ki, hakkın ayrılma yönünde kullanılmasına ilişkin bir önerme verili durumda mevcut değildir.
- Ayrılma olasılığının denk düştüğü ve düşeceği tek çıkar odağı emperyalizmdir.
- UKKTH, ancak temsil yeteneğine sahip meşru bir öznenin varlığında geçerlilik kazanabilir. Temsil gücüne emperyalizmden tescil arama tutumunun meşruiyeti kalmamıştır.
- Sınıflar mücadelesinde üçüncü bir tarafı veri alan UKKTH kavramı bu durumda gündemden düşmektedir.
Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi 2003 dönemeci sadece öznel gerekçelerle bir dönemeç olarak tarif edilmiyor. Bütün gücüyle bölgeye bastıran emperyalist hegemonya nedeniyle bölgenin “geometri”sinin bozulmasının bunda payı çok büyüktür. Hem bu bozulma yalnızca konjonktürel değil artık emperyalizme içkin bir dizi dinamiği de resmeden bir içeriktedir. Emperyalist sistemin ulusal dinamikler üzerindeki bozucu etkisi kavranmadan bu konuda sağlıklı adımlar atılamaz. Reel sosyalizmin çözülüşü ve AB entegrasyon projesinin ulusal dinamikler üzerindeki sarsıcı etkilerinin üzerine gelen bu yüksek dozajlı enjeksiyon meselenin yapısını bütünüyle farklılaştırmıştır.41 TKP, UKKTH’ye getirmiş olduğu bu yorum ertesinde bu taktik ilkeyi başka bir taktik ilke ile değiştirmiştir. TKP için bugün savunulması gereken sınırların değişmezliğidir. TKP elbette bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkı üzerine ipotek koyma gibi bir iddiaya sahip değildir. TKP’nin söylediği UKKTH’nin Kürt emekçilerinin kurtuluş mücadelesi için siyasal değerini kaybettiğidir. Siyasal değeri kalmayan bir taktiğin komünist hareketin önünü siyasal olarak açması beklenemez.
Hareketimizin tarihi, çoğu defalar siyasetin aynı zamanda doldurulacak boşluğu yaratma olduğu örneklerle doludur. TKP, 2003 yılında yapması gerekeni yapmış ve Parti yola çıkmış olduğu teorik çerçeveden çıkardığı sonuçların pratik yansımalarını bir dizi dinamik etkisiyle güncelleyerek kendisine mevcut konjonktürde bir boşluk yaratmıştır. Klasik çerçevenin kabulü ile devam edildiği takdirde söz konusu atmosfer devrimci özneyi kusmakta sağ açılımlara sonsuz alan açmaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki TKP bir devrimci özne ne yapması gerekiyorsa onu yapmıştır.
Elbette bu yeniden ele alışın kendisini otomatikman örgütsel mevzilere tahvil etmesi mümkün değildir. Esas olarak işçi sınıfı hareketi ile TKP ilişkilerinin ele alındığı 2004 Konferansı’nda Kürt dinamiğine ilişkin olarak yapılan değerlendirmenin aynı zamanda bir muhasebe niteliği taşıdığı gözlenmektedir:
“Türkiye egemen güçleri ve Kürt siyaseti 1999 sonrası dönemi belli bir doğrultu ortaklığıyla geçirmişlerdir. Çatlak seslerin bile genel rotaları destekler yönde işlev kazandığı bu tabloya TKP’nin yeni bir aktör olarak dahil olabilmesinin güç olduğu kabul edilmelidir. Deyim yerindeyse geride kalan beş yıl boyunca Kürt dinamiğinde TKP akıntıya karşı yürümüş ve az mesafe katetmiştir.
Yeterli bir güç birikimine dayanmaksızın verdiğimiz bu mücadelenin bir diğer kısıtını da, aynı dönem boyunca yurtsever/anti-emperyalist görevlerin ağırlığının artması oluşturmuştur. Oysa Kürt halk kitleleri Irak’ın işgaline ilişkin soruları emperyalizm yanlısı bir propagandanın kuşatması altında karşılamışlar, Türkiye-AB ilişkileri ise yine Kürtler açısından bilinen boş beklentileri sürekli olarak beslemiştir. Irak Kürt siyasi hareketlerinin düpedüz emperyalizm ile işbirliğine girmeleri komünist siyaset ile Kürt halkının yakınlaşması önünde bir diğer önemli engeli oluşturmuştur. Türkiye’de Kürt hareketlerinin de emperyalizm ile ilişkiler konusunda başlarını dik tutmayı sağlayacak bir performans gösteremedikleri açıktır. Bütün iç gerilimlerine karşın bu dönemde sayısız faktör Kürt ekseninin sola meyletmesini önlemek için adeta işbirliği içinde olmuşlardır. Böylesi bir basıncı geri püskürtmek, bir Türk-Kürt ortak yurtseverlik tanımını toplumsallaştırmak ve örgütlü hale getirmek için başlangıçta çok daha büyük bir güç gerekirdi.”42
Parti’nin dikkat çektiği bir diğer nokta ise içinde bulunulan durum itibariyle yapılması gerekenin “milliyetçi Kürt hareketinin” eleştirisi olmadığı, TKP’nin enerjisini başka “bir enerjinin bilinçli inşası” yönünde kullanmasının doğru olacağıdır. Bu amaçla “TKP’nin Kürt emekçileri içinde yürüteceği örgütlenme çalışmalarında ulusal hak ve talepler değil anti-emperyalist ve sınıfsal eksenler belirleyici olacaktır.”
Tarih günümüze yakınlaştıkça güncel gelişmeleri es geçerek onların siyasete yansımaları üzerine odaklanabileceğiz. Birinci AKP hükümetini Kürt meselesine yaklaşımı açısından iki kısma ayıracak olursak ilk dönemde beceriksiz açılımlar sergilendiği ikinci dönemin ise büyük provokasyonlara sahne olduğu görülmektedir. 2005’teki liberal solu ve Kürt siyasetini çok heyecanlandıran “Tayyip açılımları” kelimenin tam anlamıyla fos çıkmıştır. İkinci dönemdeki provokasyonlar ise ülkemizi emperyalist projelere bağlamak ve toplum mühendisliği için kullanılmıştır. 2005’in 9 Kasım’ında Şemdinli’de meydana gelen provokasyon ya da 15 Eylül 2006’da Diyarbakır’da patlatılan bomba bu provokasyonlara iki örnektir.43 , 44 2005 ve 2006 yıllarında iç savaş ve bölünme reel bir tehdit olarak hem Türkiye’de egemen sınıf hem de kuvvetle muhtemel bir seçenek olarak emperyalizm tarafından dile getirilmiştir. Her ikisinden sonra da ulus-devletin sınırlarının değişebilirliği üzerine çokça laf burjuva basında yer almıştır. Bu “realiteler” dile getirildikçe kapitalist Türkiye iyice çaresizleşmiş ve asla bu reellikte bir açılımda bulunamayacağı için emperyalizmin bölgesel planlarına daha sıkı sarılmıştır. Kürt hareketinde siyasetin kendi üzerine çöktüğünden yukarıda bahsetmiştik. Bu çöküşe bir de TC’nin Kürt politikasının çöküşü eklenirse tabloda emperyalizme nasıl bir alan açıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Barzanicilik denen sağ gelenek 40 yıl sonra bu topraklarda varlık gösterme imkânına kavuşmuştur. Bu tablodan TKP’nin çıkardığı sonuç şudur: Kürt sorununun kapitalist Türkiye ölçeğinde ve tarihselliğine yaslanarak çözümü imkânsız hale gelmiştir. Bu nedenle mevzuya her türlü reformist yaklaşım da gerçekçilik testinden sınıfta kalmaktadır. Sol bir bütün olarak bu yaklaşımı terk etmelidir. Dışsal bir enternasyonalizm tümüyle gündem dışına çıkmalıdır. İç savaşın ve bölünmenin demagojik olmanın ötesinde bir realiteye sahip olduğu bu konjonktürde solun esas görevi aynı tezgâhı paylaşan Türk ve Kürt emekçisini buluşturmaktır.45
Ağustos 2006’da devletin büyük çıkışsızlığına ve emperyalizmin ağırlığına işaret edildikten bir ay sonra Diyarbakır’da patlayan bomba sürecin görünürden daha hızlı işlediğini gözler önüne sermiştir. TKP Siyasî Komite tarafından patlamaya binaen yapılan açıklamada Öcalan’ın da sürece ilişkin yapmış olduğu değerlendirmeye dikkat çekilerek meselenin boyutları ve ilk kez kullanılan bir ifade ile “birlikçiler”in büyük bir sınav ile karşı karşıya oldukları belirtilmiştir.
“Emperyalizmle işbirliği, bu yola girenleri de vurur. Türkiye düpedüz bölünme ve iç savaş tehlikesiyle karşı karşıyadır. Türkiye’yi ABD’nin yönettiği bu senaryoda rol almaya sürükleyen egemen güçler, topluma bir tür “emperyalist Türkiye” rüyası vaaz ediyorlar. Oysa Türkiye bölünmeye götürülüyor.
Diyarbakır katliamıyla verilen yanıtın diğer muhatabı başta Kürt hareketidir. ‘Uluslararası güçlerin PKK’yi kullanmak isteyebileceğini daha önce de belirtmiştim. Çözüm süreci gelişmezse Türkiye’yi sıkıştırmak isteyen uluslararası güçler PKK’yi adeta bir sopa gibi kullanmak isteyeceklerdir. Bir Kürt-Türk savaşı gelişirse belki de Türkler 40 milyon Kürtle savaşmak zorunda kalacaktır. Bu savaşın öncülüğünü de PKK’ye yaptırma ihtimali vardır.’ Bu sözler Öcalan’a aittir ve Başbakan Erdoğan’a hitaben telaffuz edilmiştir. Bu mesajın yanına DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün ateşkes çağrısı da eklenmelidir. Yanıt ise bombanın üstüne yazılıdır!”46
Gelenek’in bu patlamanın hemen ardından çıkan sayısında “Kürt Sorunu: Ülkeyi Yeniden Kurmak” başlıklı yazıda acil görevin savaş ve bölünmeyi engellemek olduğuna işaret edilmekte, böyle bir durumun en fazla etkileyeceği kesimin Kürt ve Türk emekçilerden oluşan Türkiye işçi sınıfı olacağına dikkat çekilmektedir. Bu acil görevin yerine getirilmesi için:
- Emperyalistler Kürt sorununun dışında tutulmalıdır.
- Kürt sorunu Türkiye’nin içinde değerlendirilmelidir. Diğer ülke bağlantıları gayrımeşru sayılmalıdır. Bunun koşulu içeride meşru bir alanın yaratılmasıdır. Bunun için sol, Kürt kimliğinin “bölücülük” zemininde ele alınmasına karşı çıkmalıdır.
- Sol, emekçi ve aydınların Kürt ve Türk kimliğine göre tasnif edilmesini koşulsuz reddetmelidir.
Yazının belki de en önemli vurgusu iki halkı temsil yeteneğine sahip tek öznenin sol olduğu yönündeki vurgudur. Aynı yönde vurgular TKP’nin Aralık 2006 tarihinde neticelenen 8. Kongresi’ne47 de damga vurmuştur. Kürt sorunu farklı boyutları ile hem devletin çözülmesi sürecinde bir dinamik olarak ele alınmış hem de emperyalizme karşı mücadele başlığı altında kendisine yer bulmuştur. Metinde Kürt başlığının ele alındığı üst başlıklar elbette tesadüfi değildir. Devletin çözülmesi sürecinde bu sürece enerji taşıyan bir dinamik olarak Kürt başlığı şu şekilde incelenmiştir:
“Kürt sorununun da devletin çözülme sürecine girmesinde payı vardır. Kürtlere dönük inkârcı politikalarda ısrar eden devlet bu önemli başlıkta inisiyatifi büyük ölçüde yitirmiş ve emperyalist ülkelerin planlarına tâbi hale gelmiştir. Bir dönem Avrupa Birliği’nin söz sahibi olduğu Kürt sorununda 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve daha sonra Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte ABD’nin mutlak bir ağırlığa sahip olduğu görülmektedir. Yıllarca “casus belli” olarak kabul edilen Kuzey Irak’taki Kürt devletinin artık fiili bir gerçeklik haline gelmesi ve daha da önemlisi, Türkiye’nin önüne Kürt sorununda çözüm olarak konması devletin çözülme sürecini tetiklemiştir. Türkiye Kürtlerine kıyasla küçük bir nüfusa sahip olan Irak Kürtlerinin, ABD desteğiyle önemli bir bölgesel güç haline gelerek Türkiye’nin Kürt sorununda söz söylemeye başlamaları, yakın gelecekte sermaye egemenliğindeki en önemli sorunlardan birisi olmaya devam edecektir. Şimdiye kadar bu gelişmeye kuşkuyla bakan Türk Silahlı Kuvvetleri dahil olmak üzere, sistemin bütün kurum ve siyasi aktörleri ABD işbirlikçisi Kürt oluşumuyla ittifaka girerek ABD-İsrail-Türkiye-Kürdistan zincirini tamamlamayı kabullenmiş durumdadırlar. Ancak bu kabulleniş, sürecin getireceği ciddi maliyetlerin nasıl karşılanacağına ilişkin herhangi bir yanıt içermemektedir. Bu zincirin Türkiye’de Kürt sorununa yepyeni boyutlar getirmesi aynı zamanda Türk dış politikasının zaten daralmış olan hareket alanını tamamen yok etmesi zayıf olmayan bir olasılıktır.”
Emperyalist hegemonyanın ve sermaye egemenliğinin güçlenmesi ile sonuçlanacağı öngörülen devletin çözülmesi sürecinde Türkiye işçi sınıfı görevlerini yerine getirirken “yerelleşmeye, merkezi iktidarın rol ve sorumluluklarının azaltılmasına, egemenliğin Avrupa Birliği’ne devrine, toplumsal ve siyasal alanın dincileştirilmesine, Kürt ve Türk halkının birbirinden koparılmasına, Türkiye’nin emperyalist projeler doğrultusunda parçalanmasının gündemde tutulmasına karşı koymadan işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda söz sahibi olamayacaktır.”
TKP, Kürt hareketini emekçi temelde tarif ettiği emperyalizme karşı mücadele başlığında temel tezlerini kayıt altına alırken şunları deklare etmiştir: TKP,
Kürt sorununu antiemperyalist bir temelde değerlendirmenin biricik enternasyonalist tutum olduğunu kamuoyuna bir kez daha açıklar;
a. Türkiye burjuvazisinin Kürtlere dönük inkârcı ve imhacı politikaları sürdürürken Irak’taki işbirlikçi Kürt liderliğiyle askeri, ekonomik ve siyasi yakınlaşma içerisine girmesinin sınıfsal mantığına dikkat çeker ve Irak’taki Kürt yoksullarının işgale karşı direniş cephesinde yer almalarını arzularken Türkiye’deki Kürt emekçilerini emperyalizme ve sömürüye karşı Yurtsever Cephe’de örgütlenmeye çağırır;
b. Kürt sorununda birlikçi, antiemperyalist, sınıf perspektifine sahip düşünce ve pratiğin geriye çekilmesinin ağır sonuçları olduğunu hatırlatır, Türk liberalleri ve milliyetçileri ile Kürt liberalleri ve milliyetçilerinin ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkelerin açılımlarına bağımlı hale geldiğine işaret eder ve bu koşullarda ezen ya da ezilen ulus milliyetçiliğine hoşgörü ile yaklaşmanın söz konusu olamayacağını, bölgemizde Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbirlerini tamamlayarak ABD’ye büyük bir hareket serbestliği sağladığını vurgular;
c. Türkiye’de Kürtler arasındaki anti-emperyalist damarın pragmatik yaklaşımlar uğruna kurutulmaması için ortaya çıkacak her tür fırsatı değerlendirmeye hazır olduğunu ilan eder.
denilmektedir.
Kongre’de Kürt hareketine ilişkin özel olarak kaleme alınan “Karar No.2: Türk ve Kürt Halkının Birliği İçin” TKP’nin yakın ve orta vadede meselenin çözümüne ilişkin atmayı öngördüğü adımları içermesi açısından önemlidir.
- Kürt sorununa ilişkin Sosyalizm Programına yazılan ilke ve hedeflerin güncel bağlantılarıyla birlikte emekçi kitlelere anlatılması için eldeki seslenme araçlarının etkili bir biçimde kullanılması ve bunların yetersiz kaldığı durumlarda yeni araçların geliştirilmesi konusunda parti merkezi daha fazla çaba göstermelidir.
- Partinin Kürt emekçiler içerisinde yaygın bir örgütlenme sürecine girmesi için yeni ve köklü örgütsel düzenlemeler yapılmalıdır.
- Tüm topluma ve konuyla ilgili bütün taraflara ABD ve Avrupa Birliği planlarını deşifre edici ve bozucu sistematik girdi yapılmalı bu doğrultuda tek başına propaganda araçları değil diyalog kanalları da geliştirilmelidir.
- Kürt siyasi örgütlerinin “var olma ve siyaset hakkı”nın önünü açan yasal süreçler desteklenmelidir.
- Emperyalist, milliyetçi ve liberal çözümlerin dışında Türk ve Kürt emekçilerinin ortak kurtuluşunu hedefleyenlerin biraraya geldiği bir konferans en kısa sürede düzenlenmelidir.
- Kürt sorununda birlikçi, devrimci ve ortaklaştırıcı adımlar atılması için milliyetçi ve liberal düşüncenin kuşatması altındaki Türk halkına dönük ideolojik ve siyasal çalışmalar yoğunlaştırılmalı, Kürt sorunun aynı zamanda Türk sorunu da olduğu vurgulanmalıdır.
TKP, bu başlıkların kimilerinde harekete geçmiş ve yol almış durumdadır. TKP Kürt dinamiğinde ilkeli ve devrimci bir hatla da yol alınabileceğini göstermek ve bu konuda aceleci olmak durumundadır. Bunun geldiğimiz nokta itibariyle önemi çok büyüktür. Zira Kürtlerin temsiliyeti konusunda yeni namzetler türemektedir. Liberalizmle tahkim edilmiş dinci-gericilik en güçlü namzet olarak görünmektedir. Burada dikkatlerin çevrilmesi gereken odak AKP’dir.
AKP’nin ABD’nin ve dolayısıyla sermaye sınıfının tercihi haline gelmesinden itibaren bu partinin Kürt sorununa ilişkin potansiyelinden emperyalizmin ona yükleyeceği misyonlardan ve bu başlıkta AKP’nin kısıtlarından bahsettik. Dahası bölgede tarikatların faaliyetleri ve bölgedeki aydınlanmacı mücadelenin gerekliliği de işaret ettiğimiz bir diğer husustu. Kürt hareketinin ise parti olma vasfını yitirmesinden dolayı yukarıda iki döneme ayırdığımız birinci AKP hükümetine baktığı zaman gördüğü karakter “bürokratik oligarşi”ye karşı kazanmış olduğu her zaferde “sivil toplum alanı” genişleten bir süper kahraman oldu. Düzenin diğer özneleri ile mukayese edildiğinde Kürt sorununda on kaplan gücünde olduğu düşünülen AKP bu sayede Kürt sorununda çözümün zeminini güçlendirmekteydi. Bu açıdan bakıldığında, AKP, demokratik cumhuriyet tezi tarafından kendisine sunulan fırsatı iyi değerlendirebilmiştir. Hükümet ettiği ilk dönem AKP’nin Kürt meselesine ilişkin attığı adımların hiçbir somut çıktısı olmasa ve aslında ortada adım da olmamasına rağmen, liberal aydınların ve Kürt hareketinin beklentilerinin yaydığı siyasal enerji AKP’yi Kürt soruna yaklaşımında dinamik bir unsur olarak gösterebilmiştir. Kürt hareketinin AKP’nin kredisini sorgulamaya başlaması ancak 2006 başına denk gelmektedir. Şemdinli sonrası AKP’nin “derin devlet” karşıtı sivil toplumcu duruşunun hiçbir nesnel temeli olmadığı görülmüştür. Uzatılan bu açık çekin kendi altlarındaki zemini ortadan kaldırdığının Kürt hareketi tarafından böylesi bir gecikme ile fark edilmesi ise sonucu etkilemedi. Zira Kürt hareketi bu farkındalığın gereklerini de yerine getirmedi. 2002 seçimlerinden sonra Kürt hareketinin tabanını genişletmesi için bir neden kalmamıştır biçimindeki tespitimiz karşılığını 2007 seçimlerinde bulmuştur.48 AKP pek çok Kürt ilinde “bin umut adaylarını” yani DTP’yi yakalamış kimi yerlerde geçmiştir. Diyarbakır’da AKP’nin bu başarısı boyalı basında bir hayli süslenerek verildi. Bu şehirde DTP’nin AKP’ye karşı 40 bin oy kaybetmiş olması ve DTP dâhil oy kaybeden tüm siyasî partilerin oylarının doğrudan AKP’ye akmış olması düzenin AKP’ye Kürt sorunu başlığında yeniden el vermesi ile sonuçlandı. Erdoğan’ın seçimler sonrası DTP’ye ilişkin değerlendirmelerini özetleyen yaklaşım “Bırakınız yapsınlar!” tonundadır. Bu başlıkta Parti’nin seçim değerlendirmesi ise şöyle olmuştur:
“Kürt ulusalcılığının geldiği son noktada yasal siyaset alanında benimsenen kimlik, memleketin diğer “büyük” partileriyle ayrımları mümkün olduğunca silikleştirmeyi esas edinmiştir. Seçim öncesinde kendini neredeyse AKP’nin kardeşi olarak göstermeye çabalayan DTP’nin bu yönelimde sınır tanımayarak MHP’ye de el uzatmasında şaşacak bir şey yoktur. Bu hareket, uzlaşı, uzlaşma, konsensüs, demokrasi, ötekileştirmek… sözcüklerini durmaksızın ve her vesileyle tekrarlayarak ayrı bir politik içeriği gündemden düşürmeye uğraşmaktadır. Herkes gibi özelleştirmecilik, herkes gibi AB’cilik, her anlamıyla herkesin yaptığı gibi bir belediyecilik, herkes gibi “kriz olmasıncılık”…
[…]
Başkası olsa, böyle bir siyasetin oy kaybetmesine değil varlığını korumasına şaşmak gerekirdi.
[…]
Bölgesel faktör olarak Irak’ta Kürt topluluğunun üstüne açılan Amerikan şemsiyesi, iç faktör olarak da yoksul köylü karakterinin yerini Kürt burjuvazisine bırakmasının sonucunda, artık karşımızda kelimenin gerçek anlamıyla bir düzen partisi bulunmaktadır.
[…]
Yeri gelmişken, benim “düzen” derken kastettiğim, askerlerin veya Türklüğün değil, para babalarının ve emperyalistlerin egemenliğidir…”49
Legal Kürt partisinin bir düzen partisi olduğu ilk kez 2007 seçimlerinden sonra dile getirilmiştir. Bu tespitin arkasından TKP’nin DTP ile olan siyasî ilişkilerine ilişkin net bir sınır getirilmiş olmaktadır. Öte yandan; TKP, 8. Kongre kararları uyarınca dayanışma görevinden imtina etmeyeceğini de deklare etmiştir. TKP, ayrıca, DTP’ye dönük siyasî linç girişimleri ve yukarıda bahsettiğimiz türden provokasyonların bir noktadan sonra solun sırtına yük yüklediğinin de bilincindedir. Bunun bilincinde olarak hem sınır ötesi operasyon hem de Diyarbakır’da patlama söz konusu olduğunda TKP’nin sergilediği tavır komünist-yurtsever siyasetin başarılı örnekleri olarak görülebilir.
Düzenin Kürt sorununu gerek kendi iç konsolidasyonu açısından, gerek Ortadoğu’da işbirlikçilik yarışında geriye düşmemek için, gerekse emperyalizmin Ortadoğu planlarının bir parçası olarak gelip bağladığı nokta Kuzey Irak’ı merkez alan bir Kürt-Türk gerginliği ve sınır ötesi operasyondur. Provokasyonlar ile birlikte ABD tarzı bir terör konseptine sahip olduğu intibaı uyandırarak uluslararası desteği arkasına alıp, ABD’nin Ortadoğu planlarında ikincil konuma düşmemek için çaba sarf eden Türkiye bu konuda belli bir mesafe almış görünmektedir. Bu tabloyu haklı çıkarabilmek için düzen içeride milliyetçi demagojiyi yükseltmektedir. TKP, uzun süredir devam eden sınır ötesi tartışmalarını hem seçimlerde hem de seçimler sonrası ana gündemlerinden biri haline getirmiştir. Milliyetçi demagojinin zirve yaptığı Dağlıca baskını günlerinde metropollerde üniversitelerde fabrikalarda yapılan faaliyetler, söz konusu demagojinin solun önünü kesemeyecek kadar temelsiz olduğunu, komünist-yurtsever siyasetin düzenin iç savaş çağrıları içeren büyük cüretine rağmen hareket edebileceğini göstermiştir. Bu siyasî çalışmalar esnasında TKP, ulaştığı kitle açısından tartışmanın eksenini değiştirmeye çalışmış, meselenin Kürt sorunu değil, emperyalizm ile girilen ilişki sonucu gelişen bağımlılık sorunu olduğuna vurgu yapmıştır. Mesele bir emekçi sorunu olarak ortaya konup kaynağı da emperyalizmle ilişkiler olarak tanımlandığında sorunun sol için sunduğu olanaklar farklıdır, meselenin kendisine düzenin tarif ettiği zeminden yaklaşıldığında farklı. İkincisi her koşulda siyaseti milliyetçiliğin hizmetine koşmaktadır. Sınır ötesi tartışmalarının gösterdiği bir diğer nokta da tam bununla alâkadardır:
“[…B]u gerginlik bir sonuç olarak Kürt sorununu derinden etkilemektedir ve daha da etkileyecektir. Ancak konuya solun “geleneksel” Kürt sorunu argümanlarıyla yaklaşmanın hiçbir değeri yoktur. Eski sol olup bitende hâlâ ezilen ulus tepkisi falan görüyor olabilir. Oysa bugün emperyalist bölücülüğün egemen güçlerin iç mücadelelerinin ve bölgesel hesaplaşmaların girdabında dünyanın en kolay yönlendirilen hareketidir önümüzde duran. Bu “Kürt sorunu” değildir. Ya da Kürt sorununun son 25 yıllık etabı bütün özellikleriyle birlikte ortadan kalkmıştır. Solun sorunu Türkiye’nin tamamına ve Kürt halkına emperyalizme karşı sınıf mücadelesini anlatabilmekte düğümlenmektedir.”50
Sonuç Yerine: Partili Mücadele Sürüyor
Bu çalışma kapsamında Parti’nin ortaya koymuş olduğu yazılı üretimde Kürt meselesine ilişkin olan teorik-siyasal hattın izini sürdük. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi amacımız TKP’nin ulusal soruna ilişkin teorik çerçevesinin değişmemiş olduğunu göstermek, yazıda açıkladığımız bir dizi nedenden ötürü Parti’nin bu teorik çerçeveden çıkardığı sonuçların farklılaştığını anlatabilmekti. Türkiye Komünist Partisi’ni bugüne getirmiş olan gelenek başından bu yana ulusal sorunun teorik değil siyasal bir mesele olduğunu, bu sorunun siyasal mücadelenin ötesinde kimi doğrular barındırmadığını ve bu anlamda sosyalist devrimin çıkarları tarafından belirlendiğini söylemekteydi. Bugün de bundan farklı bir şey söylememektedir. TKP, Türkiye’de devrim stratejisinin ortak mücadele ortak örgüt ve sosyalist cumhuriyette birlik perspektifi ile inşa edileceğini iddia etmektedir. Dolayısıyla bugün TKP tezlerini tartışmaya açanlar öncelikle kendi devrim stratejilerini açıklamalıdır. Onların devrim stratejilerinin anlaşılan kısmı Kürt emekçilerini sınırlarını sermaye düzeni dâhilinde çizmiş bir hareketin ellerine terk edilmesidir. Tabii burada “hangi strateji hangi devrim” biçiminde geliştirilecek itiraz geçerli bir itirazdır. Zaten tartışmanın esas düğüm noktası da burasıdır. Türkiye solunun çok büyük bir kısmı tarihinin en iktidarsız döneminden geçmektedir. Bunun için pek çok nesnel sebep sayabiliriz ancak bu nesnel tespitler asla kendisini akıntıya bırakmış, 1991’de söylediğimiz gibi söyleyecek olursak, Kürt hareketinin etekleri altında siyaset yapan solun hatalarını (hele bugün hiç) mazur göstermez. Sosyalizmin hem Türk emekçileri hem de Kürt emekçileri arasında müstakil bir siyasî hat olarak etkili olamayacağı düşüncesi bugün Türkiye solunun baş belasıdır. TKP’nin her bir kadrosunun üzerinde titizlikle durması gereken, bugünün nesnel atmosferinde TKP’nin bağımsız siyasî hattının korunması ve yaygınlaştırılmasıdır.
Bugün bunların hiçbiri tartışılmadan TKP’nin “ulusal sorun tezleri” tartışılıyor. Açıkçası biz bu tartışmaları bir yere kadar anlayabiliriz. 1980lerin sonu ‘90ların başında “sosyalist demokrasi” tartışmalarında Sovyetler Birliği’ne bakınca sosyalizmden nasiplenmemiş bir ecinni görerek “Efendim sosyalist devlet tez zamanda sönümlenmelidir.” diye ahkâm kesenler aynı dönem Kürtlerin kuracağı bir kapitalist devletin hayırhah olacağı yönünde kesin kanılara sahiptiler. Bugün ise Barzani’nin ya da Talabani’nin eteklerine yüz sürmek için sıraya girilmiş durumdadır. Bu tavrı devrimciler ile aynı fotoğrafta anlamlandıramadığımız doğrudur. Yahut Kürt siyasetinin hiçbir ilkesel sınır tanımadan yaptığı ve nihayetinde işçi sınıfına zarar veren hamlelerini “Eee onlar Kürt!” diyerek sineye çekip Türkiye’de sol hareketin ilkeli bir duruş sergilemesi yönündeki basıncımızı tartışmaya açanların derdi kategorik olarak ilkelerle değilse bu itirazları anlayabilmemiz mümkün değildir. TKP kendi bindiği dalı kesen bu “sol” zihniyeti dün de anlamıyordu bugün de anlamıyor. Ama bir şeyi çok iyi anladığımızı söyleyebiliriz: Bu tartışmalar dergi sayfalarında bitmeyecek. Bu tartışmaların bitmesi TKP hedeflerinin bağımsız ve güçlü bir alternatif olarak realize olmasından geçmektedir. Yurtsever-emekçi kimlik inşa edildikçe bu kimliğe bizden daha sıkı sarılanlara rastlayınca şaşırmayacağız ve elbette onlara kızmayacağız. TKP, bundan ancak mutlu olabilir. Çünkü TKP bilmektedir ki; TKP’nin bugün yaptığı bu girdiler yalnız Türkiye’deki sosyalist devrim mücadelesi için elzem olan girdiler değildir. Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun (ve hatta Avrupa’nın göbeğindeki Belçika örneği hatırlanmalıdır) etnik temelde emperyalizm tarafından parçalandığı bir konjonktürde, işçi sınıfının temsilcisine bükülen çubuk evrensel yanlar taşımaktadır. TKP, dünya komünist hareketinin ulusal soruna yaklaşımını devrimci bir tarzda yeniden ele alabilmesi için bir zemin sunmaktadır. Ancak hem dünyada hem de Türkiye’de devrimci hareketlerin zamanı azdır.
Şimdilik dünyayı bir kenara bırakıp Türkiye’ye gelecek olursak, Kürt emekçilerinin üzerine çöken kara bulutları dert edinmeyen, bu kara bulutların yalnızca Türk Genelkurmayı’ndan kaynaklanmadığını anlamayan bir hareket devrimci olamaz. Kürt illerinde topraklar yabancı sermayeye satılmakta, Kürt illerinde cemaatleşme yaygınlaşmakta, bu bölgelerde tüketim kültürü körüklenmekte, Kürt belediyeleri eliyle hizmetler taşeronlaştırılmakta, Kürt emekçilerinin sosyal ve iktisadî hakları Türk patronlar tarafından yapıldığı gibi Kürt patronlar tarafından da gasp edilmektedir. Türkiye, devletin burjuva karakterin sivriltildiği emperyalist tahakkümün sınırsız kılındığı bir çözülüş sürecinin içindedir. Yukarıda sıraladığımız gerçekler, bu çözülmenin Kürt illerindeki yansımalarıdır. Bunun Türk emekçilerinin olduğu kadar Kürt emekçilerinin de gündemi olduğunu görmeyenler, hala “ezilen ulus milliyetçiliği”nde keramet arayanlar devrimci olamazlar. TKP, kendi konumunu bu devrimci olmayan siyasî konumlanışlara bakarak tayin etmeyecektir. TKP’nin kendi hattının doğruluğunu sınaması için DTP’nin, PKK’nin, kimi devrimci demokrat örgütlerin, liberal solun vs. yanlışlanmasına ihtiyacı yoktur. Zaten bu toplam TKP’nin doğrulandığı noktada tarihsel olarak yanlışlanacaktır. Bugün TKP’ye bu başlıkta yöneltilecek en gerçekçi eleştiri, “madem bu kadar doğruları söylüyorsunuz Kürt emekçileri arasında hangi mevzileri tutmuş durumdasınız” gibi TKP’nin analiz yeteneği ile müdahale yeteneği arasındaki açıya işaret eden eleştiridir. Bugün bu eleştiriyi boşa çıkartmak her TKP’linin asli görevlerinden birisidir. Bu eleştirinin işaret ettiği bir diğer gerçeklik, TKP yerine getirmediği takdirde bu görevin boşa çıkacağı, ortaya çıkan sonuçların da Türkiye kapitalizminin, emperyalizmin kazanç hanesine yazılacağıdır.
Bu bir görevdir. Görevlerse fazla sözü kaldırmamaktadır:
“Kürt sorunundaki ‘büyük siyasî başlıklarda’ TKP’nin sesini güçlendirmemiz lazım. Bu ikisi birleştiğinde o ‘çok zor valla bu dönem zor dönem’ dediğimiz şeylere dönüp bakacağız ve ‘o kadar da zor değilmiş oluyor’ diyeceğiz.”51
Devrimin kaderini tayin hakkı ellerimizdedir.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Bir devrim kuramının inşasında, ülke ya da yerellik neresiyse oraya çok özel, derinlikli ve yaratıcı göndermeler yapılmadığı, oranın koşullarından özel olarak beslenilmediği sürece teorisizm (kuramsıcılık) tehlikesi kaçınılmazlaşacaktır. […] Örneğin ‘özgül bağlamlı kapitalizm kuramı’ diye bir şeyden söz etmek saçmalıktır; çünkü, bir üretim tarzı olarak kapitalizm herhangi bir yerelliğe özel atıfta bulunmaksızın, daha genel düzeyde kuramsallaştırılabilir. Buna karşılık, devrim kuramı böyle bir genellik ve evrensellik taşıyamaz. Çünkü, devrim kuramının yaşamsal girdileri, çok daha fazla üstyapı kaynaklı, üstyapı belirlenimlidir. Üstyapı dendiğinde, kuram daha fazla özele zorlanacak, kapitalist üretim tarzının genel üstyapı biçimlenişleri konusunda söylenebilecekler ise, kuramın karşılığı olamayacak ölçüde ilkelerle ve genel çizgilerle sınırlı kalacaktır.” Metin Çulhaoğlu, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1997, sf.13.
- İ.Suphi Candemir, “Küfür Romanlarına Hayır Plebyen Küfürlere Evet…”, Gelenek no.11, Ekim 1987, sf.14.
- Gelenek’in Türkiye solu içinde yolunu nasıl şekillendirdiğine ve nasıl ayrım noktaları tarif ettiğine ilişkin bkz. Gamze Erbil, “Gelenek’in Leninizmine Dair Notlar”, Gelenek no.72, Şubat 2002, sf.47–54.
- Aydın Giritli, “Marx Engels Ulusal Sorun”, Gelenek no.16, Nisan 1988, sf.29.
- Bakınız Aydın Giritli, a.g.m Cemal Hekimoğlu, “20. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik”, Gelenek no.17, Mayıs 1988.
- Gelenek, “Doğu’da Farklılaşan Dinamikler ve Türkiye’de Sosyalizm”, Gelenek no.35, Ağustos-Eylül 1991, sf.6.
- Gelenek imzalı bu yazının son bölümünü burada aktarmak gerektiğine inanıyoruz. Gelenek, bu tespitleri şu sözlerle noktalamaktadır: “Yukarıdaki ve benzeri türden yaklaşımların ötesinde angajmanlara girmek, örneğin Türkiye’de toplumsal devrimin kaderini Kürt hareketine bağlamak veya bu harekette kendi ulusal çerçevesi içerisinde sosyalist devrimin geleceğini görmek Türkiye’de sosyalizmden umudu kesmiş olanların işidir. Marksizme en bayağı küfürlerle donanmış ve bu anlamda işi zaman zaman hakarete döken HEP’i (bu partiye yönelik baskı ve cinayetler bütün bunları ‘yememiz’ için neden olamaz) halk hareketinin temsilcisi olarak göklere çıkarıp onun etekleri altında siyaset yapmayı ‘ustalık’ sananlar, batıda her söze ‘arı sosyalizm’ diye başlayarak bütün gelişme olasılıklarını hemen başta kapatıp ardından aşiret toplumlarının kültürel mirasını ‘işte devrimci geleneğimiz’ diye pazarlayan Türk solcuları kendilerinden ve Türkiye’de sosyalizmden umudu kesmişlerdir ve dürüst değillerdir.”
- Partili Mücadeleye Çağrı, 18–19.
- STP, Program, sf.6.
- a.g.e., sf.27–28.
- Aydın Giritli, “Devrimci Bir İddia Olarak Siyasal Kriz”, Gelenek no.45, Mart 1994, sf.9.
- SİP MYK, “Sandıkları Yalnız Bırakın”, Gelenek no.45, Mart 1994, sf.8.
- Aydın Giritli, a.g.m., sf.14.
- Kemal Okuyan, “Blok Nasıl Bir Türkiye’ye Doğdu?”, A.Güler, K.Okuyan, M.Salmaner, Demokrasi’ye Aykırı Yazılar, İstanbul:Gelenek Yayınevi, 1996 içinde, sf.11.
- Aydın Giritli, “Seçimler Blok Türkiye Solu”, Gelenek no.51, Nisan 1996, sf.16.
- Aydemir Güler, “Krize Devam”, A.Güler, K.Okuyan, M.Salmaner, Demokrasi’ye Aykırı Yazılar, İstanbul:Gelenek Yayınevi, 1996 içinde, sf.23–24.
- Kemal Okuyan, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı – Burjuva Restorasyonu ve Solun Yakaladığı Fırsat, İstanbul:NK Yayınları, 2003(2000), sf.107-108.
- Sosyalist İktidar’dan aktaran Handan Gürler ve Ayşe Güresin, “1996’da Sosyalist İktidar Partisi”, Gelenek no.53. sf.22.
- Bütün değerlendirmelerimiz Blok’un uzun vadeli hedeflerini yerine getirememesine rağmen, Sosyalist İktidar Partisi açısından çok önemli ve verimli bir deney olduğu yönündedir. Meselenin bu kısmının doğrudan Kürt dinamiği ile ilişkisi olmasa da teması bizimki gibi belirlenmiş bir yazıda atılan doğru bir siyasî adımdan örgütsel boyutta “kazandıklarımızı” açık biçimde resmetmezsek bir eksiklik bırakmış oluruz: “Kürt dinamiği ile sol arasında o ana kadar ortaya çıkan en siyasî ve gelişkin ilişki modeli olan Blok, tek tek bileşenlerine kattığı (ve katabilecekleri) açısından da son derece anlamlı bir projeydi. […] Sosyalist İktidar Partisi açısından bu dönemin son derece verimli geçtiğini ise hiç gizlemedik. Kastettiğim; partinin bu dönemden elde ettiği siyasal prestij, yeni ilişki ve kadrolar filan değildir. Tam tersine eğer ‘kazanç’tan söz edilecekse, Sosyalist İktidar Partisi’nin Emek Barış Özgürlük Bloku’na yaklaşımında ‘karşılık beklemeksizin davranmak’ belirleyici olmuştur. “Verimlilik Sosyalist İktidar Partisi’nin kısa sürede, bir siyasî parti olarak davranabilme yeteneğini fazlasıyla artırmasında kendisini göstermiştir. Parti işçi sınıfına dönük çalışmalarında tepkisel bir evreyi daha sonuç alıcı ve siyasal açılımlarıyla bağlantılı bir döneme taşımış, aydın bağlarını güçlendirmiş, öğrenci hareketini dernekçilik ve küçük burjuva radikalizminden çıkaran köklü bir müdahale gerçekleştirmiştir. Biz bu süreci o zaman siyasallaşma olarak adlandırdık…”Kemal Okuyan, “Sosyalizm Mücadelesinin Neresindeyiz”, Gelenek no.66, Ağustos 2001, sf.27.
- Gelenek, “Krizde Restorasyon Uğrağı”, Gelenek no.53, sf.6.
- Kemal Okuyan, a.g.e, sf.104.
- Aydemir Güler, Son Kriz–1990’lar Türkiyesi’nde Toplumsal Dinamikler, İstanbul:Gelenek Yayınevi 1999, sf.142-143.
- Bununla beraber söylenmesi gereken bir diğer nokta Parti’nin 1999 yılında açılan bir dizi başlıkla beraber Kürt hareketindeki bu duruma ilişkin müdahalesinin “iç sorunlar” nedeniyle gecikmeli olduğudur.
- Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek–Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun, İstanbul:Dünya Yayıncılık, 2001, sf.184.
- Cemal Hekimoğlu, “Barış, Demokratik Cumhuriyet ve Sosyalist Siyaset”, Gelenek no.61, Kasım 1999, sf.37.
- Aydın Giritli, “Sıkışma ve Açılım”, Gelenek no.60, Ağustos 1999, sf.14–15.
- SİP, “Türkiye–Dünya Değerlendirmesi”, Gelenek no.62, Mart 2000, sf.12-13.
- Aydın Giritli, “Türkiye Solu ve Kürt Dinamiği”, Gelenek no.62, Mayıs 2000, sf.29.
- a.g.m., sf.39.
- Cemal Hekimoğlu, “Yollar Ayrıldı Ama…”, soL, 23 Şubat 2001, Sayı:125, sf.72.
- SİP MK, Sosyalist İktidar Partisi ve Sosyalizm Mücadelesinde Güncel Görevler, 15, 16, 17 ve 18. maddeler, sf.18.
- “Kürt sorunu bir emekçi sorunu dendiğinde akla şunlar gelmeli:•Kürtler ucuz işgücü kaynağıdır; •Kürtler en hor görülen işler için işgücü kaynağıdır; •Kürtler yedek işgücü kaynağı yani işsizlik deposudur;•Ulusal/bölgesel ayrımcılık, egemen ideolojide emekçi sınıfları bölmenin önemli eksenlerinden biridir•Türkiye kapitalizmi, bölgeyi toplumsal ve ekonomik dönüşüme sokmak yerine, Kürt toprak sahibi egemen sınıflarıyla ittifak kurduğu için Kürt yoksulları defalarca ayrımcılığa maruz bir kitle olarak şekillenmişlerdir;•Milliyetçi ideolojiyi sürekli besleyen bu ayrımcılık, Kürt göçleriyle yalnızca derinleşmiştir. •Türkiye burjuvazisi birlik ve bütünlüğünün karşısında Kürt faktörünü bir tehdit sayıyorsa, endişenin kaynağı, yarım yüzyılı aşkın süredir Kürt egemenleri değil yoksullarıdır…” Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek–Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun, İstanbul:Dünya Yayıncılık, 2001, sf.212-213.
- SİP Genel Merkez, “Barış Sosyalizmde: Kürt Sorununun Çözümü Sosyalist Cumhuriyet’te” Gelenek no.67, sf.161–163.
- Kemal Okuyan, “Parti…2001”, Gelenek no.67, sf.18.
- TKP Konferansı–2002, 2002 Yılında Dünya ve Türkiye/Sosyalizmi İktidar Alternatifi Haline Getireceğiz, Ağustos 2002, Gelenek no.76, Ocak-Şubat 2003, sf.119.
- Erkin Özalp, “Türkiye Soluna Açık Çağrı: Kürtleri Aşağılamaktan Vazgeçin!” soL no.192, Ekim 2002, sf.11.
- Aydemir Güler, “Kürt Hareketinde Siyasetin Sonu”, Gelenek no.76, Ocak-Şubat 2003, sf.3-24.
- TKP Program, sf.6-7.
- a.g.e., sf.9.
- a.g.e., sf.12.
- Bu dinamiklerin ulusal hareketler üzerine yaptığı bozucu etki için bkz. Gelenek “Kürt Sorunu: Ülkeyi Yeniden Kurmak” Gelenek no.90, sf.3-12.
- TKP, 2004–Konferans Raporu.
- Esasen ilk provokasyon, 2005 Newrozu sonrası ortaya çıkan “bayrak krizi”dir. “Bayrak krizi” TKP açısından bir siyasî ders niteliğindedir. Dersin sonucu şudur: Hızlı ve kararlı davranmak gerekmektedir. Yurtsever Cephe’nin bayrak krizine ilişkin yaptığı cesur açıklamayla atılan adımın siyasî kıymeti kısa bocalama nedeniyle erozyona uğramıştır.
- Provokasyonlar 22 Mayıs 2007 tarihinde Ankara–Ulus’ta patlayan bomba ile devam etmiştir. Bu patlamanın ertesinde Genelkurmay Başkanı “böyle şeylere daha sık rastlayacağız” gibi bir kesinlikle kehanette bulunmuş, tesadüfe bakın ki kehaneti harfiyen tutmuştur. Bulunan onlarca canlı bombayı bir kenara bırakırsak İzmir’de bir bomba daha patlamış ve Şırnak’ta kan akmıştır. Bu listeye bir de geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da patlayan bomba eklenmelidir.
- Aydemir Güler, “Kürt Sorununda İflası Görmek”, Gelenek no.88, Ağustos 2006, sf 7-25.
- TKP Siyasî Komite, “Birlikçiler Büyük Sınavda”, soL, 15 Eylül 2006,http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=3318
- Kongre kararları için bakınız: http://www.tkp.org.tr/belgeler_8KongreRaporu.html
- Burada “Bin Umut Adayları” projesinin seçimlerde AKP’ye karşı geliştirilebilecek sol bir söylemi de kuşatan içeriğinden bahsetmek gerekir. Bu proje ile sol, AKP karşısında sol liberal bir konumlanışa hapsedilmiştir. Bu nedenle “sol blok” olarak lanse edilen bu proje bütünlüklü bir karşı çıkış sergileyememiş ve seçimlerin AsParti-AKP arasındaki gerilim üzerine kurulu biçimde devam etmesine katkıda bulunulmuştur. Böylesi bir gerilimden ise en fazla “bin umut adaylarının” faşist tonlarla yükselen darbe çağrıları ile umutları kırılan tabanı etkilenmiş ve yüzünü AKP’ye dönmüştür.
- Aydemir Güler, “Kürtler ve Seçimler”, soL no.452, 14 Ağustos 2007, http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=13422
- Aydemir Güler, “Sınırın Ötesinde de Yasalar Var”, soL no.510, 11 Ekim 2007, http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=15033
- Aydemir Güler’in 16 Aralık 2007 tarihli birim sekreterleri toplantısında yaptığı konuşmadan. Konuşmanın tam metni için bkz. Komünist no.315, Ocak 2008, sf.7.