“Türkiye’nin Düzeni” (1968) 1960’lı yılların en önemli çalışmalarından biridir. Çalışmanın önemi, siyasal konumu ve bağlanması net bir yazarın (Doğan Avcıoğlu), en titiz akademisyenlerin bile dudak bükemeyecekleri bir bilgi ve belge zenginliğini okura sunmasından kaynaklanır. Okurun, bu bilgi ve belge zenginliğinden “stratejik ipuçları”1 çıkarması hiç de güç değildir.
“Türkiye Üzerine Tezler” (1978) ise 70’li yılların en önemli çalışmaları arasındadır. “Tezler”in önemi, yine siyasal bağlanması olan bir yazarın (Yalçın Küçük), tarihimize ilişkin sorgulayıcı, reddedici ve “düzeltici” yaklaşımlarından kaynaklanır. Verilen “stratejik ipuçları” ise, ne yazık ki hemen ardından gelen 12 Eylül’ün boğuntusuna maruz kalmıştır.
Demek ki, 60’lı ve 70’li yılların Türkiye’sinde bir “düzen” vardı. Siyasal bağlanması da olan çalışkan insanlar, bu düzeni bir bütün olarak ele alıp çözümleyebiliyor, bu çözümleme sonucunda yeniden ürettikleri bir bütünü ortaya koyabiliyorlardı.
Düzen, bir oturmuşluğu, yerleşikliği ima eder. Az çok oturmuş ve yerleşik olanın bütünlüklü çözümlemesi, üretken ve çalışkan insanlar için görece kolaydır. İki örnek olarak Avcıoğlu ve Küçük, kuşkusuz kendi özel meziyetleri veri alınmak üzere bu kolaylıktan da yararlanmıştır.
Bugüne bakıldığında ise, Türkiye’ye ilişkin olarak bir “düzen”den söz etmek çok güç. Yaşanan süreçlerin nereye evrilebileceğine ilişkin belirsizlikler alanı çok geniş. 80 küsur yılda yerine oturduğu varsayılan kazanımlar ve yapılanma ciddi bir sarsıntı geçiriyor. Temsili demokrasinin kurumları ve mekanizmaları ile bunların tamamlayıcısı olması gereken “cumhur” arasında ciddi bir kopukluk söz konusu. Böyle bir Türkiye’de önceki örnekler benzeri bir düzen çözümlemesi yapılamaz. Evet, Türkiye bir tür geçiş -hatta dönüşüm- süreci yaşamaktadır, ama bilinen ve benzer geçiş/dönüşüm süreçlerinden farklı olarak bunun nereye doğru olduğu tam da belli değildir.
Açık konuşmak gerekirse, ortadaki durum solu da sıkıştırmakta, toplumsallaşma çabalarının önüne set çekmektedir.
60’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’nin düzeni çözümlenebilirken sol da canlıydı ve toplumsallaşma alanında önemli sayılabilecek hamleler gerçekleştirebiliyordu. İkisi arasında ilişki vardır: Sol muhalefet veya solun toplumsallaşması, en azından Türkiye örneğinde yerleşik, oturmuş ve çözümlenebilir bir düzeni temel almış, bunun üzerinde yükselmiştir. Geçiş ve belirsizlikler dönemi ise, yine en azından Türkiye’de kitlesel bir pelteleşmeye ve dağınıklığa yol açmaktadır. Böyle bir döneme baştan güçlü bir sol siyasal özne ile girilmiş olması durumunda işin rengi elbette çok daha değişik olabilirdi. Ancak günümüzün gerçekliği açıkça ortadadır: Sol, kendini pek de elverişli olmayan bu geçiş ve belirsizlikler ortamında kurmak ve toplumsallaşmak gibi güç bir görevle karşı karşıyadır.
“Düzen” çözülüyorsa bütünlüklü düzen çözümlemesi de güçleşir, dedik. Peki başka ne yapılabilir? Yapılabilecek olan düzen değil, süreç çözümlemesidir ve bu sürecin şimdiden belirginleşen kimi kalın çizgilerini saptamak mümkündür.
“Süreç çözümlemesi”, özellikle günümüzde hayli revaçta olan kimi kestirmeci ve kolaycı yaklaşımlardan kaçınmayı gerektirir. Örneğin, kimileri için “süreç çözümlemesi” güncel siyasal gelişmelerin irdelenip birtakım olasılıkların saptanmasından ibarettir ve bunun için öyle kuramsal zemin ve modellere de gerek yoktur.
Gerçekten de, örneğin bu yazı hazırlanırken gündeme damgasını vuran temel saflaşmalarda (AKP’nin kapatılma davası dahil) kimin elinin üstün geleceği veya diyelim bir parti kapatma durumunda bunun en fazla “kimin işine yarayacağı” gibi başlıklarda çıkarsamalarda bulunmak için öyle kuramsal modele falan gerek yoktur. Ancak, sürecin daha ötelerine bakmak, bu arada yerel seçimlere uzanacak dönemin olası gelişmeleri konusunda kestirimlerde bulunmak istiyorsak kimi kuramsal modeller mutlaka gerekecektir.
O halde, en genel planda bir modelle başlayalım.
Model: Toplumsal Formasyon ve Toplumsal Formasyonun Yeniden Üretilmesi
Marksist literatürde “toplumsal formasyon” terimi kimi yerlerde genel olarak belirli bir üretim tarzını, kimi yerlerde de bu üretim tarzının belirli bir mekânda (belirli sınırlar içinde) üstyapısıyla birlikte oluşturduğu bütünlüğü anlatmak için kullanılır. Burada terimi ikinci anlamıyla kullanacağım. Başka bir deyişle, kastedilen, “ekonomik ve toplumsal öğelerin karşılıklı olarak ilişkilendirilmesi ve bir yapı içerisinde ayrıştırılması”dır2 ve mekân da Türkiye’dir.
Bir adım daha atarsak, belirli bir toplumsal formasyonun, başat durumdaki üretim tarzıyla birlikte siyasal ve ideolojik yapılanmalardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Bundan sonraki ikinci adımda karşımıza çıkan ise şudur: Bir üretim tarzı olarak kapitalizm kendini nasıl yeniden üretirse, belirli bir toplumsal formasyon da, ekonomisi, siyaseti ve ideolojisiyle birlikte kendini yeniden ve yeniden üretmek zorundadır. Önemli ayrım noktası şuradadır: Yalın haliyle bir üretim tarzı olarak kapitalizmin kendini yeniden üretmesini, (sermayenin hareket yasalarından kalkarak) siyaset ve ideoloji öğelerini hesaba katmadan da kurgulayabiliriz. Buna karşılık, belirli bir toplumsal formasyonun kendini yeniden üretmesi, bu iki öğe devreye sokulmadan kurgulanamaz.
Yukarıda anlatılan, genel bir modeldir ve bu model üzerinden yürünebilir.
Belirli bir toplumsal formasyonun kendini yeniden üretmekte zorlanması veya bu alanda tıkanması, bu ülkede sıkça yaşanan ekonomik krizlerin, askeri darbelerin ve siyasal kargaşa durumlarının hayli ötesinde, daha ciddi bir olgudur. Böyle bir tıkanmada söz konusu olan, toplumsal formasyonun ekonomi, siyaset ve ideoloji bileşenleri arasında köklü ve giderilmesi güç bir dengesizliğin baş göstermesidir.
İşte, bugün Türkiye’de yaşanan da budur.
Denecektir ki, “ekonominin” nasıl bir rotaya oturtulduğu ortada. Gündemde, bu rotayı değiştirmeye yönelik ne ciddi bir siyasal direnç ne de ideolojik bir karşı yapılanma var. O halde “dengesizlik” nedir ve nereden çıkmaktadır?
Soru, haklı bir sorudur ve yanıtı ne kadar doyurucu biçimde verilirse, “toplumsal formasyonun kendini yeniden üretememe krizi” de o kadar açıklık kazanacaktır.
Denge Bozan Faktörler
Önemli bir gerçeğin altını çizerek devam edebiliriz: Toplumsal formasyonun “ekonomi” bölmesine bakacak olursak, Türkiye’deki sermaye birikim süreçlerinin, son dönemlere kadar hep siyaset ve ideolojiyle belirli bir denge tutturarak, daha doğrusu siyaset ve ideolojinin düzenleyici/dengeleyici girdileriyle işlediğini görürüz3 .
1930’ların “devletçi” birikim süreçlerinden Demokrat Parti döneminin (1950-1960) tarım ağırlıklı politikalarına, 60’lı ve 70’li yılların “ithal ikameci” modellerine kadar bu süreçler hem kendileriyle az çok uyumlu siyasal ve ideolojik yapılanmalar üretmiş, hem de bu yapılanmaların etkisi altında yeniden şekillenmiştir (Örneğin 60’lı yıllarda planlamaya geçiş gibi). Bu, yaşanan krizlere, darbelere vb. karşın toplumsal formasyonun kendini yeniden üretebilmesini sağlamıştır.
Şöyle de söyleyebiliriz: En azından 1950’lerle birlikte Türkiye’de toplumsal sınıfların kendi çıkarları doğrultusundaki hareketlilikleri, siyasal yapılanmaların bu hareketlilikleri ve talepleri büsbütün görmezden gelememeleri, bunun sonucunda uygulanan ve bugün “popülist” diye yerden yere vurulan politikalar, birikim süreçlerini büsbütün başıboş bırakmamış, bu süreçleri şöyle veya böyle “terbiye etmiştir”. Tekrarlarsak: Bu etkileşim, yaşanan krizlere, darbelere vb. karşın toplumsal formasyonun devamlılığında, kendini yeniden üretmesinde belirli kolaylıklar sağlamıştır.
Bugün olmayan, işte budur. Türkiye, 1980’de 24 Ocak Kararları’ndan başlayarak öncekilerden köklü biçimde farklılaşan bir birikim modeline yönelmiştir. Bu modele yönelik olası ilk ve sert direnç, 12 Eylül askeri rejimi ile sindirilmiştir. Askeri rejimi, Özal döneminin liberal çevrelerde “devrim” diye nitelenen açılımları izlemiştir. 1995’de Gümrük Birliği Anlaşması ile süreç yeni bir ivme kazanmıştır. Yine de, 2002 AKP iktidarına kadar olan dönemde, benimsenen yeni modelin, siyaset ve ideoloji alanında geleneksel motiflere ve uygulamalara zaman zaman başvurularak “idare edilmeye” çalışıldığını söylemek mümkündür. 24 Ocak’ta başlayan süreç bir dönem boyunca devraldığı üstyapıyı törpülemiş, orada gedikler açmıştır. Bu “nicel birikimin” ardından, bugün aynı modelin en dizginsiz versiyonu, artık yerleşik üstyapıdan büsbütün kurtulma noktasına gelmiştir.
Olup biten, budur. Türkiye’de siyaset, ideoloji, kurumsallık, kültür vb. adına Cumhuriyet’ten bu yana birikmiş ve az çok yerleşiklik kazanmış ne varsa hepsi, artık kendi dinamikleriyle hareket eden bir “ekonomiye” (ve elbette AB uyum sürecinin gerekliliklerine) yol verir, ona göre yeniden şekillenir, bozulur-çözülür duruma gelmiştir.
“Demek ki, yapı üstyapıyı gerçekten belirliyor.” sonucuna varabilecek yüzeysel Marksistler için hemen eklemek gerek: Bu, yapının üstyapıyı belirlemesi falan değildir; çünkü gerçek bir belirleme ilişkisinde belirlenenin de kendi özel dinamikleri ve etkileri vardır ve toplumsal formasyon bu bütünlük içinde kendini yeniden üretebilir. Bugün olan ise “yapının” üstyapısal öğeleri matematikteki bir kavramla “kukla değişken” (dummy variable) durumuna zorlamasıdır.
Ne var ki, en azından 80 küsur yılın ürünü bir üstyapının ve öğelerinin “kukla değişken” durumuna gelmesi öyle sıradan bir sonuç değildir.
Başka ülkelerdeki durumlarla ilgili konuşmaya cüret edemem. Ancak, bir nokta kesindir. Türkiye’de kapitalizm, daha en baştan birtakım hassas dengelere oturmuş, “ekonomi” ve “birikim süreçleri” belirli siyasal ve ideolojik duyarlılıkları az çok kollayarak kendini meşrulaştırabilmiştir. Sonuçta, Türkiye’deki toplumsal formasyon böyle yerleşmiş, kendini böyle yeniden üretmiştir. Bu yerleşikliğin bozulması, ortada henüz ciddi ve kitlesel bir muhalefet olmadan da “yeniden üretim” tıkanıklıklarına yol açabilmektedir. Nitekim “Cumhuriyet’in bitip bitmediği”, “rejiminin sonunun gelip gelmediği”, “laikliği yeniden tanımlamanın gerekip gerekmediği” vb. hep bu tıkanıklıkların dışa vuran söylemleridir.
Başkaları Ne Diyor?
Yukarıda anlatılan “soyut” geldiyse, hep “somut” konuştuğu su götürmeyen hayli deneyimli bir burjuva siyasetçisine kulak verebiliriz:
“Siyasetin bu haliyle Türkiye’yi götüremeyiz. Ve siyasetin başladığı yerde siyasi parti bitiyor. Esas siyaset onun altında. Siyaseti halka indirmeye mecbursunuz.”4
“Siyasetin başladığı yerde siyasi partinin bitmesi” ve “esas siyasetin altta olması”, Türkiye’de siyasetin artık bir “kukla değişken” haline geldiğinin açık itirafıdır. Öyledir, ancak burada kritik bir başka noktaya daha geliyoruz: Siyasetin, sermaye birikim model ve süreçlerinin “kukla değişkeni” derekesine düşmesi, aynı zamanda siyasette normalin ve alışılmışın ötesinde zorlamaları davet eden bir durumdur. Başka bir deyişle, siyaset ne kadar “tabi”, “ast” ve “amade” hale gelirse, o kadar farklı ve cüretkâr görünmek, giderek böyle olmak zorundadır.
“Ekonominin” (Neoliberal ekonomik politikaları kastediyorum) kukla değişken haline getirdiği siyaset nasıl oluyor da aynı zamanda cüretkârlığı zorluyor?
Bu sorunun yanıtı sanıldığından basittir. Şu saptamada olduğu gibi: “Liberal ekonomik siyasetlerin toplumsal tabandan yoksun olması, merkez sağı, sıklıkla koyu milliyetçi ve dindar muhafazakâr söylemlere dayanmak durumunda bırakmıştır.”5 Başka bir deyişle, Türkiye gibi ülkelerde ekonomik politikaların toplumsal tabanı görece ne kadar daralırsa, bu politikaları uygulayanlar siyaset ve ideolojide daha uçta ve söz konusu politikalarla ilk bakışta bire bir uyum içinde görünmeyen söylemlere yöneleceklerdir.
Mert’in yukarıdaki saptaması, tarihsel ve genel anlamda merkez sağ siyasete ilişkindir. Ancak, geçmişteki merkez sağ siyasal iktidarlarca izlenen liberal politikalarla günümüzün neoliberal politika ve uygulamaları arasında “derece farkını” aşan bir ayrım gözetmek gerekiyor. AKP’nin temsil ettiği çizgi, “sosyal devlet” çerçevesindeki dengeleyici müdahalelerin büsbütün dışındadır. Özetle, AKP kendisinden önceki sağ iktidarların kullanabildiği kimi politika araçlarını da büsbütün bir kenara bırakmıştır.
Öyleyse, kuraldır: Dengeleyici pozitif politika araçları ne ölçüde terk edilir ve siyaset ne ölçüde tercih edilen birikim modelinin uydusu haline getirilirse ideoloji düzlemindeki sınırların da o kadar zorlanması gerekecektir. Bu çerçevede AKP merkez sağın geleneksel “dindar muhafazakâr” çizgisinin de ötesinde, genel olarak toplumu ve yerleşik düzenin kurumlarını dincileştirici bir zorlama içindedir. Ayrıca, AKP’nin ve liderlerinin kendi ideolojik formasyonlarının ötesinde, seçilen yolun nesnelliği de bunu zorlamaktadır: Genel ve kuramsal plandaki uyum/uyumsuzluk tartışmaları bir yana, AKP’nin izlediği birikim modeli ve onun getirdikleri, “üstyapıda” dinciliği ve dincileştirmeyi daha fazla gerektirmekte, dayatmaktadır.
Gidişatın doğal sonucu, emekçi kesim içindeki alt kategorilerin, Marx’ın deyimleriyle “durağan fazla nüfus” ve “tortu” gibi bölmelerin, toplam emekçi nüfus içindeki payının giderek artmasıdır. Aslında süreç iki yönlüdür: Birincisi, bugün izlenen birikim süreçleri böyle bir emekçi kesimi gerektirmektedir ve ikincisi, klasik proletaryadan daha “muhtaç” ve “bağımlı” geniş emekçi kesimlerin, edilgenleştirici ve yetinmeci bir ideolojiye, daha açığı dinciliğe yöneltilmesi dışında bir “çözüm” görünmemektedir.
Bir nokta daha açıktır: Benimsenen birikim modeli ve onun uzantısı olan politikaların, bugün gelinen noktada Cumhuriyet’in temel “kazanımları” sayılan bağımsızlıkla, devletçilikle, daha sonraki “sosyal devlet” anlayışıyla ve giderek laiklikle bağdaştırılıp görece farklı bir mecrada yürütülmesi de en azından Türkiye için son derece güç görünmektedir.
Dolayısıyla, Türkiye ya günümüzün neoliberal ekonomik politikalarından (ve dış dünyayla bugünkü eklemlenme biçiminden) radikal bir kopuş yaşayacak ya da AKP’nin götürmek istediği noktaya doğru hızla sürüklenecektir.
* * *
Yukarıda değinilen denge bozucu faktörün bir uzantısı vardır. Dün, akademi, siyaset ve ideoloji burjuvaziyi eğitmişti6 . Bugün iş tersine dönmüştür; şimdi, burjuvazi, daha doğrusu sermayenin çıkar ve yönelimleri, hepsini “eğitmektedir”.7 Gelgelelim, önceleri diğer öğelerin sermayeye verdikleri eğitim, “vizyon” ve “perspektif” kazandırma, özetle uzun erimli strateji edindirme ağırlıklıyken, bugün sermayenin başkalarına verdiği “eğitim” son derece dar ve güncelci gereksinimlere ilişkindir. Başka bir deyişle, ortada salt sermayenin ötesinde, toplumsal formasyonun bütünü için bir gelecek kurgusu ve vizyon geliştirme boşluğu bulunmaktadır.
Eski deyimle, “eşyanın tabiatı” gereğidir; sivil siyaset ve akademi kendini ne kadar ileri derecelerde sermayenin gündelik duyarlılık ve çıkarlarına endekslerse “vizyon üretimi” veya “uzun erimli kurgu” misyonu da o kadar başka mihraklara kayar.
Hangi mihraklara?
Yakın dönemlere kadar bu sorunun yanıtı açıktı: Ordu.
Ordu bahsi açıldığında, farklı yerlerde duran kişilerin değerlendirmeleriyle devam etmek yararlı olabilir. Örneğin “Ordu, kendisini, ideolojisi olan bir siyasal kuvvet, ülkede siyaset oluşturan, siyaset kuran bir odak olarak görüyor. Kendi kurduğu oyunun dışına çıkıldığında da tepki veriyor, politika üretiyor.” 8
Gerçekten de, birtakım “araştırma merkezlerini” ve sürüklendiği kurgu artık açıkça ortaya çıkan AKP’yi bir kenara bırakacak olursak, Türkiye’de hem belirli bir erke, hem de düzen adına vizyon üretme konumuna sahip kurumun ordu olduğu söylenebilir. Burada kastedilen, kesinlikle sermayeden bağımsızlık değil, sermayenin ve onun görece güçsüz siyasal temsilcilerinin dar gündelikçiliğinin, kısa erimli bakışlarının ve dolduruşuna geldikleri “uluslararası projelerin” daha ötesine geçmeye çalışan bir üretimdir.9 Konu, iki kesimin vizyonlarının çelişmesi değildir; birinin terk ettiği bir üretim alanının başkasının eline geçmesidir.
Veya yakın döneme, AKP kendi “vizyonunu” belirgin biçimde dayatana kadar, böyle görünüyordu.
Ancak, son dönemin gelişmeleri, orduyu “düşük profil” noktasına zorlamıştır. ABD ile olan ilişkiler ve özellikle son Kuzey Irak operasyonlarının, gelinen bu noktayı açıklayan önemli etmenler arasında olduğu ortadadır. Yine de, ordunun süngüsünün düşmesi dahil düzenin temel kurumlarının ve bu arada elbette siyasetin dış ilişkilerde bugün yaşadığı çaresizliğin altında önemli bir başka gerçek daha yatmaktadır. O da, yerleşik, düzenin yaklaşık yarım yüzyıl dayandığı, üzerine basarak kendine özel misyonlar biçebildiği (veya vehmedebildiği) bir zeminin yok olmasıdır.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde “batıya rağmen batıcılık” önemli bir yer tutar. Daha 20’lerde söylenmiş yazılmıştır: Batı bizi anlamıyor, ama biz aslında onların prensiplerini yerleştirmeye çalışıyoruz, kendisi anlamasa bile bizim galibiyetimiz aynı zamanda batı dünyasının galibiyeti olacaktır…
Bu hep söylenmiştir ve iki kutuplu dünyanın “soğuk savaş” ortamında vurgu daha da artırılmıştır. Burada söz konusu olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi konumuna ve misyonuna özel bir rol biçmesi, kendini amiyane bir deyimle böyle “dolduruşa getirmesidir”. Üstelik iki kutuplu dünya gerçekliğinde ve “Sovyet tehdidi” söylemlerinin tavan yaptığı dönemlerde, öykünülen batı da Türkiye’nin bu böbürlenmelerini en azından anlayışla karşılamıştır. Soğuk savaş döneminden kalma uç böbürlenme örneklerinden biri şöyledir:
“Atatürk ise yeni Türkiye’yi milliyet ve batı medeniyetinin sınır kalesi yapmıştır. Çarpışan iki dünya görüşü arasında tarih bize milli hâkimiyeti ve batı medeniyetini, varlık ve bekamızın şartı olarak gösterdi. Atatürk’ün ölmezliğe erişmesinden beri Türke yüklenen bu vazife ve sorumluluk, bütün insanlığın geleceğini tayin edebilecek bir önem kazanmış bulunuyor. Bütün dünya Türk kalesinin sağlamlığı nispetinde rahat nefes alıyor.”10
Evet, bir zamanlar Türkiye kendini batının doğusundaki sınır bekçisi sayıyor ve bunu şöyle veya böyle kabul ettirebiliyordu. Laiklik, “ülke bütünlüğü”, kalkınmacı ekonomik ve sosyal politikalar vb. Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin yanı sıra ülkeye biçilen konumun ve rolün kimi gerekliliklerini de yansıtıyordu.
Bugün ise uluslararası jeopolitik eklemlenmede Türkiye’ye doğunun batısındaki bir “hamur” olarak bakılmakta, bu hamurun batı emperyalizminin çıkarları ve güncel gereksinimleri açısından en iyi nasıl şekillendirilebileceği üzerinde planlar yapılmaktadır. Olası şekillenme sonuçları arasında, kalkınmacı politikalar vb. hak getire, laiklik ve ülke bütünlüğü de o kadar önemli sayılmamaktadır. Yeter ki, bölge, emperyalist merkezlerin çıkarlarına en uygun biçimde yeniden şekillensin.
Ortaya çıkan yeni tablo ile altındaki zemin çekilip alınan kurumlar arasında ordu da yer almaktadır. Ordu, sosyalist sistemin çöküş tarihi denebilecek 1990’ların başından günümüze uzanan süreçte batı gözündeki eski “özel konumu” bu kez farklı bir bağlamda yeniden üretebileceğini düşünüp birtakım denemelerde bulunmuş, ancak artık işin renginin değiştiğini görmüştür. Neoliberal birikim sürecinin ve politikaların, ABD-AB-dincilik üçgeni dışında fizibilitesi olamayacağını, daha doğrusu, bu model ve politikaların söz konusu üçgeni mutlaka gerektirdiğini bir süredir ordu da görmektedir.
Ama en azıdan şu aşamada yapabileceği fazla bir şey de yoktur.
Eksilen ve Çözülen
Akademik literatürde “devletin dönüşümü” veya “yeniden yapılanması” diyorlar; neoliberal ideolojik tanımı “devletin küçülmesi”dir; biz de kendi çözümlemelerimiz ışığında “devletin çözülmesi” diyoruz. Peki, bütün bu adlandırmaların karşılığı olan reel süreç nedir?
Bu sorunun yanıtını da biliyoruz: “neo-liberal uyarlanma” veya “uyum.” Bundan kastedilen, ülke ölçeğinde uygulanacak ekonomik ve sosyal politikaların bütünüyle uluslararası finans kuruluşları tarafından belirlenmesi. Bundan da önemlisi, uygulamaların geleneksel devlet mekanizmaları ve kurumları dışında oluşturulmuş, uluslararası sermayenin belirleyici sözü söylediği birtakım “kurullar” eliyle gerçekleştirilmesidir.11
Özetle, karşımızda sermaye karşısında “eksilen” bir devlet vardır. Nereden ne eksilmektedir? Eksilme sürecini Türkiye’de neler “çözülmeye” taşımaktadır?
Yukarıdaki soruların yanıtı, başlardaki bir saptamayla ilgilidir:Türkiye’deki sermaye birikim süreçlerinin, son dönemlere kadar hep siyaset ve ideolojiyle belirli bir denge tutturarak işlemesi, bugün ise yerleşik dengeleri altüst edecek ölçülerde serbestleşmesi. Durumu anlatmak için, jeolojiden şarap imaline, kimyadan baraj mühendisliğine kadar çeşitli alanlarda geçerli “çökelme” (sedimantasyon) olgusuna bir metafor olarak başvurabiliriz.
Özetle şöyle: Türkiye’de 1923-80 dönemi, toplumsal formasyonun bütününün şekillendiği bir çökelme dönemidir, başka bir deyişle; bu dönemde gerçekleşen birikim süreçleri ile birlikte ideolojik ve siyasal yapılanmalar, kimi sürtüşmeler çözüme bağlandıktan sonra hep birlikte bir “çökelti” olarak dipte yerleşiklik kazanmıştır. Yine aynı süreç içinde, “üstteki” yeni girişler bir süre aralarında boğuşup etkileştikten sonra, bunların “ekstresi” alttaki çökeltiye eklenmiştir.
Süreç, bir dönem “kümülatif” işlemiş, alttaki çökeltinin düzeyi yükselmiştir.
1980’lerle birlikte başka bir süreç başlamıştır ve bu süreç son dönemde iyiden iyiye hızlanıp artık nitelikçe değişimi zorlama noktasına gelmiştir. Sürecin “başkalığı” şuradadır: “Üstteki” yeni girişler bir süre sonra alttaki çökeltiye eklenmek yerine, artık doğrudan bu çökeltinin kendisine nüfuz etmekte, onu seyreltmekte ve çözmektedir. Bir bakıma “küpüne zarar veren keskin sirke” deyişinde olduğu gibi.
Burjuva siyasetçilerin, “çimento”, “tutkal”, “garanti”, “teminat” türü benzetme ve deyimlere eskisine göre çok daha sık başvurmalarının nedeni de bu durumu az çok görmeleridir.
Gerçekten de, birincisi Türkiye kapitalizminin birikim süreçleri, ikincisi uluslararası kapitalizme eklemlenme biçimi (AB entegrasyonu dahil) ve nihayet üçüncüsü uluslararası politika süreçlerinde ülkeye biçilen rol, Cumhuriyet’in 1923-80 dönemi birikimini, deyim yerindeyse, “müktesebatını” reddetmekte, adeta kusmaktadır. “Çimento”, “tutkal” ve benzeri iddialar ise mezarlıktan geçerken ıslık çalma türü bir avunmanın ötesine geçmemektedir.
Gündemdeki can alıcı soru ise şudur: Eğer durum gerçekten böyleyse, ortada gerçek anlamda bir “tasfiye” yok mudur? Eğer tasfiye ise, bu tasfiyenin ilk planda yöneleceği bir mecra teşhis edilebilir mi?
Bakalım.
Mecburi Yol: Bölgeselleştirme/Yerelleştirme
Evet, kriz uyarılarına karşın, benimsenen modelde tam boy yol alınacaktır. Evet, özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnekleştirme girişimlerinde orta vadede hiçbir sınır tanınmayacaktır. Evet, emekçi sınıf içinde “durgun” ve “tortu” kesimlerin payı şişecektir. Evet, “sosyal devlet”, “sosyal adalet”, “sosyal güvenlik”, hatta uluslararası jargonun yeni buluşu olan “sosyal koruma” bile ya rafta ya lafta kalacaktır. Evet, toplumun ve yerleşik kurumların dincileştirilmesinde daha ileri gidilecektir. Hepsi tamam. Ancak, bütün bunlar geride bırakacağı bunca boşluğun ardından, en azından yeni bir çerçeve, “sürecin yönetilebileceği” yeni bir ortam veya şekillenme gerektirmiyor mu?
Bu ihtiyaç ve karşılığı, bir süredir Türkiye’deki sermaye çevrelerinin ve siyasal iktidarların gündemindedir: Bölgeselleştirme/yerelleştirme12 .
Bizde “ademi merkezilik” olarak bilinen, gelişmiş kapitalist ülkelerde belirli bir geçmişi olan bölgeselleştirme/yerelleştirme eğilimleri, neoliberal dönemde kazandığı yeni içerikle bugün hemen hemen bütün ülkelerin gündemindedir. Batıda benimsenmiş jargona bakıldığında burada söz konusu olan, merkezden yerellere egemenlik/yetki devri (devolution) ve yönetimde “yerindenlik” (subsidiarity) süreçleridir.
Bu süreçlerin tarihçesi ve evreleri bu yazı kapsamının dışında kalıyor. Bununla birlikte, günümüz ve Türkiye söz konusu olduğunda bir noktanın vurgulanması özellikle önemlidir.
Türkiye’de bölgeler/yerellikler ölçeğinde özerkliğin ve “yerindenliğin”, en azından Cumhuriyet dönemi için tarihsel bir geçmişi, geleneği ve yerleşikliği yoktur. Türkiye’de yaşanan burjuva devrim sürecine içsel, belirli bir tarihsel süreklilik taşıyan, üstelik “demokratik” özellikler taşıyan bölgesel/yerel dinamiklerden söz etmek mümkün değildir. Batıda ise durum çok farklıdır. Batıdaki burjuva demokratik devrim süreçlerinde topluluklar, eski ve henüz yeni oluşmakta olan sınıf kesimleriyle (soylular, zanaatkârlar, tüccarlar, sermayedarlar, emekçiler) ve kurumlarıyla (kilise, okul, lonca, yönetim vb.) hep birlikte bölgesel/yerel ölçekte bir dinamik ve devinim yaratmışlardır. Sonuçta üst ölçekte şekillenen klasik ulus-devlet olsa bile, bölgesel/yerel ölçek kendi konumunu ve özerkliğini belirli ölçülerde koruyabilmiştir.
Bu kısa tarihçenin önemi ise şurada: Türkiye’de geleneği, deneyimi ve kendi dengeleri olmayan bir yönetim biçimi, bugün üstelik neoliberal yeniden yapılanma temelinde ve özellikle sermayenin çıkarlarının belirleyiciliğinde Türkiye’ye getirilmek istenmektedir. Çeşitli paketler bir bütün olarak alındığında “yerel yönetimler reformu” denilen yeni gündemin özü, tam tamına budur.
Peki, geleneksizlik/deneyimsizlikle birlikte, Türkiye’deki birikim süreçleri ve dış dünyayla bütünleşmenin bugünkü özellikleri veri alındığında, bu model neleri öngörmektedir? Getirecekleri nelerdir? Bu soruların yanıtını başlıklar halinde verip geçeceğim:
- Bölgelere/yerelliklere, verili durumlarına göre farklılaşan ayrıcalıklar tanınacaktır. (iş yasalarına, vergi yükümlülüklerine uyum anlamında esneklikler ve muafiyetler)
- Bölgesel/yerel sermaye, YİD (yap-işlet-devret), borçlanma ve ortaklıklar gibi yollardan yabancı sermayeye doğrudan (merkezi yönetimi by-pass ederek) açılacaktır.
- Bölgesel/yerel ölçekteki birikim-yatırım-istihdam süreçleri, sermaye kuruluşlarının ve büyük çoğunluğu bu kuruluşlara bağımlı “sivil toplum örgütlerinin” oluşturdukları kurullar tarafından belirlenecektir.
- Yerel yönetimlerin asli görevi sayılması gereken kamu hizmetleri, şirketler aracılığıyla bugünküne göre daha fazla ticarileştirilecektir.
Yukarıda özetlenen başlıklar, kuşkusuz salt Türkiye için değil, bu tür reformların gündemde olduğu bütün ülkeler için geçerlidir. Ancak, genel yönelim ile özel durumun etkileşiminden “özgül” sonuçlar çıkması genel bir kuraldır. Örneğin, söz konusu genel yönelimin taşınacağı yer olarak Türkiye’nin böyle bir geleneğe ve deneyime hiç sahip olmaması başlı başına bir sorundur.
Devam edersek, örneğin “yurttaşlık” kavramının ölçeğinin daralması ve içeriğinin de “hemşeriliğe” kayması, Türkiye için pek çok yeni olguya gebedir. Böyle bir modelde, sermaye-ücretli emek ilişkisi anonim olmaktan çıkıp çok daha özel, kişisel ve giderek “klientalist” temellere oturacaktır. Sözgelimi, işe alınacak bir kişinin “dinine bağlı olup olmadığı” gibi hususlar çok daha fazla ön plana çıkacaktır. “Hak” kavramının yerini, aynı yörenin “hemşeri” sermayesi tarafından “kollanma” ve “kayırılma” aranışları alacaktır.13
Belki de bunlardan daha önemlisi, bölgeler/yerellikler arası rekabet iyiden iyiye kızışacaktır. Emekçiden “kemer sıkması”, daha düşük ücrete ve daha uzun çalışma saatlerine razı olması istenecekse, artık bu “ülke bağlamında” değil, kendi bölgelerinin diğer bölgeleri “geride bırakması” için istenecektir. Evet, başta TÜSİAD’çılar olmak üzere sermaye çevrelerinin sıkça yineledikleri “küresel rekabete ayak uydurabilecek bir Türkiye” yine gündemdedir; ancak Türkiye bu rekabette artık kendi bölgeleri/yerellikleriyle yer alacaktır.
Hepsinin bir “tasfiyeye” işaret ettiği açıktır da, bunların ardından “bölünme” gelir mi?
Bu, şimdi girmemiz gerekmeyen ayrı bir tartışma konusudur. Yine de, iki noktaya değinilmesi yerinde olacaktır. Birincisi, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin, üzerinde kurulduğu coğrafyayla, batılı emperyalist güçler tarafından öteden beri pek “içe sindirilemediği” bir paranoya falan değil, açık bir gerçektir. Bu gerçeğin teslimi bir şeydir, buradan hareketle “Bizi bölecekler.” mutlak yargısına varmak başka bir şey. İkincisi, yukarıda anlatılan yapılanmaya dönecek bir Türkiye’nin, her tür dış güdümlemeye, bu arada belirli merkezlerin niyeti gerçekten bu ise, bölünmeye de açık bir ülke haline geleceği ortadadır.
Genel Tablo Karşısında Liberal Solun Konumu ve Tutumu
Türkiye’de “Marksist/Marksist eğilimli” genç akademisyenlerin çıkardıkları “Sosyal Bilimler Dergisi” Praksis’i bilirsiniz. Dergi çevresi, geçtiğimiz yıl iki günlük bir “Milliyetçilikler Sempozyumu” düzenledi. Bu sempozyumdaki tebliğlerin ve tartışmaların değeri bir yana, düzenleyicilerinin sempozyum ardından söyledikleri hayli ilginçti.
Dile getirilen hayıflanmaya göre, bu sempozyumu düzenleyen solcular maça “1-0” yenik başlamış oluyorlardı. Çünkü çeşitli nedenlerden dolayı milliyetçiliğin ideolojik ağırlığını “otoriter devlet geleneğine indirgeyen”, bunun sonucunda milliyetçiliğin panzehirini liberal demokrasinin idealleştirilmesinde gören anlayışlar solda hayli yaygındı14 .
Praksis’in verdiği ipucu (“otoriter devlet geleneği” referansı ve bunun karşısında liberal demokrasinin idealleştirilmesi) bu yazının Türkiye soluna ilişkin alt başlığı açısından da ön açıcı sayılabilir. Daha açığı şöyle: Bu yazının ana teması bağlamında, soldaki değişik öbekleri ele alıp, her birinin konumunu ayrı ayrı değerlendirmek gibi bir uğraş fazla zaman alacağından, Praksis’in işaret ettiği sol anlayış muhatap seçilebilir. Hemen ekleyelim: Bu yazıda “Cumhuriyet döneminin kazanımları” ve bir de “çözülme” türü kavramlara başvurulduğundan, solun bu kesiminin gözünde maça “1-0” mı, yoksa daha farklı bir skorla mı yenik başlandığı ayrı bir tartışma konusudur.
Her şey bir yana, “muhatap”, şimdilik ülkedeki her türlü melaneti “otoriter devlet geleneğine” bağlayan ve sarılınacak ip olarak da “demokratikleşmeyi” ve AB üyeliğini gösteren kesim veya kesimlerdir.
* * *
Bu kesimin (veya kesimlerin) bugünkü konumları, tarımda kullanılan bir yöntemi, şaşırtmayı akla getiriyor. Tarımsal bir uygulama olarak şaşırtmada, fidelik veya fidanlıkta kendi türleriyle yakın mesafede birarada bulunan genç bitkiler daha serbest ve engelsiz serpilip gelişebilmeleri için kendi yerlerinden alınıp başka aşı yerlerine yeniden dikilir.
Türkiye solunda bir kesim, daha doğrusu eski solcu-yeni liberal cemaat, ipuçlarını verdiği gelişme potansiyeli tam gerçekleşsin diye, en başta ait olduğu yataktan alınıp, “aşılı” liberal demokrasi, “sivil toplum” ve Avrupa Birliği fideliğine dikilen bitkiler gibidir. Farklı yanları, serpilip gelişme süreçlerinde, ilk yataklarına ve orada kalanlara karşı hatırı sayılır bir kinle beslenmeleridir. Sergiledikleri cevvaliyet ve saldırganlık, Nedim’in “mest-i nazım kim büyüttü böyle biperva seni” dizesini anımsatacak boyutlardadır.
Demek ki, yer yadırgamadan gelişmek için bitki olmak gerekiyor.
Ancak “muhatap” alınan kesim içinde, “şaşırtma” nesnesi bitkilerden daha masum sayılabilecekler de vardır. Böylelerinin temel sorunu ise, yakalarını bir türlü kurtaramadıkları anakronizm hastalığıdır.
Hastalık şöyle tanımlanabilir: Uzak geçmişte ve farklı mekânlarda, özgün tarihsel dinamikler eşliğinde yaşanmış süreçlerin, günümüzün özel bağlamında yeniden ve aynı yollardan yaşanabileceğini varsaymak. Başka yerlerdeki özgün süreçlerin sonuçlarının günümüze ve içinde yaşanılan mekâna aynen aktarılabileceğini sanmak da aynı hastalığın kronik olmasa bile, akut hali sayılabilir.
Yukarıda söylenenin ilk bölümünün, tarihin saatini geri alma çabasından farkı yoktur. Evet, mevsimlik saat uygulamalarında saatlerin bir saat geriye alınması mümkündür. Ne var ki, burjuva devrimler bağlamında tarihin 876.000 saat geriye alınması mümkün değildir.15 Eğer tarihin bir anlamı, bir nesnelliği (farklı güçlerin eylemlerinin bir bileşkesi ve sonucu olma anlamında) varsa, bu tarihin geldiği noktadan ileriye yürünür. Kuşkusuz, üzerine basılan tarihsel zemin ve birikimin gedikleri, engelleri ve olumsuzlukları vardır. Ama yine de oradan yürünür, bu zemini ve birikimi toptan silip yepyeni bir beyaz sayfadan işe başlamaya kimsenin gücü ve iradesi yetmez.
Ya “Tamam aynen yaşamak mümkün değil, ama hiç olmazsa sonuçlarını alıp içselleştirelim.” denirse?
İyi de, bugün zaten bu yapılmıyor mu? AB ile ilişkiler çerçevesinde, özellikle son 5-6 yılda yaşananlar bu değil de nedir? Kimi çevreler bütün bunlara bakıp “Türkiye’de demokratik devrimin artık tamamlanmış olduğunu” ilan etmediler mi?
Buraya kadar mesele olmasa gerek. Yasalar, AB standartlarına, mevzuatına veya müktesebatına göre yeniden düzenlenebilir. Sözgelimi, Türkiye’de örgütlenme özgürlüğü alanında ciddi hiçbir engel kalmayabilir. Dernekler yasası AB’deki ilgili mevzuatla tam uyumlu hale getirilebilir. Bütün bunlar olabilir, yapılabilir. Kimse de kalkıp neden böyle yapılıyor diye itiraz yöneltmez. Asıl mesele şuradadır: Sermaye egemenliğinin bu ölçüde yaygınlaştığı ve pekiştiği, toplumun diğer tüm alanlarına derinden nüfuz ettiği, toplumun geniş kesimlerinin ise (kâğıt üzerinde yasak olmayan) sendikalardan bile uzaklaştırıldığı koşullarda bütün bu olanaklardan de facto kim yararlanacaktır?
Konunun bam teli ise, bir başka yerdedir. Burada, Türkiye’nin bugün bir “düzeni” olmadığı, ülkenin ucu belirsiz bir dönüşüm süreci yaşadığı söylendi, “çözülme” saptaması kimi yönleriyle irdelendi ve ardından böyle bir sürecin zorunlu rotası olarak bölgeselleştirmeden/yerelleştirmeden söz edildi. Şimdi, bütün bunların üzerine bir de AB müktesebatını ekleyip olası sonuçlar üzerinde şöyle bir düşünmek yeterli olacaktır16 .
Genel Tablo Karşısında “Ortodoks” Tereddütler
Kuşkusuz, Türkiye’de solun az önce değinilen liberal kesim dışında öbekleri de vardır. Kimileri, “demokratikleşmeciliğin” liberalizm yatağından çekilip çıkartılmasının bugün için olanaksız denecek ölçüde güç bir iş olduğunun pek farkında değildir. Bu arada “demokratikleşme” retoriğine ciddi çekinceler koyanlar da vardır. Ancak, hangisi olursa olsun, ortada hepsinin ortaklaştığı temel bir sorun bulunmaktadır.
Marksist kültürü fazla gelişmemiş solda bu temel sorunun adını koymak mümkündür: Süreklilik-kopuş ilişki ve bütünlüğünü kavrayamamak.
Türkiye solunun “sıkı duran” kesimleri, kavram çiftleri önlerine geldiğinde içgüdüsel olarak daha “radikal” olanına yönelirler. Süreklilik-kopuş kavram çiftinde de böyledir. Düşünce sistemlerinde, sürekliliğe biraz burun kıvrılır; buna karşılık, kopuş, adı üstünde radikaldir, devrimcidir, eski ve köhne olanın yıkılmasıdır vb. vb.
Gerçekten tam böyle midir?
Pek böyle görünmüyor. Düşünelim: “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” burjuva devriminin (1789) sloganı değil miydi? Öyleydi. Peki burjuva düzeninden daha ileri bir aşamayı temsil eden komünizmin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diye bir ideali hiç mi yoktur? Komünizm, aynı zamanda “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” idealinden de tam bir kopuşu mu temsil eder?
Burada temel nokta, komünizm-kapitalizm karşıtlığını oluşturan temel kategoriler ile insanlığın dünya-tarihsel ilerleyişi arasındaki ince ayrımın görülmesidir. Evet, komünizmin özgürlük anlayışı, sermayenin nemalanma özgürlüğü ile insanın emeğini satma özgürlüğünü yadsıyarak burjuva özgürlük anlayışından kopar, ama aynı zamanda kendi özgürlük tanımıyla bir sürekliliği de temsil eder. Evet, komünizmin eşitlik anlayışı, burjuva hukuk çerçevesinde kâğıt üzerinde kalan eşitlik anlayışından kopar, ama aynı zamanda eşitlik idealine yeni bir içerik kazandırarak onu süreklileştirir. Dolayısıyla, komünizm ile kapitalizm arasında temel kavramlar üzerinde yaşanan kopuş, aynı zamanda bir sürekliliğe de taşınır. Sonuçta, burjuvazinin yükseliş dönemine özgü “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ideali ile komünizmin kendi ideali arasında, insanlık tarihinin gelişimi açısından bir süreklilik vardır.
Eğer bütün bunlar boş laf ise, birinin kalkıp en azından şunu anlatması gerekir: Sahi, bir zamanların “toplumsal ilerleme” fikri (veya “belgisi”) başka ne anlama geliyordu?
“İlerleme fikri burjuva modernizminin sakat bir yan ürünüdür.” denecekse, söylenecek şey yoktur.
“Komünizm, öyle tarihsel birikimin üzerinden falan gelmez; apayrıdır ve kendi temelini kendi atar” denecekse, söylenecek şey yoktur.
“Sosyalizm, burjuva egemenliği dönemindeki sınıfsal kazanımları da reddederek yol alır” denecekse, bir kez daha söylenecek şey kalmamıştır.
Ama bütün bunlar söylenmiyorsa, bu kez Türkiye’ye ilişkin söylenecek birkaç şey vardır.
* * *
Az önce dünya-tarihsel bağlamda değinilen süreklilik/kopuş ilişki ve bütünlüğünü Türkiye’nin son yüz yıllık tarihsel sürecine yansıtmakta öze ilişkin herhangi bir sakınca yoktur.
Daha açığı şudur: Adına ister proje, ister vizyon, ister kurgu deyin, Türkiye’de herhangi bir sosyalist iktidar ve onu izleyecek sosyalist kuruluş, bu ülkenin kendi burjuva devrimi ile bir süreklilik-kopuş ilişkisi içinde olacaktır. Sosyalist devrim, Türkiye bir yana, dünyanın hiçbir yerinde, kendini önceleyen ve “beğenilmeyen” bir burjuva devrimi burjuvazinin gıyabında sil baştan onun adına yapmaz, yapamaz. Evet, önceki genel örnekte olduğu gibi, sosyalist devrim burjuva devrimin bileşenlerinden kopacaktır; ama özellikle kimi bileşenler söz konusu olduğunda bu kopuşta birtakım süreklilikler de gündeme gelecektir.
Ne gibi?
Sosyalist kuruluş döneminin Türkiye’si kuşkusuz laik olacaktır. Burjuva devriminin laikliğini “burjuva laikliği” diye eleştirebiliriz ve onu böyle yapan öğelerden kopabiliriz; ama bir kavram olarak laiklikten kopamayız. Yapacağımız, laikliği başka bir içerikte süreklileştirmektir.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerine damga vuran anti-klerikalizmi17 kimi yönleriyle eleştirebiliriz (örneğin “pozitivist” bulabiliriz), ama sosyalist kuruluş döneminin Türkiye’si mutlaka ve mutlaka anti-klerikal bir çizgide yol alacaktır.
Cumhuriyet’in kuruluş-yerleşme dönemlerine damgasını vuran en önemli olgulardan biri de aydınlanma çabalarıdır. Hepsini ve içeriğini ayrı ayrı eleştirebiliriz, ne var ki, eğitimde John Dewey pragmatizminden Köy Enstitülerine, oradan Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerine uzanan açılımların tümü aydınlanma çabaları çerçevesinde değerlendirmelidir. Evet, bu aydınlanma çizgisini eleştirebiliriz, ama sosyalist kuruluş döneminde yeni bir aydınlanma seferberliğinin zorunluluğunu inkâr edebilir miyiz?
1930’ların planlamacılığını ve sanayileşme çabalarını “burjuvazi yaratma” misyonuyla ilişkilendirebiliriz ve böyle bir ilişkilendirme kuşkusuz doğrudur. Ancak, sosyalist kuruluş döneminin Türkiye’si merkezi planlamadan vazgeçebilir mi? İşlevi elbette farklı olmak üzere (adları da farklı olabilir) sosyalist inşa sürecinin Sümerbankları, Etibankları olmayacak mıdır?18
* * *
“Canım Cumhuriyet’in kazanımları, örneğin ‘egemen ulus devlet’ bir altlık olarak sosyalizm için o kadar da önemli mi” diye? sorulabilir.
Önemli ki “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını atabiliyoruz.
O kadar önemli değilse, bunu “bütün yerelliklerin işçileri birleşin” diye değiştiririz olup biter.
Dipnotlar ve Kaynak
- Tarihsel çözümleme bağlantılı “stratejik ipuçları” terimi aslında 60’lı yıllarda ilk kez İdris Küçükömer tarafından kullanılmıştır. Küçükömer’in 1969 tarihli “Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma” adlı çalışmasının (Ant Yayınları) bir bölümü “Son Bürokrat Paşaya Sorular ve Stratejik İpuçları” başlığını taşır. Küçükömer’in “stratejik ipuçları”, bir süre unutulduktan sonra, en azından kimi yönleriyle bugün AKP destekçiliğine soyunan eski solculara esin kaynağı olmaktadır.
- T.B. Bottomore; Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, 1994, s.563.
- Ayşe Buğra; Devlet ve İşadamları, İletişim Yayınları, 1995, s. 59.
- Süleyman Demirel’le Söyleşi, Leyla Tavşanoğlu, Cumhuriyet, 29 Nisan 2007.
- Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, 2007, s.26.
- J.M. Keynes’in “Genel Teori”sinin burjuvaziyi eğitici işlevi ile ilgili olarak bkz. Yalçın Küçük; Quo Vadimus, Tekin Yayınları, 1985, s.20.
- “Daha şimdiden üniversite bağımsızlığının erozyona uğradığı; eğitim işlevi değersizleşirken araştırmanın kesin bir hâkimiyet kurduğu; bazı disiplinlerin adaletsiz bir şekilde üstünlük sağladığı; sanayi ve ekonomi politikalarına endeksli yapısıyla akademisyenlik mesleğinin etik değerlerinin ve üniversitelerin toplumsal meşruiyetinin zedelendiği gözleniyor” (bkz. Metin Özuğurlu; Üniversite-Sanayi İşbirliği Programı Üzerine Bir Eleştiri, Kültür ve İletişim, 1998, 1 (2) yaz, s.51.
- Neşe Düzel, Hasan Bülent Kahraman’la Görüşme, Radikal, 26 Şubat 2007.
- Özel bilgi olduğu için kaynak veremeyeceğim, ancak yukarıda söylenenin yerel ölçekte, anlamlı denebilecek bir örneğinden söz edilebilir. Adana’nın Karataş ilçesinde sefalet içinde yaşayan Kürt kökenli tarım işçisi ailelere ve çocuklarına yönelik “iyileştirici” girişimler, ne yöredeki toprak sahiplerinden, ne belediyelerden, ne de diğer “sivil toplum kuruluşlarından” gelmektedir. Birtakım girişimlerde bulunan tek kurum Jandarma teşkilatıdır! Diğerlerinin tek derdi elde en düşük ücretle çalışacak mevsimlik tarım işçisi bulunmasıdır. Jandarmanın derdi ise, kuşkusuz saf insancıllık değil, hiçbir yardım yapılmazsa bu kişilerin ilerde “terörist olup devletin başına bela kesilmesi” olasılığıdır.
- Halil İnalcık, ‘Türk Tarihi ve Atatürk’te Tarih Şuuru” (1963) bkz. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, 2007, s. 147.
- “Ülkenin GSMH bütününde yüzde 64’lük bir bölümü oluşturan iktisadi sektörlerde iş ve karar referansları ilgili sektörün küresel örgütleri olan üst kurul sisteminin yönetimine geçmiştir. Telekomünikasyon, enerji, bankacılık, devlet alımları, tarım vb. sektörlerinde ulusal karar mekanizmalarının yönetim güçlerinin yerini, az sayıda dünya tekelinin söz söylediği küresel piyasa almış durumdadır.” (bkz. Birgül Ayman Güler; “Neoliberal Sömürgeleşme Süreci: Türkiye Örneği”, Küreselleşmeye Güney’den Tepkiler içinde, Hazırlayanlar: Ceyhun Gürkan, Özlem Taştan ve Oktar Türel, Dipnot Yayınları 2007, ss. 187-188.
- 15 yıl kadar önce, Hürriyet gazetesinin 3 Ağustos 1993 günü attığı “Yerel Yönetimde Devrim Geliyor” manşetinden ve Tansu Çiller’in Sedat Ergin’e söylediklerinden hareketle bu konu üzerinde durmuştum. Vurgulanan temel nokta ise suydu: Birikebilecek hoşnutsuzluklar ve yeni siyasallaşma süreçlerinin merkezi güç odakları üzerindeki basıncını hafifletecek, bu anlamda “yönetememe” krizlerini yumuşatacak bir yerelleşme/yerelleştirme (bkz. Metin Çulhaoğlu, “Siyasetin Neresindeyiz? Burjuva Siyasetinde Yeni Dönem”, Gelenek, sayı: 43, Ekim-Kasım 1993, s. 16.
- Bölgeselleştirme/yerelleştirmenin olası sonuçları konusunda bir değerlendirme: “Bu tür bir strateji sonucunda ortaya çıkacak yeni yapılanma, yerelleşme söyleminin öngördüğünün tersine, çoğulcu bir temsiliyet ilişkisinin kurulmasına hizmet etmekten çok AKP’nin dayandığı sermaye gruplarını öne çıkartıp klientalist ilişkileri yaygınlaştırırken, sınıf temelli bir siyaset anlayışının önünü tıkayacak ve çalışan sınıfların muhatap olarak alabileceği bir merkezi de muğlak hale getirerek devletin hem sorumluluklarından hem de oluşabilecek baskılardan kaçmasına zemin hazırlayacaktır.” (Tarık Şengül, “Yerel Devlet Sorunu ve Yerel Devletin Dönüşümünde Yeni Eğilimler”, Praksis 9, Kış-Bahar 2003, s. 217)
- Bkz. “Milliyetçilik (ler) Sempozyumunun Ardından”, Praksis 17, Kış 2007, s. 12. Yazıda belirtildiğine göre, “indirgemeci” ve “liberal demokrasiyi idealleştirici” anlayışların yaygınlaşmasında, Marksist teorik birikimin milliyetçilik konusundaki göreli yetersizliği ile birlikte, Türkiye’de milliyetçiliğin ideolojik ağırlığının hakkından gelebilecek düşünsel/teorik birikimin yaratılamamış olmasının payı bulunmaktaydı (s. 11). Praksis’in iyi niyetinden kuşku duymamakla birlikte, bu tespitin “idealist” ağırlık taşıdığını söylemek zorundayım. Kuramsal birikim/çözümleme alanında doyurucu ve yetkin ürünlerin ortaya konması durumunda “indirgemeci”, yüzeysel veya başka sakatlıkları olan yaklaşımların etki alanının daralacağı veya yok olacağı düşüncesi, söz konusu yaklaşımların maddi/nesnel temellerini boşladığı, meseleyi “Yetkin düşünce yüzeysel düşünceyi kovar.” türü bir basitliğe indirgediği için kanımca idealist bir beklentidir. Unutmayalım: Marx’ın değer teorisi sermayenin hareketine ve kapitalizmin yasalarına ilişkin çözümlemeleri, yetkinlik ve bilimsellik açısından kendi döneminin diğer sol-sosyalist düşüncelerinden fersah fersah ilerideydi, ama Marx’ın düşüncesinin döneminin rakip düşüncelerini alt edip sınıf hareketinde başat duruma gelebilmesi için yıllar geçmesi gerekecekti.
- Örnek olarak Türkiye’de burjuva devrimin önemli bir etabı, 1908 yılı alınmış, bu sürecin önce İttihat ve Terakki’nin, sonra Kemalist elitin zorladığı gibi değil, daha demokratik, daha ademi merkeziyetçi, öz yönetimci, sivil toplumcu ve mozaikçi tarzda yaşanması için saatlerin ne kadar geriye alınması gerektiği hesaplanmıştır: 2008 – 1908 = 100 x 365 x 24 = 876.000 (not: Şubat aylarındaki değişkenlik ihmal edilmiştir).
- Türkiye için görüşme gündemini oluşturan AB müktesebatı 35 bölümden oluşmaktadır. Bunların arasında yer alan “malların serbest dolaşımı”, “hizmet sunma serbestîsi”, “sermayenin serbest dolaşımı”, “tarım” ve “bölgesel politikalar” yazıda değinilen bölgeselleştirme/yerelleştirme reformu bakımından özel önem taşımaktadır. Kuşkusuz, “kişilerin serbest dolaşımı” da AB müktesebatı içindedir; ancak bunu “vermeyeceklerini” açıkça söylemişlerdir!
- “Klerikalizm”, dinsel kurumların ve din görevlilerinin, kendi alanları dışında, toplumsal konularda da nüfuz sahibi olmaları veya buna çabalamaları anlamına gelir. Dolayısıyla, anti-klerikalizmi “ateizm” veya din düşmanlığı ile karıştırmamak gerekir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin “hızlı” anti-klerikalizmi konusunda ek bilgi: “İlahiyat Mektebi’nin 1925’te 284 öğrencisi vardı, 1926-1933 arasında bu sayı 167’den 20’ye düştü. 1941’de ise öğrencisi kalmadığından kapatılarak yerine İslam Araştırmaları Enstitüsü geçti. 1924’te imam hatip okullarının sayısı 29’u buluyordu. 1930’da bu sayı 2’ye indi ve aynı yıl bu okullar kapatıldı” (Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, AFA Yayınları, İkinci Basım 1996, s.67 dn.).
- “Bank” sözcüğünden irkilebileceklere: 1917’yi izleyen dönemde Sovyet Rusya’da bankaların yeri ve işlevleri konusunda bkz. E.H. Carr, Bolşevik Devrimi 2(1917-1923), Çeviren: Orhan Suda, Metis Yayınları 1998, özellikle s. 233.