Gelenek yolumuzu aydınlatıyor…
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü sonrasında dünya kapitalist sistemi çözülüş süreci içerisinde şekillenen bir dizi dinamik tarafından yeniden tarif edildi. Söz konusu yeniden yapılandırıcı dinamikler sosyalizmin dünya kapitalizminin tarihsel yörüngesinde yaratmış olduğu büyük gedikten alınan derslerle yüklüydü. Sanıyoruz ki derslerden en önemli ikisi şöyle tarif edilebilir:
İlki, kapitalizmin ezeli ve ebedi olduğu konusunda yaratılmaya çalışılan “gerçeklikle” ilintilidir. Kapitalizmin düşünsel temsilcilerinin başından itibaren sırtlarını yaslamaya çalıştıkları bu “gerçeklik”, Ekim Devrimi ile ağır bir darbe almıştır. Ardından sosyalist sistemin iktisadi, uluslararası politik ve sosyal alanlarda göstermiş olduğu hızlı gelişme söz konusu “gerçekliğin” yerle bir olmasına neden olmuştur. Tarihsel akış, örneğin iktisadi alanda, serbest piyasanın imkânsızlığı ve planlı ekonominin üstünlüğünü kanıtlamıştır. Fakat, değerlendirilmesi bu yazının kapsamı dışında kalan bir dizi faktör sebebiyle, sosyalizmin ileri atılamayıp geri düşmesi neticesinde ideolojik planda ortaya çıkan boşluk, o dönem yeni oluşan neoliberal ideoloji tarafından hızla doldurulmuştur. TINA (There Is No Alternative- alternatif yok) tabir edilen açılım, kapitalizmin sosyalist ideolojinin gerilediği bir dönemde cüretkâr bir biçimde radikalleşmesini anlatıyordu. Dolayısıyla alınan derslerden ilki alternatiflerin varlığının, aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin tarihsel karakterinin ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalist sistem, yeni evrensellikler/ putlar üretmiş, ürettiği evrenselliklerin yerelliklerde yeniden üretilmesi yoluyla mevcut yapısına kavuşmuştur.
İkinci ders ise az önce bırakmış olduğumuz nokta ile bağlantılandırılarak ifade edilebilir ve siyasetin tanımı ile ilgilidir. Siyasal düzlem, pek çok şekilde gösterilebileceği gibi farklı tarafların varlığını verili kabul eder. Daha doğrusu, siyasetin varlığı farklı tarafların varlığı ve çatışması ile özdeştir. Ne var ki Soğuk Savaş sonrasında kapitalist sistemin ideologları, çok güçlü bir biçimde farklı taraf kabul etmediğini belirtmiş ve az önce de belirttiğimiz gibi evrensel bir programla hareket etmiştir. Dolayısıyla egemenler, siyaset kurumunun eski biçimiyle ortadan kaldırılması gerektiği konusunda doğrudan olmayan bir karara da imza atmışlardır. Zizek içinde bulunduğumuz durumu bu nedenle “post-siyasal” olarak adlandırmaktadır.1 Siyaset, farklı toplumsal çıkarları temsil eden ajanların ve/veya sınıfların kendilerini ifade ettikleri ve karşı karşıya geldikleri bir alan olmaktan çıkarak, teknokratlar tarafından belirlenen ve asli işlevi piyasa mekanizmasının işleyişinin önündeki engelleri kaldıran bir kurum haline gelmiştir. Söz konusu tarif tanım gereği “toplumsal”dan bağımsızdır. Zaten Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelişini izleyen iki savaş arası dönemde; ama özellikle İkinci Savaş sonrasında siyasette kitlelerin varlığının çok ağır sonuçları olduğu görülmüştür. Dolayısıyla ikinci ders, siyasetin kitlelerden arındırılması ve sömürülen sınıfların (da) temsil edildiği bir düzlem olmaktan çıkarılmasıdır. 2
Şu açıktır ki; kapitalist sistemin ideologları ve temsilcileri “alternatif yok” dediğinde nasıl “alternatif” ortadan kalkmıyorsa, siyasetin sömürülenlerden arındırılması işleminin de tam mânâsıyla başarıya ulaştığını ya da ulaşacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla “post-siyasal” derken siyasetin ortadan kalktığı değil, siyasal temsil biçimlerinin değiştiği bir döneme işaret ediyoruz. Kısaca söyleyecek olursak, toplum üzerine uygulanan bozucu basınç, son 30 yılda siyasi düzlemin de yapısının değişimine, doğru tabirse eğer bir “çürüme”ye neden olmuştur.3 O halde yanıtını aramamız gereken soru şudur: Eğer siyasal zemin böyle bir çürüme/ dönüşüm ile malûl ise komünist hareket siyaset üretirken hangi yöntemlere başvuracak, hangi toplumsal kesimlere yönelecektir? Başka bir şekilde ifade edecek olursak, “komünist ezber” bu yeni düzlemde ne kadar bozulmuştur?
Bu sorunun hayatiliği ortada. Üstelik bu soruya söz konusu değişimi kategorik olarak reddeden bir yanıt vermek de günün gerçekleri ile örtüşmemekte. Katı olan her şey buharlaşmamış olsa da kabul etmek gerekir ki, öncesinde buhar olan ve siyasal yapıda yerleşiklik arz etmeyen kimi söylemler birbirleri ile girift ve siyasal sistemin geometrisini bozacak biçimde katılaşmış durumdadır. Bu yazının amacı burada sunduğumuz arka plan ışığında yukarıda sorduğumuz sorunun özel bir bileşenine yeni dönemde siyaset ve yayıncılık ilişkisine mercek tutmak.
ilk sormamız gereken soru açıktır ki siyasal alanın nasıl bir değişime uğradığıdır.
Yeni Dönemde Siyaset – Söylem – Eylem
Sanıyoruz ki küreselleşme sürecinde siyasal alanın dönüşümü üzerine şu gözlemi yapmak mümkündür:
Siyasal alan, temsilin tiyatro, drama, müzikal formlar, spor ve eğlence, televizyon ve güzel sanatların mantığına koşut edimsel (performative) biçimlerin işgali altında kıvranmaktadır. Bu durum, sembolik olanın sözlü iletişime, zahiri olanın fiili olana, ritüelin öğrenme deneyimi üzerine olan zaferidir.4
Böyle bir dönüşüm ister istemez özneyi edilgen kılan bir dönüşümdür. Dolayısıyla emekçi sınıfları siyaset sahnesinden uzaklaştırmanın en etkili yollarından biri –belki de apolitikleştirmeden daha çok– budur. Türkiye’de emekçi sınıfların ve kitlelerin kategorik olarak siyasetten uzak olduğunu söylemek mümkün değildir. Değişen, beğenelim ya da beğenmeyelim, siyasetten ne anlaşıldığı olmuştur. Türlü örnekler verilebilir: Kendisini en genel anlamıyla solcu olarak adlandıran bir gencin örgütlenme ya da mücadele perspektifi içinde olmaktansa Che tişörtü giymesi ve kendisini bu şekilde “ifade” etmesi… Maaşlarına zam isteyen kamu emekçilerinin artık bir klasik halini alan halaylı, kostümlü protestoları yahut Başar Sabuncu’nun yıllanmış filminde (Çıplak Vatandaş) olduğu gibi vatandaşın soyunması ve çıplaklığı bir ifade biçimi olarak görmesi…
Genel olarak siyasetten bahsettiğimize göre örnekleri çeşitlendirmek ve genişletmek de mümkün. Yakın dönem kimi gelişmelerin betimleyici olduğu inancındayız.
Bir MHP örgütünün yaz aylarında araç plakalarında yer alan AB bayraklarının üzerine Türk bayraklı etiketlerin yapıştırılması çağrısı yaptığını ve bu çağrının bir dönem için MHP’nin tabanını aşan biçimde karşılık bulduğunu gazete haberlerinden hatırlıyoruz. AB’ye olan desteğin gün be gün azaldığı ancak sürecin belli bir ivme ile daha doğrusu bozucu bir engel ile karşılaşmadan devam ettiği ülkemizde AB’ye karşı örgütlenmeyen, sokağa dökülmeyen kitlelerin “tepkisi” bu şekilde olmuştu.
Bir diğer örnek, cumhuriyet mitingleri ve arkasından gelen süreç olabilir. Cumhuriyet mitingleri esnasında milyonlarca insanın sokağa döküldüğü artık Türkiye tarihinde bir vakıa olarak yerini almış durumda. Genellikle Mustafa Kemal’in ulusal direniş döneminden kalma kalpaklı görüntüsünün eşlik ettiği bayrakların hâlâ büyük kentlerde balkonları süslediğini söylemek mümkündür. AKP’nin Kemalistlere karşı kazandığı ezici “seçim zaferi”nin ardından duruma direnç göstermek yerine kimliğini ifşa etmek amacıyla böyle bir yolun tercih edilmiş olması yalnızca grup kimliği ile açıklanabilecek bir durum değildir. Söz konusu olan siyaseti hayata içselleştirmeyip dışa vurmaktır. Cumhuriyet mitingleri ilk bakışta söylediklerimize zıt bir içerik taşıyor gibi görünse de takip eden süreç göstermektedir ki bu istisnai kitle hareketi yerini sembolizme ya da başka yakıştırmalar ile bir tür ritüele bırakmıştır.
Başka bir örnek yine Kemalist cenahtan gösterilebilir: Kanaltürk. Söz konusu kanalın Kemalistler için “namus meselesi” haline gelmesi Kemalizmin siyasal alanda itilmiş olduğu marjinal konumun yanı sıra görselin ve izlemenin, bir anlamıyla “zahiri siyasetin” göstergesidir. İnsanların televizyon izlemeyi siyaset yapmak ile aynı gördüğü bu örnek, söylemek istediklerimiz açısından özellikle çarpıcıdır. Bir televizyon kanalının görünürde karşıt bir sermaye grubuna satılması, Kemalist bireylerin siyaset kanallarının da kapanması anlamına gelebilmiştir. Sanal ortamda çokça dolaşan bir yorumun gösterdiği de budur: “Biz Kaç Kişiyiz” örgütlenmesine üye bir emekli insanın “kahvehaneye utancımdan giremiyorum” demesi, yalnızca bir yenilgiye değil, aynı zamanda televizyon kanalı ile birlikte kendisinin siyaset yapma olanağının da ortadan kalktığına işaret etmektedir.
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki yeni dönem siyasetten anlaşılan eylemden çok sembollerdir. Bu noktada eylemin karşıtı olarak söylemin yapacağı çağrışıma dikkat çekmenin de faydası olacaktır. “Her şey lafta kalıyor.” sözü söylemin gücünü değil, zayıflığını göstermektedir. Zira güçlü bir söyleme dayalı siyaset ister istemez eylemi beraberinde getirecektir. Güçlü bir söylemin lafta kalması –çok özel baskılamalar dışında– pek mümkün değildir. Bu ifadenin tersi de doğrudur. Siyasal eylem, etkinliği açısından kendisini söylem düzeyinde de kuvvetli kurmalıdır.
Türkiye’de durum nedir? Vereceğimiz örnek sanıyoruz Türkiye siyasetinde belagatin yerinin ne kadar daraldığının da göstergesidir. AKP’nin seçim dönemi afişlerinde yer alan kimi unsurların (“elektriğe filanca yıldır zam yapmadık”) seçimlerin hemen sonrasında yerle bir olması ve CHP, MHP ya da DTP tarafından gündem edilmemiş olması, siyasette belagatin de tükendiğini göstermektedir. Söz konusu partiler, siyasal söylemde bunlara söylemsel düzeyde dahi olsa yer vermelerinin kendilerine siyasal bir çıkar sağlamayacağını düşünmüş ve ardından kendilerine rezerve edilen siyasal bölmelere (sırasıyla laiklik, milliyetçilik, Kürt sorunu) geri çekilmişlerdir. Birinci AKP iktidarı hükümeti süresince siyasette güçlü bir AKP karşıtı söylemin tutturulamamış olması ve bunun ikinci AKP hükümeti dönemine sarkması (ve meclise giren diğer özneler tarafından yeniden üretilmesi) yalnızca öznel yetersizliklerle değil, yapısal kısıtlarla ilişkilidir. Bize göre kimse muhalefet yapma diye CHP’nin, MHP’nin ya da DTP’nin elinden tutmamıştır. Siyasal yapıdaki bu dönüşüm belagatin de sonu anlamına gelmiştir. DTP’nin son dönem giriştiği “eylem”lerin de bu çerçevenin içinde değerlendirilebileceği kanaatindeyiz. Başta yaptığımız alıntıya dönecek olursak Kürt siyaseti de “edimsellik” altında ezilmekte, bir süredir söylediğimiz gibi apolitik bir eksen hareket etmeye çalışmaktadır. Siyasal içerikten yoksun bu eylemler bir dışavurum–gösteri biçiminde vuku bulmaktadır. CHP’nin nihayet, ancak emperyalizmden gelen talimat, sermayenin net desteğini arkasında hissetmesi ve Almanya’dan esen rüzgâr ile burjuva sınırlar dâhilinde “gerçek” siyaset yapmayı denemesi de nihayet bir “ilkokul temsili” ile sonuçlanmıştır: Dengir Mir ile Kılıçdaroğlu’nun medyatik buluşmaları. Bu örnekler göstermektedir ki siyaset, eylem ve söylem arasındaki bağ derin biçimde tahrip edilmiştir. Burjuva siyasetinde muhalefet, “oyun kuralına göre oynandığı sürece” imkânsızlaşmıştır.
Pekiyi bu esnada sahnede siyaset yapabilen tek aktör olarak görünen AKP nasıl siyaset yapmaktadır? Bunun iki sebebinden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki Türkiye’nin yakın zamana değin içinden geçmekte olduğu süreçle ilgilidir. Türkiye’de sermaye grupları arasında siyasal temsile de yansıyan geleneksel fark ortadan kalkmıştır. AKP, sermayenin bütün olarak kısa ve orta vadeli çıkarlarını temsil eden siyasal parti olarak tekleşmiştir. Bunda emeğe saldırı noktasında ortaklaşan sermaye gruplarının esas olarak emperyalist programın ağırlığı altında birbirleri ile perçinlenmiş olmalarının payı büyüktür. Bu durum AKP’ye serbesti yani siyasal hareket alanı tanımıştır, ancak bu dönemin sonuna gelinmiştir. Gerek iktisadi gerek siyasi olarak geleneksel sermaye ile “yeni sermaye” bir yol ayrımında bulunmaktadır. AKP’nin bu ayrımda giderek geleneksel söyleme tutunmaya çalışmasını bu şekilde anlamak gerekmektedir. Diğer bir nokta ise, AKP’nin geleneksel siyasi parti yapısını korumasıdır. Örgütlü bir siyasi yapı olarak AKP kendisine siyasi hareket alanı yaratabilmekte, üzerinde yükseldiği “şebeke”yi iktisadi ve siyasi anlamda etkili biçimde kullanarak kendisini diğer siyasi yapılardan farklı kılabilmektedir.
Siyasal yapıdaki bu değişimin daha dikkatli bir biçimde ele alınması gerekiyor. “Ergenekon temsili”nin ve siyasi yapıdaki etkisinin de bu bağlamda değerlendirilebileceği kanaatindeyiz. Ergenekon temsili, AKP’nin oyunu gerektiğinde kuralına göre oynadığının da göstergesidir.
* * *
Bizim tartışmamız için önemli olan kimi temel tezleri toparlayacak olursak: 5
Siyasal alanda “görüntü” baskın hale gelmiştir.
Bu görüntüler tanımları itibariyle çarpıktır.
Siyasal alana görüntünün hâkim olması, siyasal alanın “edimsel biçimler tarafından işgali” anlamına gelmektedir.
“Görüntü”nün siyasal alanı işgali bu alandaki söylem ve eylem arasındaki ilişkiyi koparmıştır.
Söylem ve eylem arasındaki bağın kopuşu siyasal alanda aynı zamanda her ikisinin tükenişi anlamına gelmiştir.
Örgütlü mücadelenin önemine vurgu yapmak için AKP örneğine elbette ihtiyacımız yok, ama aklını AKP’nin meziyetleri ile bozmuş olan ve giderek daralan “sol” kesimlerin örneğin bir de bu tarafına bakmaları gerekmektedir.
Siyasetin bir bütün olarak bir görüntüler yığınına indirgendiği bu dönemde atomize edilmiş bireyler ve yığınlar izleyici durumundadırlar. Bu filmin her karesinde söz konusu “aciz” bireylere sermayenin kadir-i mutlak karakteri ve “mevcut” olandan çıkışsızlık dayatılmaktadır.
Siyaset ve Yayın… Nasıl?
Siyasetin tarifi nasıl bir yayıncılık ve yayıncılığın merkezinde duran “dil” konusuna açıklık getirmesi açısından önem taşımaktadır.
Yukarıdaki tablo aynı zamanda ideolojinin artan önemine dikkat çekmektedir ve bir tehdidi içinde barındırmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde siyaset yapmadan yapıyormuş zannetmek, yapıyormuş gibi görünmek, “görüntü”lerle cebelleşmek, örneğin asker- sivil “gerilimine” takılıp solculuk yapmak pek olasıdır. Tümüyle tanımların ve doğruların ters döndüğü bir dönemde ideolojinin özel bir rol üstlendiğini söylemek bir yere kadar önem taşımaktadır. Bundan daha önemli olan kısım hangi ideolojik öğelerin ağırlık kazanacağıdır.
İdeolojik mücadelenin en önemli başlığı “sınıf”ı siyaset sahnesinin bir öğesi haline getirmektir. Sınıf kavramı, sınıfsal bakış 1990’ların başında olduğundan daha büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Günümüzdeki saldırı, 1990’ların başındaki saldırının üzerine inşa edilmektedir. İşçi sınıfı gerek dünyada gerekse Türkiye’de söz konusu saldırıyı göğüsleyememiş, kaybettiği mevzileri geri alamamıştır. “Sosyalizmden geride kalan dünya” 6 tezinin bir ayağını da bu durum oluşturmaktadır. 1990’ların başında bugünler için serpilen gericilik tohumları büyük bir iktisadi “şebeke”nin kilit ideolojik unsuru olarak bugün işçi sınıfını teslim almış durumdadır. Gericilik, işçi sınıfını sınıf kimliğinden koparmakta, sınıf kimliğinden kopan işçiler gericiliğin hem nesnesi hem de “öznesi” haline gelmektedir.
Bu arada, kitlelerin “düşünümselliği” olabilir mi? Yanıt, kestirme ve açıktır: Kitlelerin kendi düşünümselliği olamaz; ancak kitlelerin dünyası, düşünümselliği olan kapitalizmin eylemleri ve söylemleriyle biçimlenir. Daha açığı şu: Sosyalizmin olmadığı değil, geriye bıraktığı bir dünyanın kapitalizmi, kitlelere hem maddi hem ideolojik anlamda çok daha fazla saldırmakta, boyunduruğunu daha da sıkılaştırmaktadır.7
İdeolojik olarak diğer önemli nokta “devrim”in kendisidir. Devrim, iki açıdan önemlidir. Devrim’in altının çizilmesi, değişime ve çıkışa işaret etmek anlamına gelmektedir. Devrim vurgusu sınıfın siyasete dâhil edilmesi noktası ile ilgilidir. Devrim, bir soyutlama olan “işçi sınıfının” iktidarın devrimci biçimde ele geçirilmesi üzerinden yeniden tarifi anlamına da gelmektedir.
Üçüncü nokta, önümüzdeki dönemin kendine has özellikleri ile ilişkilidir. Söz konusu dönem, kriz dönemidir. Bu kriz dönemi, herhangi bir kriz dönemi olmadığı için olağandan çok daha fazla “belirsizlik yüklüdür ve deterministik değildir.”8 Deterministik olmayan bu dönemde öncü öznenin yapması gereken boşluk bırakmamaktır. Öncü özne, tabir eğer uygun ise, bu dönem Türkiye’deki ve dünyadaki 1980 dönemecinden sonra içine girmiş olduğu “defansif” duruştan çıkmalıdır. Bu duruşa bir son verilmesi neden gereklidir? Devrimci kimliğin korunması açısından katkısı çok büyük olan bu birikime dayanan bir gelecek inşası olanaksızdır. Bu bir reddi miras değildir. Zaten böyle bir reddi miras büsbütün üzerinde yürüdüğümüz siyasi hattı reddetmeden mümkün değildir. O dönemin ürettiği değerler kimliğimizin bir parçasıdır.
Ancak mesele şudur: Geçmişin birikiminin geleceğe tahvil edilmediği noktada kıymetsiz, daha önemlisi mevcut haliyle çürütücü olduğu bir noktadayız. Söz konusu değerler mücadele için gereklidir ve yeniden üretilmelidir. Bu da bizi ikinci gerekliliğe getirmektedir: Bu dönemin karakteri dönem içindeki mücadele tarafından belirlenecektir. Bu dönem öncü özne, geniş kesimlerin taleplerini dile getirmeli, toplumun farklı kesimlerinin farklı duyarlılıklarını kapsamalıdır. Söz konusu “mücadeleler” hem öznenin sınıfa ulaşmasını sağlayacak, hem özneyi yeniden şekillendirecek, hem de bu döneme rengini çalacaktır. Burada söz konusu olan farklı “kimlik”lere dönük siyaset değildir. Dağınık, öğütülmeye müsait tepkilerin örgütlenmesinden bahsediyoruz. Bu dişe diş bir mücadeleyi gerektirmektedir. Söz konusu mücadele hem bu tepkilerin geleneksel siyasal yapı ile olan bağlarının çözülmesini hem de devrimci program çerçevesinde yeniden tarif edilmesini gerektirmektedir. Anti-emperyalizm/ yurtseverlik bir tema olarak bu mücadelenin gerekli unsurudur ama kendi başına yeterli değildir. Bu dağınık, öğütülmeye müsait tepkilerin yurtsever/ komünist omurga ile buluşabilmesi için gerekli mekanizmaların yaratılması gerekmektedir.
Bu yazı söz konusu mekanizmalardan “yayın” başlığına odaklanmaktadır. Söz konusu tablodan yayıncılığa ilişkin dört ana görev çıkmaktadır:
Sol
Sol, bu kez ezberini bozmalıdır; anti-emperyalist, anti-kapitalist, iktidarı isteyen, mücadeleci, devrimci bir hat lehine. Bunun siyasal öncünün yayın politikası ile ilişkisi açıktır. 1980’den (ve belki yetmişlerden) itibaren ezberi sürekli liberalizmin lehine bozulan Türkiye solunun hâlâ diri kalan çok sınırlı sayıdaki kadro ve kitlesini örgütlemek ve kendi tarihimiz içinde iki önemli dönemeçte ortaya çıkarabildiğimiz gibi (ancak bu kez korumak üzere) yeni bir devrimci matris oluşturmak öncü örgütün sorumluluğundadır. Bu matrisin kalıcılığı, siyasetin birleştiriciliğine verilen rolle yakından ilişkilidir. Siyasetin birleştiriciliği, siyaseti masaya yatırmayı gerektirmektedir. İttifaklar bu masada şekillenecektir. Burada yayınlarımıza düşen rolün altının ayrıca çizilmesine gerek yoktur. Yayınlarımız hem tartışma platformumuz hem de mücadele aracımızdır. Mücadele hattının zenginleşmesi, kadroların yetkinleşmesi ve en önemlisi yalnızlaşmamak, aklımızı diri tutmak için gereklidir. Kritik nokta neyin nasıl tartışılacağıdır. Merkezde siyasetin, Türkiye devriminin çıkarlarının durması kilit önemdedir. İçe dönmeden, egosantrizme düşmeden bu tartışmayı yürütebilecek, buradan devrimci enerji çıkarabilecek olgunluk Gelenek– TKP hattının biriktirdikleri arasındadır.
Gericilikle Mücadele ve Örgütlenme
Gerici saldırı önümüzdeki dönemde şiddetlenerek devam edecektir. Gericilik, Türkiye’deki hali ile ne sadece milliyetçilik, ne de dinciliktir. Türkiye’de gerici ideoloji liberalizmin kanatları altında dincilik ve milliyetçiliğin yan yana durduğu özel bir biçim almıştır. Piyasa, millet–ırk, din–tanrı üçgeni içinde “akıl”ın bulunabilmesinin olanağı yoktur. Krizin yaratacağı tepkileri soğurmak için Türkiye ve diğer geri kapitalist ülkeler daha gerici rejimlere yönelmek durumundadır. Yazımızın ilk bölümünde çizmeye çalıştığımız çerçeveye gönderme yaparak Türkiye’de gericilik gazına daha kuvvetli basacak bir rejimin “tek kişilik” gösteriye, bir çeşit neo-faşizme meyletme olasılığı mevcuttur. Gericiliğe müdahale etmek ve siyasette gerçek bir parametre haline gelebilmek için bu dalganın kırılması gerekmektedir. Bu ideolojik saldırının kırılabilmesi için en geniş yaygınlığı hedefleyen, etkili ve sürekliliği olan bir yayıncılık politikası da ihtiyaçlarımız arasındadır. Bizim kavramlarımızla düşünmeyen, “felaket” dediğimizde felaketi hissetmeyen bir kitle ile yola devam edebilmek mümkün değildir.
Partili mücadelenin birikim noktaları dikkatle analiz edilmelidir. 1990’ların sonlarında üniversitelerde yaratılmış olan devrimci direnç kuşağının kritik unsurlarından bir tanesi budur. Partili mücadele o dönem için kavramlarını ve siyasal çerçevesini üniversitelere başarı ile dayatabilmiştir. Üniversitelerde dönemin tartışması, nereden bakılırsa bakılsın nedenleri ve gidişatı ile “restorasyon”,“emperyalizm”, “dinci gericilik” ve çözüm olarak “sosyalizm”dir. Başka bir deyişle söyleyecek olursak tartışılan “askeri vesayet rejimi”, “komplo teorileri”, “demokratik haklar” ve çözüm olarak “demokratikleşme ve sivilleşme” değildir. İkinci çerçeveden yaklaşan çevrelerin dahi o dönem bizim kavramlarımızla kavga etme gereği hissetmeleri önemli bir başarıdır. Açıkça söylemekte fayda var; bu başarı, siyaseti Türkiye solunun o gün hayal bile edemediği bir zenginlik içinde sunan, inatçı ama kestirmeci olmayan, “hizipçi” değil ama kavgacı soL dergisine borçludur. Burada yayının niteliği ve dönemin ihtiyaçları ile örtüşmesi kadar taşıyıcı kadroların sahiplenmesi ve ısrarı asıl belirleyici olmuştur. Parti, aynı başarıya sol içine dönük olarak –büyük enerji harcayarak da olsa– “yurtseverlik” ve “Ergenekon” tartışmalarında ulaşabilmiştir. Bunda hem emek hem de fikir-yoğun bir süreç sonucu çıkan, “Ergenekon” meselesini ilk günden “liberallere gün doğacak” 8 ile karşılayan soL günlük internet gazetesinin büyük payı vardır. Fakat belirtmek gerekir ki, 2008’in TKP’si 1990’ların sonundaki SİP değildir. Sol içinde haklılık bugün yetmemektedir.9
Yurdakul Er, geçtiğimiz yıl soL için kaleme aldığı bir yazısında şu gözlemi yapmaktaydı:
Türkiye, yepyeni bir devrimci kuşak çıkarmış bulunuyor. Entelektüel şiddetiyle geçmişin hiçbir kategorisine sığmayan, ancak sosyalizmi kurarsa dünya “tefekkürüne” de yeni yollar açabilecek kalemler aramızda. Tarihinde ilk kez, Türkiye devrimci hareketi entelektüel hegemonyasını bu düzeyde ilan etmiş bulunuyor. Gazetemiz “soL”a böyle bakabiliriz.10
Bu gözlem bir diğeri ile devam ediyordu: “Eksiğimiz sokaktadır.”
Bu gözlem çok önemlidir. Türkiye solunun lügatine “entelektüel şiddet” ifadesini sokan ve oldukça iyi bir iş yapan Er, elbette burada entelektüel şiddetin artık gereksiz olduğuna değil, esas gereksinimin başka yerde olduğuna işaret etmektedir. Bunu Kemal Okuyan, 22 Temmuz seçimlerinin ardından soL’a vermiş olduğu röportajda şu şekilde ifade etmiştir: “Bugünün Türkiyesi’nde ilkeleriyle, programıyla büyüyen, işçi sınıfına ulaşan, örgütlenen ve mücadele eden bir hareket yaratılmalıdır. Sermaye sınıfının karşısına geçmeden ayna karşısında süslen dur! Olacak iş değil!”11
Daha büyük parti, daha gerçek siyaset için emekçiler ve siyaset arasında bağ kuran bir “medya” ihtiyacı hâlâ ortadadır. Öte yandan elimizdeki araçların ve yeni yayın politikamızın sınırlarını gördüğümüz de söylenemez.
“Teorik İhtilalcilik” ve Teorik Yayın
Teorik ihtilalciliğin “modası” geçti mi? Teori, bir moda değildi ve teoriye olan ihtiyaç bitmedi. Bölgemizin en eski komünist partilerinden olan Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) günlük gazetesi olan Rizospastis’in (Radikal), Parti’nin 90. yılını kutladığı geçen günlerdeki sayısında manşet şöyle diyordu: “Öncü teori, öncü eylem.” Son krizle birlikte dikkate alınması gereken değişken sayısı ile devrimcilerin nereye bakacaklarını ve ne göreceklerini söyleyen teoriye olan ihtiyaç artmaktadır. Krizin nereye varacağı, devrimci çıkışın nerede patlak vereceği soruları tümüyle teorik olarak yanıtlanmasa dahi teorik araçlar sayesinde çözümlenecektir.
Burada üç nokta büyük önem taşımaktadır: İlki, teorik üretim, illâ ki bir sürecin sonucu olarak kurgulanacaksa bu süreç “entelektüel bireysel gelişim” süreci değil, nesnelliği dönüştürme sürecidir. İkinci nokta ise partinin teorik üretim süreci ne kadar canlanırsa parti üyelerinin bu ikisi arasında tanımlayacağı mesafe de o denli kısa hale gelecektir. Üçüncü nokta, bunun çıktısı olarak örgütsel olan ile teorik olan arasındaki mesafenin minimal düzeyde tutulması gereklidir. Ancak söz konusu minimal mesafenin tayin edicisi “merkez”dir. Teorik yayın bu üçlü problematiğin merkezinde durmaktadır.
Dolayısıyla özetleyecek olursak, neyin nasıl görüleceğini belirleyen teorinin bu siyasal ve bilimsel işlevi, partili bireyin mücadelesinin önemli bir boyutu ve örgütün sağlıklı biçimde gelişmesinin bahsettiğimiz koşulu teorik yayın ile ilişkilidir. Her ikisinin kesişiminde duran ihtiyaç ise açıktır: Üretimin niteliği ve miktarı. Bu satırlar 100. sayısını devirmiş bir teorik organda yazıyor olmanın rahatlığı ile değil, yapılması gerekip yapılamamış olanların ağırlığı altında yazılmaktadır. Gelenek, Türkiye soluna herhangi bir teorik yayından çok daha fazla katkı yapmış olsa da bu katkı öncelikle sınırlı sayıda insan tarafından sırtlanılmıştır, ikincisi, söz konusu katkı muazzam olsa da yapılması gerekenlerin hepsinin yapıldığını söylemek Marksist teoriye haksızlık olacaktır. Burada söylenebilecek son nokta Gelenek’in ağırlık noktalarını saptaması ve programlı biçimde bu noktaların üzerine gitmesidir.12
* * *
Siyasetin yapısının toplumun yapısında meydana gelen çürüme tarafından bozulduğu bir atmosferde yayınlarımızın iki önemli işlevi bulunmaktadır. İlki bu oyunu bozmanın yolu olan “örgüt”ü muhafaza etmek ve geliştirmektir. Diğeri bu “savunma” pozisyonundan ileri mevzilere gözünü dikmekle ilişkilidir, yani solun diri unsurlarının toparlanması, geniş toplumsal kesimlerin gerici saldırıya karşı korunması, işçi sınıfı ile önemli direnç odaklarının buluşturulması ve Türkiye devriminin şiirinin yazılmasıdır. Gelenek çok uzun soluklu bir şiir kitabı olarak yoluna kaldığı yerden devam edecektir. 100. sayıda soluklanmadan…
Dipnotlar ve Kaynak
- Zizek, Slavoj, The Ticklish Subject: The Absent Center of Political Ontology, Londra, Verso,1999,s.198
- Siyasetin kitlelerden temizlenmesi noktasında devreye giren bir diğer mekanizma da siyasetin kişisel çıkarların arandığı bir alan olarak sunulmasıdır. Bu tanım da siyasetin kapısının sömürülen sınıflara kapalı ve rantiye sınıflara mensup bireylerin tekelinde bir alan olduğunu veri almaktadır.
- Zizek, yukarıda andığımız eserinde “post-siyaset”ten(post-politics) bahsederken bununla beraber bir yozlaşma (degeneration) ile yüz yüze olduğumuzu vurgular. Zizek’e göre post-politik durum yalnızca politik olanın baskılanması değildir, aynı zamanda bu baskılanan yapıdan olabilen geri dönüşlerin ya da kalan artıkların etkisizleştirilmesidir de(age).
- Marden, Peter, The Decline of Politics: Governance,Globalization, and the Public Sphere, Aldershot, Ashgate,2003,s.255
- Bu bölümün kuramsal arka planını Gelenek’in önümüzdeki sayılarında Fransız Marksist yönetmen olan Guy Debord’un politik ve kuramsal duruşu üzerine yapacağımız tartışmalara bırakıyoruz.
- TKP’nin 88.Kuruluş yıldönümü için Ankara’da yapılan kutlamada TKP MK üyesi Özgür Şen tarafından yapılan konuşma esnasında dile getirilmiştir: http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetalt/3638.html Sonrasında söz konusu tezin çağrışımları üzerine Metin Çulhaoğlu’nun “Nelere Hazır Olmalıyız?” ve Yerdakul Er’in “Taraf: Türkiye Solunun ‘Alter Ego’su” yazıları soL internet gazetesinde yayımlanmıştır.
- Çulhaoğlu, Metin,”Nelere Hazır OLmalıyız?”,soL İnternet Gazetesi ,03/10/2008,http://haber.sol.org.tr/yazarlar/4511.html
- http://arsiv.sol.org.tr/index.php?sayi=615
- Bu noktada yayınımızdan değil, yayın politikamızın aktif bir parçası olması gereken taşıyıcı kadrolardan, internetin doğal sınırlarından kaynaklı bir eksiklik yaşanmıştır.sOL,internetteki serüvenini ve daha iyiyi arayışını sürdürmekte ve çıktığı ilk günden bu yana yol almaktadır.
- Er,Yurdakul,”Entellektüel Şiddetten Sokağın Şiddetine Geçiş”,soL İnternet Gazetesi,2 Şubat 2007, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=7630
- http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=12705
- Söz konusu başlıkların nasıl belirleneceği ve nihayetinde neler olacağı bu satırları kaleme alan kişinin kabiliyetlerini aşmaktadır.