Çağımızda aydının düşünce dünyası Oblomov’un akıl yürütmelerine benziyor. İvan Gonçarov’un 19. yüzyılın ortasında yazdığı ve Rusya’da toprak sisteminin değişimi sonrası kapitalizmin birey üzerindeki değişikliklerini incelediği ünlü eserinde Oblomov’un düşünce dünyası kendi sınırlı çevresinin etkileri üzerinden şekilleniyordu. Oblomov karakteri kendisi eskimiş, sosyal sistem olarak çürümüş bir düzenin temsiliyetinden daha öte üretim ilişkilerinden kopmuş bir “erdemlinin” akıl yürütmelerinin sınırlarını göstermesi açısından da önemli bir içerik sunuyor.
Bugünün düşünce dünyasını oluşturmaya çalışan aydınlar da benzer bir biçimde Oblomov’un düşünce dünyasına sahipler. Sadece “tembellikleri” ya da yer edinememeleri değil, aynı zamanda çözümleme yetenekleri ve tavır alışları açısından da Oblomovvari davranıyorlar. Günümüzde düşünce dünyasının ve hayatın bunca farklı veri tarafından kuşatılmış olması onun hareket alanını kısıtlarken, açıklayıcı karakterini de aşındırıyor. Dolayısıyla aydınımızın da tavrı bu sınır ve aşınma içinde şekilleniyor, farklı süreç ve verileri bir araya getirme konusunda sorun yaşıyor.
Bu sorunları yoğun bir biçimde yaşadıkları alanlardan bir tanesi de günümüz toplumsal sistemidir. Günümüz toplumsal sistemi olan emperyalizmin tarihsel ve güncel yönelimlerini, farklı coğrafyalarda aldığı şekli, siyasal, ideolojik ya da kültürel düzlemdeki biçimlerini açığa çıkartmak ve belli bir kavrayış düzeyine yükseltmek gerçekten zorlu bir iş. Bir de bunu belirli bir bütünlük içine oturtmak daha da zorlu bir iş. Dolayısıyla ortaya ya bütünün belirli bir parçasını ele alan ve buradan detaylı bir tablo çıkartmaya çalışan karikatürler saçılmakta ya da bu toplumsal sistemin içeriğini anlayamayan bilgi kırıntıları çıkmakta.
Her ikisi de iç bunaltıcı ve akıl karıştırıcı.
Aydınımızın çağımızdaki akıl karışıklığı, düşünce dünyamızın bunca sarsıntıya rağmen iç bunaltıcı bir biçimde “var oluş sorunu” yaşamasına neden oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasından yükselen “umutsuzluk” ve “inançsızlık” dalgası gibi, günümüzde de görüngülerin oluşturduğu parçalı tablo iç tutarlığı olmayan bir dizi “tespiti” önümüze yığıyor.
Böyle bir ortamda günümüz toplumsal sistemini iç tutarlılığı olmayan bir biçimde değerlendirmek iki uç eğilimin doğmasına neden olmakta, tartışma ekseni bu iki uca göre şekillenmekte. Birincisi günümüz toplumsal sistemini değerlendirirken, bu toplumsal sistemin niteliğinin, belirli bir tarihsel süreklilik aranmaksızın, değiştiğine ilişkin saptamalar öne çıkmaktadır. İkinci olarak ise günümüz toplumsal sisteminde yer eden farklı yapıların, kültürel kodlamaların da etkisiyle, tarihsel çıkarlarının ortak olmadığı ve çelişkili olduğu öne sürülmekte ve buna göre bir dizi değerlendirme yapılmaktadır.
Birinci eğilimde ortaya çıkan değerlendirmelerde ister istemez sınıflar arası mücadele geri plana atılmakta, sermayenin yapısı, içeriği ve yeniden üretimi oldukça karmaşık bir tabloda sunulmaktadır. Bu değerlendirmelerde geçmişten bu yana gelen tarihsel süreklilik, birikim ve eğilimler bir kenara bırakılmaktadır. Dolayısıyla tarihin bu aşamasında toplumsal yapının yeni bir nitelik kazandığı, bu yeni niteliğin ön plana çıkan unsurlarına odaklanmak gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerlendirmenin sol versiyonlarının bir kısmı liberalizmin ve onun türevlerinin etkisi altındadır. Siyasal açıdan tutarsız, ideolojik açıdan ise “reformizme” kapı aralayan bir konum içindedir.
İkinci eğilimde ise geçmişten bu yana gelen tarihsel karşıtlıkların bugüne taşınmış, kültürelci bir bakış açısı vardır. Bu eğilimde dünyadaki farklı politik süreçler, ideolojik akımlar veya güç merkezleri kültürel kodlamalara göre oluşmaktadır. Sermayenin bugünkü birikim yasası, sınıfların varlıkları ve onların sürdürdüğü mücadeleler bir kenara bırakılmakta, farklı coğrafyalarda farklı görünümler alan bir “tek toplumsal sistem” portresi çizilmektedir. Çelişkili ama gerçek. Bu eğilimden doğal olarak “milliyetçi” ve “dinsel” değerlendirmeler öne çıkmaktadır. Siyasal olarak etkileri bir hayli olsa da, güçleri bir hayli geçici ve “konjonktürel” sayılmalıdır.
Emperyalist sistemin niteliği değişiyor mu?
Bu noktada günümüz toplumsal sistemi olan emperyalist-kapitalist sistemin görünümüne ilişkin bazı tartışmaları daha detaylı bir biçimde ortaya sermek gerekiyor. Bu tartışmalarda bir köşeyi tutan ve yukarıda “ilk eğilim” olarak tariflenen bakış açısının emperyalist-kapitalist sistemin günümüzde “değişmekte” olduğu şeklindeki tasvirine ve kendi anahtar kavramlarına odaklanmak gerekiyor. Bu eğilimin ikinci eğilimi de beslediği, dolayısıyla üzerinde daha çok durulması gerektiği açık.
Bu eğilime göre emperyalist-kapitalist sistem belirli aşamalardan geçtikten sonra 1970’lerden itibaren değişim göstermekte ve “nitelik” değiştirmektedir. Yüzyılın başlarında belirli bir “uluslararasılaşmaya” giren kapitalizm, sermaye sınıfının birikim süreçlerinin de etkisiyle 70’li yıllardan itibaren yeni bir nitelik kazanmış, bu nitelikte hem üretim süreci farklılaşmış, hem de karar alma süreçleri değişmiştir.
Gerçekten de bu iddianın “kabul edilebilir” bir yanı bulunmaktadır. Örneğin günümüzde üretim süreçleri büyük oranda parçalanmış, tipik olmayan, kuralsız çalışma biçimleri yaygınlaşmış, taşeronlaşma, dışarıdan iş alma gibi iş tipleri ortaya çıkmış, üretim merkezlerindeki yoğunlaşma miktarı artmakla beraber bu yoğunlaşan merkezlerin sayısı fazlalaşmıştır. Dahası üretim merkezlerinde farklılaşmalar meydana gelmiş ve geç kapitalistleşen merkezlerde yeni üretim birimleri ortaya çıkmıştır.[1]
Bu üretim birimlerinin ortaya çıkışı genel olarak sermayenin birikim süreciyle ilintilidir. Geleneksel marksizmin inceleme alanı içinde bulunan sermaye birikim süreçleri gerçekten de toplumsal yapılanmanın hem sonucu hem de nedeni olarak meydana gelir. Bu birikim sürecinde sermayenin dolaşımı ve bu dolaşımın hızı önem kazanır. Sonuçta sermayenin dolaşım hızı giderek artarken, kâr oranlarının azalma eğilimi göstermesi sermaye sınıfı açısından problem yaratmakta ve bu problemin çözümüne ilişkin bir dizi yanıt üretmesine neden olmaktadır.
Üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi ve başka mekânlara taşınarak hem emek maliyetlerinin azaltılması, hem de yeni pazarlara dönük “kitlesel üretimin” önünün açılması mümkündür. Böylece yeni üretim birimlerinin ortaya çıkışı sınıf dinamiklerinin oluşumu açısından da yeni bir perdeyi aralamaktadır. Ancak bu noktadan sonra iş karmaşıklaşmakta.
Sermayenin dolaşım hızının artması ve üretimin yeni mekânlara kaydırılması sınıf dinamiklerinin ve oluşum süreçlerinin de değiştiğine ilişkin bir önermeyi gündeme getirmiştir. Bu iddiaya göre kapitalizmin bu yeni evresinde sermaye sınıfı ve onun oluşumu artık sadece “uluslararası” değil, aynı zamanda ulusötesidir de. Bu kavramı açıklamak için başvurulan kavramların başında da “küreselleşme” olgusu gelmektedir.
Sermayenin “ulusötesileşmesi” ile ilgili iddia ampirik olarak “çekici” hale gelirken, işin detayları bu tezin zayıf yanını oluşturuyor. Örneğin Amerikalı bir sosyolog olan Robinson bu alanda yaptığı çalışmalarda sınıf oluşumunu ve kapitalist sistemin vardığı aşamayı tariflerken bu kavramların artık “toprağa ya da ulus devletin siyasal otoritesine bağlı olmadığını” belirtir ve sermaye devresinin, Para-Meta-Üretim-Para’-Meta’, ulusötesileştiğini ifade eder. Robinson bu iddiasını da “üretimin küreselleşmesi” olarak açıklar.[2]
Bu iddianın doğru yanları bulunmakla beraber odak noktasında ciddi bir sorun bulunmaktadır. Çağımızda ekonomiyi kontrol eden tekellerin üretim sürecini farklı bölgelere yayma stratejisi; emperyalizm döneminin temel karakteristiğidir ve uzun bir süredir görülmektedir. Çağımızda bu stratejinin daha görünür hale gelmesi emperyalizmin siyasal, ekonomik, ideolojik ve kültürel olarak güç kazanmasıyla doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla “üretimin küreselleşmesi” olgusu emperyalist-kapitalist sistemin temel özelliklerinin başında gelmekte, sermaye sınıfı açısından evrensel bir yasaya dönüşmektedir. Haliyle sınıf oluşum dinamiklerinin ulusal sınırlardan bağımsız, ulusal ve bölgesel güç dinamiklerinden ayrıksı değil, bu dinamiklerle iç içe geçmişliği ön plana çıkmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken şey; toplumsal siyasal yapının farklı coğrafyalardaki özgüllüklerine rağmen “evrenselliği” ilkesidir.
Bununla beraber, üretim sürecinin küreselleşerek sınıfsal oluşum dinamiklerini ulusötesi bir konuma yerleştirdiği iddiasının kavramsal dayanak noktaları da oldukça sorunlu. “Küreselleşme” olgusunun sermaye sınıfının ideologları tarafından bu kadar tutulmasının ve yaygınlaştırmasının önemli bir yanı da ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkileri ülkeler ve sınıflar arasında bir işbirliğine ve karşılıklı bağımlılığa dayandırma olgusudur. Özellikle bu noktada “ideolojiler dünyasının” kendini yansızlaştırma ve “evrensel bir doğa yasası mertebesine” yükseltme çabası olduğu çok açık. Sorun ideolojiler alanı değil, burjuva ideolojisinin ve çeşitli görünümlerinin kendisini tek ve değişmez ilan etmesidir. Bu ise gerçekliği açıklayabilir konumda değildir.
“Küreselleşme” tabiri gerçekte sınıflar alanında ve ülkeler arasında çatışmacı değil, işbirliğine dayanan bir ilişkiyi ifade eder. Korkut Boratav, küreselleşme tanımlamasına karşı çıkarken mevcut durumun “pozitif toplamlı bir oyuna” benzetildiğini söyleyerek, karşılıklı olarak bağımlı olan aktörlerin görevlerinin maliyetleri en aza indirerek fırsatları azami hale getirmek olduğunu söyler.[3] Bir başka şekilde söylemek gerekirse; bugün dünyada egemenlik süren toplum ve sınıfların temel derdi ortaya çıkan arızaları düzeltmek olmalıdır.
Gerçekte ise durum tam tersidir. Ortaya çıkan olumsuzluklar birer arıza değil, emperyalist-kapitalist sistemin mantığının ürünüdür. Emperyalist-kapitalist sistemin, bu anlamıyla bakıldığında, reformlarla düzeltilmeye değil, yıkılmaya ihtiyacı vardır. Bugünkü acımasız gerçekliği tam boy karşıya alarak “mücadele etmek” dışında ortaya çıkan olumsuzlukları asgariye indirme fırsatı yoktur.
Bu noktada önemli bir ayrımı açmak lazım. Emperyalist-kapitalist sistemin varmış olduğu aşamada niteliksel değişimden daha çok, niteliksel özün açığa çıkması vardır. Daha net bir biçimde söylemek gerekirse bugün gördüğümüz tüm sosyal olgulara nüfus etme çabası içinde olan bir toplumsal sistem bulunmaktadır ve bu toplumsal sistem tarihsel sürekliliği içinde tüm özelliklerini ortaya sermektedir. Ortadaki dönüşüm emperyalizmin tüm başlıklarının açığa çıkmasıyla ilişkilidir ve bu strateji emperyalizmin egemenlik kurma biçimidir.
Emperyalizmin sınıfsal oluşum dinamiklerini etkileme, biçimlendirme ve hakimiyet kurma çabası böylesi bir tarihsel gelişim süreci olarak okunmalıdır. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz çağda emperyalizmin öne çıkan özellikleri, görünen tüm halleriyle beraber, özsel olarak tüm eğilimlerinin bir toplamını ifade etmektedir. Öyleyse içinden geçilen dönem “post-endüstriyel toplumdan” daha çok emperyalist egemenlik çağıdır.
Emperyalist egemenlik çağının temel karakteristiği olan egemenlik alanlarını genişletme ve nüfuz etme çabası, üretimin toplumsallaşması ile sermayenin belli noktalarda yoğunlaşması arasındaki kapitalizmin temel çelişkisini daha berrak hale getirmektedir. Bu anlamıyla bakıldığında ulusların ötesine geçen “aşkın” bir olgudan daha çok, uluslararasılaşmayı çok daha fazla ön plana çıkartan bir durum söz konusudur. Dolayısıyla hâkim sınıf olan sermaye sınıfının, oluşum dinamiklerinin evrensel karakteriyle verili zaman-mekânı içeren bir konumda olması birbirine karıştırılmamalıdır. Ekonomik süreçlerin evrensel karakteriyle, siyasal iktidarların zaman-mekâna bağlı özgül yapıları birbiriyle iç içe geçmiş iki olgudur ve siyaseten böyle okunmalıdır. Aksi tutum bizi ister istemez dünyadaki tüm siyasal süreçlerin verili güç dengelerinin ürünü olan bir oyun algısına götürür ki; bu durumda siyaset yapmanın da bir anlamı kalmaz.
Emperyalist-kapitalist sistemin bu özelliğinin günümüzde daha da berrak hale gelmesi, bizi iki sonuca götürmektedir:
- Emperyalist-kapitalist sistemin hâkim sınıfı olan sermaye sınıfı, bugün çok daha geniş bir alanda kendini yeniden üreten, uluslararası bağlamı olan evrensel hâkim sınıftır. Bu hâkim sınıf, iktidarını yerel aygıtlar aracılığıyla kurar ve derinleştirir.
- Üretim süreçlerinde yaşanan çeşitlenme, mekânın yeniden değerlendirilmesi ve yeni örgütsel stratejilerin inşası emperyalist-kapitalist sistemin özündeki karakterin daha da fazla açığa çıktığı bir dönemin ürünüdür. Bu nedenle içinden geçilen dönemde tüm çeşitlenmelerle birlikte sistemin özü korunmaktadır.
Emperyalizme iki bakış: Sosyal demokrat yorum ve leninist yorum
Bu iki sonucun vardığı nokta klasik emperyalizm teorisinin ve onun sınıf mücadeleleri dinamiğinin günümüzde geçerliliğini koruduğu gerçeğidir. Klasik emperyalizm teorisinde öne çıkan öğeleriyle mali sermayenin egemenliği, sermaye hareketinin uluslararasılaşması, ekonomiye tekellerin hâkim olması, ekonomide ve sermayede yaşanan yoğunlaşma ve bu yoğunlaşmaya paralel olarak sermaye ihracının, dolayısıyla dünyanın kapitalistlerce bölüşülmesinin bugün kapitalizmin ulaştığı aşama olarak verili durum olduğu görülmelidir.[4]
Lenin’in bu ifadeleri, emperyalist çağın karakteristiği olan eşitsiz ve bileşik gelişim yasasını ifade etmekle beraber bir noktaya daha dikkat çekmektedir: Üretimin toplumsallaşan karakteriyle pazarın uzun vadeli olarak kapitalistler için yetersizleşeceği arasındaki çelişki. Bunu daha kısa ve net ifadeyle söylemek gerekirse; emperyalist çağda ekonomiyi kontrol eden tekeller için uzun erimde kâr olanağı bulunmamaktadır ve bunun için ek araçlara ihtiyaç vardır. Bu araçların başında emek üretkenliğindeki artış ve kredi olanaklarının artması gelmektedir.
Emek üretkenliğindeki artışın zorunluluğu tekeller tarafından teknolojik yatırım ihtiyacını ve yeniliklerin temel dürtüsünü beslemektedir. Böylece üretim biçimleri çeşitlenirken, üretimin örgütlenmesine dönük stratejilerde değişmektedir. Öte yandan, kredi ihtiyacına ve sermaye döngüsüne olan ihtiyaç daha da artmakta ve ekonomik-sosyal yaşam mali sermayenin egemenliğine girmektedir. Gerçekten de bugün en kârlı sektörlerin başında finansal sektör gelmektedir ve dünyanın en büyük tekelleri arasında uluslararası sermaye kuruluşlarıyla finans kurumları bulunmaktadır.
Bu iki verinin üzerinde derinlemesine durmak gerekiyor. Öte yandan, ilk üzerinde durulması gereken nokta kredi döngüsüne bağlı emperyalist-kapitalist sistemin bugünkü görünümüdür. Temelde bu bağlılık yalnızca endüstrinin ihtiyaç duyduğu sermaye akımlarını oluşturmuyor; aynı zamanda krediler yoluyla uzun vadede sermaye döngüsünü de hızlandırıyor.
Emperyalizm teorisinin sosyal-demokrat yorumcularından olan Hilferding, bu durumu sermaye döngüsünün mantığına bağlıyor ve emperyalizm çağında sermaye kredilerindeki artışın bankaların elinde yoğunlaştıkça sanayinin de buraya yöneldiğini ifade ediyor.[5] Bununla beraber Hilferding, tekellerin varlığını kabul ederek “örgütlü kapitalizm” tanımını öne çıkarırken, ilginç bir yorum yapıyor. Hilferding’e göre kredilerin olgunluğa erişmesi “ticaretin demokratikleşmesi” olarak görülmektedir ve Hilferding tekellerin varlığını “toplumun sosyalizasyonunun başlangıcı” olarak görür.[6]
Bu bakış açısı emperyalist-kapitalist sistemin “reformist” yorumuna aittir ve bugün de farklı biçimleriyle kendini var etmektedir. Tez olarak tekellere vurgu azalırken, emperyalist-kapitalist sistemi reddetmeden var olma vurgusu artmıştır. Ancak bu bakış açısının zayıflığı sadece tarih tarafından değil, aynı zamanda güncellik tarafından kanıtlanmaktadır.
Kredilerin artması ve yaygınlaşması üretimi ve dolaşımı “kolektivize” etmemiş, tersine tekellerin yaşam ömürlerini uzatmıştır. Bugün kredi döngüleri ve sermaye akımları yalnızca bağımlı ülkelerin ekonomilerini daha kırılgan ve dışa açık hale getirmemiş, aynı zamanda sınıfsal açıdan işçi sınıfını siyasal ve ideolojik açıdan da bağımlılaştırmıştır. Kredilerin yaygınlaşması ile eşitsizliklerin giderilmesi arasında hiçbir bağ olmadığı son bir yüzyılda kanıtlanmış sosyal bir olgudur.
Kapitalizmin eşitsizlik yarattığına ilişkin gerçeklik yalnızca marksist iktisatçılar tarafından değil, aynı zamanda ana akım iktisatçılar tarafından da kabul edilmektedir. Sosyalizm karşıtlığını sakınmayan Thomas Piketty, bu durumu “U eğrisi” olarak açıklarken, hemen hemen tüm emperyalist merkezlerde sermayenin tek elde yoğunlaştığını ve eşitsizliklerin korunduğunu ifade eder. Piketty bu örneğini ABD’nin içinden geçtiği süreçlerle detaylandırırken, eşitsizlik eğrisinin 1910 ile 2010 arasında önce azalıp sonra arttığını ve aynı seviyeye geldiğini belirtiyor.[7]
Emperyalizm: Evrimi mümkün bir sistem mi?
Eşitsizliklerin bu yaygınlığı ve korunumu emperyalizmin “eşitsiz ve birleşik gelişim yasası” ile ilgili verilerin güncellenmesini sağlarken, aynı zamanda emperyalizmin üretime dönük yeni stratejiler geliştirme amacını da açıklıyor. Genel olarak “iş modelleri” olarak tanımlanan ve bir “çevrim” olarak tanımlanan süreçler, kapitalizmin kriz dinamikleriyle ve döngüsüyle paralel bir biçimde ilerliyor. Kapitalizmin krizli doğası sermaye sınıfının kâr arzusunu belirlerken, bu ikili yapıdan ötürü sermaye sınıfı “yeni modeller” geliştirme ihtiyacı duyuyor.
Bu durumun varlığı bazı sosyal-demokrat iktisatçılar tarafından kapitalizmin evrimsel doğası olarak kabul edilirken, kapitalizmin güçlü yanının Schumpeter benzeri “yaratıcı yıkım” ile süslendiğini belirtiyorlar. Örneğin Rus bir iktisatçı olan Kondratieff bu çevrimlerin uzun dönemde 50 yıllık süreçler taşıdığını iddia ederken, bu çevrimlerin sonucu olarak kapitalizmin daha ileriye taşındığını ve finansal araçlarından iş süreçlerine kadar tüm ekonomik çevrenin değiştiğini iddia eder.[8] Elbette bunların tamamını uzun vadeli okuyan Rus iktisatçı, kısa ve orta vadeli çevrimlerin de var olduğunu söyler.
Öte yandan bu bakış açısının en önemli sorunu detayları ortadan kaldıran bakış açısıdır. 50 yıllık süreçlerin içinde 10 yıllık ya da 3 yıllık dalgalanmalar barındırdığını ifade eden bakış açısı her bir “uzun dalga” dönemin sonunda büyük bir teknolojik yenilik ve finansal genişleme olduğu üzerine odaklanır. Bunun sonucu olarak üretimde ve ücretlerde artış tetiklenir.
Kapitalizmin karmaşık, bize göre anarşik denilebilir, ilişkilerini açıkladığını iddia eden bir bakış açısının böylesine “doğrusal ilerleme” modeli ortaya sermesi kendini gerçekliğe uydurma çabasından olsa gerek. Sonucunda her ne olursa olsun kapitalizm kendi krizlerini aşar ve yeni bir düzleme kavuşur. Hâlbuki hem veriler hem de içinde yaşadığımız gerçeklik bu durumun böyle olmadığını gösteriyor. Emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz gelişim doğası onu mali-sermaye araçlarına bağımlı kılarken, uzun vadede kâr elde edememe gerçeğini ise emek üretkenliğindeki artışla dengelemeye çalışır. Sonuçta devreye yeni teknolojilerin üretim sürecine adapte edilmesi ve ücretlerin üretkenliğe oranla azalışı gerçeği girer. Bu durum hem emperyalist-kapitalist sistemin sınıfsal dinamiklerini ve sınıf oluşum biçimlerini meydana getirir, hem de sınıf mücadelelerinin üzerinde yükseleceği zemini besler.
Emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinden doğan krizli yapısı her 10 yılda bir sınıf mücadeleleri açısından yeni sonuçlar doğururken, uzun vadede kapitalizm kendi sorunları içine gömülü kalır. Bu sorunların aşılması, sermayenin tek geçerli akçesi olan, emeğin üzerine daha fazla gitme ile sağlanırken, sonuçta siyasal ve ideolojik bir krizin de önü açılır. İster Fordist üretim biçimlerinin hâkim olduğu dönem olsun, ister Post-Fordist olarak adlandırılan dönem olsun emperyalist-kapitalist sistemin bu özsel doğası bütün gerçekliği kaplar ve sınıf mücadeleleri açısından asıl zemini oluşturur.
Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin kendi eko-sisteminin hem yaratıcısı, hem de ona uyum sağlayan, evrim geçirmeye açık bir canlı olarak tasviri kendi içinde büyük bir çelişkiyi barındırıyor. Kapitalizmin dönemsel eğilimleri, görünümleri ve stratejileri olsa olsa sınıfsal zemini daha da güçlendiren bir yapıya sahiptir.
Bu yapı kapitalizmi farklı dönemlerde farklı unsurlarını ön plana çıkartmaya iterken, finansal genişlemenin ve teknolojik gelişmenin yarattığı problemlerle karşı karşıya kalmasına neden olur. 1970’lerden itibaren emperyalist-kapitalist sistemin girdiği yönelim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından girdiği yönelimden ayrılırken, temelde siyasal, ekonomik, ideolojik ve kültürel olarak yüz yüze gelinen sorunlar sistemin zayıf karnı olmayı sürdürür.
Emperyalist-kapitalist sistemin yönelimlerinin süreklilik ve kopuş üzerine kurulu olduğu “kısa 20. yüzyıl tarihi” boyunca tek bir olgu verili bir nokta olarak sabit kalmıştır: “Sınıf mücadelesi.” Bu sınıf mücadelesi üzerine bina edilen yapı, kaba bir dönemselleştirmeye tabi tutulacak olursa iki ayrı döneme ayrılabilir.
Fordizm ve post-fordizm
Üretimin örgütlenmesi açısından değerlendirildiğinde Fordist ve Post-Fordist dönem, iktisadi açıdan değerlendirildiğinde sosyal refah devleti dönemi (Keynesyen politika esas olmak üzere) ve neo-liberal dönem. Her ikisinin birbirini tamamladığı ve tarihsel açıdan değerlendirildiğinde ise kabaca 1945-1974 ve 1980-2008 arası dönemler olarak okunabilir. Günümüzde Post-Fordist üretim anlayışı ve neo-liberal iktisat uygulamaları 2008 krizinden bu yana prestijini kaybetse de hâlâ hâkimiyetini koruyor. Öte yandan, kapitalistler açısından değerlendirildiğinde bu uygulamalara ek bir dizi uygulama konulması gerektiğine ilişkin bir tartışma yürütülüyor.
Bu tartışmayı açmadan önce iki farklı dönemin genel uygulamalarına ve işçi sınıfı hareketinin hangi konumlarda yer aldığına bakmak gerekiyor. Birinci dönemde emperyalist-kapitalist sistem kitle üretimine ve tüketimine önem veren bir konumdadır. 1929 iktisadi bunalımının ardından devreye sokulmaya çalışılan ancak savaş rüzgârlarıyla “ara verilen” Keynesyen politikalar talep arttırıcılığın gizemini keşfetmiştir.
Sosyalizmin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kazandığı saygınlık ve hâkimiyet alanlarını genişletmesi de kapitalizmi daha sosyal davranmak zorunda bırakmıştır. Sendikalar ve çeşitli siyasal/toplumsal örgütler bu dönemde temsiliyet edinmiş, özellikle kapitalizmin merkezlerinde eğitim, sağlık, kültür vb. sosyal ihtiyaçlar kamusal politikalarla karşılanır hale gelmiştir. Savaştan yıkımla çıkan Avrupa’nın merkezleri ABD’nin sermaye akışını da arkasına alarak ilk on yıl boyunca yüksek büyüme oranları yaşarken, ihtiyaç duyduğu iş gücü açığını da Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerden sağladı. Bu dönemde ABD’nin sürükleyicisi olduğu büyüme, emperyalist-kapitalist sistemin “değiştiğine ilişkin” bir tezin hortlamasına sebebiyet verdi. Kitle üretimi ve tüketimi devrinde kapitalizmin hem “yenilikçiliğin”, hem de “gelir artışının” merkezi olduğu iddia edilirken, bu iddiaya kapitalist yoldan büyüme reçeteleri eklendi.
Bu reçetelere göre her geri kalmış toplumun emperyalist-kapitalist merkezlerin yaşadığı gelişme seyrini takip etmesi gerektiği söylenirken, bu süreçte ihtiyaç duydukları kalkınmayı sağlayacak endüstrileşmenin ancak “yabancı yatırımla” sağlanacağı iddia edildi. Dış kaynak yoluyla büyümenin ilk modelleri bu dönemde ortaya serilirken, pek çok geri kalmış toplum ise “farklı” bir yolu tercih eder hale geldi. Özellikle sosyalizmin artan saygınlığı ve işçi sınıfı hareketinin güçlü bir biçimde savaş sonrası hareketlilik içine girmesi, ulusal kurtuluş mücadelelerine de yol gösterici hale geldi. Kapitalist yoldan kalkınmanın ve dış kaynak yoluyla büyümenin sınırları bu dönemde keşfedilirken, planlı ve iç pazara dayalı bir kalkınma politikası da bu dönemde pek çok bağımlı ülkenin “bağımsızlık kapısını” açan bir reçete haline geldi.
Bu dönemde emperyalist-kapitalist sistemin merkezlerinde görülen “entegrasyon” eğilimi ve sermayenin bir tür “gelir devrimi” yaptığı iddiası emperyalizmin eskisi gibi “tekeller” tarafından yönetilmediği iddiasını da gündeme getirdi. Bu dönemin burjuva iktisatçıları kapitalizmin tekelleşme ve ücretin düşüşü problemini aştığını iddia ederken, İngiliz “Marksist Tarihçiler Grubu”nun bir parçası olan Maurice Dobb böyle bir şeyin olmadığını gösterdi. Dobb yaptığı incelemelerde kapitalizmin 20. yüzyılın başından itibaren genişleme eğrisinin benzer şekilde gittiğini gösterirken, ekonominin de tekellerin elinde toplanma eğiliminin devam ettiğini sayısal verilerle göstermiştir.[9]
Dobb’un bu verileri aynı zamanda kapitalizmle sosyalizm arasında üretimin örgütlenmesi açısından farkları da net bir biçimde ortaya sererken, az gelişmiş ülkeler açısından da “planlı kalkınma” sürecinin daha başarılı olduğunu belirtir. Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin merkezlerinde ortaya çıkan karakter işçi sınıfı açısından kurallı, güvenceli ve kitle üretiminin önünü açan bir biçimde organize edilmişti. Bu dönemin temel sürükleyicisi dayanıklı tüketim malzemeleri üretimi ile otomotiv sanayiidir. Dünya Savaşı öncesi Amerikan kapitalistleşmesinin öncüsü olan otomotiv üretimi karşısında küçük ve özel üretimi önce çıkaran Avrupa otomotiv üretimi, savaş sonrası Amerikan modelini taklit etmiştir.
Merkezden çevreye sınıf mücadelesinin gelişimi
Üretim organizasyonunun Fordist bir biçimde örgütlenmesi ile sermayenin genişlemesi 25 yıllık süreç boyunca çakışmıştır. Kapitalizmin sürükleyicisi olan sektörlerde sınıf mücadelesi de aynı şekilde hızlı bir tempoda gelişirken, sosyalizmin de etkisiyle sınıf hareketi Avrupa ve ABD’de hızlı mevziler kazandı. Özellikle emeğin yeniden üretim maliyetinin kapitalistler açısından ciddi bir biçimde yükseldiği bir dönemde Avrupa’da başta otomotiv sektörü işçileri olmak üzere, sınıf mücadelesinin farklı tonları gözlemlenir olmuştu.
Ayrıca “çevre ülkeler” olarak adlandırılan ülkelerde de hızlı bir sanayileşme temposu gözlemlenirken, kapitalistler açısından bu gelişmekte olan pazarlar “yeni ufuklar” olarak değerlendirildi. Avrupa’da ve ABD’de başta otomotiv, dayanıklı olmayan tüketim malzemeleri, yer yer metal sanayi bu dönemde “yayılma” emareleri gösterdi. Asya’da Japonya, G.Kore ve Hindistan, Güney Amerika’da Brezilya ve Arjantin, Afrika’da Güney Afrika öne çıkan yatırım alanlarıydı.
Her biri farklı dinamiklere ve üretim organizasyonuna sahip bu ülkeler arasında özellikle Japonya’nın sistemi emperyalist-kapitalist sistemin merkezleri açısından da ilham kaynağı oldu. Beşeri sermaye, vasıflı işgücü açısından diğer örneklerin çok ilerisinde olan ve endüstrisi de 2. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan ülkelere nazaran daha korunmuş bir konumu bulunan Japonya’nın kendi geleneklerini üretmiş olması hiç şaşırtıcı değil.
Yalın üretim tekniği ile verimlilik oranlarını katlayan Japon endüstrisi özellikle metal, otomotiv ve elektronik sanayilerinde dünyanın ileri gelen ülkelerinden biri haline dönüştü. Bu üretim tekniğinin tamamlayıcısı olarak çok katmanlı bir taşeronluk sistemi kuran Japon burjuvazisi, bu yolla emekçileri de denetim altına almaya çalıştı. “Çekirdek işgücü” olarak kodlanan ve ömür boyu iş garantisi verilen esas kesim ile daha düşük konumda çalışan işçiler arasında fark yaratan Japon burjuvazisinin bu yolla elde ettiği verimlilik ve emeğin denetimi ciddi anlamda kendisini öne çıkarttı.
Diğer tüm ülkelerde sermaye akışının yoğunlaşması ve yeni endüstrilerin kurulmasıyla birlikte sınıf mücadelesinin dinamikleri de yükselirken, ekonominin lokomotifi olan sektörlerde işçi sınıfının mücadelesi sonuç alıcı bir konuma geldi. Özellikle metal, otomotiv ve kimya sektöründeki işçilerin etkili mücadelesi bu dönemde dikkat çekerken, otomotiv sanayinin parçalı ve yarı vasıflı emek ihtiyacı çok az kişiyle etkili grevlerin yapılmasının önünü açtı. Sonuç alıcı eylemler düzenlendikçe kurallı çalışma biçimine sahip yerlerde işyeri örgütlülüğü de artmış ve sonucunda işkoluna dayanan ve toplu sözleşmeciliğe dayalı bir sendikal anlayış türemiştir.
Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin 50’ler boyunca sürdürdüğü altın on yıl ve ardından gelen büyük politik çalkantılar, 70’li yıllarda sistemi doğal sınırlarına dayandırmıştı. Sosyalizmin ve sınıf mücadelesinin giderek artan gücü, emperyalist sistemin dayandığı ekonomik temellerin yarattığı maliyetle birleşince kapitalist sistem 20. yüzyılda ikinci kez “büyük buhranın” eşiğine gelmiştir. Petrol krizi olarak da bilinen bu dönemde emperyalist sistemin dayandığı temeller sarsılırken, işsizlik ve enflasyon yaygınlaşmış, yüksek emek maliyetleri ve rekabet, tekelleri zorlar hale gelmiştir.
70’li yıllar bu açıdan emperyalist-kapitalist sisteme yeni bir paradigmayı zorunlu kılmıştır. Emperyalizmin merkezinde başlayan ve giderek artan sayıda ülkede görülen Post-Fordist üretim teknikleri ve neo-liberal ekonomik politikalar, sınıf mücadeleleri açısından yeni bir evrenin de açıldığını göstermektedir. Politik arenada sosyalist sistemin tıkanıklığı ve emperyalizmin krizine karşı cevap verememesi de bu dönemin açılmasını kolaylaştırmıştır. Bununla beraber neo-liberal dönemin öne çıkan ögeleri kurallı ve güvenceli çalışmanın ortadan kaldırılması, sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirmelerin önünün açılması, para politikalarının belirleyici hale gelmesi olmuştur.
İki noktada emperyalist-kapitalist sistem ekonomiyi yeniden yapılandırırken yeni araçlar kullanmıştır:
- Japonya’nın endüstriyel sistemde kullandığı “yalın üretim” tekniğini, “yalın ve cimri” bir biçimde uygular hale gelmiştir. Bunun anlamı ise çekirdek işgücü ile taşeronlar arasında bir ayrım olmamasıdır. 90’lı yıllardan itibaren bu anlayışta değişime gidilecektir.
- Üretimin mekânsal olarak birbirinden ayrılmasının hızlandırılmasıdır. Özellikle kapitalist merkezlerde ortaya çıkan “kentsel kriz”, mekânın yeniden şekillenmesinin önünü açmış ve üretim süreciyle işçilerin talepleri arasındaki çelişkili durumu ortadan kaldırmaya çalışmıştır.[10]
Sanayi 4.0 ve yeni tezler
Üretim mekânlarının hızla birbirinden ayrılması, sektörel farklılaşma, yeni sanayi merkezlerinin yaratılması ve üretimin örgütlenmesinde yeni sistematiklerin kullanılması günümüz emperyalist kapitalist sisteminin sınıf oluşum dinamiklerini de besler konumda. Bununla beraber özellikle teknolojik girdilerin hızla artan ağırlığı ve dijital sistemlerin üretim süreçlerine dâhil edilmesi bir tür “yeni sanayi devrimi” olarak yorumlanmaya başlandı. Özellikle son yıllarda artan üretim hacminin ve mekânsal dağılımın yarattığı ek maliyetleri giderme açısından “sanayi 4.0” döneminin açıldığı iddia edilmektedir.
Dijital sistemlerin ve internet ağlarının kullanımının artması ürün zincirinin yarattığı ek maliyetleri kontrol altına almanın yolu olarak düşünülürken, özellikle üretim sürecinde emek maliyetlerinin de azalmasını sağlayacak bir araç olarak görülmektedir. Örneğin Avrupa endüstrisi, diğer tekellerle yarışmak için bu sisteme dönük yatırımlarını giderek artıyor. 2020 itibarıyla Avrupa’da ürün zincirinin takibi ve üretim sürecinin dijitalleştirilmesi için 140 milyar Euro’luk bir yatırım yapılması planlanıyor. Bu yatırımların önümüzdeki beş yılda sermaye yatırımlarının yarısını kapsaması beklenirken, “dijitalleşme yoluyla” verimlilik ve kaynak kullanım etkinliğini yüzde 18 düzeyine yükseltmesi bekleniyor. Yatırımlar yoluyla elde edilecek gelir tasarrufu ise tüm gelirlerin yüzde 2.6’sına tekabül edecek.[11]
Yeni teknolojik girdilerin kapitalizmin artık değer birikimine katkı sağladığı ve diğer kapitalistlerle rekabet noktasında avantaj sağladığı bilinen bir gerçek. Yukarıdaki örnekte bu gerçek tekrarlanırken, “en büyük değişiklik” olarak kodlanan dijitalleşmenin dahi bu tempoda gittiği sürece 40 yıldan önce ciddi bir değişiklik yaratamayacağı ortaya çıkıyor. Böylesi bir büyüme ise emperyalist-kapitalist sistemin genişleme hızına denk düşerken, “bilimsel-teknolojik devrim” tezinin en büyük dayanağı da çöküyor.
Ortadaki değişim ise teknolojik girdilerin maliyetleri aşağıya çekmek ve tekelci endüstrilerde yeni yatırımların önünü açmakla alakalıdır. Bu durum ise emperyalist-kapitalist sistemin bir diğer çelişkisini ortaya çıkartıyor: Bir yandan verimlilik artışı sağlanırken, buna karşın emeğin gelirlerinde, ücretlerde, aynı artış ortaya çıkmıyor. Çelişki göreli “yoksullaşmayı” ortaya çıkarıyor. Bu tabloya yapısal işsizlik ve finansal araçların kullanımı da eklenince neo-liberal çağın büyük sorunu doğuyor: Borç döngüsü ve kriz.
2008 yılında yaşanan krizin büyük oranda finansal araçların muazzam kullanımı ile ilgili olduğu bilinirken, sermaye akış hızının sürekliliğinin sağlanması için büyük bir borçlanma ağı geliştirilmiş oldu. “Neo-liberal çöküşü” tetikleyen mekanizmalar yukarıdaki ifade edilen durumla birleşince sermaye açısından emeğin baskılanması ve üretimin yeniden örgütlenmesi dışında başka seçenek kalmıyor.
Seçeneksizliğin yarattığı gerilim sermaye sınıfı açısından değerlendirildiğinde büyük soruna işaret ediyor. Bugünün dünyasında bir yandan çok katmanlı, iç içe geçmiş bir üretim süreci öngörülürken, diğer yandan tekelci sistemin kârlılıklarını korumak için yatırım yaptığı yeni endüstriler büyük bir sabit sermaye bileşenini içeriyor. Dolayısıyla bu sektörlerde ortaya çıkabilecek bir sınıf mücadelesi aynı Fordist dönemin otomotiv sektöründe olduğu gibi “yarı-vasıflı” işçileri vazgeçilmez kılıyor. Dolayısıyla sermayenin mekân değiştirmesi ve sınırsız bir biçimde yatırım yapabilmesi sınırlı hale geliyor.
Günümüzde işçi sınıfı hareketi ve emperyalizmle ilişkisi
Emperyalist-kapitalist sistemin mevcut mantığı ise bu sınırların gücünü arttırıyor. “Ürün döngüsü çözümü” olarak adlandırılan ve her çağda farklı “lokomotif” sektörün yaşam sürelerini inceleyen bir alan mevcut sınırların hangi mantıkla ilerlediğini açıklayabilir. 19. yüzyılda tekstil, 20. yüzyılda otomotiv ve dayanıklı tüketim malzemeleri üretiminde görülen ürün döngüleri her lokomotif sektörün açığa çıktığı dönemde sınıf mücadelelerini yükselten bir işlev gördüğünü, daha sonra sektör doyuma eriştikçe sınıf mücadelesinin “sermaye” açısından taşınamaz bir yük haline dönüştüğünü gösteriyor.[12]
Sermayenin bu duruma iki çözümü var. Birincisi mekân değişikliği yapma, ikincisi ise üretim sürecini parçalı hale getirme. Mekân değişikliği yaratmanın geçici bir çözüm olduğu, kârın ve dolayısıyla sömürünün arttığı noktalarda sınıf mücadelesinin de keskinleştiği iyi bilinen bir gerçek. Üretim sürecinin parçalı hale getirilmesi ise sınıf mücadelesinin işyeri odaklı pazarlık gücünü azaltan ancak yapısal olaraksa yükselten bir durum. Sorun bu durumun “çok daha geniş ölçekte” meydana gelebilecek olmasıdır.
Dolayısıyla ortaya işçi mücadelesi açısından aşılması gereken bir gerçek çıkıyor. Önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin yeni bir “uluslararasılaşmaya” girerek ve “yerel ağları” kullanarak daha “modüler” bir yapıya mı geçmesi gerekiyor?
Bu soruya “evet” cevabı verenler açısından iki yaklaşım mevcut. Birincisi; artık işin tanımı değişmiştir. Post-Fordist çağda çalışma daha fazla işbirliğine, öz yönetime ve “hiyerarşik” olmayan ağlara dayandığı zaman bir oyuna dönüşür. Marx’ın iddia ettiği “yabancılaşma” ortadan kalkar, üretim toplumsallaşır. Bunun için ise “yönetimsel” bir devrim gerekmektedir. Yeni girişimler bu durumun önünü açabilir.[13]
Gerçekten de bu iddia yazarın iddia ettiği gibi bir “oyun üretim atölyesinde” gerçeğe dönüşebilir. Ancak bu sektörlerde dahil olmak üzere, tüm sektörlerde iş yıl sonu değerlendirme toplantısına geldiğinde eğer ortada bir kârlılık yoksa o toplantının bir cehenneme dönüşeceğini bilişim sektörü çalışanları iyi bilir. Facebook, Google, Apple, Microsoft, SpaceX, Paypal vb… yeni tip endüstriyel tekellerin “yaratıcı iş ortamı” deneyimleri gerçekten de ideolojik arka planı boş, sermaye birikiminin yoğun olduğu coğrafyalarla sınırlı bir iş deneyimidir. Dahası bu sektörlerin üretim arka planında Doğu Asya’nın, Meksika’nın ücra köşelerinde köle emeğinin bir benzerinin yaşandığı iyi bilinmektedir.
Iphone asla, çamaşır makinesi kadar dünyayı değiştirmemiştir ve değiştireceğe de benzememektedir. Bugün emperyalist-kapitalist sistem için dahi otomotiv, metal, dayanıklı tüketim malzemeleri sektörleri lokomotif özelliğini korumaktadır.
Elbette, Mason vb. “teorisyenlerin” bu şirketleri kast etmedikleri açık. Bu teorisyenler daha küçük sermayeli, orta ölçekli ve tekelleşme eğilimi içine giremeyecek “şirketleri” kast etmektedirler. Bu tarz iş biçimlerinin örnekleri Türkiye’de dahi görülmektedir.[14] Diğerlerinin aksine bu deneyimlerin “anti-kapitalist” bir ruh hali içerdikleri açık. Öte yandan, bu örneklerin, popüler deyimle, sürdürülebilir olmadıkları ve siyasal olmayan bir sınıf mücadelesinin başarısızlığa mahkûm olduğu 150 yıllık bilinen bir gerçek. Keşke işler Owen’ın ya da Fabian’ın deneylerindeki kadar kolay olsaydı!
Öte yandan, yukarıda sorulan soruya “evet” cevabı veren ikinci bir yönelim daha var. Bu yönelim daha siyasal bir önerme içerisinde. İkinci evet cevabında 20. yüzyılın sektörlerinden deneyim çıkartılması gerektiği belirtilirken, 21. yüzyılda tek bir “lokomotif” sektör olamayacağı öne sürülüyor. Bu nedenle de ortaya çıkan çok katmanlı iş ilişkilerinin ve sektörel farklılıklara uygun bir örgütlenme biçiminin yaşama geçirilmesi gerektiği iddia ediliyor.
İçi boş bir mit: “Post-Endüstriyel Dönem”
Bu iddia bir bakıma doğruluk payı taşımaktadır. 20. yüzyılın sonlarında öne çıkan elektronik ve bilişim endüstrileriyle beraber finans, telekomünikasyon ve ulaşım sektörleri birbirilerine benzeyen ama farklı yanlar barındıran sektörler. Bu sektörlerin ağırlıkları giderek artarken, burjuva ideologları istihdamın ve üretilen değerin bu sektörlere kayışını endüstri sonrası toplumun yükselişi olarak yorumlamaktadır. Örneğin bu teorinin ilk geliştiricilerinden olan Bell, endüstri sonrası toplumun bir bilgi toplumunu ifade ederken, ekonomik üretimin ağır sanayiden hizmet sektörüne kaydığını belirtir ve finans, telekomünikasyon, elektronik, havacılık gibi sektörlerin belirleyiciliğinin arttığını söyler. Bell, teorisini daha da geliştirerek artık “oyunun” üretilmiş gerçekle insan arasında değil, insanla insan arasında olduğunu iddia eder.[15]
İlk okunduğunda gerçekten de kulağa hoş gelen ifadeler. Bu teoriye göre günümüzde bilginin sınırları oldukça genişlemiş ve bilgi “toplumsal” bir hale gelmiştir. Dolayısıyla beşeri sermaye adı verilen eğitimli emek gücü artık gelişmiş toplumların esas gücünü oluşturmaktadır. Son 30 yıldaki gelişmeler eğitimli iş gücünün özellikle gelişmiş ya da gelişmekte olan kapitalist ülkelerde ciddi bir tırmanış gösterdiğini açığa çıkartıyor. Öte yandan bu işin görünen kısmı ve ayrıntılar tezin parlaklığını ortadan kaldırıyor.
Elektronik sanayiinde yaşanan gelişmeler, telekomünikasyon sektörünün muazzam sıçrayışı ve ulaşımın akıl almaz hızıyla birleşen finansal gelişme “hizmetler sektörünü” ciddi anlamda geliştirdi. Öte yandan, ekonomik göstergeler bu gelişmelerin arka planında bir tür mitin yaratıldığını gösteriyor. Gelişmiş bir kapitalist ülke olan İsveç’te hizmetler sektöründeki istihdam artarken ve ekonomik büyüme sağlanırken, ortaya “iş yaratmayan büyüme” olgusu çıkıyor. Dahası ekonomik alanda hâlâ endüstriyel toplumun ürünleri ve üretimi yüzde 50’lik bir büyüklük taşıyor.[16]
Emperyalist-kapitalist sistemde “vergi ağırlıklı bölgeler” olarak geçen İsveç’te hâlâ endüstriyel toplumun ürünlerinin ağırlık taşıması bir istisna değil. Dahası bütün araştırma geliştirme faaliyetleri gelişmiş kapitalist toplumlarda dahi “son ürün” ve endüstriyel üretim ağırlıklı gitmektedir.
Bununla beraber, yukarıdaki iddiaya geri dönecek olursak, hizmetler sektörünün ya da yeni endüstrilerin ağırlık kazanışı sınıf oluşum dinamiklerinde önemli değişiklikler yaratmamaktadır. Sınıf oluşum dinamikleri açısından yeni meslekler ya da coğrafyalar “işçileşme” olgusuyla karşı karşıya kalırken, kapitalizmin esas gücü ise bu yeni sınıf oluşum merkezlerini geçmişteki dinamiklerden ayırt etmekten ileri gelmektedir. Hizmetler sektörü tek bir sektör olarak ele alınamaz, öyleyse siyasal bir stratejinin “tek yanlı” olmaması gerekmektedir.
Dolayısıyla mantıki olarak şu sonuç doğmaktadır; bugün çok parçalı ve katmanlı bir şekilde gelişen bir işçi sınıfı varsa, siyasal olarak yapılması gereken sermayenin “uluslararasılaşması” gibi emeğin de yeni bir uluslararasılaşma içine girmesidir.[17] Ancak ortada ciddi bir yapısal güçlük var; sermaye iktidarı küresel değil yerel olarak kurulmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem esas gücünü buradan alırken, emekçileri de bu ulusal sınırlar içine hapsetmektedir. Siyasal bir tezin çok parçalı ilişkiler ağından yerel örnekler üzerinden kurulması oldukça zor olduğu için, ikinci eğilimin de zayıf noktası ortaya çıkmaktadır.
O nedenle üzerinde durulması gereken şey; bugün emperyalist-kapitalist sistemde zayıf noktaların neresi olduğu üzerine olmalıdır. Bu değerlendirme yapıldığında görülecektir ki; leninizmin klasik emperyalizm yorumu olan “zayıf halka teorisi” işçi sınıfı hareketi için oldukça sadeleştirici bir yol sunmaktadır. Mevcut alternatiflerin öne sürdüğü karmaşık ve parçalı görünümün aksine klasik yorum işçi sınıfı hareketi için bütünleştirici ve sadeleştirici bir hat çizmektedir. Dolayısıyla odak noktasının bu hattın üzerine kurulması önümüzdeki dönemde işçi sınıfı hareketi açısından bir kaldıraç görevi üstlenecek.
Türkiye örneği ve temel strateji
Hattın çizilmesi için ise doğal olarak emperyalist-kapitalist sistemin zıtlıklar ürettiği coğrafya ve mekânlara dikkat çekmek gerekiyor. Yöntemsel olarak doğru olan, ülkemiz açısından da önem kazanmaktadır. Türkiye’nin bu yazıda sadece özel bir örnek olarak değil, bir siyasal hattın stratejik yönelimlerini de ifade etmesi açısından ele alındığını vurgulamak lazım.
Yukarıda çizilen çerçeve Türkiye örneğine uyarlandığında kapitalist sistemin dinamiklerini ve hareket yasalarını tarif etmekle işe başlanabilir. Çok uzun ve veriler yığınıyla yazıyı doldurmamak için Türkiye’nin son 30 yılda ekonomik açıdan bağımlılığının arttığının, ihracata dayalı büyüme stratejisi ile sanayi yapısını değiştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Bu dönemde Türkiye altyapı yatırımlarına önem verirken, sanayinin yeni havzalara doğru taştığını görmek lazım. Sanayinin yeni havzalara ve sektörlere yayılmasında temel etken Türkiye sermayesinin emperyalist-kapitalist sisteme bağlılık derecesi olmuştur. Dolayısıyla esas belirleyen nokta sermayenin kârlılık ihtiyaçları ile emperyalizmle kurulan bağlardır.
Bu noktada işçi sınıfının temel görünümü çeşitlilik göstermiş ve işçi sınıfı nicel olarak büyümüştür. İmalat sanayinin geleneksel bölmelerinin istihdam içindeki payı önce artmış, sonra azalma göstermiş ve sabitlenmiştir. Son 14 yılda belli bir oranda ise bu azalma yönünde seyir göstermiş durumda. Hizmetler sektörü ise ciddi bir değişiklik göstermiş, yüzde 60’lar sınırına dayanmıştır. Buna karşın, en ciddi değişiklik tarımsal istihdamda olmuştur. İhracata dayalı büyüme stratejisinin en önemli değişikliklerinden biri kırsal üretimin tasfiyesi ve köyden kente göçün hızlanması olmuştur. Dolayısıyla kırsal nüfus ciddi oranda azalmış, toprak mülkiyetinde kapitalistleşme hızlanmıştır.
Gelinen noktada Türkiye kapitalizminin niteliğinin dışa bağımlı, sanayisinin orta gelişkinlikte, araştırma-geliştirme düzeyinin düşük ve beşeri (sosyal) sermaye kapasitesinin “değer yaratmayan” düzeyde olduğu görülmektedir. Böylesi bir durumda sermaye sınıfı açısından kârlılık düzeylerini korumanın yegâne yolu iç tüketim düzeylerini yüksek tutacak bir sermaye akışını sağlama yanlılığıdır. Dolayısıyla sermayenin genişleme doğrultusu büyük oranda “yeni pazarlara” doğrudur.
Bu doğrultuyu doğuran, yeni pazarlara yayılma ve etmenler yukarıda ifade edilmişti. Öte yandan, özellikle Marmara civarında öbekleşen sanayinin ve sermaye akışının aynı zamanda İstanbul’daki kentsel krizle alakalı olduğunun bilinmesi gerekiyor. Bu nedenden ötürü büyük kentlerin, İstanbul, İzmir gibi, çeperlerinde yeni sanayi havzaları birikirken, işçi sınıfının “demografik” yapısından da değişiklikler görülmüştür.
Örneğin Gebze 1980 sonrası yeni ekonomi politikasının ürünü olarak İstanbul’a yakınlığıyla sanayileşirken, bu sanayileşmenin içinde metal sanayi önemli bir yer tutmuştur. 2009 yılında Gebze’de bulunan metal işçilerinin sayısı 70 bini aşarken, petro-kimya sektörü 18 bin işçi düzeyinde kalmıştır.[18] Özellikle otomotiv sektörünün ciddi bir sıçrama yaptığı görülürken, Kartal-Tuzla hattına sıkışmış olan metal sanayi Gebze’de “yeniden” yaratılmıştır. Bu süreçte işçi sınıfı daha örgütsüz kılınmaya çalışılırken, otomotiv sektörünün yığıldığı Bursa örneğinde olduğu gibi “sorumlu sendikacılık” anlayışıyla sarı sendikacılık beslenmiştir.
Öte yandan sınıf oluşum dinamiklerine bakıldığında çeşitlenme göze çarpmaktadır. Vasıflı-vasıfsız, güvenceli-güvencesiz, mavi yakalı-beyaz yakalı her türden işçileşme biçimi görülmektedir. Bu hızda büyüyen bir sınıf dinamiğinin “sınıf mücadelesini” yükseltir bir tarzının olmamasının ana nedeninin ise siyasal olduğu açık. Bunun için siyasal odaklanmanın nereye olacağına ilişkin net bir strateji çizilmesi gerekiyor.
Nereye odaklanmalı?
Öncelikli olarak siyasal stratejinin yukarıda ifade edilen sınıf oluşum dinamikleri üzerine binmesi ve geliştirmesi gerekli. Bugün, sınıf oluşum dinamiklerinin hızlandığı, eğilim gösterdiği noktanın Türkiye kapitalizminin en fazla kâr elde ettiği stratejik sektörler olduğu görülüyor. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi “lokomotif” sayılabilecek sektörlerde yaşananların daha sert olması bununla ilişkilidir.
Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin verileri değerlendirildiğinde başta inşaat ve metal sanayindeki işçiler olmak üzere finans ve turizm sektörlerinde yoğunlaştığı görülmelidir. Bu duruma ek bazı sektörler, cam sektörü gibi, eklenebilir. Öte yandan, finans ve turizm sektörlerinin çok katmanlı ve “son tüketiciyle” iç içe hali bu noktalarda bir birikme eğiliminden öteye gidilemediğini açığa çıkartıyor.
Bu nedenlerden ötürü sınıf mücadelesi yürütenlerin bir siyasal strateji ve yönelim belirlemesi gerekiyorsa, ilk olarak, öncelikli sektörler belirleyerek hedef saptaması yapması gerekiyor. İkinci olarak ise sınıfsal mücadelenin verili güç durumudur. Verili güç durumu incelendiğinde Türkiye’de işçi sınıfı siyasal ve ideolojik açıdan paralize edilmiş, kapitalizmin getirdiği mekânsal ve üretimsel çözümleri aşamamış durumdadır. Bu durumun karşısına ancak “örgütsel deneyim birikimiyle” çıkılabilir.
“Örgütsel deneyim birikimi” olarak ifade edilen şey işçi sınıfının sonuç alıcı, mevzi elde eden ve bu duruma dönük örgütsel bir form yaratan mücadele biçimidir. Henüz bu birikimin “ekonomik” alandan “siyasal alana” sıçrayamadığı aşikâr. Dolayısıyla görüldüğü noktalar yalnızca bazı mücadeleci sendikaların yöneldiği alanlar. Bunun ise bir dizi örnekte, Türk-İş içindeki Hava-İş, Petrol-İş ya da Kristal-İş sendikalarında olduğu gibi, siyasal alana sıçramadığı oranda siyasal iktidar tarafından “mevzi yitimine” neden olacağı açık. Bugün adı geçen sendikaların geçmişlerine oranla düştükleri “sarı sendika” konumu bununla alakalıdır.
Son olarak ise eğer gerçek bir siyasal strateji izlenecekse; bu stratejinin başına işçi sınıfının her açıdan bölünmüşlüğünü ortadan kaldıracak net bir bakış açısının yazılması gerekiyor. Bu bakış açısının kendi temposunun, kadrosunun, kendini ifade ediş biçiminin yukarıda bahsedilen siyasal strateji ve yönelimle yakından ilişki kurulduğu anda hayata geçeceği açıktır.
Bu noktada tüm siyasal stratejinin bağlanacağı ana bir siyasal omurga gerektiği açıkça ifade edilmeli. Ana siyasal omurganın tüm yaşamsal organlarıyla beraber “bir sınıf partisi” olarak kendini var etmesi yukarıda ifade edilen koca bilgi yığınından çok daha önemlidir.
“Bir sınıf partisi” tüm kırılganlığı ortadan kaldıracak yegâne çıkış yoludur. Diğer türlüsünün ise “suya yazı yazmak” olduğu bilinmelidir.
[separator type=”thin”]
[1] Fröbel, F. (1983), Dünya Ekonomisinin Günümüzdeki Gelişmesi Üzerine Dünya Ekonomisi: Bunalım ve Siyasal Yapılar (Çev: O. Esen), Belge Yayınları. s. 13-15.
[2] Robinson, W.I. (2004), A Theory of Global Capitalism: Production, Class and State in a Transnational World Baltimore: The John Hopkins University Press, s. 39.
[3] Boratav, K. (2010), Emperyalizm, Sosyalizm ve Türkiye, Yordam Kitap, s. 19.
[4] Lenin, V.İ. (2003), Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması, Eriş Yayınları, s. 90-91.
[5] Hilferding R. Finans Kapital, Cilt: 1 (Çev:Y. Öner), Belge Yayınları. s. 146-147.
[6] A.g.y., s. 273.
[7] Piketty,T. (2013), 21. yüzyılda kapital, İş Bankası Yayınları, s. 20.
[8] Kondratieff, N.D. (1979[1926]), The long waves of economic lifes, Review (Fernand Braudel Center), Cilt: 2, No: 4, s. 519-62.
[9] Dobb, M. (1973), Kapitalizm, sosyalizm ve az gelişmiş ülkeler (Çev: M. Su), Doğan Yayınevi, s. 80-82.
[10] Castells, M. (2014 [1972]), Kent, sınıf, iktidar (Çev: A. Türkün), Phoenix Yayınları, s.100.
[11] Koche, V./ Kuge, S./ Geissbauer, R./ Schrauf, S. (2015), Industry 4.0: Opportunities and challenges of the industrial internet, s.7.
[12] Beverly, J.S. (2009), Emeğin gücü: 1870’den günümüze işçi hareketi (Çev: A. Önal), Yordam Yayınları, s. 106-107.
[13] Mason, P. (2016), Kapitalizm sonrası: Geleceğimiz için bir kılavuz (Çev: Ş. Alpagut), Yordam Yayınları, s. 382-383.
[14] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/599862/Mudursuz_patronsuz_bir_ofisten_fazlasi.html.
[15] Bell, D.( Şubat 1976), Welcome to the post-industrial society, Phsysics Today, s. 47.
[16] Jansson, J.O (2009), The myth of service economy: An uptade., futures, Vol: 41, s. 182-189.
[17] Beverly, J.S. (2009), Emeğin gücü: 1870’den günümüze işçi hareketi (Çev: A. Önal), Yordam Yayınları, s.106-208.
[18] Öngel, F.S. (2012), Kapitalizmin kıskacında kent ve emek, Nota Bene Yayınları, s. 67.