Dünya değişiyor. Günümüzdeki gelişmeleri takip etmekte, değişimleri yakalamakta zaman zaman zorluklar çekiyoruz. Her gün yeni kavramlar ortaya atılıyor. Ancak arka planda değişmeyen bir şey var: kapitalizm. Kapitalizm hâlâ dünya ekonomik düzeninde baskın konumunu korumaya devam ediyor. Soğuk Savaş’tan sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD) avuçlarında kapitalizm ile bir başına kaldı ve avuçlarında kalanları saçacağı, Doğu Bloku’ndan arda kalan birçok “yeni” alan açıldı. Elbette ABD bu fırsatı kaçırmadı ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile birlikte gücünü kullanarak bölgede hegemonyasını kurdu. Günümüze baktığımızda ABD hâlâ kapitalist ve hâlâ güçlü. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin yayılmacı serbest piyasa politikalarına emperyalizm denirken, Soğuk Savaş sonrası bunun adı küreselleşme oldu. Bu makalede, uluslararası yapısı temelde değişmemiş olan kapitalizmi anlatmaya çalışacağım.
Emperyalizm nedir?
Lenin’den önce emperyalizm için Rosa Luxemburg, Rudolf Hilferding, John Hobson, Karl Kautsky ve Nikolai Buharin tarafından farklı tariflerde bulunuldu. Bunların arasında temel görüş farklılığı ise Hobson ve Hilferding’in 1. Dünya Savaşı öncesi emperyalizmin artık barışcıl bir döneme girdiği iddiasına karşılık Lenin ve Luxemburg’un tam aksini düşünmeleriydi. Bu isimlerin emperyalizmle ilgili çok önemli noktalara değindiğini ve Lenin’in de bunlardan yararlandığını söylemek yanlış olmaz. Ancak Lenin’i diğerlerinden farklı yapan, emperyalizm ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi açıklayarak emperyalizmi kapitalizmin en yüksek seviyesi olarak tanımlamasıydı. Lenin, Marx’ın kapitalizm tanımını formülize etti ve emperyalizm ile olan ilişkisini ortaya koydu.
Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Lenin bu fikrini Marx’ın fikirleri ve eserlerinden yola çıkarak tanımlamıştır. Örneğin, Lenin’in tanımladığı emperyalizmin beş özelliği olan tekelleşme, reel sektör ve finans sektörünün iç içe geçmesi, sermaye ihracı, kapitalist gruplar arasında dünyanın paylaşılması ve büyük güçler arasında dünyanın paylaşılması, Kapital’in ilk cildinde Marx’ın değer teorilerinden ikisini içermektedir. Bunlar tekelleşme ve sermaye ihracıdır. Ayrıca Grundrisse’de Marx emperyalist düzenin inşa edilme koşullarını şu şekilde anlatmıştır:
“Sermaye güçsüz olduğu sürece köhnemiş üretim biçimlerinin veya sermayenin ortaya çıkışıyla süreleri dolan biçimlerin değneklerine dayanır. Güçlendiğini duyumsar duyumsamaz değnekleri bir yana bırakıp kendi yasalarına göre davranır. Kendi varlığının gelişmeyi engellediğini duyumsayıp anladığında görünürde serbest rekabeti sınırlayarak sermayenin egemenliğini pekiştiren ancak aynı zamanda sermayenin ve sermayeye dayalı üretim biçiminin parçalanmasının müjdeleyicisi olan biçimlere sığınır.”[1]
Marx’ın sunduğu bu argüman, Lenin tarafından “kapitalizm, kapitalist emperyalizm haline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, kapitalizmin esas özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman; kapitalizmin yüksek bir ekonomik ve toplumsal yapıya geçiş döneminin bazı öğeleri bütün bir gelişme çizgisi boyunca biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir” şeklinde desteklenmiştir[2]. Sonuç olarak Lenin, emperyalizm teorisini oluştururken her ne kadar marksist ve marksist olmayan teorisyenlerden faydalanmış olsa da, Lenin’in emperyalizm teorisi marksist literatüre bir katkıdır.
Lenin “Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabını 1. Dünya Savaşı’nın ortasında yazmıştır. Bundan yüz yıl önce, 1916’da, Ekim Devrimi’nden bir yıl önce, Lenin emperyalizm hakkındaki fikirlerini geliştirmişti. Bu görüşlerini o dönem sürgünde olduğu İsviçre’de çalışarak bu eseri ortaya çıkarmıştı. Daha sonrasında, Rusya’ya yasa dışı yollardan giriş yaparak devrimi örgütlemişti. Yazıda daha önce de belirtilen emperyalizmin beş ana göstergesinin günümüzün “küreselleşen” dünyasında hâlâ geçerli olduğunu söylemek mümkün. Dünyada tekelleşme tüm hızıyla devam ediyor. Bugün Inditex, Unilever, Coca Cola, Volkswagen, Nestle, Kraft, P&G gibi büyük şirketler dünya üzerinde satın alınan birçok ürünün üreticisi durumunda. Bankalar, sanayi ile çok daha iç içe geçmiş durumda. Sermaye ihracı ise özellikle Afrika, Latin Amerika ve Güney Doğu Asya ekseninde devam ediyor. Dünyanın büyük güçler tarafından paylaşılması konusunda ise en basitinden burnumuzun dibinde devam etmekte olan Suriye’deki savaşa bakmak bile yeterli olacaktır. Kısacası Lenin’in emperyalizm tanımının modasının geçmiş olduğu yetersiz, eksik ve art niyetli bir iddia olmaktan öteye gidemez.
Küreselleşmenin iddiaları
Kısaca açıklamak gerekirse, küreselleşme günümüzde kapitalizmin ve serbest piyasanın bütün dünyaya yayılmasıdır. Küreselleşmenin ideolojik iddiaları neo-liberalizm ve emperyalizm için bir maske durumundadır. Küreselleşmenin neo-liberal politikalarını dayatabilmek adına, emperyalist ülkeler birtakım fikirler üreterek küreselleşmeyi sanki yeni bir buluş, yeni bir trendmiş gibi, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelere sunmuşlardır.
Temel olarak küreselleşmenin beş iddiası vardır. Birinci iddia; küreselleşmenin liberalleşme ve piyasaların küresel entegrasyonu olduğudur. Bu şu anlama geliyor, liberalleşme olmadan küreselleşme olamaz. Bu bariz bir şekilde sınırların kaldırılması ve ülkelerin piyasalarının emperyalist şirketler tarafından kuşatılması için ortaya atılmış bir iddiadır. Bu iddia, ucuz emek gücü ve kaynak arayışında olan şirketler için son derece geçerli ve uygundur. Bu durumda karşımıza küreselleşme ile ilgili liberalleşme + ekonomik entegrasyon = küreselleşme gibi bir formül çıkartıyor.[3]
İkinci iddia küreselleşmenin kaçınılmaz ve geri döndürülemez olduğudur. Bu iddia marksistler için beşinin içinde en zayıf olanı olarak değerlendirilebilir. Kapitalist bir küreselleşmenin tarihin son aşaması, kaçınılmaz ve geri döndürülemez olduğu iddiası tarihsel materyalizm anlayışına aykırıdır ve marksistler tarafından reddedilmelidir. Bu iddiaya en büyük destek elbette ki neo-liberal politikacılardan ve ekonomistlerden geliyor. Dünyanın en büyük kargo şirketlerinden FedEx CEO’su Frederick W. Smith şöyle diyor: “Küreselleşme kaçınılmaz ve değiştirilemez bir olgudur ve ilerlemektedir. Küreselleşme gerçekleşiyor ve sonunda gerçekleşecek”[4]. Diğer bütün kapitalistler gibi FedEx CEO’su Smith de bir küreselleşme destekçisi. Günümüzde CEO’ların açıktan emperyalizmi övemeyecekleri düşünülürse, küreselleşme takma adını kullanarak bu düşüncelerini dile getirmeleri elbette normaldir.
Üçüncü iddia, küreselleşmeyi yöneten kimsenin olmadığı ve küreselleşmenin kendi kendine yayıldığıdır. Bu iddia düşünüldüğü zaman aslında; küreselleşmenin tepesinde ne yapılacağına karar veren bir kurum veya kişinin olmadığı, bu nedenle piyasa ekonomisinin başlıca illüzyonlarından biri olan “çok çalışılır ve çabalanırsa serbest rekabet içinde herkesin başarılı olabileceği” imajını yaratıyor. Tanıdık geldi mi? Ekonomist Paul Krugman’a da tanıdık gelmiş olsa gerek: “Solcuların büyük kısmı küresel marketten hoşlanmaz çünkü, Amerikalıların bir hayat gerçeği olarak kabul ettikleri piyasa yönetiminin kimsenin elinde olmadığı gerçeği onları rahatsız eder”.[5] Aslında bakıldığında Krugman haksız da sayılmaz. Solcuların hedefinde tek bir kişi veya kurum yoktur. Solun hedefinde neoliberalizmin dünyaya yayılmasına sebep olan tüm kurum ve kişiler vardır. Kapitalizmin başında tek bir kişi veya kurum olmadığı gerçeği, onu yöneten ve yönlendiren bir iradenin olmadığını göstermez. Günümüzde en güçlü uluslararası şirketlerin, ordusu ve ekonomisi en güçlü ülke konumunda olan ABD’de olması bunun bir kanıtı olarak sunulabilir. Birçok uluslararası şirket ve bu şirketlerin patronları solcuların hedefindedir ve bu kişilerin kapitalizmi yönlendirmediği gerçeği bir safsatadır.
Dördüncü iddia ise küreselleşmenin herkes için faydalı olduğudur. Ancak bu iddia sadece bize göre değil, Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Raporu’na göre de yanlış. Raporda 1973 yılında zengin yoksul oranı 44’e 1 iken, 25 yıl sonra bu oran 74’e 1’e yükselmiş durumda. Yani 20. yüzyılın zorlu koşulları iyileşmek yerine yoksullar açısından çok daha kötü bir hale gelmiş durumda. En zengin ve gelişmiş denilen ülkelerde bile.
Küreselleşme sonrası dünyanın bazı yerlerinde gelir seviyesi artış gösterse de, bu ülke içindeki gelir dağılımının, zengin ile yoksul arasındaki farkın azaldığını göstermiyor. Dünya Bankası’nın eski başkanı Joseph Stiglitz bile bu durumla ilgili olarak IMF ve Dünya Bankası’nın neo-liberal reçetelerinin genellikle felaket ile sonuçlandığını söylemiştir.
Son iddia ise, demokrasinin dünyaya küreselleşme ile yayıldığıdır. Kasım 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton: “Eski komünist ülkelerde yeni şirketlerin ve alışveriş merkezlerinin açılması, demokrasinin omurgası olarak görülmelidir” demişti[6]. Yani görünüyor ki Clinton’a göre bir kişinin istediği bir ürünü alışveriş merkezlerinden alıyor olması bir ülkede demokrasi veya en azından demokrasinin omurgası olduğu anlamına geliyor. Ancak maalesef, demokrasi bu tip insanların ağzında olduğu sürece anlamsızlaşmaya devam ediyor. Aynı Clinton, 2009 yılında Çin’e yaptığı bir ziyarette Çin’deki insan hakları sorunları ile ilgili şu cümleyi kurmuştu: “İnsan hakları konusundaki baskımız küresel ekonomik kriz, iklim değişimi ve güvenlik sorunları ile alakalı olamaz”. Yani Clinton, insan hakları ile ekonomik meseleler iç içe geçmemelidir demek istiyor diyebiliriz. Aynı şekilde Chicago Tribune gazetesinin ekonomi sayfasında çıkan bir habere göre Kuzey Amerikalı şirketlerin genellikle “otoriter” ülkelere yatırım yaptığı gözlemleniyor. Bu durumun en büyük sebeplerinden biri bu tip ülkelerde düşük ücretler, sendikal hakların olmaması, gevşek çevre yasaları ve insan hayatının hiçe sayılması. ABD seçimleri zamanı Trump’a karşı Clinton desteklenmeli çağrısında bulunanlar, Clinton’un Trump’ın karşıtı olduğu görüşünü savunanlar, Clinton ve muadillerinin de dünya için nasıl bir tehdit olduklarını görememişlerdi.
Küreselleşmenin vaatleri
Küreselleşmenin iddiaları pratikte gerçekleşmemektedir. Bu nedenle, şu soru sorulmalıdır: Kapitalizmde ne değişti ve emperyalizm modası geçmiş eski bir terim haline geldi? Yukarıda açıklandığı gibi, dünyadaki hakim sistem olan kapitalizm Soğuk Savaş sonrası mevzi kaybetmemiş, güçsüzleşmemiştir. Kapitalizm hâlâ başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ve dünyayı bölüşen tekeller üzerinden hayatını sürdürmektedir. Yukarıda bahsedilen iddialar dışında şimdi üç önemli noktaya değineceğiz ve küreselleşmenin iddialarının gerçek dışı olduğunu göstermeye çalışacağız. Bunlar sınırların kaldırılması, savaşların sonu ve küreselleşmenin bütün insanlık için teknolojik ilerleme sağlayacağıdır.
Sınırların kaldırılması
Küreselleşmenin belki de en bilindik iddialarından biri küreselleşme çağında sınırların ortadan kalkacağıdır ve bu kısmen doğru sayılabilir. Sermaye için küreselleşme çağında sınırlar büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Emperyalist ülkelerin patronları ve vatandaşları vize gibi kısıtlamalarla ve bir takım maliyetli ve uzun bürokratik işlemler ile uğraşmadan dünyayı çok rahat bir şekilde dolaşabiliyorlar. Bu noktada gerçeklik ile ilgili soruyu sorduğumuzda gerçekler ortaya çıkıyor: küreselleşme kim için? Kim için dünya daha da küçük hale geliyor? Dünyayı rahatça dolaşabilenler kimlerdir? Bu sorulara cevap aramak küreselleşmenin etkilerini çok daha net bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu sorulara cevap olacağını düşündüğüm 3 örnek ile bu durumu açıklamaya çalışalım. İlk olarak Libya’nın Arap Baharı olarak adlandırılan sürece dahil olması ve batılı ülkelerin Libya’ya “insani yardım” amacı ile müdahalesi sonrası, bir bot içinde bulunan 72 Libyalı İtalya kıyılarında ölümle burun buruna gelmiş durumda idi. Buna benzer olaylar sıklaştığında İtalyan sahil güvenliği NATO’dan konuyla ilgili yardım istemiş olsa da herhangi bir yardımda bulunulmamıştı.
İkinci olarak Suriyeli mülteciler. Günümüzde Suriye’deki iç savaş sebebiyle artan mülteci sorunu gün geçtikçe daha kötü bir hal almaya devam ediyor. Aylan bebeğin içimizi acıtan resmi daha dün gibi aklımızda. Küreselleşmenin sınırları kaldırdığını savunanlar bu konuyu bir de Suriyeli mülteciler ile tartışmalı. Tartışmanın çok kısa ve net bir şekilde sonuçlanacağına hiç şüphe yok. Dünya genelinde ise toplamda 300 milyonu aşkın mülteci varken, gelişmiş ülkeler, ülkelerinde hayatlarını kararttığı insanlara kendi ülkelerinin kapılarına geldiğinde 2. sınıf insan gibi davranması ise tüm dünya tarafından izlendi.
Üçüncü olarak yine pek çok kişinin yaşadığı vize alma süreci. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bir ABD’ye gidebilmek, bir ABD’linin Türkiye’ye gelmesinden çok daha uzun bir süreç. Örneğin, bir ABD vizesi alabilmek için işinizi, bankadaki paranızı vb. kişisel bilgilerinizi içeren sayfalarca belge hazırlamış olmanız bile bu vize için yeterli olamayabiliyor. Ancak bir ABD’li Türkiye’ye geleceği zaman Atatürk Havalimanı’ndan biraz kuyruk bekleyerek aldığı vize ile ülkeye girebiliyor. Bu durum aynı şekilde bir Cezayirli’nin Fransa’ya veya bir Hindistanlı’nın İngiltere’ye gitmek isterken yaşadığı sorunlarla aynıdır. Burada yapılması gereken tespit şudur: Emperyalistler sömürdükleri ülkelerin vatandaşlarına karşı duvar örmüşlerdir. Emperyalist bir şirketin fabrikaları ABD-Meksika sınırını geçebilirken veya Avrupa denilen kalenin surlarını aşıp başka ülkelere gidebilirken, o fabrikada çalışan işçilerin böyle bir hakkı bulunmamaktadır. İşte bu küreselleşmenin sahtekarlığıdır; sınırların olmadığı bir dünya ama işçi sınıfı hariç.[7]
Emperyalizm koşullarının hâlâ geçerli olduğu gerçeği kabul etmeksizin dünyanın günümüzdeki durumunu tam anlamıyla açıklayabilmek imkansızdır. Dünyanın küçük bir köy haline geldiği doğru, ancak işçi sınıfının bu köyün dışında kaldığı da doğru. Dünya üzerinde sınır tek bir şey için kalkmıştır: sermaye.
Savaşlar
Günümüzde batılı güçlerin birbirleriyle olan stabil ilişkileri, Lenin’in kapitalizm ve savaş arasında kurduğu bağlantıyı yanlışlamaz. Lenin’e göre, kapitalizm doğası gereği savaşa sürükler. Bunun sebebi dünyanın büyük güçler arasında bölüşülmesinin bir rekabete dönüşmesi durumudur.
Soğuk Savaş döneminde ABD ve Batı Avrupa, Sovyetler Birliği’ne karşı birlikte durmayı seçmişti. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte ortaya çıkan Avrupa ve Orta Doğu’daki yeni pazarları ise ABD agresif dış politikası sayesinde Avrupa ile birlikte hareket ederek elinde tutmayı başardı. Peki birbiriyle bu kadar uyumlu çalışan iki emperyalist gücün savaşma ihtimali var mı? Madem bu iki gücün birbirleriyle savaşması gerekiyor o zaman nasıl oluyor da birlikte hareket ediyorlar?
Günümüzde hiç şüphesiz kabul edilmelidir ki ABD; askeri, ekonomik ve politik olarak dünyanın en güçlü ülkesidir. Bir diğer kesin olan gerçek ise İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın ve dünyanın güçlü ülkeleri, ABD liderliğini tam olarak kabul etmiş değillerdir. En azından şimdilik, Avrupa emperyalizmi uluslararası alandaki ABD hegemonyasına karşı gelememektedir, çünkü kendi içinde sorunlar yaşayan Avrupa’nın buna yetecek gücü yoktur. Bunun 3 temel nedeni var. Birincisi yukarıda bahsedildiği gibi Avrupa’nın ABD ile yarışacak düzeyde bir askeri potansiyeli yoktur. İkincisi, ABD bir bütün iken Avrupa kendi içinde parça parçadır. Üçüncüsü ise NATO’da karar mekanizması ABD’dir. Elbette ki Avrupalı emperyalistler ABD’nin aldığı askeri kararlara karşı değiller. Ancak, örneğin, Avrupa’nın kendi başına ABD olmadan Rusya tehdidine karşı duramaması ve NATO’nun sürekli olarak Doğu Avrupa’da tatbikat yapıyor olması bunun en güncel örneği sayılabilir.
Tarihte iki büyük dünya savaşı yaşandı. Dünyanın tüm ülkelerinin doğrudan veya dolaylı olarak etkilendiği bu savaşlar, emperyalizmin dünyayı paylaşma krizinden doğmuştur. Küreselleşme yanlılarının küreselleşme çağında savaşlar olmayacak iddiasına inanabilmek günümüz koşullarında oldukça güç. Soğuk Savaş sonrası yaşanan ve herkesin bir çırpıda söyleyebileceği Yugoslavya, İran-Irak, Irak ve son olarak Suriye savaşları küreselleşmenin barış değil savaş getirdiğinin de bir göstergesidir. Bugün Suriye’de emperyalistler tarafından desteklenen her çeşitten cihatçı örgüt, Suriye halkına hayatı zindan etmektedir. Suriye savaşına dahil olan tüm ülkeler buradaki gruplardan biri aracılığı ile bölgede hakimiyet kurmaya çalışmaktadır. Burada anlatılmak istenen nokta kapitalistlerin dünyayı bölüşmesi ve emperyalizmin savaşlara sebep olması gerçeğinin değişmemiş olmasıdır. Yani küreselleşme dünyaya barış getirmemiştir.
Teknoloji ve bilimsel gelişmeler
Marx’a göre kapitalist üretim süreci iki aşamadan oluşur: üretim ve dolaşım. Kârı arttırabilmek için kapitalistler birtakım gelişimlere ihtiyaç duyar. Üretim sürecinde ise bu gelişimler bir ürünü daha kısa sürede ve daha ucuza üretebilmeye yöneliktir. Yeni makinelerin icadı, üretim maliyetlerini azaltır. Dolaşım sürecinde ise daha çok yük taşıyabilen ve daha uzak mesafelere daha hızlı bir şekilde ulaşabilen araçlar maliyeti düşüren faktörlerdir.
İnternet çağı ile birlikte bilgiye ulaşması çok daha kolaylaşmış durumda. İnternet insanlık için son derece önemli ve faydalı bir teknolojik gelişmedir. Peki internet sadece aradığınız bilgiye ulaşabilmek için kullanabildiğiniz bir araç mıdır yoksa aynı zamanda dünyanın öbür köşesindeki bir yerden istediğiniz bir ürünü satın alabilmek midir?
Teknoloji emperyalistlerin kârlarını maksimize edecek şekilde ilerliyor. Geçmişteki teknolojik ilerlemelerin büyük kısmı emperyalistlerin askeri ihtiyaçları doğrultusunda ilerlerken günümüzde bu ekonomik ihtiyaçlara kaymış durumda diyebiliriz. E-ticaret ile belki de hiç gitmeyeceğimiz bir ülkenin bilmediğimiz bir mağazasından alışveriş yapabilir haldeyiz. Yeşil enerji ile gelişmiş ülkeler petrol ve petrol fiyatlarının bir koz olarak kullanılmasının önüne geçebilmenin peşinde. Yeşil enerji ile dünyanın ortak değeri olan petrol yerine şimdi de insanlara güneş ve rüzgar satılacak. “4. Sanayi Devrimi” ile işsiz yığınlar artacak ve günün kârlısı insanlık değil sermaye olacak.
Komünistler teknolojiye ve bilimsel gelişmelere karşı değillerdir. Komünistlerin karşı olduğu, teknolojik ilerlemelerin insanların ihtiyaçlarına yönelik değil, sermayenin ihtiyaçlarına göre ilerlemesidir. Örneğin bugün teknoloji kapitalist üretimin hizmetinde, sermayenin kar oranlarını yükseltme amacı ile kullanılırken, toplumsal hayatın daha insanca örgütlenmesi için kullanılabilecek teknolojik gelişmeler kârlı olmadıkları için öne çıkartılmamakta, kadük bırakılmakta ya da yüksek gelir düzeyine sahip olanların hizmetine sunulmaktadır. Öte yandan örneğin tıp alanında insan hayatına yönelik koruyucu önlemlerin gelişmesini sağlayacak bilimsel gelişmeler desteklenmezken, kârlı olan ilaç ve hasta bakımı alanındaki gelişmeler desteklenmektedir.
Sonuç
Özetlemek gerekirse, Lenin’in tanımladığı emperyalizm ile küreselleşmenin bağlantısını kurmaksızın küreselleşmeyi anlayabilmek olanaksızdır. Elbette ki emperyalizm 1916’daki ile birebir aynı değildir, ancak günümüzün kapitalist düzenini hâlâ en net ve açık şekilde açıklayabilen bir teoridir. Lenin’in emperyalizm kavramını kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımlaması ise bu tanımlamanın kapitalizm var olduğu sürece geçerli olacağını bize gösteriyor. Lenin’in teorisi güncelliğini koruyor. Küreselleşmenin iddiaları ise bir bir çöküyor. Dünya daha iyiye gitmiyor; savaşlar devam ediyor, sınırlar daha da keskinleşiyor ve teknoloji insanlık için değil sermaye için gelişiyor. Küreselleşme ile emperyalizm arasındaki fark kapitalizmin dünya üzerindeki rolü ile ilgilidir.
Küreselleşmeciler kapitalizmin dünya ekonomisinin temelini oluşturacağını ve tüm ekonomiler birbirlerine bağımlı olacaklarından dolayı dünyada savaşın değil barışın hakim olacağını savunurlar. Emperyalizm teorisi ise yine kapitalizmin dünya ekonomisinin temelini oluşturduğunu ancak bunun emperyalistler arasındaki rekabetten dolayı savaşlara yol açacağını savunur. Bu durumda küreselleşmecilere Marx’ın o ünlü sözünü hatırlatalım: “Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir.”
[separator type=”thick”]
Ek okuma önerileri
- Çakır, G. (2012), “Küreselleşme mi emperyalizm mi?”,
sendika.org, 22 Ağustos 2012.
(http://sendika8.org/2012/08/kuresellesme-mi-emperyalizm-mi-gencer-cakir/).
- Lozovski, I. (1978), Kapitalist toplum. Emperyalizm
(p. 124-154), Ankara: Sol Yayınları.
- Miles, C. (2013), “Imperialism in the twenty-first century”, 4 Kasım 2013 (http://www.informationclearinghouse.info/article36743.htm), Erişim: 10 Aralık 2015.
[separator type=”thin”]
[1] Marx, K. (1973), Grundrisse, London, Penguin, s. 651.
[2] Lenin, V.I. (2013), Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması, Halkı amaçlayan bir deneme (Çev: C.Süreyya), Ankâra, Sol Yayınları, s. 89.
[3] Steger, M.(2013), Globalization a very short introduction, Hampshire, Oxford University Press, s. 98.
[4] A.g.y., s. 100.
[5] A.g.y., s.102.
[6] A.g.y., s.110.
[7] Smith, J. (2015, Temmuz-Ağustos), Imperialism in the twenty-first century, Monthly Review Vol. 67, Issue 03.