1945 Ağustosu’ndan bu yana emperyalist sistemin mutlak lideri olan Amerika Birleşik Devletleri, 2008 krizinden bu yana gerçek bir alternatifi olmasa da, artık tartışmasız olarak bu liderliği eski usulde sürdürmekte zorlanıyor.
1989’da Berlin’de duvarın yıkılması ve iki yıl sonra Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle “tarihin sonu”nu ve “mutlak galibiyeti”ni ilan etmekte acele eden ABD önderliğindeki kapitalist blok, aradan ancak iki on yıl geçtikten sonra adeta duvara toslamış durumda. Karşısında ne reel sosyalizm ne de siyasallaşmış ve güçlü bir işçi sınıfı hareketi olmasına rağmen kapitalist-emperyalist sistemin toplumsal meşruluğunun sürekli sorgulanır hale gelmesi, yoksulluğun giderek artıyor ve derinleşiyor olması, kapitalizmin iktisadi krizlerinden daha zor çıkılması ve bir “başarı” öyküsünün yazılamıyor oluşu kapitalizmin iktisadi ve ideolojik olarak belirli bir sınıra geldiğine işaret ediyor.
Bu sınırın ötesinde, kapitalizm için herhangi bir gelecek olup olmadığı sorusuna şimdilik cevap üretilemiyor olması bir yana, emperyalist sistemin lideri ABD dünyayı daha fazla sırtında taşıma gücünü kendisinde bulamadığını da itiraf ediyor. Önümüzdeki dönemin farklı kutuplarına işaret eden odaklarla girdiği mücadelelerde giderek daha fazla sorunlar yaşayan ABD’nin nasıl şekilleneceği, nereye yöneleceği ve hangi stratejiyi izleyeceği önümüzdeki dönemi anlamak açısından önem taşıyor.
ABD’nin geleceğini anlayabilmek için ise ekonomisini, askeri gücünü, dış siyasetinin tarihsel gelişimi ile 1990 sonrasında yaşananları ve ABD iç siyasetindeki dengeleri temel veriler ile görüp “Amerikan Barışı”nın yeniden gündeme gelip gelemeyeceğini değerlendirmek gerekiyor.
ABD’nin ekonomik durumu
2008 krizine kadar küreselleşme ve demokrasi şampiyonluğuyla sosyalizmin o zamana kadar engellediği ve boşalttığı alanları piyasa talanına açan ABD öncülüğündeki emperyalist sistem, basitçe tarif etmek gerekirse, yüksek riskli konut ipoteklerinin ödenmesindeki sorunlar, konut fiyatlarındaki düşüşler, böylelikle “konut balonu”nun patlaması ve Lehman Brothers bankasının iflasıyla finansal sistemin tümüyle çökmesi riskiyle karşı karşıya kalmıştı.
Bu kriz, trilyon dolarları bulan kurtarma planları ve bankacılık sistemi üzerinde arttırılan denetim mekanizmaları ile kontrol altına alınmaya çalışıldı. 1929’daki Büyük Buhran’dan sonra dünya ölçeğindeki en ağır kriz olduğu değerlendirilen 2008 krizinin derinleşmesi dursa da bu krizden bütünüyle çıkıldığını söylemek mümkün değil. Dahası, ABD’den yayılan krizin tüm dünyayı etkilediği ve tüm dünyada kurtarma planları ile, kemer sıkma politikalarıyla faturanın yine işçi sınıfına ve emekçilere çıkartıldığı düşünüldüğünde yeni bir “başarı” öyküsünün yazılabilmesi mümkün görünmüyor.
ABD’nin emperyalist sistemin lideri olarak bu “başarı” öyküsünün yazılmasından birinci derecede sorumlu olduğu tartışmasız. Ancak sosyalizme karşı büyük bir ideolojik ve siyasi savaşın verildiği ve esas olarak Ronald Reagan’ın başkanlık dönemine işaret eden 1982-1990 arasındaki yıllık ortalama yüzde 4 oranındaki, sosyalizme karşı “zafer” ilan edilen ve esas olarak Bill Clinton’ın başkanlık dönemine işaret eden 1992-2000 arasındaki yıllık ortalama yüzde 3,8 oranındaki büyüme serilerinin ardından 2000-2014 yılları arasında ülkenin tarihsel büyüme oranının ancak yarısını bulabilen yıllık ortalama yüzde 1,7 oranı aşılamamıştır.
Bununla birlikte yaklaşık 18,6 trilyon dolarlık gayri safi milli hasıla (GSMH) ile dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD ekonomisinde federal borçlar 2000 yılında gayri safi milli hasılanın (GSMH) yüzde 60’ını bile bulmayan yaklaşık 6 trilyon dolar düzeyindeyken, 2015’te GSMH’nin yüzde 100’üne yaklaşarak 18 trilyon dolara tırmanmış oldu. Bu borcun en büyük sağlayıcısının ise 2014 verilerine göre yaklaşık 1,3 trilyon dolar ile Çin olduğunu vurgulamak gerekiyor. Ancak 2016’da Çin’in elindeki tahvilleri yüzde 15’in üzerinde azalttığı ve 2017 Ocak ayı itibariyle yerini Japonya’ya bıraktığı da dikkate değer bir durum olarak not edilmelidir.[1] Bu gelir düzeyi küresel GSMH’nin yüzde 22’sini ve dünya gayri safi hasılasının ise yüzde 17’sini oluşturuyor.
Nüfusunun yaklaşık %80’i hizmet sektöründe, %19’u sanayide ve %1’i tarımda çalışan[2] ABD’nin ekonomisine bakıldığında, 1990’dan 2015’e kadar sanayi üretiminin milli gelir içindeki payının sürekli olarak azaldığını ve yüzde 17,3’ten yüzde 12’ye gerilediğini görmek mümkün. Özellikle, dayanıklı mallar üretiminin payının yaklaşık yüzde 40 oranında gerilemesi dikkat çekiyor. Aynı dönemde finans ve sigortacılığın milli gelir içerisindeki payı yaklaşık yüzde 25 büyüyüp yüzde 5,8’den yüzde 7,2’ye kadar yükselirken, bilgisayar sistemleri tasarımı ve ilgili hizmetlerin payı üç kat artarak binde 5 düzeyinden yüzde 1,5 düzeyine yükseliyor. 1990’da yüzde 15’ler düzeyinde olan hükümet harcamaları payının ise 2015’te yüzde 13’e gerilediğini, özellikle 2008 krizinden sonra bu harcamaların payının bir miktar artmasına rağmen tekrar azalmaya başladığını ve en düşük düzeye geldiğini vurgulamak gerekiyor.
Bir başka açıdan bakacak olursak özel sektör dikkate alındığında 1990’da mal üretiminin milli gelirdeki payı yüzde 24,6 ve hizmet üretiminin payı yüzde 61 iken, 2015’te sırasıyla yüzde 18,9 ve yüzde 68,2 olarak gerçekleşmiş. Tüm bilişim ve iletişim sektörünün milli gelir içerisindeki payının ise yüzde 6 oranının çevresinde gezindiği görülüyor.
ABD ekonomisi, uluslararası para birimi niteliğindeki doların gücüyle dünyada 1890’lardan beri en büyük ulusal ekonomiyi oluşturuyor. ABD dünyanın en büyük ikinci üreticisi ve dünyadaki mal üretiminin beşte birini gerçekleştiriyor. Hizmet ticaretini domine eden ABD aynı zamanda en büyük mal piyasasını oluşturuyor. Dahası dünyanın en büyük 500 şirketinden 128’inin merkezi ABD’de bulunuyor. Girişim sermayesi ve araştırma-geliştirme yatırımlarında dünya lideri olan ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük tüketim harcaması yapılan ülke konumunda yer alıyor.
Bunların yanı sıra, 2016 yılında Amerikan sermayesinin dünyadaki yatırımları 4,8 trilyon doları bulurken, ABD’deki yabancı yatırımlar 2,8 trilyon doları buluyor. ABD’deki bu yatırımların büyük çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelirken, Kanada ve Japonya da önemli yatırımcılar arasında yer alıyor. ABD’nin yurtdışındaki yatırımları ise çoğunlukla Avrupa’da yer alırken ardından Orta ve Latin Amerika ve üçüncü sırada ise Asya-Pasifik bölgesi geliyor. Çin ve ABD arasındaki doğrudan yatırımlara bakıldığında ise ABD’nin 75 milyar dolarlık yatırımlarına karşılık Çin’in 45 milyar dolarlık yatırımı olduğu görülüyor.
Bir diğer önemli veri olarak ABD’nin dış ticaretine bakmak gerekiyor. ABD’nin 2016 yılında 1,45 trilyon dolarlık mal ihracatı yaparken 2,19 trilyon dolarlık ithalat yaptığı görülüyor.[3] Avrupa Birliği ile ticarete bakıldığında, 270 milyar dolarlık ihracat ve 417 milyar dolarlık ithalat yapılarak 147 milyar dolarlık dış ticaret açığı, Çin ile 116 milyar dolarlık ihracat ve 463 milyar dolarlık ithalat yapılarak 347 milyar dolarlık dış ticaret açığı[4], Kanada ile 267 milyar dolarlık ihracat ve 278 milyar dolarlık ithalat yapılarak 11 milyar dolarlık dış ticaret açığı, Meksika ile 231 milyar dolarlık ihracat ve 294 milyar dolarlık ithalat yapılarak 63 milyar dolarlık dış ticaret açığı ve Japonya ile 63 milyar dolarlık ihracat ve 132 milyar dolarlık ithalat yapılarak 69 milyar dolarlık dış ticaret açığı veriliyor.
ABD’nin ihracatının yüzde 87,5’ini ve ithalatının yüzde 90,4’ünü gerçekleştirdiği en çok ticaret yaptığı 30 ülkeye bakıldığında Avrupa’dan İngiltere, Belçika ve Hollanda[5], Orta Doğu’dan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile en genel anlamıyla Pasifik bölgesinden Hong Kong, Singapur ve Avustralya dışında tüm ülkelere karşı dış ticaret açığı verdiği görülüyor.
ABD’nin ihracat ve ithalat miktarlarına bakıldığında ilk dikkati çeken durum 1980’lerde başlayan dış ticaret açığının 1990’larla birlikte artık mutlak biçimde artan bir eğilim içine girmesi oluyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından ve küreselleşme gürültülerine paralel olarak gelen dış ticaret açığı, 2008’de 800 milyar dolara ulaştıktan sonra krizle birlikte 450 milyar dolar düzeyine gerilese de yeniden büyüme eğilimine girdiği görülüyor.
ABD’nin bugün dünyada en büyük ekonomik güç olduğu elbette tartışmasız. Yukarıda açıklanan temel veriler incelendiğinde de kısa ve hatta orta vadede ABD’nin gücünü kaybedeceği ve yerini bir başka güce bırakacağı görülmüyor. Örneğin ABD’nin yüksek dış ticaret açığının altında Amerikan sermayesinin üretim yeri tercihlerinin yurtdışında olmasının da önemli bir yeri olduğu ve sermaye gücünün zayıflamadığı anlaşılıyor.
Bununla birlikte, herkesin içinde olan Çin’in ABD’yi ekonomik anlamda geçmesi beklentisinin, toplam milli gelir dışında, kısa ve orta vadede gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Öte yandan, ABD ekonomisinin küçülmesinin Çin açısından da bir başka kısır döngüyü ortaya çıkartabileceği rahatlıkla söylenebilir. ABD’nin ekonomideki sorunları gidermesi gerektiği açık olmakla birlikte mevcut koşullarda ekonomik anlamda gücünün göreli olarak azalsa da başat konumunun değişmeyeceği söylenebilir.
ABD’nin askeri üstünlüğü anlamını yitiriyor mu?
ABD’nin emperyalist sistemdeki liderliğinin en temel göstergelerinden biri de kuşkusuz dünya ölçeğinde örgütlenen silahlı kuvvetleri. Tek başına dünyadaki silah ve savunma harcamalarının yaklaşık 2/5’sini gerçekleştiren ABD, 2014 yılı verileriyle, kendisini takip eden Çin, Suudi Arabistan, Rusya, İngiltere, Fransa, Japonya, Hindistan, Almanya ve Güney Kore’nin bir arada yaptıkları toplam harcamayı aşan 581 milyar dolarlık bir bütçeye sahip.[6] Bu bütçe 2011’de 2. Dünya Savaşı’ndaki savaş harcamalarını geçtikten sonra gerilemiş bir tutarı gösterse de büyüklüğü hâlâ rakipsiz sayılmalıdır.
ABD savunmaya Çin’in 4 katı ve Rusya’nın 8 katı kadar bir bütçe ayırıyor. İngiltere’nin hazırladığı 2045 yılına kadar bir süreyi kapsayan savunma harcamaları projeksiyonunda dahi ABD’nin savunma harcamaları 1,34 trilyon dolara yükselirken onu Çin’in 1,27 trilyon dolar, Hindistan’ın 654 milyar dolar ve Rusya’nın 295 milyar dolar ile takip edeceği tahmin ediliyor.[7] Bu projeksiyonun dikkat çeken yanı Avrupa’nın savunma harcamalarının ABD’nin harcamalarına oranının neredeyse üçte bir oranında azalması olduğu söylenebilir.
Dünyadaki savunma harcamalarının yüzde 70’ini gerçekleştiren NATO ülkelerinin milli gelirlerinin yüzde 2’si oranında savunma harcaması yapmaları kararlaştırılmış olmasına rağmen, örneğin 2013 yılında ABD (yüzde 4,1), İngiltere (yüzde 2,4), Yunanistan (yüzde 2,3) ve Estonya (yüzde 2) dışında hiçbir ülkenin bu oranda savunma harcaması yapmadığı görülüyor. Fransa (yüzde 1,8), Almanya (yüzde 1,3) ve İtalya’nın (yüzde 1,2) düşük harcamalarıyla NATO’nun Avrupalı üyelerinin savunma harcamaları yüzde 1,6 düzeyini ancak buluyor.[8]
Bu durumun NATO içerisinde bir tartışma başlığı olduğu biliniyor. Nitekim ABD Başkanı Donald Trump daha 18 Mart 2017’de Almanya’nın NATO ve ABD’nin kendisine sağladığı güçlü ve çok pahalı savunma hizmetleri nedeniyle yüksek miktarda borçlu olduğunu ve bunun kendilerine ödenmesi gerektiğini söylerken, Almanya’dan ise NATO’nun bir ittifak olduğu, ABD’den savunma hizmeti satın almadıkları, mülteciler ve kalkınma yardımları ile güvenliğe de harcama yaptıkları ve herkesin ittifaka taahhütlerini yerine getirdiği yanıtı geldi.[9] Benzer bir talep 20 Şubat 2017’de Başkan Yardımcısı Mike Pence tarafından da dile getirildi. Bu tartışmanın daha süreceği de anlaşılıyor.
ABD silahlı kuvvetlerinin dünyanın her yerindeki operasyon yetenekleri ve teknolojik üstünlüğü biliniyor. Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dayanan teknolojik imkanları ve becerileri dışında ABD’nin askeri teknolojiler alanında rakipsiz olduğu ve bu konumunu uzun bir süre daha koruyabileceği görülüyor. Dünyada küresel anlamda aynı anda birden fazla bölgede savaşma kapasitesi olan tek ülke olan ABD’nin küresel çapta örgütlenen silahlı kuvvetlerinin getirdiği maliyeti taşımakta zorlanmasının ise esas olarak bu kapasitesini yitirmesi anlamına gelmediği söylenebilir.
Ancak ABD ve başını çektiği NATO’nun giderek daha büyük savaş tehditleri yaratmasına karşın bir savaşı göze almak konusunda aynı şekilde davranmakta zorlandığı görülüyor. Bir başka açıdan, tüm askeri yetenekler ve teknolojik üstünlüğe rağmen ABD’nin son dönemdeki askeri operasyonlarının başarısının sınırlı kaldığı da söylenebilir. Buna karşın ABD’nin askeri kapasitesinin uzun bir süre gerçek bir rakibe sahip olmayacağı, ancak Rusya’nın ve bir süre sonra Çin’in ABD’yi giderek daha fazla kısıtlayacağı tahmin edilebilir.
ABD dış siyasetinin kısa tarihi
Bugünkü ekonomik ve askeri durumu özetle böyle olan ABD’nin dış siyasetine de yakından bakmak gerekiyor. ABD’nin uluslararası politikalarına ilişkin temel pozisyonlarını ve bazı ipuçlarını barındıran yaklaşık 250 yıllık tarihi önemli ayrıntılar sunuyor.
1776’da İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazanmasıyla dünya sahnesine çıkan ABD’nin dış politika tarihi kabaca 1914’e kadarki Batı Yarımküre’yi egemenliği altına alma, Dünya Savaşları’nı kapsayan uluslararası emperyalist sistemin liderliğini alma, 1945 ile 1991 arasındaki Soğuk Savaş ve sosyalizmle mücadele dönemi ile 1991 sonrasındaki tek “süpergüç” olarak kaldığı dönem olmak üzere dörde ayrılabilir.
Uzun sayılabilecek ilk dönemde ABD’nin temel yöneliminin Avrupalı güçlerin çekişmelerinde tarafsız kalma ve dahil olmama yönünde olduğu söylenebilir. Daha sonra da önemli bir yer tutacak olan temel politika ticareti geliştirmek ve güvence altına almaktı.
Bu ilk dönemin temel doktrini ise ABD’nin kuruluşundan yaklaşık 50 yıl sonra ortaya atılan “Monroe Doktrini” oldu. İlk kez 1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından dile getirilen Monroe Doktrini’ne göre, Amerika kıtaları Avrupalı güçlerin yeni sömürgeler elde edebileceği bir alan olmaktan çıkarılıyordu. ABD, Avrupalı güçlerin işlerine karışmama yönündeki izolasyoncu dış siyasetine karşılık Avrupalı güçlerin de Batı Yarımküre’de yeni sömürgeler kurmamasını ve bağımsızlığını kazanan ülkelere müdahale etmemesini talep ediyordu.
Monroe Doktrini, Batı Yarımküre’de uluslararası işbirliğinin geliştirilmesinin temeli olurken, bu işbirliğinin ABD çıkarları ve gücü doğrultusunda belirleneceği kısa sürede anlaşılacaktı. ABD, batıya doğru yayılmasını “Açık Kader” olarak tanımlayıp Meksika ile yaptığı savaşlar ile, Amerikan yerlilerini yurtlarından etmek ve Avrupalı güçlerden toprak satın almak yollarıyla hayata geçirirken de yine bu doktrine dayanıyordu.
Monroe Doktrini, 1880’lerde ABD’nin ticari talepleri doğrultusunda genişletilirken 1895’te Dışişleri Bakanı Richard Olney tarafından ABD’nin Batı Yarımküre’deki gelişmelere müdahale edebileceği şeklinde yorumlanmaya başlandı. Bunu 1904’te Theodore Roosevelt’in Latin Amerika’yı ABD’nin nüfuz alanı olarak tanımlaması takip etti. Franklin Roosevelt dönemindeki “İyi Komşu Politikası” hariç tutulursa, Monroe Doktrini anti-komünist mücadelenin ve ABD’nin Orta ve Latin Amerika’yı arka bahçesi haline getirmesinin de temel dayanağı oldu.
İki dünya savaşını kapsayan dönem ABD’nin, savaşın yıkıcı etkisinden uzak kalmasının da katkısıyla emperyalist sistemin liderliğini aldığı dönem oldu. Bu dönemin sonunda ABD’nin izolasyoncu politikaları mutlak olarak ortadan kalkarken sadece Batı Yarımküre değil tüm dünya ABD’nin nüfuz alanı haline gelecekti.
Bu ikinci dönemde kuşkusuz en önemli husus ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın 14 maddeden oluşan ilkeler manzumesidir. Wilson İlkeleri[10], dünya savaşlarının ilkinden sonra olmasa da ikincisinden sonra emperyalist sistemi belirleyen temel çerçeveyi oluşturdu. 14 madde, diplomasinin ve anlaşmaların kamuya açık yapılması, demokrasi, kendi kaderini tayin hakkı ve elbette serbest ticaret üzerine kurulmuştu.
ABD, Avrupa’daki çatışmalardan uzakta olmanın ve ticareti sürdürmenin yararını ise özellikle 2. Dünya Savaşı’nda görecekti. ABD savaş sırasında “ödünç verme-kiralama” anlaşmalarıyla müttefiklerin gereksinimlerini karşılayacak, savaşın ardından Marshall Planı ile Avrupa’nın yeniden imarı ve uluslararası ekonomik yapıların dayanağı sağlanacaktı. Truman Doktrini ile Sovyetler Birliği’ni temel tehdit olarak tanımlayan ABD, 1991’e kadar temel politikası olacak “sınırlama” politikasının dayanağını bulacaktı. Henry Truman tarafından 1947’de açıklanıp 1948’de son hali verilen Truman Doktrini bir yandan Yunanistan ve Türkiye’nin emperyalist merkezlere bağlanmasını sağlarken bir yandan da NATO’nun altyapısını kuracaktı.
Bu dönemin başlangıcında Kore’de, daha sonra Küba Devrimi’nin ardından Domuzlar Körfezi denemesiyle ve en son olarak Vietnam’da sosyalist devrimleri püskürtmeye çalışan ABD, bu “püskürtme” politikasını 1980’e kadar esasen Batı Yarımküre’de ve sosyalist ülkeler dışında kalıp kendisine bağladığı ülkelerde uygulamayı sürdürdü. Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelere karşı “sınırlama” politikası ise 1970’lerde yerini “yumuşama”ya bırakacaktı.
Bu kapsamda Eisenhower döneminde Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın azalan etkinliğinin Sovyetler Birliği tarafından doldurulmasının engellenmesi, Kennedy döneminde Latin Amerika’daki devrimci hareketlerin etkisizleştirilmesi ve Johnson döneminde Batı Yarımküre’de komünist iktidarlara izin verilmemesi öncelikli kabul edildi. Yumuşama politikasına dönülen 1970’lerde, Nixon, ittifaklara bağlılığı sürdürmekle birlikte ABD’nin sorunlara doğrudan ve tek başına müdahale etmeyeceğini duyururken; onu takip eden Carter ise Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a askeri yardımda bulunması üzerine Basra Körfezi ve Güneybatı Asya’da Sovyetler Birliği’ne karşı caydırıcılığı öncelikli hale getirmiştir.
Yine bu dönemin temel özelliklerinden biri ABD öncülüğünde kurulan uluslararası kuruluşlar oldu. Emperyalist ekonomik yapının temel araçları sayılabilecek Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası 1944’te ve emperyalist saldırganlığın temel organı Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) 1949’da kurulmuştur.
Bu dönemin sonunda ABD Başkanı olan Ronald Reagan ise Jimmy Carter’ın Afganistan için belirlediği siyaseti dünya ölçeğinde uygulamaya geçirdi. Böylelikle ABD, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelere karşı “sınırlama” ve “yumuşama” politikaları yerine tüm dünyada “püskürtme” siyasetine geçmiş oluyordu.
Reagan yönetimi, bir yandan büyük bir ideolojik savaş başlatırken, bir yandan da kontrgerilla faaliyetlerini destekleyerek dünyanın dört bir yanında katliamlara girişmişti. Nikaragua’da kontralarla, Afganistan’da daha sonra El Kaide haline gelecek mücahitlerle, Angola’da ve Kamboçya’da Sovyetler Birliği ve müttefikleri iktidardan indirilmiş oldu.
Sonuçta, Sovyetler Birliği, bu yazının konusu dışında kalan nedenlerle, ABD’nin bu saldırı dalgasına yanıt üretemeyip çözülecekti.
Sosyalizmin geri çekilmesiyle başlayan ABD liderliğindeki emperyalist saldırganlık
Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerde yaşanan çözülmenin ardından tek kutuplu olduğu kabul edilen dünya, ilk on yıl içerisinde bir yandan cesaretlendirilen Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında Körfez Savaşı’na, Yugoslavya’nın parçalanmasına, Bosna Savaşı’na, ardından Kosova Savaşı’na ve Somali’ye müdahalenin yanı sıra pek çok irili ufaklı askeri operasyonlara tanıklık etti.
Bu arada 1990’da Almanya’nın birleşmesinin ardından Demokratik Almanya’nın NATO içerisine katılmış olmasından sonra 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya ile 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya katıldılar.
1990’larda Yugoslavya ve Kafkaslar başta olmak üzere sosyalist ülkelerin parçalanması sürecinde öne çıkan emperyalizmin silahlı saldırganlığı 2001’den sonra İslam dünyasını yeniden şekillendirmek üzere kullanılmaya başlandı. 2001 yılında yaşanan 11 Eylül saldırısı ise ABD’nin önce Orta Asya’da Afganistan ve Ortadoğu’da Irak’a doğrudan savaş açmasının ve daha sonra Kuzey Afrika’ya dönük müdahalelerinin gerekçesi yapıldı ve bu saldırı sonrasındaki yaklaşık iki on yılı belirledi.
ABD ve “koalisyon güçleri”, Afganistan ve Irak’ta doğrudan kara savaşlarıyla, Libya’da doğrudan hava saldırılarıyla, Mısır, Tunus gibi ülkelerde “Arap Baharı” aracılığıyla ve Libya, Suriye ve Yemen’de iç savaşlarda Sünni terör çetelerini silahlandırıp destekleyerek dolaylı olarak müdahale etti.
Bu arada Orta Asya’da Kırgızistan, Kafkaslar’da Gürcistan ve Doğu Avrupa’da Ukrayna başta olmak üzere Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkelerde “renkli” karşı devrimler örgütlenirken diğer sosyalist ülkelerin de NATO şemsiyesi altına alınarak silahlandırılması sürdürüldü.
Ancak bu dönem ABD açısından daha çok ikili bir tablo çıkarmış oldu. ABD’nin, hedeflerinin ancak bir kısmına ulaşabildiği ve bu arada stratejik veya taktiksel olarak bunu dengeleyen başarısızlık, eksiklikler veya kayıplar da yaşadığı bu tabloda maliyetleri taşıyamamasının yanı sıra eski ideolojik “üstünlüğü” kuramamasının da etkisi mutlaka var.
Rusya’ya karşı, NATO’nun sosyalist ülkelerde ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yayılması, buralarda yaşanan “renkli devrimler”, ABD savaş gemilerinin Montrö Anlaşması’nı zorlayan ve zaman zaman ihlal eden Karadeniz görevleri, son dönemlerde sıklaşan Baltık ülkelerine yapılan askeri yığınaklar, Ukrayna’da çıkarılan iç savaş ve Rusya’nın Ukrayna’dan çıkartılması ile Orta Asya’daki ABD müdahaleleri gerilimi düşürmeden sürüyor. Ancak bu adımlara karşı Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesi, Abhazya ile Güney Osetya’nın fiilen Rusya’ya katılması ve Ukrayna’da Rusya yanlısı hükümetin devrilmesinin ardından Kırım’ın Rusya’ya katılması ve zengin kömür yataklarına da sahip Ukrayna’nın doğusundaki Donbass ve Lugansk kentlerinde fiili egemenlik hamlelerine bir karşılık veremedi.
Yine, Afganistan ve Irak’ta uzun yıllar süren işgale rağmen karşılaşılan direniş, Taliban’ın yeniden etkinlik kazanması ve IŞİD’in ortaya çıkması ya da Suriye’de desteklenen cihatçı terör gruplarına karşı Suriye halkının direnişinin ardından artık Beşşar Esad’ın devrilmesi hedefinden açıkça vazgeçildiğinin de konuşulmaya başlanması gibi olaylar karşısında, askeri becerilerin siyasi olarak “mutlak bir zafer” elde etmeye yetmediği de görülüyor.
ABD’nin seçimi: Trump
ABD, tarihsel olarak bugün ulaştığı noktada iç siyasetinde de bir tıkanma yaşıyor. Esas olarak solun 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana azınlıkların hak mücadeleleri dışında var olmadığı, sanayi üretiminin sürekli yurtdışına taşınması nedeniyle işçi sınıfının zayıfladığı ve giderek de örgütsüzleştiği bir toplumda düzenin yarattığı eşitsizliklere karşı tepkinin sağdan yükselmesi alışılmadık değil.
2009’dan bu yana Cumhuriyetçi Parti içerisinde etkili olan Çay Partisi Hareketi, yüzde 10’luk tabanıyla toplumsal konularda muhafazakar ve iktisadi konularda liberal taleplerle ABD siyasetinde etkili oluyor. Son ABD seçimlerinde, Demokrat Parti adayı Bernie Sanders tarafından da beslenen “Yönetici Elit”e karşı mücadele temasının etkisiyle Donald Trump’ın başkanlığa gelmesinde etkili oldular.
Bununla birlikte, Çay Partisi Hareketi esasında ABD büyük sermayesinin bir emniyet supabıydı. Cumhuriyetçi milyarder kardeşler David H. Koch ve Charles G. Koch tarafından 1984’te kurulan Güçlü Ekonomi İçin Yurttaşlar hareketinin 2004’te ikiye ayrılmasıyla ortaya çıkan Özgürlük Çalışmaları ve Refah İçin Amerikalılar Vakfı, 2009’da ortaya çıkan Çay Partisi Hareketi’nin omurgasını oluşturuyor. Yani, Çay Partisi esas olarak Amerikan aşırı sağının “büyük sermaye”ye karşı büyük sermayeyle birlikte kurduğu sihirli bir araçtır.
Emperyalizmin, özellikle 2008 sonrasında sosyal demokrasinin çözüldüğü ülkelerde radikal demokrasiyi öne sürmesi gibi, düzen solunun yerinde durduğu durumlarda biraz da zaman kazanmak için merkezdeki sağ partilere sağdan alternatif üretmeyi denediğini görüyoruz. Bu bağlamda ABD’de sağın adayı olarak “radikal” bir kampanya düzenleyen Donald Trump’ı iktidara taşıyan mekanizmaların daha önce Kıta Avrupası ve İngiltere’de görülen sağ alternatiflerle benzer olduğu söylenebilir.
Kuruluşundan beri iç siyasetini “iki partili” sistem üzerinden şekillendiren ABD’de son seçim sürecinde siyasetin kısmen tıkandığı görüldü. Yine de seçim kampanyasının geride kalmasıyla Trump ve Cumhuriyetçi Parti arasındaki çelişkiler, karşıtlıklar ve çekişmeler de hızlıca azaldı. Trump’ın kimi tercihleri Parti içerisinde sorgulansa da adaylık sürecindeki büyük kavga rafa kalktı. Zaten, Cumhuriyetçi Parti’de bir dönüşümün yaşanabilmesi için emperyalizmin dünya çapında yaşadığı yeni bir “başarı öyküsü” yoksunluğunun aşılması gerekliydi. Nitekim, Cumhuriyetçilerin bu krizine rağmen Demokratların da bir çıkış yapamamaları ve seçimlerde uğradıkları hezimet, ABD’de farklı bir tablonun ortaya çıkması için herhangi bir özel neden bulunmadığını da göstermektedir.
Friedrich Engels’in “Fransa’da İç Savaş” için 1891 tarihli Giriş’te yazdıkları bugünü de açıklıyor:
“‘Politikacı’lar hiçbir yerde Kuzey Amerika’da olduklarından daha yalıtık ve daha güçlü bir klan oluşturmazlar. Orada, iktidarda nöbet değiştiren iki büyük partiden her biri, siyaseti kendine iş edinen, eyaletlerin yasama meclislerinde olduğu gibi Birlik yasama meclislerindeki koltuklar üzerinde de spekülasyon yapan, ya da partileri yararına ajitasyon aracıyla geçinen ve partisinin zaferi üzerine çeşitli görevlerle ödüllendirilen kişiler tarafından yönetilir. Amerikalıların otuz yıldan beri taşınmaz duruma gelmiş bulunan bu boyunduruktan kurtulmak için ne kadar çaba gösterdikleri, ve her şeye karşın, bu çürüme bataklığına durmadan daha derin bir biçimde nasıl battıkları yeterince bilinir.”[11]
Bu durumdaki Amerikan halkının başkanlığa getirdiği Donald Trump’ın kampanyadaki radikalliği hızlıca daha makul sınırlara çekildi. Bununla birlikte, muhafazakâr ve neo-liberal politika önermelerinin 2008 krizinin etkilerinden henüz bütünüyle çıkamamış olan ABD’de halkın refah talebine yanıt oluşturması mümkün görülmüyor. Örneğin, ABD’de şimdiye dek evrensele en yakın nitelikteki genel sağlık sigortası programı olan “Obamacare” yasasının yerine önerdiği düzenlemelerin düşük gelirlilerin, yıllık gelirlerinin %15’ine kadarını kaybetmelerine neden olacak nitelikte olması bunların neden kabul edilmez bulunduğuna da ipucu sağlıyor. Trump’a seçim kazandıran en önemli faktörlerden biri, işsizliğin özellikle 2010 yılından bugüne ABD’nin tarihsel düşük ortalamasına gelmesine rağmen ilçelerin yüzde 93’ünün 2008 yılı ile kıyaslandığında ekonomik olarak aynı ya da daha kötü bir durumda olmayı sürdürmeleriydi.
Buna karşın, Trump’ın 2008 krizinden sonra ABD ölçütlerinde oldukça sıkı sayılabilecek düzenlemelere tabi tutulan bankacılık, finans ve sigortacılık sektörünün, son dönemde asgari ücret tartışmaları ile kendisini tehdit altında hisseden perakende ve toptan ticaret sektörünün, düşük petrol fiyatları nedeniyle gelir kaybı yaşayan petrol sektörünün desteğini aldığı belirlediği bakanların özgeçmişleri incelendiğinde kolaylıkla görülüyor.
Trump’ın keskin serbest ticaret karşıtı söyleminin, mal üretiminin milli gelirdeki payının önemli ölçüde azalmış olmasına ve aslında büyük kısmı makineleşme nedeniyle sanayi nüfusunun hızlı bir şekilde erimesine çözüm olma olasılığı zayıf görünmektedir. Öte yandan, ABD’nin kuruluşundan bu yana tüm dış politikasını üzerine kurduğu ticaretin güvenliği ve sürekliliğini sağlama hedefi de düşünüldüğünde buradaki keskinliğin de abartılı değerlendirmelere konu edilmesi yersiz olacaktır. Bununla birlikte, ticaretin güvenliği ve sürekliliğini sağlamanın bir yolunun da tarife düzenlemeleri olabileceği görülmelidir.
ABD’nin eski güzel günlere dönmek için Trump seçiminin yeterli olmayacağı ancak 2008’den bu yana zorlanan sektörlerin biraz daha öne çıkacağı anlaşılmaktadır.
Pax Americana mümkün mü?
“Pax Americana” (Amerikan Barışı), esas olarak Batı Yarımküre’deki ABD hegemonyasını ve kısmen de 1945 sonrası Avrupa’nın yeniden inşası sürecini tanımlamak için kullanılır. Bugün için ABD’nin emperyalist sistemin liderliğini bütünüyle tekrar ve daha sıkı şekilde eline almayı başarması olarak tanımlanabilir.
Tüm bu veriler ve açıklamalar ışığında ABD ve emperyalizmin kısa vadede krizine çözüm bulamayacağını bir kez daha başlangıç noktası kabul etmeliyiz. Bu başlıkta somut bir gelişme yaşanmadığı sürece bir “Amerikan Barışı”nın zemini olmayacaktır. Öte yandan, “Amerikan Barışı” için aynı zamanda bu somut gelişmenin yine ABD tarafından atılabilmesi de bir zorunluluktur.
Emperyalist sistemin yaşadığı sıkışmanın bir trenin yavaşlamasına benzetilmesi mümkündür. Daha hızlı bir lokomotifin öne geçmesinden ziyade yavaşlayan lokomotifin arkasındaki vagonların hep birlikte birbirlerini sıkıştırmaları söz konusudur. Dünya savaşları dönemindeki Almanya gibi yükselmek isteyen ve artan üretimine pazar arayan bir odağın veya Osmanlı İmparatorluğu gibi paylaşılmayı bekleyen büyük toprakların olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca yine farklı olarak karşılıklı doğrudan sermaye yatırımlarının büyüklüğü ve 70 yıla yaklaşan büyük ittifaklar da gözden kaçırılmamalıdır. Bu durumda tökezleyen sistemde kartların yeniden karılması için büyük kopuş beklentilerinin kolay gerçekleşemeyeceği görülmelidir.
Bu durumu değiştirmeye en yakın aday gibi görünen Çin’in ABD karşısında ekonomik, teknolojik ve askeri pek çok başlıkta liderliğe oynayabilmesi için bile daha çok zamana ihtiyacı var. Dolayısıyla, mevcut durumun büyük bir savaş çıkarması olasılığına ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor. Ama bir kez daha vurgulamak gerekirse, bu durum savaşın bir seçenek olmamasından ziyade kimsenin savaşmaya “gücünün” olmamasından kaynaklanmaktadır.
Bununla birlikte, ABD’nin bir zamanlar olduğu gibi tek başına dünyayı şekillendirme becerisi sergilemek için yeterli kaynağının olmadığı da görülüyor. Bunun özellikle NATO içerisindeki dengeleri sarsmayı sürdüreceği öngörülmelidir. ABD, başta Almanya olmak üzere Avrupalı emperyalistlerle ilişkilerinin daha fazla “karşılıklı” olması konusunda ısrarını sürdürecek. Bunun özellikle Trump gibi “kaba” bir siyasetçi de hesaba katıldığında sert tezahürleri olacaktır.
Yine, ABD’nin Asya’daki çıkarlarını Çin’e bırakmayacağı bilinmelidir. Çin’in “Yeni İpek Yolu” diyerek kara ve deniz üzerinden yeni ulaşım yolları ile Çin’den Afrika’ya yeni ticaret yolları açmak istemesi, bunu yaparken ticaretin kendi para birimi yuan ile yapılması için finansal altyapıyı kurmaya çalışması gibi “cesur” hamleleri ve Güney Çin Denizi’nde artan gerginlik düşünüldüğünde ABD ile Çin’in önümüzdeki dönemde daha fazla karşı karşıya geleceğini söylemek kolaylaşmaktadır. Bu karşı karşıya gelişin sonuçlarının nereye varacağına ilişkin kısa vadede temkinli olmak gerekir. Ancak son tahlilde, Çin dünyanın çok kutuplu bir duruma doğru yöneliminde en önemli odaktır ve bunun sonuçları kuşkusuz olacaktır.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne “en çok kayrılan ülke” kaydıyla üye olmasının ardından dünya ticaretinin adeta patlamasının ABD’nin serbest ticaret konusundaki söylemlerinin arka planını oluşturduğu anlaşılmaktadır. ABD, Çin’in bu abartılı ticaret büyümesinden aldığı payın kendisi için bir tehdit haline gelmesine karşı geçici sayılabilecek bir önlem peşindedir. Bununla birlikte, Çin’in büyümesini yavaşlatarak niceliksel üretim yerine nitelikli üretime yönelmesi uzun vadede Çin ile ABD arasında gerçek bir rekabeti ortaya çıkartacak olsa da kısa vadede her iki tarafın da görece daha az şiddetli bir şekilde karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurabilir.
Trump daha fazla paranın ABD içerisinde kalmasının kısa vadede bir rahatlama sağlayabileceğini ve böylelikle hızlı gerçekleştirilebilecek altyapı yatırımlarının da daha kolay finanse edilebileceğini hesap etmektedir. Dolayısıyla ABD’nin dış ticaret açığını azaltmak için yapacağı hamlelerde bir yöntem olarak sert söylemleri tercih etse de, son tahlilde serbest ticaret anlaşmalarını bütünüyle rafa kaldırmasını düşünmek mümkün değildir.
Asya’daki gelişmeler ve beklentilere paralel olarak Trans Pasifik Ticaret Anlaşması’nın bu anlamda ABD için öncelikli olmaktan çıkmış olması olasılığının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla maddi temelleri incelenmeden “küreselleşmeciler-korumacılar” tartışmasını ana eksen yapmak için acele etmemek gerekir.
ABD’nin Avrupa’dan beklentileri ve Çin’e karşı stratejik değerlendirmeleri açısından Rusya’nın karmaşık, zorlayıcı ama bir denge faktörü olarak kullanılmaya elverişli bir pozisyona oturacağına ilişkin ipuçları dikkatle takip edilmelidir. Eski Exxon Mobil patronu ve yeni Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Rusya ile ilişkileri tartışma yaratsa da, Avrupa’nın potansiyel bir tehdit ve Çin’in potansiyel bir ortak gördüğü Rusya’nın ABD’ye yararlı olabileceği ve son tahlilde stratejik bir görevlendirme olduğu iyi anlaşılmalıdır. ABD bir yandan Rusya’yı Avrupalıları ellerini taşın altına daha fazla sokmak için bir sopa olarak kullanabilir, bir yandan da Çin ile yakınlaşmasını sınırlandırabilir. Zor bir oyun olsa da önümüzdeki dönemde ABD-Rusya ilişkileri daha dikkat çekici şekilde gelişecektir.
Toparlayacak olursak, önümüzdeki dönemde ABD’nin strateji ve yönelimlerinin, son dönemde bir icat gibi ortaya atılan “dördüncü sanayi devrimi” tezinin altı dolduruluncaya kadar emperyalist sistemin liderliğinin getirdiği maliyetleri paylaşmak ve bu arada karşısına yeni bir odağın çıkmasını engellemek ve geciktirmek üzerine kurulu olacağı anlaşılmaktadır.
[separator type=”thin”]
[1] “Önemli yabancı hazine tahvili sahipleri”, ABD Hazine Bakanlığı, Temmuz 2014., http://ticdata.treasury.gov/Publish/mfh.txt.
[2] “Dünya Gerçekleri Kitabı”, CIA,
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/us.html.
[3] http://www.trade.gov/mas/ian/build/groups/public/@tg_ian/documents/webcontent/ tg_ian_003364.pdf.
[4] 1983’te Çin ile olan dış ticaret açığının sadece 300 milyon dolar düzeyinde olduğunu ve Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne “en çok kayrılan ülke” olarak üye olmasıyla ticaret hacminin, esas olarak Çin lehine olmak üzere 100 milyar dolar düzeyinden 600 milyar dolar düzeyine fırladığını not etmek gerekiyor.
[5] Bu üç ülke sırasıyla 449 milyar, 89 milyar ve 305 milyar dolar ile ABD’de en çok doğrudan yatırımı olan ilk on ülke arasında yer alıyor.
[6] Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Askeri Denge 2015, Londra.
[7] https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/ 348164/20140821_DCDC_GST_5_Web_ Secured.pdf.
[8] http://www.nato.int/nato_static/assets/pdf/pdf_topics/20140224_140224-PR2014-028-Defence-exp.pdf.
[9] https://www.theguardian.com/world/2017/mar/19/germany-rejects-trump-nato-us-defence.
[10] Bu ilkeler, esasında Büyük Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler tarafından yayınlanan Barış Kararnamesi’ne cevap olarak hazırlanmıştı. Barış Kararnamesi ile koşulsuz ve ilhaksız barış talebi ifade edilirken, Bolşevikler Çarlığın taraf olduğu gizli anlaşmaları da açıklamıştı.
[11] Engels, F. (1977), Marx-Engels Seçme Yapıtlar 2, Sol Yayınları, s. 225.