24 Haziran seçimlerini geride bıraktığımız bu günlerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üzerine yazmak bir yandan kolaylıklar bir yandan da zorluklar barındırıyor. Neredeyse her seçim döneminde sosyalist siyasetin önünü tıkayan, halkın öfkesini düzen içi kanallara akıtan, her defasında da toplumda umut kapısı olmayı becerebilen, umut tacirliğine soyunan CHP toplumun bazı kesimleri tarafından bir alışkanlığa dönmüş durumda. Özellikle son seçimlerde karşımıza çıkan tabloda olduğu gibi siyasetin koltuk altına alındığı, matematiksel hesapların siyasetin önüne geçtiği, ilkesizliğin baş gösterdiği bir dönemde ne acıdır ki kendisine sol diyen bazı siyasi özneler ve mensupları da bu alışkanlığı devam ettirme derdine düştüler.
Peki, neydi unutulan ya da görülmek istenmeyen? Neydi bugün CHP’yi umut kapısı yapan şey?
CHP, 2018 seçimlerinde gerçekten sol bir çizgi izlemişti de bu komünistler tarafından görülmemiş miydi?
CHP, burjuva siyasetinin öznelerinden biri olma özelliğini mi yitirmişti?
CHP, bugün ülkemizin en önemli sorunlarının başında gelen emperyalizm ve gericiliğe bayrak mı açmıştı? Yoksa sermaye iktidarını karşısına alıp emekçilere, işçilere bir alternatif mi sunmuştu?
Bu sorular sadece bugüne ait değil. 40 yıl önce aynı tartışmayı yapan ve bugün komünistlerin söylediklerinin birebir aynısını ifade eden bir komünistten alıntılayalım:
“Önce, CHP’ye oy toplamak için solun bölünmüşlüğünden yakındılar. Kendi kavillerince solcu idiler; CHP’nin çok çok solunda. Ama verili koşullarda CHP’yi desteklemek, ona oy vermek gerekiyordu. Birinci gerekçeleri MC’nin her ne pahasına iktidardan gitmesiydi, ikinci gerekçeleri solun bölünmüşlüğü.
Saldırıları, cinayetleri, “can güvenliği” umudunu baş propaganda aracı yaptılar seçim dönemi boyunca. CHP gelecek, ana babaların kaygıları, gözyaşları dinecekti. Her akşam çocukların okuldan dönüşlerini korkuyla beklemeyeceklerdi. Yurttaş sokakta rahatça, güvenlikle yürüyebilecekti. “Anarşi” ortamı kalkacak, özgürlük ortamı genişleyecek; “rahatça örgütlenme, gelişme olanağı bulunacak, sola, nurlu ufuklara doğru yelken açıp gidilecekti.” Bu arada “halktan yana” bir takım “hakça” işler yapılırsa o da iktidarın kazanımlar hanesine kaydedilirdi. Bu işlevleri yapacak CHP iktidarı sol için bir kademe, bir ara aşama olacaktı. Böylece, kendilerini CHP’nin çok çok solunda sayanlar için sorunlar adım adım, yağdan kıl çeker gibi çözülecekti.
Bunların hiçbiri olmadı. Hiçbirinin olmayacağını işçi sınıfımızın bilimsel-sosyalist partisi TİP, çok öncelerden açık açık, tekrar tekrar söyledi, uyardı. Terörist olaylar da dâhil, bütün sorunların kaynağı yapısaldı. CHP ise, tüm “bozuk düzen” ve “düzen değişikliği” edebiyatına karşın, ne “düzeni” gerçekten değiştirmek niyetindeydi, ne de onu değiştirebilecek nitelikte bir örgüttü. İktidar sorunu parlamento dışı ve içi basit bir oy hesabı sorunu değildi. Gerçekten iktidar olabilmek için dayanılan sınıfın aktif desteğine gerek vardı. CHP ise geniş emekçi kitlelerin oylarını alıyor, ama oylarını aldıktan sonra onların politikada etkin, örgütlü güç olmalarını kesin istemiyordu. Oysa egemen sınıf büyük burjuvazi ve ortağı emperyalist güçler karşısına ancak işçi, emekçi kitlelerin örgütlü gücüyle çıkılabilir, karşı güçler geriletilebilirdi.”1
Her ne kadar Boran’ın cümleleri durumu özetlese de baştan söyleyelim; bu başlı başına bir oy verme işlemine indirgenmemeli ve sosyalist siyasetin özneleri ve kimlikleri de bu sorulara kaçamak yanıtlar üretmeyi bırakmalı.
Burada “Erdoğan gitsin de…” ile başlayan cümlelere sığınmak ise 16 yıl boyunca yaşadığımız baskıcı, gerici rejimi bir kimliğe hapsedip dükkanı kapatmak anlamına gelecektir. Madem tek sorunumuz “tek adam” ile, sol, sahte muhalefet partilerini destekleyerek mi bunun icabına bakacak? Bu kadar basit düşününce size de çocuk oyuncağı gibi gelmiyor mu? Oysa ne yaşadığımız basit, ne de oyun oynuyoruz.
Deniliyor ki; “24 Haziran ile parlamenter sistem ortadan kalktı, başkanlık geldi, bu yüzden CHP desteklenmeliydi”. Peki, 16 yıl mecliste bulunanların bugüne gelmemizde bir sorumluluğu yok mudur? Madem bu kadar kötü olacaktı her şey, neden AKP’nin ekmeğine yağ sürüldü yıllarca? Türkiye gerici karanlığa itilirken gericilik yarışına girenlerin, Ortadoğu batağa saplanırken NATO’yu göreve çağıranların, sömürü her geçen gün derinleşirken kendi belediyesinde bile buna çözüm üretmeyenlerin, işçiye inat patronlarla pozlar verenlerin hiç mi suçu yok?
Doğru ya, gün bunları sorgulama günü değildi! Acil yapılması gerekenler vardı…
Yıllardır CHP’ye olmadığı misyonlar yüklendi, kurtarıcı olarak gösterildi. Oysaki 350 sayfalık programında bile hiçbir şey söylemeyen CHP, kurulduğu günden bu yana altı oku ilke edinmiş, iş uygulamaya geldiğinde ise altı oku tersine çevirmekte hiçbir sakınca görmemiştir.
Dolayısıyla CHP için 1960’larda İnönü’nün dillendirdiği “ortanın solu” tanımlaması bugün yerini gerçek anlamda “ortanın sağı”na bırakmıştır.
İlkeler bir kenara fırlatılırken…
CHP’nin sola ve halkımıza verdiği büyük zararı, son seçimlerde de çıplak bir şekilde gördük. CHP –güya– AKP’ye karşı mücadele ederken, 16 yıl boyunca AKP’nin yaptıklarının üstünü örtme çabasına girişmiştir. Bunu yaparken de düzene değil de, AKP’ye ve özelde Erdoğan’a karşı kendisini hiçbir gerçekliği olmayan bir alternatif olarak göstererek akıl bulanıklığına yol açabilmiştir. Her dönem izlenen bu siyaset tarzı hem Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine oldukça zarar vermiş hem de 1923’ün ilerici tüm birikimlerini kendi eliyle değersizleştirmiştir. Öyle ki, altı okun büyük kısmıyla herhangi bir sorunu olmayan Türkiye sosyalist hareketi, ilkeler, asıl sahibi tarafından ortada bırakıldığından, bu ilkeler için de mücadele etmek durumunda kalmıştır. Öyle ki bu mücadele artık tek başına gericilere, faşistlere, patronlara, sermaye düzenine değil, bizzat düzen partisi CHP’ye karşı da verilecek duruma evrilmiştir. Dolayısıyla sorunun kaynağına bakarken sosyalist hareketlerin ne yapıp ettikleri, ne kadar güçlü olup olmadıklarından ziyade, Cumhuriyet’in kurucu partisi CHP’nin ne yaptığına bakmak daha doğru olacaktır.
Bir umudun tekerrürü bağlamında hatırlanırsa, 24 Haziran seçimlerinden önce ülkemiz, yine önemli bir dönemeç olan, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği referandumunda da benzer heyecana kapılmıştı. Referandum sonrasında dile getirilen Kılıçdaroğlu’nun ‘Yeni CHP’sinde beklentiler yine artmış, kimlik değişikliği herkesi merakta bırakmıştı. Öyle ki, dönemin CHP Parti Meclisi Üyesi Enver Aysever, 8 Kasım 2010 tarihli Milliyet’te ‘Yeni CHP’ hakkında şunları söyleyecekti:
“Yeni CHP cumhuriyet seçkinleri ve eğitimlilere ek olarak büyük bir emekçi kitleyi hedefliyor. 21. yüzyılda solculuğun özgürlükçülük olduğunun bilincinde. Kemal bey, sadece cumhuriyet üzerinden yürüyen tartışmalar yerine sınıfsal bir vurguyla “bölüşüm” üzerine tartışma başlatıyor. Liberallerin zorlama olarak AKP’de yapmaya çalıştıklarının gerçek sahibinin CHP olduğuna ikna edeceğiz.”
Elbette bu söylemlerin ardından sekiz sene geçti ama CHP’de beklenen değişiklik gerçekleşmedi. Aysever gibi dönem insanları ise heyecanlarını halka umut olarak taşıma görevini yerine getirip kendisini bile ikna edemeden sönümlendi, CHP de her gün daha sağa kaydı.
Liberal ekonomiyi benimseyen2, laikliğin tehlikede olmadığını ifade edebilecek kadar kör3, emperyalistlerin projelerine açıktan destek veren, sermaye ile hiçbir sorunu olmayan bir CHP için söylenen bu sözler umudun değil, umutsuzluğun adresi olabilir ancak. Aysever’in işaret ettiği tek doğru nokta ise, liberallerin yapmaya çalıştığı şeyi CHP’nin zaten yapıyor oluşu ve bunun sahibi olmasıydı.
Cumhuriyet tasfiye edilirken…
1789 Fransız Devrimi, 1917 Ekim Devrimi, 1923 Cumhuriyet’in ilanı… Cumhuriyetçilik ilkesini değerlendirirken bu 3 tarihi anmamak mümkün değildir. Her tarih bir ilerlemeyi temsil etmekle beraber cumhuriyet fikrinin ilk geliştiği, somutlandığı ve olgunlaştığı değerler olarak da anılmalıdır. Elbette aralarında birçok farklılık var. 1789 eşitlik, özgürlük, kardeşlik taleplerinin yer aldığı bir cumhuriyet ilan ederken, 1917, eşitlik, özgürlük, üretim araçlarının kamulaştırılması, halkın devlet yönetimine katılımını esas alan bir temelde, sosyalist cumhuriyeti ilan eder. 1923’te ise daha farklı olarak emperyalist işgale karşı mücadelenin sonucunda kurulan bir cumhuriyet doğmuştur.
1923 Cumhuriyeti kuruluş anından itibaren zarar görmeye mahkûm kalacaktır. Çünkü eşitlik, özgürlük mücadelesi verilmeden, her ne kadar emperyalizme direnerek kurulmuş olsa da, dış müdahalelere de açık olacaktır. Dolayısıyla burada bir sistem olarak, tarihsel birikim olarak ele alınan cumhuriyet ile bir ilke olarak ele alınan cumhuriyet fikri arasında açı oluşuyor. Bu açıdan kaynaklı Türkiye solu da dönem dönem yaptığı yanlış tarih okumasıyla cumhuriyetin karşısında bile kendine yer bulabiliyor. Bunun bir başka yazının konusu olduğunu düşünerek buradan CHP’nin cumhuriyetçiliğine geri dönmekte fayda var.
Ülkemizde cumhuriyetçilik 1923’ün kurucu kadrolarının belirlediği çerçevede, dönemin acil ve sınıfsal ihtiyaçlarına göre sınırlandırıldı desek yanlış olmaz. Uzun süredir CHP’nin cumhuriyetçilik ilkesinin devlet kurumsallığına indirgendiği çok açık. Dolayısıyla CHP’ye yöneltilen “halkçı olamama”, “devlet partisi” gibi eleştirilere bakarsanız temelinde bu indirgeme ile halk faktörünün zayıflamasının yattığını görmek zor olmasa gerek. Kaldı ki 1937 Şubat’ında yapılan Anayasa değişikliğinde CHP’nin altı okunun Anayasa’ya girmesi de CHP’nin bir devlet partisi olduğunun kanıtlarından biri olarak gösterilebilmektedir.
Bir noktanın altını çizmek gerekirse 1923 Cumhuriyet’inin en önemli kazanımlarından biri, gericilikten aydınlanmaya geçiş ve ilerlemeciliğin temsilidir. Doğal olarak cumhuriyetin bu önemli enstrümanı zedelenirse bundan en büyük yarayı yine cumhuriyet alır. Bu anlamda temsil edilen oklardan en önemlisinin ve diğerlerine içkin olanın laik bir cumhuriyet olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Cumhuriyetçiliğin Fransız Devrimi’nden yola çıkarak tarihsel geçmişini veri alırsak, bugün onun temsilcisi konumunda kendisini gören bir partinin, sosyal demokrat olması da başlı başına tartışmalıdır. Ekim Devrimi’nin ve dünya ekonomik bunalımının etkisiyle devletçiliğin ilkeselleştiği Türkiye Cumhuriyeti’nde, aslında liberal ekonomiye göz kırpan sosyal demokrat anlayışın olması, Cumhuriyet’in düsturu olan aydınlanmanın yalnızca kuruluş döneminde sosyal demokraside yer edinmesi ve eşitliğin geriye itilerek milliyetçilik ilkesinin yer alması, Cumhuriyetçilik ilkesini de yıpratmaktadır. Şefin notaları başka, orkestranın notaları bambaşka! Elbette bu durum CHP için bir sorun teşkil etmiyor. Duruma göre iki cephede pozisyon alabilen CHP böylelikle yarattığı akıl tahribatına her an bir açıklama getirebiliyor. Bu anlamda CHP artık sosyal demokrat kimliğinin yanına liberal kimliği de ekleyen bir tanımla değerlendirilmek zorundadır.
Emperyalizmin, İslamcı ideolojinin, sermayenin adım adım ülkemizi İkinci Cumhuriyet’e götürdüğünü sanıyorum ki tek başına sosyalistler görmüyordur. Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesi gerçekleşirken yapılan cumhuriyet mitinglerine cevap üretemeyen CHP, Haziran Direnişi’nde de, Adalet Yürüyüşü’nde de, İnce’nin mitinglerinde de bu tasfiyeyi karşısına almamış, her zamanki gibi Cumhuriyet’in kurucu partisi olmanın ekmeğini yemiştir. Sistem İkinci Cumhuriyet için şekillenirken CHP ısrarla görülenin üzerini kapatma gayretine girmiştir. O yüzden bugünkü tabloyu oluşturan asıl dönemeç olan 16 Nisan referandumunda CHP’nin misyonu tekrar hatırlanmalıdır. CHP, Cumhurbaşkanına fiilen sınırsız yetki ve dokunulmazlık sağlanmasının önünü açan 16 Nisan Referandumu’nda yalnızca tek adam yönetimine karşı “demokrasi”yi savunma çabasına girmiş, özelleştirmelere, gericiliğe, yapılan emperyalist anlaşmaların bazılarına utangaç biçimde, bazılarına ise açıktan destek vermiştir. Ama İkinci Cumhuriyet’i ya da AKP’nin Yeni Türkiye’sini hiç sorgulamamıştır. Laiklik ortadan kaldırılırken, kamu malları peşkeş çekilirken, gericilik 4-5 yaşındaki çocukların bile hayatını karartırken, ülkemiz yanı başımızdaki savaşa ortak edilirken sesini çıkarmayanlar ve hatta bunun parçası olanlar, kendilerini “Cumhuriyet”in bekçisi olarak ilan etmekten çekinmemektedir.
Halkı geriye iten halkçılık
Halkçılığın tanımına göz atmakta fayda var. CHP’nin 1931’deki programında halkçılık ilkesi şöyle açıklanıyordu:
“İrade ve hakimiyetin kaynağı millettir. Bu irade ve hakimiyetin, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşılıklı vazifelerinin hakkiyle ifasını tanzim yolunda kullanılması Fırkaca büyük esastır. Kanunlar önünde mutlak bir müsavat kabul eden ve hiç bir ferde, hiç bir aileye, hiç bir sınıfa, hiç bir cemaate imtiyaz tanımayan fertleri halktan ve halkçı kabul ederiz.”4
Yazıldığı dönem ile birlikte düşünülürse, devletin yurttaşa karşı sorumlu olması gerektiği ve eşit yurttaşlık gibi çıkarımlar yapılabilir.
Bu elbette Genç Cumhuriyet için bir zorunluluktu. Irk, dil, din faktörünü aşan bir rota çizilmek zorundaydı ki kapsayıcı olunabilsin.
Şimdi bugün CHP programında aynı maddeye bakalım:
“CHP Halkçıdır: CHP’nin halkçılık anlayışı; siyasal meşruiyetin temelinin halkın iradesi olduğunu kabul etmektir. Bazı sınıf ve zümrelerin ekonomik ve siyasal imtiyazlarının kaldırılmasıdır, sahipsizlerin sahibi olmaktır, çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.”5
Görüldüğü üzere devletin vatandaşa olan sorumluluğu bir kenara bırakılmıştır. Tek parti döneminde devlet partisi CHP’nin, homojen bir ulus-devlet kurmak, Batı’ya açılmak, sanayileşen Türkiye’de milli burjuvaziyi yaratmak gibi dertleri vardır. Böylesi bir tabloda da “halkçılık” ilkesinin çeşitli revizyonlara uğramaya gebe olması şaşılacak bir durum değildir. Ancak hem dünya hem Türkiye öyle bir döneme girmiştir ki, solun sesi her yerde yükselmeye başlar. İlkesini pragmatizme kurban etmekte kararlı olan CHP bu durumdan nasiplenmeyi de ihmal etmez. Özellikle 1965’te sosyalist solun sesinin mecliste dahi yankılandığı hesaba katılırsa, sendikaların güçlenmesine, işçi direnişlerinin artmasına bakılırsa CHP’nin bu durumdan en iyi şekilde faydalandığı da görülecektir. İşte “umudumuz Karaoğlan”, “Halkçı Ecevit” söylemleri de böylesi bir nesnellikte ortaya çıkar.
Halkçılık ilkesi CHP için, rüzgâr nereye eserse orada kendini var ediyordu. Bu ilkenin hakkını bile veremeyen CHP’de sınıfsallık aramak ise mümkün değildir ve yanlıştır. Dolayısıyla bu kavramlar karıştırılmamalıdır.
Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının hesabını sormayan bir CHP’nin; ülkeyi kendi elleriyle gericilere teslim etmiş bir CHP’nin, memleketin satışını görmezden gelmiş bir CHP’nin halkçılık ilkesine sahip çıkması da beklenemez.
45 çocuğun istismar edildiği Ensar Vakfı’na, Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol imzalayan gerici vakıfların devlet protokolüne alınmasına, 115 kız çocuğunun hamilelik kayıtlarının örtbas edilmesine, grevlerin yasaklanmasına, her gün gericileşen eğitim sistemine, tarım politikasının her geçen gün daha da çökmesine, yoksullaşan halkımıza, emperyalistler için askerlerin ölüme gönderilmesine… Ses çıkarmayan sözde halkçı bir CHP…
Tüm bunlar bir yana, yıllar sonra belki de ilk kez Haziran Direnişi’nde sokağa çıkan halkın taleplerini görmezden gelen ancak utanmadan direnişi ev sahibi edasıyla sahiplenen bir CHP var karşımızda. Ve aynı CHP sadece bir yıl sonra, halkın gericiliğe, baskılara karşı ayaklandığı böylesi bir direnişin ardından cumhurbaşkanı adayı olarak gerici-faşist Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. CHP sağcılığını tescil etmek için bir dakika bile bekleyemedi. Gerici dönüşüm çoktan başlamıştı… Bunu sanıyorum ki en iyi CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz’ın Afrin operasyonuna dair söyledikleri anlatacaktır: “İktidar ile muhalefet arasındaki ayrım kalkıyor…”
Devletçilik kurban edilirken…
Cumhuriyet’in kuruluşunda Büyük Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin etkisi biliniyor. Sosyalizmin ve büyük ekonomik bunalımın etkisinin bir boyutu da “devletçilik” ilkesinin benimsenmesi idi. Verilen bağımsızlık mücadelelerinin ardından genç cumhuriyet için yapılması gereken ilk hamlelerden biri ve belki de en önemlisi, kendi kendine yetebilen, dışarıya bağımlı olmayan bir ekonomik programa sahip olmaktı. Dolayısıyla benimsenen devletçilik anlayışı yalnızca devletin mal ve hizmetlerini doğrudan üretmesi anlamına gelmekteydi. Ancak CHP’nin “devletçilik” ilkesi, Atatürk’ün de belirttiği gibi sosyalist bir ekonomi modelini içermiyordu:
“Bizim takibini muvafık gördüğümüz mutedil devletçilik prensibi; bütün üretim ve dağıtım vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dâhilinde tanzim etmek gayesini takip eden, sosyalizm prensibine müstenit kolektivizm yahut kominizim gibi, hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir.”6
1929’a gelindiğinde başlayan dünya bunalımı tüm ülkeleri etkilemiş, dünya ekonomisini alt üst etmişti. 1931 yılında yapılan CHP kongresinde “devletçilik” ilkesinin programa girmesi de aslında çok uzun sürmeyecek bir zorunluluktan ibaretti. Kısa sürmesine rağmen bu zorunluluk sayesinde devlet işletmeleri Türkiye’nin dört bir yanında açılmaya başladı. 1934-1938 arasında uygulanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı sayesinde Türkiye bağımsızlığını koruyabilmişti. Her ne kadar İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlansa da İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden dolayı bu plan uygulanamamıştır.
Savaş Türkiye’yi de derinden etkilemişti. Türkiye savaşa girmediği halde üretim oldukça azalmıştı. Önlem almaya çalışan CHP iktidarının, 1940 yılında çıkardığı Milli Korunma Kanunu, 1942’de çıkardığı Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi ile istenilen amaca ulaşılamadı. Savaşın ardından ülkenin Batı’ya daha fazla yönelmesi ile CHP 1946 yılında devletçilik politikasını gözden geçirerek, özel girişime destek veren “yeni devletçilik” görüşünü ortaya atmıştır. Bunun somut adımları ise Türkiye’ye gönderilen Amerikalı uzman Thornburg’un Amerikan yardımı için Türkiye’nin devletçiliği terk etmesi istemi ile olmuştur. Genç Cumhuriyet’in devletçilik anlayışında yer alan demiryolları bir kenara itilmiş, ulaşım politikasında karayolları etkili hale gelmiştir. Temel amaç; ABD otomotiv sanayisinin Türkiye’ye girmesini sağlamaktır. “Komünist tehlike”ye karşı yapılan Marshall yardımı ve Truman Doktrini ise Türkiye’nin artık emperyalizme göbeğinden bağlı olduğunun kanıtı niteliğindeydi. Bunlar yetmezmiş gibi Türkiye, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na 11 Mart 1947’de üye yapılmıştı.
1947 yılında, CHP’nin 7. kurultayında “devletçilik” ilkesi de böylelikle tasfiye edilmiştir. O yüzdendir ki İnönü, mecliste bölünmelere neden olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun yasalaştırılması sürecini yavaşlatmak için 1948 yılında Tarım Bakanlığı’na, büyük toprak sahibi Cavit Oral’ı getirirken hiçbir çekince duymamıştır.
Savaş sonrası Türkiye siyaseti ve ekonomisi artık emperyalizme, liberalizme teslim edilmişti. Elbette yansıması da, başından beri devletçiliği istemeyen büyük toprak sahibi çiftçilerin ve tüccarların, liberal ekonomiyi hayata geçirmek isteyenlerin 1950 yılında Demokrat Parti’yi (DP) iktidara taşıması oldu.
Türkiye’nin emperyalizme daha fazla yaklaşmak için attığı her adım, beraberinde gericiliğin önünü açtı, patronların kârına kâr kattı, cumhuriyetin tüm kazanımlarını bitirdi. Şimdi sırtımızı yaslayıp düşünürsek, ülkemizin en önemli devlet kurumlarının, işletmelerinin, akarsuyunun dahi satıldığı bugüne baktığımızda “CHP’nin hiç suçu yok” diyebilir miyiz?
En güçlü meydan okuma: Laiklik!
Cumhuriyetin ilanı ile hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, laiklik ilkesinin kabul edilmesinin yanı sıra Şapka Kanunu gibi sosyal yaşamı şekillendirmeye dönük adımlar atıldı. Ancak sınıf mücadelelerinin yasaları ülkemizde de yeni şekillenen burjuvaziyi sınırlarına taşımış, işçi sınıfı siyasette söz sahibi olduğu oranda, egemen sınıf gerici örgütlenmelerin önünü açmış, Cumhuriyet ile birlikte atılan ilerici adımlar kadük hale getirilmiştir.
CHP, hiçbir zaman laikliğin arkasında sonuna kadar duran bir parti olmadı. İster kavramsal olarak sahiplenmek olsun, ister bugünkü siyasi ihtiyacın yakıcılığı bağlamında olsun CHP laiklikten tamamen vazgeçeli çok oldu. Bunun bir tercih ya da zorunluluk olduğu yönündeki tartışmalar her ne kadar gereksiz gibi görünse de kendisini “laikliğin temsilcisi” olarak yıllardır halka seçenek olarak sunan CHP’nin tarihinden bazı kesitlere değinmek ve hatırlamak yerinde olacaktır.
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte ilk adımı atılan laiklik, kendisini en çok bu ilk dönemde hissettirdi. 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1925’te Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Yine aynı yıl tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. 1928’de çıkarılan yasayla “Türk devletinin dini İslam dinidir” ibaresi Anayasa’dan çıkarıldı. 1933’te din dersleri okul programlarından çıkarıldı. Ancak yine bu dönemlerde, 1925’te Şeyh Said ayaklanması, 1930’da ise Kubilay’ın öldürülmesi olayları yaşandı. Dinci gerici örgütlenmelerin devletin yönetim mekanizmasından ayrı tutulması sağlansa da dinci gericiliğin toplumda edindiği yer konusunda herhangi bir değişiklik söz konusu değildi. 1947’ye gelindiğinde ise CHP, DP karşısında güç kaybediyordu. CHP’nin laiklik adına attığı adımlar dinci-gerici kesimi DP’ye itmişti. 1947’de gerçekleşen 7. Kurultay’da partinin laiklik anlayışı eleştirilmiş, yapılan değişikliklerle CHP, yeni tüzüğüyle “demokratikleşmiş”, yeni programıyla “demokratlaşmış”tı!7
Bu “demokratikleşme” hamlesi ile, CHP ve DP arasında başlayan gericilik yarışının kazananının CHP olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Hızını alamayan CHP, 1949 yılında imam-hatip kursları açmış, ilk İlahiyat Fakültesi’ni kurmuş, eğitim müfredatına seçmeli din dersleri koymuş, kapatılan türbelerin yeniden açılmasını sağlamıştı. İlk yıllarda atılan laiklik adımları artık geri geri gidiyordu. Toplum üzerinde din yoluyla etki kurulmaya çalışıldığı için dinci-gerici örgütlenmeler de görmezden gelinmeye başlamıştı.
Zaten sonrasında CHP’nin gerici partilerle kurduğu koalisyon hükümetleri ile gericilik artık devletin yönetim kademesine kadar ilerlemişti.
“Laiklik ilkesi cumhuriyetin aşil topuğudur”!
14 Mayıs 1950’de gerçekleşen seçimler CHP’nin 27 yıllık iktidarının sonunu getirdi. CHP yarışı kaybetmişti ve uzun sürecek olan parti içi tartışmalar dönemine girildi. Bu dönemde Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından olan Köy Enstitüleri kapatılmış, imam hatipler yaygınlaştırılmış, kırsal kesimde gerici aşiret ağaları ve tarikatlarla uzlaşma yoluna gidilmiştir.
27 Mayıs darbesinin ardından kapatılan DP yerine Adalet Partisi (AP) kuruldu. 1961 seçimlerinin ardından CHP, gerici AP ile cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümetini kurdu. 2 yıl sonra yapılan seçimlerde ise AP tek başına iktidar partisi oldu. İlerleyen zamanlarda parti içi tartışmalar büyümüş, Bülent Ecevit’in yıldızı parlamaya başlamıştı. 1972’ye kadar CHP koltuğunu yıllarca bırakmayan İsmet İnönü zorunlu olarak koltuğu Ecevit’e devretmişti. Ecevit 1973 seçimlerinde, yıllar sonra CHP’yi iktidara taşımıştı. 1974’te ise içinde cemaatleri, tarikatları besleyenlerin olduğu Milli Görüş’ün temsilcisi gerici Necmettin Erbakan’ın partisi Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon hükümetini kuracaktı. Dolayısıyla Ecevit’in “Laiklik ilkesi cumhuriyetin aşil topuğudur” söyleminin de somutta hiçbir karşılığı yoktu.
Laikliği korumak yerine gericilerle işbirliği yapmayı tercih eden CHP, Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarının yaşanmasının da yolunu hazırlamıştı. Geçmişte hareket alanı kısıtlı olan dinci-gericiler CHP desteği sayesinde iktidara kadar ilerleyebilmişti. Bundan güç alan dinci-gerici gruplar da bizzat devlet eliyle beslenerek birçok katliama imza atmış, ilerici aydınları, yazarları katletmişti. Burjuva partilerinin en çok sığındığı kaçış olan “memleketin bekası” söylemleri bu dönemlerde utangaç bir şekilde dillendiriliyordu. 2 Temmuz 1993’te 35 insanımızı aramızdan alan Sivas Katliamı’nda Başbakan Vekili SHP’li Erdal İnönü’nün tavrı ve sözleri de yine “memleketin bekası” içindi!
CHP’nin 2008 tarihinde toplanan 32. Kurultayı’nda AKP’ye karşı geliştirdiği sloganının “Çekil aradan, din de, millet de, devlet de bizim” olduğunu da bir kenara not edelim.
Bugün ise tüm bu tablo değişmiş değil ve CHP gericilerden daha fazla gerici olmak adına kararlı bir şekilde yoluna devam ediyor. Bunu yaparken de kendi kitlesini sağa ya da düzene entegre etme konusunda oldukça inatçı! Halkın önüne seçenek olarak konulan dinci-gerici ve faşist Ekmeleddin İhsanoğlu, tekke ve zaviyelerin yeniden kurulması ve cemaatlerin toplumun bir gerçeği olduğunu, bu durumun kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Bülent Kuşoğlu, yılların gericisi Mehmet Bekaroğlu, Fethullah Gülen’i bir fenomen, bilge bir adam olarak gören ilahiyatçı Muhammet Çakmak, İlhan Kesici, Mansur Yavaş, Sinan Aygün, AKP’nin kurucularından Abdullah Gül, Erbakan hayranı Abdüllatif Şener, Haydar Baş, Sivas katliamcısı Temel Karamollaoğlu, faşist Meral Akşener ve daha nicesi… Bu isimler son yıllarda CHP ile telaffuz edilmedi mi? Parti içerisinde bu gerici hamleler yapılırken son seçimlerde CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce’nin söylemleri de AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın söylemlerini aratmıyordu. Ortada bir gericilik yarışı olduğunu hep birlikte izledik, gördük. Zaten dikkat edilirse geçtiğimiz 24 Haziran seçimlerinden önce yapılan mitinglerde; 2007’de cumhuriyet mitinglerinde, 2013’te Haziran Direnişi’nde öne çıkan laiklik sloganları da rafa kaldırılmıştı…
Dolayısıyla CHP’nin programında yazan şu ifadeler de İkinci Cumhuriyet’in yerleşmesinin hızlandığı bu günlerde bir anlam ifade etmiyor:
“Cumhuriyet Halk Partisi için laiklik, hiçbir şekilde ödün veremeyeceği temel ilkedir. Laiklik; hiçbir zaman din ve inanç karşıtı bir ilke ve ideoloji değil, aksine din özgürlüğünü güvence altına alan, farklı inanışların barış ve karşılıklı hoşgörü içerisinde birlikte yaşama yöntemi ve ilkesidir; çağımızın modern ve ileri devlet yönetimi anlayışıdır. CHP, din unsurunun baskı aracı olmasını da, din duygusunun ve dinsel inançların baskı altına alınmasının da, ibadet yerlerine siyasetin girmesinin de kesinlikle engellenmesini öngörür. CHP, Dini unsurların siyasi simge olarak kullanılmasını demokrasi anlayışı ile bağdaşmayan ve anayasamızın değiştirilemez hükümleriyle çelişen bir davranış olarak görür. CHP, laikliğe yönelik her türlü tehdide kararlılıkla karşı durur: Laik demokratik cumhuriyetimize karşı tuzak kuranlarla, bu amaçla laikliği yeniden tanımlamak isteyenlerle, laikliği içlerine sindiremeyenlerle, her dönemde ve her koşulda, demokrasi kuralları ve hukuk devleti normları ve sivil toplum yapılanması içinde kararlılıkla mücadele edilecektir.”8
İlkesiz devrimcilik
1931 yılında CHP’nin parti tüzüğünde yerini alan devrimcilik, asıl olarak ilkelere bağlı kalmak anlamını taşıyordu ve değiştirmek, alaşağı etme iradesinden oldukça uzaktı. Bu nedenle CHP açısından düzenin değiştirilmesi anlamında bir devrimcilikten söz etmek mümkün değildir. Tam tersine üretilen çözümlerin düzenin parçası olma sınırı taşıması genel bir kabul halini almıştır. Tarihte de zaten sosyal demokratların rolü bu olmuştur.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker 1931 yılında İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada devrimi yedi başlıkta sıralıyor: 1- Cumhuriyetin ilanı, 2- Yeni medeni kanun ve ceza kanunun yapılması, 3- Şer’i mahkemelerin kaldırılması, 4- Medreselerin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat, 5- Dervişliğin men edilip, tekkelerin ve türbelerin kapatılması, 6- Şapka takılması, 7- Latin harflerinin kabulü… Bunlar ister batılılaşma hamlesi olarak, ister sekülerleşme olarak değerlendirilsin, dönemine göre önemli atılımlardı, dönüştürücü yönü ise oldukça eksikti.
Böylece devrimcilik, ilkelere bağlı kalmaktan güncel siyasette somutlanan halini almıştı. İlerleyen zamanlarda ise Ecevit devrimcilik ilkesini şu şekilde çizecekti:
“«Güneş her gün yenidir» demiş, Heraklitüs;
«Bir ırmağa iki kez dalamazsın, çünkü suyu hep yenilenir», demiş.
Böylece doğadaki sürekli değişmeyi belirtmiş.
Ama, «her gün yeni» olan güneşin belirli bir yürüyüş düzeni vardır; suyu hep yenilenen ırmağın belirli bir yönde akışı vardır. Çünkü, «her gün yeni» olan güneşin yürüyüşünü düzenleyen kozmik kurallar; suyu hep yenilenen ırmağın akışına yön ve hız veren fizik kural ve kuvvetler vardır.
Bunun gibi, C.H.P. nin devrimcilik ilkesi de, başka ilkelerle düzenlenir, ayarlanır, yönlendirilir.
Nasıl, suyu hep yenilerin ırmağın akış yönünü ve hızını, yatağı ile iki kıyısındaki toprağın, kayaların duruşu ve dinenci «mukavemeti» tâyin ederse, C.H.P nin devrimciliğinin de yatağını Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, lâiklik; yönünü ise, ırmağın kıyıları yerine geçen halkçılık ve devletçilik tâyin eder.
Fakat C.H.P., canlılığını, dinamizmini, gücünü, devrimcilikten, yani belirli bir zemin üzerinde ve belirli bir yönde sürekli, süratli, temelli değişebilme yeteneğinden alır.”9
Peki değişim ne için olacaktı? Bu sorunun cevabı CHP’de hiçbir zaman net bir şekilde verilemedi. Devrimciliğin yatağı cumhuriyetçilik ve laikliğin, yine Ecevit tarafından tasfiye sürecine sokulduğu, yönünü belirleyen devletçilikten ise bugün eser kalmadığı görülecektir. Kısaca devrimcilik ilkesinin tüm dayanakları çökmüştür ve İnönü de Ecevit de, Baykal da, Kılıçdaroğlu da siyasi hayatı boyunca bu çöküşün parçası olagelmiştir. Devrimcilik ilkesi bu yüzden hep korkulan, adı anılmayan bir ilke olmaya devam edecektir.
Kavramların anlamsızlaşması
Cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik… Bu ilkeler Cumhuriyet’in kuruluşunda Türkiye burjuvazisi için tüm görevlerini yerine getirmiş, büyük bir boşluğu doldurmuştur. Ancak bugüne bakıldığında ilkeler yerini bir toz bulutuna bırakmıştır.
Peki siyasette ilkeler neden önemlidir?
Sosyalistler ilkelerin önemini dönemsel çıkarlar doğrultusunda açılan herhangi bir tartışmaya meze etmez, etmemelidir. Çünkü ilkelerin benimsenmesi ve olgunlaşması tarihle, bilimle, mücadeleyle, felsefeyle harmanlanmış olması sayesindedir. Bu yüzden rotanız da buna göre şekillenmiştir. Bilinir ki ilkelerden birinin yitip gitmesi yanlış yollara sürüklenmenize sebebiyet verebilir. Dolayısıyla ilkelere sahip çıkmak paralelinde netliği de getirecektir ve siyaset netlik ister.
Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz ve aslında sol bir tarihselliğin içine doğmuş olan ve ilerici kazanımlar olan Cumhuriyet’in bu ilkeleri sosyalist iktidar perspektifiyle, sınıf mücadelesi ile beslenemediği sürece yok olmaya mahkûm kalacaktır. Denilebilir ki ana muhalefet partisi CHP, iktidarı aldığında programında yazanları hayata geçirecektir. İlkelerini yıllar boyunca sadece kâğıt üzerinde tutan bir parti için sizce bu mümkün mü? Yıllardır meclis içerisinde en büyük partilerden biri olma özelliğini korumuş, milyonlarca insanın oyunu alabilmiş bir parti için hem de…
Tüm bu başlıkların kazanımı için sosyalist mücadele ise kaçınılmazdır.
Son söz yine Behice Boran’dan:
“İşçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel birliği sorununun yanı sıra bir de ilerici demokratik güçlerin ve kuruluşların emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı güç ve eylem birliği sorunu var. Bunu oluşturmada da belirleyici öge işçi sınıfı partisinin güçlülüğü, etkinliğidir. Yine de, solda yer alır görünen tüm grup ve kuruluşların böyle bir birliktelik içinde olmaları söz konusu değildir. Kimileriyle temel ilkeler açısından bir araya gelinemez; kimileri de bencil, tekil davranışlardan kurtulamadıkları için toplu, ortak çalışmaya gelemezler.
Denilebilir ki, bunlar, uzun vadeli işler, sorunlar ise güncel ve ivedi, öyle. Ama güncel ve ivedi sorunların bir çırpıda çözüm getirecek, ortalığı birden güllük gülistanlık edecek hazır reçeteleri yok. Kof umutlardan, işin kolayına kaçmaktan vazgeçip uzun vadeli hesaplar yapmak, hedefler koymak gerek. Ama bu “uzun vadelilik”, işleri zamana, kendi akışına bırakmak demek değildir. Uzun menzilli bakış açısından güncel sorun ve gelişmeleri değerlendirip her günün gereğini bu çerçeve içinde günü gününe, tutarlılıkla ve inatla yerine getirmek demektir; günlük çalışmaları birbirinden kopuk, günlük olaylara bağımlı olmaktan kurtarmaktır.”10
Dipnotlar ve Kaynak
- Boran, B., CHP’nin Solu, Yürüyüş, 12 Eylül 1978, sayı:179.
- Burada Kemal Derviş’i hatırlamakta fayda var. 2001 yılında Ecevit tarafından görevlendirilen Kemal Derviş, Ecevit’i hüsrana uğratmıştı. Yıllar sonra Kılıçdaroğlu’nun Yeni CHP’si, Kemal Derviş ile yeniden bağlantı kurmuş, yapılan açıklamalarla düzenin devamcısı olacaklarının mesajını vermişlerdi. Derviş, bugün liberal ekonominin en önemli temsilcilerinden biri.
- Kılıçdaroğlu, 2010 referandumunun ardından gittiği Almanya’da, gazetecilerin “Laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusu üzerine “Hayır… Bugün için Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz.” cevabını vermişti..
- https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/e_yayin.eser_bilgi_q?ptip=SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI&pdemirbas=197505818 (erişim tarihi: 09 Ağustos 2018)
- CHP Programı, s.14.
- İnan, A., Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları, TTK, Ankara, 1969, s.448.
- Bila, H., CHP 1919-1999, Doğan Kitap, İstanbul, s.128.
- CHP Programı, s.51.
- “Devrimcilik ve Doktrin”, Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 29 Haziran 2018, http://ecevityazilari.org/items/show/1233
- Boran, B., CHP’nin Solu, Yürüyüş, 12 Eylül 1978, sayı:179.