12 Eylül ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Türkiye’de solun genel tasnifi sosyalist sol, liberal sol ve ulusalcı sol olmak üzere üç temel kategori üzerinden yapılmıştı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidar yıllarının ardından bugün artık yeni bir tasnif mümkün hale gelmiştir. Bu bir yandan siyaset merkezinin alabildiğine sağa kaymasının sonucu iken, bir yandan da özellikle 2013 Haziran Direnişi’nin ardından Türkiye siyasetinde yaşanan gelişmelerle sol özne ve odakların konumlanışlarını değiştirmiş ve dönüştürmüş olmasının sonucudur. Bu bağlamda, solun tasnifinin de gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Bu yeni tasnifi tartışmak gerekliliği ile birlikte artık solun da yeniden tarifi gerekli görülmelidir. Tarihsel olarak süregelen sol tanımları bugün sosyalist devrimde ısrar edenler için yeterli sayılmamalıdır. Tarihsel tanımların bugün solu şekilsizleştirerek silikleştirdiğinin altı çizilmelidir.
Sol nedir?1
Bu durumda bir sol tanımının yapılarak başlanması gerekiyor. Sol tanımı, geleneksel olarak ve bilinen öyküsüyle, Fransız Devrimi sırasında krallık ve kilise yanlılarının Ulusal Meclis’te başkanın sağına geçmeleriyle başlayan ve ilerici siyasi grupların solda oturmasıyla süregelen şekilde tarif edilmiştir.
Ancak bu geleneksel tarifin bugün düzen siyasetinin geldiği yer açısından bakıldığında bir ölçüde anlamını yitirdiği söylenebilir. Tüm dünyada siyasetin sağa kaydığı bir dönemde solun tarifinin daraltılması bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.
Örneğin, Yunanistan’da ekonomik iflasın ardından sosyal demokrat Pan-Helenik Sosyalist Parti’nin (PASOK) de çökmesiyle birlikte iktidara gelen, önce sosyalist sonra radikal demokrat SYRIZA, bugün PASOK’tan kopan partilerle bir araya gelerek Yunanistan’ın yeni sosyal demokrat partisi olarak hızla ilerliyor. Dolayısıyla solun tanımının bu sağa kaymaları dışlayan bir şekilde yapılması gerekiyor.
Bunun yanı sıra emperyalist-kapitalist sistemin, ülkeleri iflas ettiren (İzlanda, Yunanistan) ve kan gölüne çeviren (Irak, Suriye, Ukrayna) politikalarının, insanlara umut sağlayamadığı gibi gezegeni bir yıkımın eşiğine getirmiş olması karşısında artık kısmi düzeltmeler ve iyileştirmelerle alınabilecek hiçbir mesafe olmadığı da açık olmalı; burjuvazinin herhangi bir kesimine herhangi bir nedenle ilericilik atfetmenin karşılığının olmadığı da.
Böyle bir tabloda, sermayenin kendi sorunlarını dahi çözmekte zorlandığı bir dönemde sağa kayışa karşı durmak için bir sınır çizilmesi yararlı olacaktır. Solun bir tanımının yapılarak, içinden çıktığı geri çekilme dönemini kıramayıp nostaljik bir “eski güzel günler” özleminden öte bir yer edinmesi bir zorunluluk.
Solculuğu radikallik, eylemcilik, direnme, muhaliflik ile eşitleyen anlayışlara karşı; eşitlikçi, emeği savunan ve koruyan, anti-kapitalist, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, anti-emperyalist, aydınlanmacı, laik bir politik hattın sosyalist iktidar perspektifiyle hareket eden öncü ve kitlesel bir sınıf partisi tarifi konulmalıdır.
Solun ilkeler üzerinden tanımlanması
Sol bu tanımla çok daraltılmış olmuyor. Aksine bugün bu ilkelerden herhangi birinin geri çekilmesi, önemsizleştirilmesi, herhangi birinden vazgeçilmesi halinde düzen siyasetiyle ve emperyalizmle aranızdaki farklar hemen silikleşiyor ve hatta ortadan kalkıyor. Bu durumda artık düzen solu olmanızdan öte bir uğrağınız da kalmıyor. En iyimser durumda ise artık devrimci bir iddianız kalmıyor.
Türkiye siyasetine bakıldığında, çeşitli örneklerde bu çerçevenin gerisinde kalındığı durumlarda düzen siyasetinin dümen suyuna giren veya bir parçası olan pek çok siyasi özne olduğu rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bugün eski tasnifle ulusalcı sol sayılan İşçi Partisi’nin (bugünkü Vatan Partisi) burjuvazi içinde “millilik” arayan halleri AKP karşıtlığının önüne geçmiş ve Türkiye’de sermaye düzeninden bağımsız bir emperyalizm tarifi ile bugün “yedi düvele kafa tutan” bir Recep Tayyip Erdoğan destekçiliğine gelinebilmiştir.
Emperyalizmle mücadele geri çekildiğinde, “radikal demokrasi” ve “Türkiyelileşme” iddiasıyla yola çıkan Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Kürt siyasi hareketinin geldiği nokta ortadadır. “Çözüm süreci”nde AKP’ye toz kondurmayan HDP’liler şimdi IŞİD paravanı arkasında Suriye’nin kuzeyinde ABD silahlarıyla ABD’ye üs kuran PYD’yi savunmaktadır.
Yine Türkiye’deki “hareket” geleneğinin önemli temsilcileri sayılabilecek Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ile onun bir yansıması olarak Birleşik Haziran Hareketi ve aynı gelenekten gelen Halkevleri ise “muhalif” olmanın ötesine geçen bir perspektif geliştiremediklerinden, kimi zaman Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kimi zaman da HDP olmak üzere düzen partilerinin öncülüğünde veya kendiliğinden ortaya çıkan eylemlerde boy göstermekten fazlasını yapamamaktadır.
Tüm bu eksiklerin ve yansımaların liberalizmin çeşitli kanallardan solun içine nüfuz eden etkisi olduğu açık olmalıdır. Liberalizmin solu düzenin peşine takan bu illüzyonuna karşı mücadelenin sulandırılmasının, şu ya da bu derecede geri plana atılmasının öğütlenmesinin sonuçları her zaman ağır olmuştur. Bugün de benzer yaklaşımlar zaten kötürümleşmiş solu iyice felç etmeye dönük sayılmalıdır.
Bütün bunlar söylendikten sonra solun tanımının daraltılmadığını aksine gerçekten sol olmanın koşullarının doğru bir şekilde tespit edilmesi gerekliliğinin ortaya konduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye’de doğru siyasal konumların alınabilmesi ve önümüzdeki dönemde çıkacak olanakların doğru yönde kullanılmasının ön koşulu burada görülmelidir.
Türkiye’de siyaset merkezinin sağa kayması
AKP sonrasında Türkiye’de siyaset merkezinin olabildiğince sağa kaydığının tespit edilmesi gerekiyor. Yine, AKP’nin kapladığı geniş alanla merkez sağ siyasetlerden başlayarak Türkiye’deki geleneksel sağ siyasetlerin tamamının alanını da kapladığı söylenebilir. Bu durum, AKP’nin siyasi yönelimleri ile söylemleri arasındaki farkı gözden kaçırmadan, örneğin Milliyetçi Hareket Partisi’nin AKP’ye göre sağda mı yoksa solda mı kaldığı gibi bir sorunun bugün üzerine tartışılabilecek bir soru haline gelmesinden bile kolaylıkla çıkarılabilmektedir. Türkiye’deki siyasi partilere bakıldığında AKP’nin sağında yer alan örnek bulmak epey zor olacaktır.
Türkiye’de düzen siyasetinin merkezinin bu denli sağa kaymasının elbette düzen partilerinin bütününü etkilediğini vurgulamak gerekiyor. Gerek CHP gerekse HDP bu etkiyle sağa kaymıştır.
CHP’nin “dindarla barışma” amaçlı tüm adımları, içindeki ulusalcıları etkisizleştirerek emperyalizmle ve bu bağlamda 1923 Cumhuriyeti’nin yerine kurulan İkinci Cumhuriyet ile daha uyumlu bir çizgiye geçmesi, AKP karşısında direnemeyen merkez sağ siyaseti kapsaması ve eskiden AKP’nin müttefiki olan liberallerle buluşması gibi bir dizi somut olgu, CHP’nin eski ulusalcı ve kendine özgü sosyal demokrat çizgisinden sağa kaydığını ortaya koyuyor.
HDP’nin ise biraz daha özgün dinamiklere sahip olduğu görülüyor. Bir uluslaşma sürecinden geçen Kürtlerin genel temsiliyetini üstlenen Kürt siyasi hareketi, bu sürecin parçası olarak toplumsal alanda geniş bir alanı kaplıyor. Bu bağlamda, Kürt burjuvazisi ve Kürt gericiliği de HDP içerisinde kendisine önemli bir alan açmayı sürdürüyor. Ulusalcılık temelinde Kürt siyasi hareketinin bu geniş sınıfsal tabanla hareket etmesi mümkün olmasa da “çözüm süreci”nde, laiklik başlığında, liberalizmin ittirmesiyle “Türkiyelileşme” projesinin ana akım medya tarafından pazarlanmasında, bir yandan Kürt siyasi hareketinin sistem içine çekilmesi, bir yandan da Kürt siyasi hareketinin sisteme dâhil olma çabası vardı.
Bu tabloda, Haziran 2015 seçimlerine giderken barajı geçip AKP’yi geriletecek HDP’den adalet getirecek CHP’ye savrulan Türkiye’deki siyaset anlayışının da doğal olarak bu sağa kayma sürecinin bir parçası haline geldiğini vurgulamak gerekiyor.
Elbette artık farklı bir düzlem olmakla birlikte “ortanın solu”nda yer alan CHP, bugün, kuruluşundan getirdiği “yükleri” olmakla birlikte geleneksel bir merkez sağ partisi görüntüsü verirken; HDP ise idari yapıya ilişkin tezleri dışında kapitalizme dair önermeleri, emperyalizme yaklaşımı ve laiklik anlayışıyla CHP’nin değilse bile 1990’ların girişindeki Sosyaldemokrat Halkçı Parti’den (SHP) daha solda durmamaktadır.
Doğal olarak, bu iki partiyi desteklemek dışında bir siyaset üretemeyenlerin, bu partilerin siyasetlerinin uzantıları haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlık, solun bu kesimlerinde düzen karşıtlığından ziyade reformist bir çizgiye ve dolayısıyla sağa kaymaya yol açmaktadır. Dahası, bir tür modern dönem ütopik sosyalistleri gibi düzen dışı alanlar yaratmanın düzen karşıtlığı sanıldığı bir durum da ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda da solun tanımının yeniden yapılması bir daraltma değil; devrimci, düzen karşıtı ve önümüzdeki döneme hazır bir solun ortaya çıkması açısından bir zorunluluktur.
Solda tekleşme dönemi
Türkiye ve esas olarak dünya siyasetinde yaşananlar solda bir sadeleşme ve tekleşme döneminden geçtiğimizi gösteriyor. Solun geleneksel tasnifinde ulusalcı ve liberal olarak belirtilen siyasi öznelerin artık mutlak olarak solun dışında kaldığı tespit edilebilir. “Solun tekleşmesi”nden, öncelikle geleneksel tasnifteki sosyalist sol hattın, solun temsilini bütünüyle üstlenme potansiyeline kavuşması anlaşılmalıdır.
Düzen siyaseti açısından bakıldığında, sağa kayışla birlikte sola konulan sosyal demokrasi ve radikal demokrasi hatlarının da artık soldan sayılmayacağı tartışmasızdır. Biri iyice sağa kayan ve diğeri bu hatlarda etkin olmaya çalışan ulusalcı ve liberal sol siyasetlerin geçmişte ve bugünde AKP ile yan yana gelmeleri de bu açıdan tesadüf sayılmamalı, aksine, tam da sol olmaktan çıktıklarının kesin delili olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan sosyalist sol içerisinde 2013 Haziran Direnişi’nin ardından yaşanan tartışmalar ve solun yeniden tanımlanması ile artık sosyalist sol içerisinde geleneksel partili geleneğin ve siyasal hattının da tekleştiği büyük ölçüde söylenebilir. Haziran Direnişi’nde yeterli ölçüde siyasal etki yaratamayan solun bir tür ana rahmine dönme refleksiyle eski ezberlerine sarıldığı görülmektedir. Bu hal, sosyalist solda yer alan pek çok öznenin solun ileri çıkışı için de bir el freni işlevi görmesine neden olmuştur.
Bu yönden bakıldığında, Türkiye Komünist Partisi (TKP) içerisinde özgün bir şekilde yaşanan tartışmaların 2014 yılında yeni dönemde bir örgütsel cevap üretmek için, 2015 yılında ise liberalizmin sosyalist solu bütünüyle etkisizleştirmek istemesine karşı bir cevap olarak tarihsel önemde olduğunun altı çizilmelidir. Bu özgün şekilde gelişen tartışmalardan ortaya çıkan Türkiye Komünist Hareketi’nin (TKH), sosyalist solun tekleşmesine önemli bir katkıda bulunduğu gibi, bu nesnellik içerisinde hareket etmenin gereklerine yönelik cevapların bulunmasında da önemli bir yer tuttuğu söylenmelidir.
Tüm bunlarla birlikte, açıklanan çerçeve içinde ulusalcı, liberal ve sosyalist solu daha ayrıntılı olarak incelemek gerekmektedir.
“Milli” kalan var mı?
1960’larda Türkiye’de kapitalizmin ve sermaye sınıfının gelişkinlik düzeyi ile 27 Mayıs, 1961 Anayasası ve ithal ikameci ekonomi tercihi bir arada değerlendirildiğinde “Milli Demokratik Devrim–Sosyalist Devrim” tartışması ve ayrışmasının maddi bir temele dayandığı görülmektedir.
Bu tartışmanın, dünyada Sovyetler Birliği’nin olduğu, kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, bunların başarıya ulaşmak ve ayakta kalmak için fazlasıyla imkana sahip oldukları bir dönemde yapıldığı da unutulmamalıdır. Dolayısıyla, o dönemde Türkiye’de burjuva sınıfının tamamlayamadığı bir demokratik devrim tartışmasının ilerletici yanları olduğu da kabul edilebilir.
Bununla birlikte, aradan geçen sürede hem Türkiye hem de dünya fazlasıyla değişmiştir. O gün de yeterli ve gerçekçi olmayan “demokratik devrim” görüşlerinin bugün artık tamamen gündemden düşmesi gerekmektedir.
Artık Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünya vardır. Bu dünyada ulusal kurtuluş hareketleriemperyalizmin, önce eski sosyalist ülkeleri, sonra da dünyanın geri kalanında Soğuk Savaş’tan kalma ülkeleri sistem içerisine alırken bir sindirme yöntemi haline gelmiştir.
1960’larda hâlâ çok az olan kentli nüfus ve dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçilere karşı ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i kırsal alanlarda yaşamaktadır. Bugün ise kent nüfusu yüzde 80’leri aşmıştır. Tarım, artık toprak reformu tartışmalarının yapılmamasından da anlaşılacağı üzere, neredeyse tamamen kapitalistleşmiştir.
İthal ikamecilikle gelişen sanayi elbette emperyalist ülkelerin gerisindedir; ancak, bugün sermaye ihraç edebilen ve emperyalist-kapitalist sistemle derin bağları olan çok daha gelişkin bir düzeydedir. Bugün burjuvazi içerisinde “milli” olma peşinde veya buna ihtiyacı olan hiçbir bölme yoktur.
Ancak daha önemlisi “milli sermaye”ninson dayanağı olan kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) de ortadan kalkmıştır. Özelleştirmelerin çok tartışıldığı 1990’ların ardından AKP’nin iktidara gelmesiyle Türkiye, adeta elinde ne var ne yoksa hepsini Türkiyeli veya yabancı sermayeye satmıştır. Örneğin, devletin elinde olan bir TÜPRAŞ’ın “milli ekonomi”ye temel teşkil etmesi tartışılabilecek olsa da Koç Holding’in elindeki bir TÜPRAŞ’ın böyle bir işlevi olmayacağı herhalde tartışmasızdır.
Bu açıdan baktığımızda, ulusalcı solun toplumsal temellerinin geri dönülemez şekilde bozulduğu tespiti yapılmalıdır. Bu durum soldan sayılıp sayılmamalarından bağımsız olarak da etkin bir siyasi güç olmalarının önünde büyük bir engeldir.
Genel olarak ulusalcıların ve ulusalcı solun elinde kalan tek başlık bağımsızlık ve anti-emperyalizmdir. Ancak toplumsal yapıdaki zayıflıklar, bu başlıklarda bu kez olmayacak uç analizlere savrulmaya neden olmaktadır. Anti-emperyalizmin yükseltildiği söylenirken, ne Türkiye egemen sınıfı ne de iç ve dış dinamikler hakkında sağlıklı bir analiz yapılabildiğinden, AKP ve Erdoğan yandaşlığı rüzgarına kapılmış bir garabet hâkimdir. Bu, mevcut zayıflığı bir hayal dünyası ile kapatma çabası sayılabilir.
Sağa kayan ulusalcılığın milliyetçilikle farkı da giderek kapanmaktadır. Özünde hep var olduğu söylenebilecek “devletli” bakış açısıyla birleştiğinde ulusalcı solun şekilsiz bir halde devam edeceği öngörülmelidir. Bu haliyle artık ulusalcı sol bir akımın da kalmadığı, ulusalcıların –düzen içi dahi olsa– solda değerlendirilemeyeceği kabul edilmelidir.
Liberallerden geriye kalan
Türkiye’de liberal solun tarihsel TKP’nin likidasyonunda ve bir dönem ÖDP içerisinde oynadığı rolün ardından 12 Eylül 2010 referandumu ile “altın çağı”nı yaşadığı söylenebilir. Liberallerin bir bütün olarak AKP ile yan yana geldiği süreçte Ufuk Uras gibi figürler, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi ile daha sonra Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olacak Eşitlik ve Demokrasi Partisi gibi Troçkist ve liberal partiler de kendilerine yer bulabilmişti.
Bununla birlikte aradan henüz birkaç yıl geçtikten sonra ve özellikle 2013 yılından itibaren AKP, eski ittifaklarından vazgeçeceğini ve kuruluşu kendi başına yapacağını açıkça ilan etti. Bunun ardından liberaller bir bütün olarak, “Türkiyelileşme” projesiyle HDP’de etkin olmaya çalıştılar. Ancak bu projenin de Kürt siyasi hareketinin gündemlerini ileri taşımanın bir aracı olarak kullanılmak istenmesi ve devletin hendekler gerekçesiyle sert saldırısı sonrasında ana akım liberaller gemiyi çabucak terk ettiler.
Tüm bu süreçte liberallerin kişisel olarak inandırıcılık ve itibar kaybı yaşadıkları, devlet imkanları başta olmak üzere uzun yıllardır kullanabildikleri pek çok araçtan mahrum kaldıkları, pek çok örnekte tutuklu veya kaçak konumuna düşerek etkisizleştirildikleri görüldü. Bu bağlamda, liberallerin ana gövdesinin CHP’ye bağlandığı,liberal solun ise HDP’de kaldığı bir tablo ortaya çıkmıştır. Ancak bu tabloda, zaten örgütsel olmaktan ziyade ideolojik bir güç olan liberallerin örgütsel araçlarının HDP içinde iyice silikleştiği de görülmektedir.
AKP’nin “İkinci Cumhuriyet” projesinin fikir babası sayılması gereken liberallerin, kurdukları ittifakla Türkiye’nin bugün geldiği noktada hatırı sayılır bir paya sahip olmaları, uzun yıllar arkalarını bırakmayacak bir kara lekedir. Bu kara leke ise bugün zorunlu AKP muhalifliği ile sökülüp atılamayacak kadar derine nüfuz etmiştir.
Bunun yanı sıra, liberal solun Türkiye’de CHP ve HDP içine girmesinin aynı zamanda Yunanistan’daki SYRIZA’nın sosyal demokratlaşması örneğinde olduğu gibi giderek sosyal demokrasi yönünde sağa kaydığı ve kaymayı sürdüreceği de öngörülmelidir.
Liberalizmin solun tüm ilkelerini yumuşatan ve onu iktidar hedefinden uzaklaştıran ideolojik saldırılarına karşı mücadelenin boş bırakılmadan sürdürülmesi gerekmekle birlikte liberallerin solu temsil etme ve bir parçası olma olanaklarının ortadan kalktığı da görülmelidir. Bu açıdan yakalanan fırsat da elden kaçırılmamalıdır.
Zira ulusalcı solun maddi temelleri üzerine söyleyebildiğimiz olguların benzer şekilde liberal sol için söylenebilmesi mümkün değildir. Her şeyden önce liberal solun temel dayanağı ve ana düşünsel kaynağı düzen içinden gelmektedir. Dolayısıyla düzen değişmedikçe, ne siyasal zemininin dağılması ne de bu düşünsel kanalın kuruması söz konusu olacaktır. Bir başka açıdan, liberal sol esasında her zaman liberal ve hiçbir zaman da sol olmadığından, aynı zamanda en temel burjuva ideolojisi olan liberalizmin sadece kişiler üzerinden de değerlendirilmemesi gerekmektedir.
Bu bağlamda, liberal solun gerektiğinde yeni figürlerle yine düzenin araçlarını da kullanarak dönebileceğini, son dönemde AKP’ye karşı mecburen yürütülen sözde karşıtlığın ise bunun için kullanılacağını öngörmek gerekmektedir.
Sosyalist solun hali
Solun son dönemdeki geleneksel tasnifinin diğer iki parçasının hali bir kenara konulmalı ve esas olarak sosyalist solun bu tekleştiği durumda ne yaptığına ve ne yapması gerektiğine odaklanılmalıdır.
Maalesef sosyalist sol da, bu tekleşme haline rağmen, genel olarak, kendine güvensiz, ne yapacağını bilmeyen ve telaş içerisinde bir halde bulunmaktadır. Yukarıda da ifade edilen bu hal, sosyalist sol içerisinde toparlayıcı olabilecek ideolojik, siyasi ve örgütsel ağırlığa sahip bir siyasi öznenin bulunmamasından da kaynaklanmaktadır.
Solun, sırf daha geniş bir alanı kapsamak adına, tanımını ve ilkelerini giderek daha fazla belirsizleştirmesi, esas olarak onu sol olmaktan da çıkarmaktadır. Solu radikallik, muhalif olma ve iyilikle tanımlayarak, öncülüğü, önde durup görüntü vermek zannederek, teoriyi pratiğe feda ederek ortaya çıkan sonucun en fazla sosyalizme ve sola zarar verdiği görülmelidir.
Bir başka açıdan sosyalist sol topluma rüştünü ispat etmek zorundadır. Bugün sol olarak kabul gören CHP ve HDP ile mücadele etmeyen, kendisini ayrıştırmayan ve en önemlisi, AKP’ye, onun bayraktarlığını yaptığı İkinci Cumhuriyet’e karşı tek alternatifin sosyalizmin olduğunu göstermeyen bir solun AKP “gittiğinde” dahi kendini var edebileceği tek alan düzenin bir parçası olmak olacaktır.
Sosyalist solun çoğunluğu, 2013 Haziran Direnişi’nde yapabildiklerinin ve yapamadıklarının muhasebesi neticesinde doğru sonuçlara ulaşamamış, yeterli olmayan gücünü geliştirecek bir strateji geliştirmek yerine, kendilerini CHP ve HDP’nin gölgesine sokmayı tercih etmiştir. 2015 seçimlerinde AKP’yi HDP ile geriletmekten bahsedenler, bir yıl sonra Taksim’de CHP mitingine katılmış, bir sonraki yıl ise Adalet Yürüyüşü’ndeen öneçıkmışlardır.
Sosyalist solun önemli bir kısmının ittifaklar sorununu da cepheleşmeyi de yanlış anladığı açıktır. İttifakların öncelikle tarafların sınıfsal aidiyeti ve temsiliyeti ile ilişkili olduğunu unutan bu kesimler, aynı zamanda ittifakların işçi sınıfı öncülüğünde veya onun öncülüğü almak üzere öne çıkmasını sağlamak için yapılması gerektiğini de görmezden gelmektedir.
Benzer şekilde,Sovyetler Birliği’nin var olduğu ve Nazizminhedefinde olduğu bir dönemde, karşısına geçecek ülkelerin sayısını azaltmak ve Almanların cephe gerisinde rahat olmalarını engellemek için geliştirilen stratejik yaklaşımlar da mutlaklaştırılmaktadır. Bu tür geniş demokratik cephelerin son tahlilde özenli bir yaklaşımı hak ettiği kuşkusuzdur.
Bu savruklukla sosyalist solun önemli bir kesimi, söylemlerindeki tüm solculuğa ve devrimciliğe rağmen giderek soldan uzaklaşmaktadır. Bu anlamda, tekleşmenin sadece solu tasnif etmek üzerinden değil,aynı zamanda tanımlamak üzerinden de yaşanmakta olduğunu söylemek gerekmektedir. Türkiye ve dünyaya baktığımızda tek başına bir “demokrasi” mücadelesi vermenin mümkün olmadığı açıktır. “Demokrasi” ancak işçi sınıfının iktidar mücadelesi boyunca elde edilecek kazanımlarla ilerleyebilecek haldedir. Bu durumun, geçmiş dönemlerin özgünlükleri değerlendirilmeden anakronik ve tarih dışı bir biçimde günümüze aynen uyarlamalara imkan verdiği ise düşünülmemelidir.
Bu açıklamalar ışığında sosyalist solda da örgütsel bir tekleşme veya sadeleşme imkanı bulunmakta olup, işçi sınıfının temsiliyetini üstlenmeyi başaran öznenin önümüzdeki dönemde tekleşeceği de söylenebilir.
Sonuç
Solun tanımı, tarifi ve tasnifi büyük bir sadeleşmeden geçmektedir. Tarihsel bir dönemin açıldığı bu dönemde solun güçsüzlüğünden bahisle ilkelerinden ödün vermesi beklenmemeli, bu tür çabalardan uzak durulmalıdır. Bu bağlamda, bugün solun tanımının ve ilkelerinin netleştirilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz sol, her şeyden önce eşitlikçidir. Eşitliğin diğer her şeyin ön koşulu olduğu tartışmasızdır. İnsanın gerçekten özgür olması için gerçek bir eşitliğin sağlanması gerekmektedir. Yine bir ülkenin gerçekten laik, bağımsız, egemen olabilmesi ve adaletin koşullarının oluşturulması için de eşitlik gereklidir. Eşitlik ise her şeyden önce kapitalist üretim ilişkilerinin değiştirilmesinden geçmektedir. Siyasal gündemlerde sermaye sınıfı karşıtlığını başa yazmayan, bunu dile getirmekten çekinen anlayışların sol olarak değerlendirilmemesi gerekir.
Sol, özgürlük bayrağını da eline almalıdır. Ancak özgürlüğün kendi başına sağlanamayacağı ve bütünlüklü bir sosyalist iktidar stratejisi içinde önemli bir mücadele başlığı olarak değerlendirilmesi gerektiği başa yazılmalıdır. Liberalizmin kirlettiği bu mücadele alanının kazanılması bir zorunluluktur. Bu iki başlık esas olarak üretim ilişkilerini, toplumsal yaşamı ve halklar arasındaki ilişkileri de kapsamaktadır.
Bu temel ilkelerin ötesinde ise solun hiç vazgeçemeyeceği en temel ilke anti-emperyalizmdir. Sol ne emperyalist sistem içerisindeki çekişmelerde bir tarafı seçebilir, ne –hangi gerekçeyle olursa olsun– emperyalizmle kurulan ilişkileri görmezden gelebilir, ne de emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yapacağı müdahalelere seyirci kalıp sırtını dönebilir. Solun siyasi gündemlere yaklaşımını belirlemesi gereken temel etken anti-emperyalizm olmalıdır.
Bunların yanı sıra, emperyalist-kapitalist sistem, tarihinin en gerici dönemini geçirmektedir. Bilim düşmanlığı ve dinci gericilik, bugün sermaye sınıfının çıkarları için her yerde kullanılmaktan çekinilmeyen birer silah halindedir. Bu durum, ne herhangi bir ülke ile ne de herhangi bir din ile sınırlıdır. Bu anlamda solun siyaset alanında gericilikle sonuna kadar hesaplaşması gerekmektedir. Bunu yaparken mücadeleyi sulandırmaktan öte bir anlam içermeyen “özgürlükçü” yaklaşımlar ve “dindarlarla diyalog” çabaları gibi liberal “cin fikirler” ile mesafe ise mutlaka korunmalıdır.
Bugün Türkiye’de, komünistler dışında, yukarıdaki tanımlara uyan başka bir kesim yoktur. Solda konumlanmaya çalışan hemen bütün siyasi özneler mutlaka bu başlıklardan en az birinde boşluğa düşmektedir. “Olağanüstü hali biz grevleri ertelemek için kullanıyoruz” pervasızlığına karşı solda durmak gerekmektedir. Solda duramayanlar için sağa gidiş dipsiz bir kuyudur.
Bu çerçevede Türkiye’de solun tekleştiği ve bu sürecin giderek daha da sadeleşme sağlayacağı görülmelidir.
[1] Yazıda yeni bir sol tanımı yapılıp solun halihazırdaki tasnifi reddedilmekle; esas olarak bir kısmı en azından bir döneme kadar ve bir kısmı bugün de soldan sayılan siyasi hat ve öznelerin artık sol sayılmaması gerektiği tartışılmakla birlikte anlatım kolaylığı açısından bunlardan bahsedilirken halihazırdaki tasnife göre ifade edilmeleri tercih edilmiştir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Yazıda yeni bir sol tanımı yapılıp solun halihazırdaki tasnifi reddedilmekle; esas olarak bir kısmı en azından bir döneme kadar ve bir kısmı bugün de soldan sayılan siyasi hat ve öznelerin artık sol sayılmaması gerektiği tartışılmakla birlikte anlatım kolaylığı açısından bunlardan bahsedilirken halihazırdaki tasnife göre ifade edilmeleri tercih edilmiştir.