Emperyalist sistemin genel durumu
Emperyalist sistemin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan ve geleneksel hale gelen hiyerarşisi ve işleyişi, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından küreselleşme söylemiyle eski sosyalist blok ülkelerinin emperyalist sisteme bağlanması sürecinin 2000’li yılların ortalarından itibaren başlayan tartışmalarıyla birlikte bugün de sürmektedir.
Partimiz Türkiye Komünist Hareketi bu süreci dünya emperyalist-kapitalist sisteminin çok kutupluluğa doğru gitmesi olarak değerlendirmiş ancak gerek emperyalist sistemde gerekse emperyalist hiyerarşide kısa ve orta vadede önemli bir değişiklik yaşanmayacak olsa da önümüzdeki yıllarda bu gidişatın belirginleşeceğini öngörmüştür.
Somut olarak günümüzde etkileri de giderek artan ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşı ve diğer mücadeleler, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılması süreci, Almanya ile ABD arasında yaşanan tartışmalar açık bir şekilde bu sürecin kendi dinamikleri içerisinde ilerlediğini göstermektedir.
Sermaye hareketlerinin olağanüstü bir hareketlilik kazanmasına karşın emperyalizmin yeni pazarlar açma, yeni kaynaklara ulaşma, kârlılığı arttırma gibi başlıklarda sorunlar yaşadığı ve bu sorunların emperyalist ekonomilerde sıkıntılara yol açtığı görülmektedir.
Benzer şekilde gelir adaletsizliği, uluslararası müdahaleler, göçmen ve mülteci meseleleri gibi siyasi sorunlar nedeniyle emperyalist ülkelerde dahi sermaye düzeninin meşruiyeti sorgulanmakta ve çoğu örnekte buna ancak sağ popülizm ile cevap verilebilmektedir.
Emperyalist sistemin karşılaştığı bu sorunlar emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmaların önümüzdeki dönemde de daha belirginleşerek artacağını göstermektedir.
Çok kutupluluğa giden bu sürecin emperyalist sistem içerisinde yeni bir dünya savaşına uzanabilecek şekilde büyümesi ihtimali sürekli olarak takip edilmelidir. Bununla birlikte, komünistler açısından öncelikli gündem bir savaş beklentisi yerine yeni bir devrimci dönemin açılması anlamına gelebilecek böylesi bir kriz dönemine hazırlıklı girmek olmalıdır.
Emperyalist dünya sistemi ve ekonomik kriz
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından “küreselleşme” söylemiyle eski sosyalist ülkelerin emperyalist sisteme bağlanma sürecinin getirdiği hareketliliğin ardından 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başlayan emlak balonuna bağlı mali kriz ile tüm dünyada kapitalizmin yeni zenginlikler üretmekte zorlandığı bir dönem mutlak olarak açılmıştır.
2008 krizinin ardından emperyalist merkezler başta olmak üzere tüm dünyada düşük büyüme oranları kırılamamıştır. Bu durum ABD ve AB ülkelerinin yanı sıra Çin’i de etkilemektedir.
Emperyalist ülkelerin yaşadıkları sorunların en önemli kaynağı iktisadi kriz ve krizden çıkış arayışları olduğundan böylesi bir durumun emperyalist güçler arasında yeni ilişkiler ve gerilimler yarattığı görülmektedir.
Dünya da bir sosyalist sisteminin olmadığı koşullarda emperyalizmin bu sorunları bir birlik içerisinde çözmesi beklenmemelidir. Ancak bu sürecin uzun vadede daha somut sonuçları olacağı ve bugünden emperyalist sistem ve hiyerarşi ile ilgili mutlak sonuçlar öngörülmesinin bilimsel olmayacağı kabul edilmelidir.
Komünistler açısından emperyalizmin iktisadi krizden çıkış arayışları sürekli olarak takip edilmesi gereken bir başlıktır.
“Dördüncü Sanayi Devrimi” emperyalist sistemin krizlerine çare olabilir mi?
Bu çerçevede emperyalist sistem “Dördüncü Sanayi Devrimi” söylemiyle bir çıkış arayışındadır. Yapay zeka ve dijital imkanlar başta olmak üzere yeni teknolojilerin üretim süreçlerine dahil edilmesi ile verimlilik ve etkinlikte büyük bir sıçrama gerçekleşmekte olduğu iddia edilmekteyse de henüz önceki sanayi devrimlerinde olduğu gibi enerji, üretim, haberleşme ve ulaşım gibi temel alanlarda devrimci yenilikler görülmemektedir. Bu durum “Dördüncü Sanayi Devrimi” tartışmalarının zayıf noktasını göstermektedir.
Bugün için üretimin, istihdamın ve refahın artmasına, üretim maliyetleri ile fiyatların düşmesine neden olmayan “Dördüncü Sanayi Devrimi”nin insanlar tarafından yapılan pek çok işin yapay zekalı robotlar aracılığıyla yapılması olanaklarının artmasıyla gelecekte de daha fazla eşitsizlik üretecek bir hal alacağı öngörülmelidir.
Bununla birlikte, gelişen teknolojinin kullanılmasıyla sağlanan verimlilik ve etkinlik artışının üretici güçleri belirli bir ölçüde geliştirme potansiyeli taşıdığı da yadsınamaz. Dolayısıyla geçici olarak mevcut krizleri çözmeye dönük dinamikler yaratma potansiyeli kadar yeni kriz dinamikleri yaratma potansiyeli de olduğu söylenebilir.
Komünistler, “Dördüncü Sanayi Devrimi” tartışmalarını gerek emperyalist-kapitalist sistemin geleceğini anlamak gerekse işçi sınıfının karşı karşıya olduğu gelişmeler açısından yakından takip etmelidir.
Emperyalizmin yönelimleri ve güncel politik, ideolojik ve ekonomik tercihleri
Uzun bir süredir ifade ettiğimiz gibi, emperyalizm, emperyalist ülkeler arasında çıkar çatışmaları ve tekeller arasındaki rekabet nedeniyle sosyalist dünya sisteminin var olduğu koşullarda ortaya çıkan mevcut hiyerarşik ve “işbirliği”ne dayanan sistemini sürdürmekte zorlanmaktadır. Gerek emperyalist sistemin mevcut yapısı gerekse hiyerarşisinin mevcut haliyle sürdürülmesi aynı zamanda doğal olmayan bir hal almıştır.
Emperyalist sistemin bir bütün olarak aynı gündemlere sahip olmadığı açıktır. Dahası yeni bir zenginlik dönemi yaratma konusunda önünün açık olmadığı da görülmektedir.
Tüm bu hususlar bir arada değerlendirildiğinde emperyalist ülkelerin kendi çıkârlarını önde tuttukları ve birbirleriyle rekabetin giderek arttığı bir sürece girilmiş bulunmaktadır. Bu sürecin emperyalist sistemdeki ittifakları da yeniden belirleyeceği ve farklı odakların öne çıkacağı bir yönde ilerlediği açıktır. Tüm bu tespitler esasında yeni bir emperyalist paylaşım savaşına işaret etmektedir.
Bu süreçte ihracata dayanan ekonomileriyle Almanya ve Çin gibi ülkelerin serbest ticaretten yana ve konumlarını korumak isteyen ABD ve İngiltere gibi ülkelerin ise sermaye güçleri ile kendilerini dayatmaya çalıştıkları görülmektedir.
Bugün için ABD’nin emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki liderliği ve hegemonyası tartışmasız sürmektedir. ABD bu liderliğin ve hegemonyanın getirdiği maliyetleri daha fazla taşımak istememektedir. Ancak mevcut koşullarda emperyalist güçler arasındaki pazar paylaşımını bütünüyle değiştirecek bir gücü ortaya koymakta da zorlanmaktadır. Bununla birlikte, ABD’nin konumunu kısa ve orta vadede tehdit edecek bir güç de görülmemektedir.
Öte yandan, sermayenin dünya çapında belirginleşen bir ideolojik yönelim ortaya koyamadığı da görülmektedir. Bir ülkede sosyal demokrasi yeniden tasarlanırken, bir diğerinde siyaset kurumuna karşı apolitik kimliklerle altı boş bir popülist söylem iktidara taşınmaktadır. Bir dönem öne çıkan yabancı düşmanlığı ve uluslararası ilişkilere şüpheyle yaklaşmak üzerine kurulu sağ popülizmin geri plana çekildiği görülmektedir. Sosyal demokrasi ve türevleri ise kentli kitlelerin hoşnutsuzluğunu kapsamaya uğraşmaktadır.
SYRIZA ve “sol”un başarısızlığı üzerine
Sermaye sınıfı sosyal demokrasinin çöktüğü yerlerde solu yeniden düzenleyerek sosyal demokrasinin yarattığı boşluğun düzen karşıtı bir kanala akmasını engellemiştir. Partimiz Yunanistan’da SYRIZA ve İspanya’da PODEMOS gibi farklı örnekleri bir sol yükselişten ziyade “yeni sosyal demokrasi” olarak değerlendirmiş ve sosyalist solu da kapsayan “iyimser” yaklaşımları eleştirmiştir.
Bugün gelinen noktada Avrupa’da düzen solunun bir hayal kırıklığı yaratarak geriye çekildiği görülmektedir. SYRIZA deneyimi sonuç olarak solun sağa kaymasından başka bir anlama gelmemiştir.
Zaten, bu yönelimin genellikle emperyalist hiyerarşinin alt sıralarında yer alan ülkelerde gerçekleşmesinin de öncelikle bu ülkelerin iç dinamiklerinde sağcı siyasetlerin her zaman daha öne çıkartılması ve bu arada sosyal demokrasinin hegemonyasının görece daha zayıf olması ve merkeze/sağa kaymış olması etken olarak değerlendirilmelidir.
Emperyalist hiyerarşinin fay hatları
Emperyalist sistem içerisinde ABD ile başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa Birliği, Brexit (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma süreci) süreciyle somutlanan şekilde İngiltere ile Avrupa Birliği, şiddeti artan bir ticaret savaşı ile ABD ile Çin ve NATO üyeleri ile Rusya arasında önemli gerilimler bulunmaktadır.
Çin’in gösterdiği olağanüstü ekonomik gelişme, Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dayanan teknolojik altyapısını emtia fiyatlarının yüksek olduğu dönemde elde edilen gelirlerle etkin bir şekilde kullanması, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi önemli doğal kaynaklara, büyük birer nüfusa ve bölgelerinde öne çıkan avantajlı konumlara sahip ülkelerin taşıdığı potansiyel gibi olgular emperyalist sistemde bir grup ülkenin öne çıktığı yeni durumları da beraberinde getirmiştir.
Tüm bunların neticesinde gerek emperyalist kamp içerisinde gerekse öne çıkan ülkeler ile emperyalist ülkeler arasında karşı karşıya gelişler artmaktadır.
ABD’nin Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB ile yaşadığı sorunlar ve hatta geleneksel olarak kendisine daha yakın olduğu halde “Brexit” görüşmelerindeki tartışmalar üzerine İngiltere ile yaşadığı sürtüşmeler ve Çin ile gümrük tarifeleri üzerinden yaşanan açık rekabet ile Güney Çin Denizi gibi alanlarda başlayan askeri gerilimler, Rusya ile Ukrayna, Kırım, Suriye başlıkları ile birlikte yaptırımlar ve seçimlere müdahale gibi bir dizi başlıkta yaşanan gerilimler bu rekabet ve çelişkilerin yansımasıdır.
Bu çerçevede, emperyalist ülkeler içinde farklı odaklar ortaya çıktığı gibi emperyalist olmaya aday ülkeler içinde de yeni odakların oluşmaya başladığı bir dönemden geçilmektedir.
Henüz yolun başlarında olan, kısa ve orta vadede kesin sonuçlara bağlanması mümkün görünmese de çok kutupluluğa doğru giden bu sürecin içerisinde bu temel gerilim başlıkları belirleyici olacaktır.
Komünistler, emperyalist sistemde istikrarsızlığa neden olacak gelişmeleri takip ederken bir emperyalist paylaşım savaşına karşı emekçilerin sermaye sınıfını yalnız bırakmasını sağlamalıdır.
Emperyalizm ve Ortadoğu
Ortadoğu geçtiğimiz yüzyılın başından bu yana emperyalizmin en öncelikli müdahale alanlarından biri olma özelliğini sürdürmektedir. 2010’lu yıllarda “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Arap Baharı” denilerek sürdürülen bu müdahaleler neticesinde Kuzey Afrika’da iktidar değişiklikleri yaşanırken Suriye’nin Rusya ve İran’ın da desteğiyle direnmesi “Arap Baharını” emperyalizm için kışa dönmüştür.
Bu süreçlerin öncelikle İran’ın Akdeniz’e ulaşan etkisini kırmaya yönelik olduğunun altının çizilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, emperyalizm bölgedeki en önemli müttefiki İsrail’in varlığına yönelik en ufak tehditleri dahi bertaraf etmek istemektedir.
Bugün için bu mücadelenin görünür hali, zaman zaman yaşanan gemilere el konulması, insansız hava araçlarının düşürülmesi gibi İran ile doğrudan karşı karşıya gelişlere rağmen, esas olarak bölgede ortaya çıkan İran’ın etkisindeki milis güçlerin hedef alınması şeklinde tezahür etmektedir. Suriye, Yemen ve son olarak Irak’ta yaşanan bu durumların İran’a yönelik provokasyonlar olduğu bilinmelidir.
Bununla birlikte İran’a doğrudan bir müdahalenin verili koşullarda yüksek maliyeti nedeniyle kabul görmeyeceği öngörülebilir. Bu nedenle başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalizmin daha uzun vadeli bir rejim değişikliği hedefine yatırım yapması bugünkü verilerle daha gerçekçi bir seçenek gibi durmaktadır.
Benzer şekilde Suriye’de Türkiye’nin başını çektiği cihatçıları kullanma seçeneğinin sonuna gelinmesi ile emperyalizm Kürtler ile yeni hamleler geliştirmiştir. Suriye’nin Fırat Nehri’nin doğusunda kalan bölgelerinin bölünmesini hedefleyen bu yeni süreç işletilmeye çalışılmaktadır. Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerilimlerin ardından “güvenli bölge” seçeneğiyle Türkiye’nin kendi sınırlarını güvence altına alarak bu sürece katılabileceği öngörülmelidir.
Komünistler İran’daki molla rejiminin gerici yapısını ve Baas Suriyesi’nin emperyalizm ile uyum arayışlarını görmezden gelmeden İran ve Suriye başta olmak üzere emekçilerin yanında olmayı sürdürecektir. Emperyalizmin planlarına karşı bölge ülkelerinin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü savunulacaktır.
Emperyalizm ve Güneydoğu Asya
ABD’nin Çin ile rekabeti arttırma siyasetinin bir sonucu olarak Güneydoğu Asya yeni gerilimlerin ve çatışmaların sahnelenmeye başlandığı bir bölge olarak gündeme gelmektedir. Önümüzdeki dönemde de bu bölgede gündeme gelecek tüm çatışmaların ABD ile Çin arasındaki rekabetin bir parçası olarak değerlendirilmesi mümkün olacaktır.
Çin’in gerek “Tek Yol Tek Kuşak” projesi ile yeni ticaret yolları açmak istediği ülkeler ile gerekse doğal etki alanı içerisindeki komşuları ile geliştirdiği ilişkileri hedef alan ABD’nin Güneydoğu Asya’da bir süredir Arakan Müslümanları, Hong Kong protestoları gibi başlıkların yanı sıra Çin’in askeri amaçlarla oluşturduğu yapay adalar gibi gündemlerle huzursuzluk çıkardığı görülmektedir.
Bu gerilimlerin altında iki temel gerekçe yattığı görülmektedir. Bunlardan ilki 2011 Japonya depreminin etkisiyle sekteye uğrayan ticaret nedeniyle Amerikan otomobil şirketlerinin yıllar sonra kâra geçmeleri örneğinden hareketle bölgedeki deniz ticaretinin etkilenmesinin Amerikan şirketlerinin kârlarını arttırmasıdır. İkincisi ise Çin’in büyük topraklarına rağmen başta petrol olmak üzere sanayi ve enerji için, büyük hammadde ihtiyacını karşılayabilmek için kesintisiz bir tedarik zincirine ihtiyaç duymasıdır.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile emperyalizm arasında yaşanan gerilimler de tarihsel köklere sahip olduğu kadar Çin’in uğraşması gereken bir sorun daha olması için de öne çıkarılmaktadır.
Önümüzdeki dönemde Güneydoğu Asya başta olmak üzere Çin ve komşusu olan ülkelerde yaşanan gerilim ve çatışmaların artması beklenmelidir. Bu açıdan komünistler bölgede yaşanan gerilimlerde öncelikle emperyalistlerin parmağı olacağını bilerek siyaset üretmelidir.
Emperyalizm ve Latin Amerika
ABD’nin yüzyıldan fazladır kendi “arka bahçesi” saydığı Latin Amerika’da 1990’ların sonu ve 2000’lerin ilk yıllarında başlayan sol yükseliş yerini muhafazakar iktidarlara bırakmaktadır.
Doğal kaynaklarına dayanan ekonomileriyle Venezuela, Bolivya, Ekvator ve Nikaragua’daki halkçı-sol iktidarlar emtia fiyatlarının yüksek olduğu dönemde elde ettikleri gelirleri yoksul halkın ihtiyaçları için kullanırken emtia fiyatlarının düşüşe geçmesiyle bocalamaya başladılar. Bunda bu iktidarların sosyalizme yönelmek yerine oyalanmalarının da önemli etkisi vardı. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen emperyalizmin, bu ülkeler içinde en stratejik konumda olan ve daha derin bir kriz yaşayan Venezuela’yı hedef tahtasına oturttuğu görülmektedir. Doğrudan ABD tarafından finanse edildiğini ve desteklendiğini göstermekten çekinmeyen Amerikancı güçlere karşı Venezuela halkının direncinin başarıya ulaşması için daha fazla oyalanılmadan sosyalizme yönelmek gerektiği tartışmasızdır. ABD’nin Bolivarcı Devrim’in Venezuela devleti içindeki mevcut gücünü parçalamadan kısa vadede herhangi bir ilerleme göstermesi zor olmakla birlikte Venezuela’da şiddet ve kıtlığın neden olduğu krizin derinleşmesi için daha aktif olacağı öngörülmelidir.
Emperyalizm ve Orta Asya
Emperyalizm 1990’lı yıllarda önceliğini, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin etki alanında geriletilmesine ve kendi sınırlarına çekilmesine vermişti. 2001 yılında ABD’yi hedef alan El Kaide saldırıları da bahane edilerek Afganistan’a da yerleşilmiş oldu.
Bugün gelinen noktada ise yeni ticaret yolları ile etkinliğini arttırma ve hammadde akışının güvenliğini sağlama stratejisi ile ABD’ye karşı bölgeye yerleşmeye çalışan bir Çin gerçekliği vardır.
Bölgede Hindistan, sahip olduğu büyük ve dinamik nüfus ve eğitimli işgücü ile emperyalizme ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünü sağlamak üzere rol almaktadır. Hindistan aynı zamanda Çin ile sınır sorunları başta olmak üzere karmaşık ilişkilere sahiptir.
Ancak coğrafi konumu gereği, Çin’in dış ticaretinde maliyetleri önemli ölçüde azaltabilecek bir durumda olan Hindistan’ın, Çin’in özellikle Ortadoğu ve Afrika’ya açılmasında stratejik bir konumu olacaktır.
Hindistan önemli bir ekonomi olmakla birlikte bölgesel bir güç olarak da öne çıkmaktadır. Bu bağlamda kendi bağımsız politikaları yerine emperyalist odaklara eklemlenen etkin bir rol üstlenmesi daha mümkündür.
Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, özellikle ABD’nin önümüzdeki dönemde Çin’i daha fazla sınırlamaya çalışacağı görülmektedir. Bunun için Hindistan’ın Çin ile işbirliği geliştirmesinin önüne geçilmek istenecektir. Öte yandan son yıllarda Çin’in Pakistan ile ilişkileri de ciddi bir gelişme göstermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yanına Pakistan’ı da alan Çin ile Hindistan’ın karşı karşıya gelişleri beklenmelidir.
Emperyalizme karşı ulusal ya da emekçi bir siyasal dinamik var mı?
1990’lı yıllarda küreselleşme ideolojisi ile birlikte sıklıkla tekrar edilen ulus devletlerin sonunun geldiği tezleri yanlışlanmıştır. Özellikle emperyalist ülkeler açısından ulus devletlerin sonunun gelmesi bir yana, yeni işlevler yüklenerek varlıklarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte özellikle sömürge niteliğinde olan veya sisteme eklemlenmekte sorun çıkaran ülkelerde sömürünün derinleştirilmesinin bir aracı olarak merkezkaç güçlerin kullanılması devam edecektir.
Emperyalist bir ülkenin sermaye sınıfının genel çıkarlarının korunmasının daha fazla öne çıktığı bir dönemde ulus devletler de sermaye sınıfı açısından faydalı olmayı sürdürmektedir. Gerektiğinde korumacı önlemler için bir çerçeve sağlayan ulus devlet aynı zamanda sermaye sınıfının ihtiyaçlarının ülke içinde ve dışında dayatılması için de meşru sayılan bir araç olmaktadır.
Buna karşın 1980’lerde başlayan neo-liberal saldırının ardından ulusal ekonomi bulmak oldukça zorlaşmıştır. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle emperyalizme karşı ulusal/ulusalcı hassasiyetlerin siyasi tabanı büyük ölçüde erimiştir.
Bu bağlamda bugün dünyada emperyalizme karşı 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ulusal kurtuluş hareketleri gibi bir dalganın yaşanması olası değildir.
Ortadoğu’da güncel durum ve bölge devletlerinin pozisyonları
Sürekli yeni gelişmelere gebe bir coğrafya olan Ortadoğu’da güncel duruma ve bölge devletlerinin ittifaklar politikasına dair kalıcı bazı değerlendirmeleri yapmak zorluklar barındırıyor. Ancak güncel olarak bölgede emperyalist devletlerin yaptığı müdahalelere bağlı olarak bölge devletlerinin aldıkları pozisyonlardan bahsetmek mümkün görünmektedir.
20. yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa’nın müdahalelerinin odağı olan Ortadoğu coğrafyası güncel olarak kimi zaman doğrudan, kimi zamansa örtülü bir şekilde başta ABD olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin hedef tahtasındadır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD’nin doğrudan işgal gibi yöntemleri de kullanarak yerleşmeye çalıştığı Ortadoğu coğrafyasında bölge ülkeleri içerisinde birkaç eksenin şekillendiği ifade edilebilir. Bu eksenlerin oluşmasında belirleyici olan faktörler arasında ise şunları saymak gerekir:
- Arap milliyetçiliğinin tarihsel olarak geldiği nokta.
- Suriye’ye dönük emperyalist müdahalenin içeriği vesilesiyle ortaya çıkan mezhep savaşları.
- Kürt meselesinde gelinen aşama ve Kürt milliyetçiliğinin tüm kanatlarının işbirlikçi pozisyonu.
- Yer altı kaynaklarına dönük emperyalist hegemonya arayışı ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler.
- ABD’nin İran’ı geriletme stratejisi ve İsrail yayılmacılığı.
- Ortadoğu’ya dönük ABD dışındaki emperyalist odakların ekonomik ve siyasi arayışları.
- Rusya ve Çin’in pozisyonu.
“Direniş ekseni” olarak ifade edilen hattın ağırlık noktasında İran yer almaktadır. Suriye, Yemen ve Lübnan bu eksende yer alan, kabaca ABD ve İsrail karşıtı bir pozisyon içerisinde olan ülkelerdir. Filistin’de ise İslamcı bir iktidar bulunmasına rağmen Filistin’in tarihsel rolü ve Siyonizm’in doğrudan hedefinde olması nedenleriyle İsrail karşıtı cephenin bir düzeydeki bileşeni olarak görülmesi mümkündür. Eksenin bütünü açısından Şiiliğin birinci elden belirleyici olduğunu ya da tam bir homojenlik olduğunu söylemek mümkün değildir. Tersinden Irak merkezi hükümeti İran’a yakın olması beklenen Şii grupların elinde olmasına rağmen, bu hükümetin ABD’ye daha yakın bir pozisyon içerisinde olduğunun ifade edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla artık parçalanması konusunda oldukça mesafe alınan Irak Devleti’nin bu eksenin parçası olmadığı not edilmelidir.
ABD ve İsrail’in güncel siyasi yönelimleri ya da saldırganlıkları bu cephenin oluşmasını sağlamakta, adı geçen ülkeler buna göre ittifaklar zincirini kurmaktadır. Son tahlilde bu eksenin oluşmasında Arap milliyetçiliğinin ya da Baas ideolojisinin izlerini de görmek mümkündür. Ancak bu eksenin Ortadoğu’da tam anlamıyla anti-emperyalist ya da daha ileri giderek devrimci bir hattı temsil ettiğini söylemenin sınırları olduğunu ortaya koymak gerekmektedir. Adı geçen tüm noktalar aynı zamanda politik ya da askeri cepheleşme zemini olarak ortaya çıkmaktadır. Filistin, Kudüs, Gazze şeridi ve Golan tepeleri bu cepheleşmenin tarihsel; Suriye sahasının bütünü, Suudi Arabistan ile Yemen arasındaki savaş ve IŞİD sonrası emperyalist müdahalenin şekillendiği tüm yerler güncel zeminlerini oluşturmaktadır.
Buradaki tek istisnai durum birkaç yıldır Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması sonucunda Suriye’deki çözüm süreci gündemi üzerinden İran ile aynı zeminde buluşması olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum Türkiye’nin bahsedilen “Direniş Ekseni”nin bir parçası olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, Suriye’deki güvenli bölge tartışmaları Rusya-Türkiye-İran düzleminin nereye gideceği konusunda belirsiz bir tablo yaratmıştır. 2019 yılı Ağustos ayında İdlib’de yaşanan gelişmeler bu belirsizliğin bir belirteci olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ortadoğu’da bir diğer eksen Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BEA) ve Bahreyn arasında kurulan ittifaklar zincirine dayanıyor. ABD ve İngiltere ile ilişkisi kuvvetli olan bu ülkelerin arasındaki ilişkiler homojen değil ve konjonktürel olarak yeniden kurulmaya müsait görünüyor. Bu hattın oluşmasında Arap Baharı sonrası Ortadoğu’da gelinen durumu ve emperyalizmin Suriye meselesi üzerinden siyasal İslamcılık ile kurduğu ilişkileri bir kenara atmasını neden olarak göstermek mümkündür. İslami gericiliğin kalesi Suudi Arabistan’ı, hem Arap milliyetçiliğine hem de Müslüman Kardeşler’e yataklık eden Mısır’ı, İngiltere’nin Ortadoğu’daki acenteleri olarak görülebilecek Ürdün ve BAE’yi aynı eksende buluşturan olgu son tahlilde emperyalizmin bölgedeki çıkarları üzerinden elde edilmeye çalışılan ekonomik, siyasi kazanımlardan başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu ülkeler arasında maksimum uyumun sağlanması için üst düzeyde bağlayıcı emperyalist projelere ihtiyaç bulunmaktadır. Emperyalizm ise “Arap NATO’su” örneğinde olduğu gibi yeri geldiğinde İran’a karşı bu ülkelerin hepsini bağlayıcı projeleri gündeme getirmekte, ancak Suriye gündemindeki “Küçük Grup” örneğinde olduğu gibi Mısır’ı dışarıda bırakmayı tercih ederek doğrudan Suudi Arabistan ve Ürdün ile daha operasyonel çalışmaktadır.
Ortadoğu siyasetinde alan tutmaya çalışan bir diğer işbirliği zemini ise Türkiye, Katar ve Müslüman Kardeşler arasında oluşmuştur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eş başkanlığına oynayan ama başarısız olan AKP iktidarının genetik kodları ile uzak olmayan bu iki partner; gericilik, işbirlikçilik ve kapitalizm taraftarlığı açısından oldukça uyumludur. Bilindiği üzere Müslüman Kardeşler’in en önemli finansörlerinden biri Katar, lojistikçisi ise AKP iktidarıdır. Arap Baharı sonrası dönem ve 2014 itibariyle ABD’nin Ortadoğu politikasındaki farklılaşma bu üçlünün kendi içlerinde çok daha fazla yakınlaşmasına neden olmuş, Türkiye politik olarak Müslüman Kardeşlere, Katar’a uygulanan ambargo üzerinden de Katar’a hamilik yapmaya çalışmıştır. Karşılığında Suriye’de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı verilen unsurlar TSK’nın bir taburu gibi savaşmaya başlarken, Katar ise Türkiye kapitalizminin sıcak para ihtiyacı açısından bir kurtarıcı olarak lanse edilmiştir.
Ancak kısa zamanda köprünün altından çok suyun aktığını ifade etmek gerekmektedir. Ortadoğu’daki en oynak işbirliği olarak görülecek bu ilişkiler bütünü Katar’a ABD’nin müdahaleleri ve Türkiye’nin Suriye’de ABD ile vardığı deklare edilen güvenli bölge anlaşması ile dağılmaya yüz tutmuştur. Katar Emiri’nin Türkiye’ye 15 milyar dolar göndereceğine dair açıklamasının maddi bir karşılığı olmadığı gibi, ABD’nin Katar’ı İran’a karşı diğer Körfez ülkeleri ile barıştırma çabası geçtiğimiz aylarda Katar Emiri’nin Washington’a yaptığı ziyaret ile ayyuka çıkmıştır. 2017’den beri Doğu Akdeniz’de Katar’ın Güney Kıbrıs yönetimi ve Exxon Mobil ile anlaşarak doğalgaz arama projesi içinde olması da Türkiye açısından güncel bir sorun başlığı olarak gözden kaçmaması gereken bir olgu olarak ortada durmaktadır. Katar’ın Müslüman Kardeşler’e olan desteğini kesmesi gündeme gelirse bu ittifakın tamamen dağılmaya yüz tutması muhtemel görülmelidir. Bununla birlikte, ABD’nin politika değişikliği nedeniyle bölgede görece ABD ile sorunluymuş gibi görünen Türkiye, Katar ve Müslüman Kardeşler’in oluşturduğu zeminin son tahlilde emperyalizm işbirlikçisi bir ittifak zinciri oluşturduğunu asla unutmamak gerekmektedir.
Bölgede bu üç eksenin içinde doğrudan değerlendirmenin pek mümkün olmadığı iki özne ise Irak ile Suriye ve Irak’taki federatif, özerk ya da fiili Kürt yönetimleri olarak görülmelidir. Ancak Irak’taki merkezi hükümetin üstü örtülü bir şekilde, Barzaniciliğin iktidar olduğu Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile Suriye’nin kuzeydoğusunda fiili bir şekilde ortaya çıkan Kürt yönetimlerinin açık bir şekilde emperyalizm ile ekonomik, siyasi ve askeri işbirliği içerisinde olduğu önemli bir gerçektir.
Suriye’de son sekiz yılda yaşanan gelişmelerin yaklaşık son beş yıllık bölümünde Rusya’nın önemli bir pozisyonu olduğunu, 2015 itibariyle doğrudan Suriye’deki fiili varlığının emperyalist müdahalenin yönünü değiştirdiğini, Suriye direnişinin bu sayede yenilgiden kurtulduğunu bu noktada ifade etmek önem taşımaktadır. Bölgede fiili olarak varlığı olmayan Çin, Ortadoğu bağlamında Rusya ile aynı cephede yer almaktadır. Bu ikili, bölgede İran başta olmak üzere yukarıda yazdığımız birinci eksendeki ülkeler ile askeri ve siyasi anlamda organik bir ilişki içerisindedir. Bu cephenin karşısında Suudi Arabistan’ın merkezinde durduğu eksen yer almaktadır. İsrail’in önderliğinde Rusya ve İran hattına karşı ABD tarafından oluşturulmaya çalışılan “Arap Birliği” buranın temel misyonu olarak görünmektedir. Rusya İran hattı ile pragmatik bir ittifak ilişkisi içerisine giren Türkiye ise bu bağlamda en zayıf halka pozisyonundadır ve ilk fırsatta bölgede NATO üyesi bir ülke olarak ABD’nin has temsilcisi pozisyonuna yerleşmesi muhtemel görülmelidir. Tüm bu bahsedilen ittifaklar zemini içerisinde Türkiye’nin denge politikasına dayalı yaklaşımlarının yakın gelecekte değişime uğraması gündeme gelebilir.
Arap Baharı’ndan geride ne kaldı?
Afrika’da bulunan ülkelerde başlayan ve Ortadoğu ülkelerinde de etkisi olan Arap Baharı’ndan geriye kalan temel olgu emperyalist barbarlığın yarattığı yıkım olmuştur. Soğuk Savaş döneminin dengeleri içerisinde ortaya çıkan ve “bağımsızlıkçılık ve sekülerizm” üzerinden şekillenen rejimlerin dağıtılmasına dayalı emperyalist yönelim Arap Baharı dalgasını sonuna kadar istismar etmiş, emekçilerin baskı ve sömürüye karşı ayaklanmaları siyasal İslam ile sulandırılarak gerçek anlamda eşitlikçi, özgürlükçü ya da devrimci hareketlenmelerin önü kesilmiştir. Bununla birlikte kurulan yeni rejimler emperyalist kapitalist sistemin önündeki bütün engellerin kaldırılması ile birlikte, yerli burjuvazilerin özlemlerini de temsil eden pozisyona yerleşmiştir. Tunus’ta uzlaşma, Mısır’da darbe yoluyla hayata geçen bu tablo, Libya’da kabile savaşlarına dönüşürken, Yemen’de ise Suudi Arabistan’ın başına bela olacak şekilde bir konsolidasyona yol açmıştır.
Başta Müslüman Kardeşler olmak üzere siyasal İslamcı ve ümmetçi güçler açısından süreç yenilgiyle kapanmış ama belli bir bağlamda kazanan onlarla işbirliğine giren emperyalist güçler olmuştur. Kullanım süresi dolduğu zaman siyasal İslam emperyalizm tarafından kenara çekilmiş, öcü ilan edilerek IŞİD örneğinde olduğu gibi emperyalizm işbirlikçiliğinin bir kaldıracına dönüştürülmüştür. Siyasal İslam’ın en uç kollarına karşı mücadele ettiğini söyleyen ABD emperyalizmi, Ortadoğu’daki seküler güçleri kendi arkasında işbirlikçi bir zemine çekmiştir.
Arap Baharı dalgası üzerine binen emperyalist barbarlığın mutlak kazanım elde edemediği önemli bir yer ise Suriye olarak not edilmelidir. Ülkenin yıkımı ve parçalanması açısından mesafe kaydedildiği açık ve Suriye devleti bir dizi başlıkta geri adım atmış olsa da Suriye sahası emperyalizm açısından hala sorunlu bir bölgedir. Belli bir düzeyde toplumsal bağları olan ama doğrudan emperyalizmin siyasi, ekonomik ve askeri yönlendirmesi ile harekete geçen muhalif olduğu iddia edilen unsurlar Suriye’deki yıkımın birinci elden sorumlusudur. Arap Baharı dalgası ile birlikte şeriatçı güçlerin iktidarlaşma süreci AKP iktidarının “Ilımlı İslam” modeli ile yumuşatılmaya ya da perdelenmeye çalışılsa da bunun ne anlama geldiğinin en temel olarak görüleceği yer Suriye’dir. Devamında ise Arap Baharı’ndan feyz alarak “Kürt yazı” olarak ifade edilen süreç Rojava’da Kürt siyasi hareketinin fiili yerel iktidarları ile sonuçlanmış, bu yönetim ABD ile açık askeri, siyasi işbirliğine girişerek Suriye’nin bölünme tablosunun somutlanmasının adı olmuştur.
Sudan’da yaşanan son gelişmeler ise Arap Baharı sonrası dönemde aynı coğrafyada yine benzeri şekilde halk hareketlerine emperyalizmin müdahalesi ve kendi çıkarları doğrultusunda bir ülkenin geleceğini şekillendirmeye çalışması olarak değerlendirilebilir. Bu örnekte de darbe seçeneği devreye girmiş, Müslüman Kardeşler’in desteklediği bir iktidar devrilirken yerine emekçilerin taleplerini içeren bir program ve yönetim değil, eski yönetimi de aklama potansiyeli taşıyacak şekilde askeri bir geçiş yönetimi kurulmuştur. Bu yönetimin Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri eksenine yakın olacağı alenidir. Darbe sürecinde bir müttefikini kaybettiğini düşünen AKP iktidarı ise geçiş yönetiminin ülke içerisinde yaptığı anlaşma sonrasında çark edip anlaşmayı destekleme kararı almıştır. Bu kararın alınmasında ise Türkiye sermayesinin Sudan’daki yatırımlarına dokunulmayacağı sözünün verilmiş olması muhtemel görünmektedir. Sudan’daki ayaklanma sürecinde aktif rol oynayan Sudan Komünist Partisi ise askeri geçiş yönetimi aracılığı ile varılan mutabakatı reddetmiş, anlaşmanın parçası olmayarak emekçilerin taleplerinin taşıyıcısı olacağını ifade etmiş ve devrimci tavrını korumayı başarmıştır.
Siyasal İslam’ın dünya çapında durumu ve yenilgisi
Konferans raporunun farklı bölümlerinde de bahsedildiği üzere siyasal İslam’ın dünya üzerinde yenilgi yaşadığı bir dönemden geçtiğimizi vurgulamak gerekmektedir. Elbette bu yenilginin ne anlama geldiğinin ve nedenlerinin açılması önem taşımaktadır. Bu gerileme her örnekte tek başına laikliğin zaferi olmadığı gibi, emperyalizmle ilişkileri açık olan siyasal İslamcı güçlerin emperyalizme karşı bir pozisyona geçtikleri için bu duruma düştüklerini söylemek de abes olacaktır. Son tahlilde hangi düzeyde olursa olsun insanlığın yaşamını din kurallarına göre düzenlemeyi hedefleyen bu hareketlerin yenilgi yaşasalar da ideolojilerinde büyük bir oynama olduğunu söylemek pek mümkün değil. Aynı zamanda yine bu hareketlerin gerçek anlamda politik ve örgütsel bir karakter kazanmalarını sağlayan temel aktörlerin başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist ülkeler, oluştukları zeminin ise Soğuk Savaş dönemi anti-komünizmi olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Dünya üzerinde cihatçılığın çıkış yaptığı 11 Eylül saldırıları sonrasında, başta El Kaide olmak üzere, siyasal İslam’a karşıtlık maskesiyle emperyalizm; özellikle Ortadoğu’ya yaptığı müdahaleler ile aslında örtülü bir şekilde başta Irak’ta olmak üzere mezhep savaşlarını tetiklemiş, aynı zamanda İslamcılığın ve cihatçı örgütlerin de önünü açan bir misyonla hareket etmiştir. 2003 Irak müdahalesinin devamında bir güce dönüşen El Kaide kökenli örgütün 2013 sonrasında Irak Şam İslam Devleti olarak ortaya çıkması, Irak ve Suriye’nin parçalanması yönünde bir işlev üstlenmesi, bununla birlikte 20. yüzyılın başındaki emperyalist paylaşım modelinin adı olan Sykes Picot’un tarih olduğunun dillendirilmesi, Musul’dan Halep’e kadar olan bir bölgede şeriat yönetiminin kurulması bu açılardan şaşırtıcı değildir. Devamında olanlar da emperyalizmin siyasal İslam’ı ve cihatçı örgütleri nasıl birer aparat olarak kullandığını göstermesi açısından önem taşımaktadır. Daha önce de ifade edildi, emperyalizmin siyasal İslam’ı öcü olarak göstererek seküler toplumsal kesimleri ya da siyasi özneleri yanına çekmesi de bu örgütlerin misyonlarını göstermesi açısından manidardır.
Ortadoğu’ya dönük cihatçı müdahalenin arka planında Obama döneminin siyasal İslam çatısı altında Arap milliyetçiliğinin birleştirilmesi ve emperyalizme göre “Soğuk Savaş dönemi Sovyetler Birliği” artıklarının tasfiyesi yer almaktadır. Bu stratejinin teorisini yapmak komünistlerin işi olmayacağı gibi, bugün ortaya çıkan tabloda emperyalizmin cihatçılığa karşı bir demokrasi havarisi olarak gösterilmesine karşı çıkmak da bizlerin görevidir.
AKP tipinde olduğu gibi “Ilımlı İslam” modelinden Müslüman Kardeşler örgütlenmesine, IŞİD benzeri şeriat yönetimlerinden Suudi Arabistan gericiliğine kadar tüm öznelerin emperyalizmin yeni yönelimlerine uyum arayışında oldukları aşikar. İdeolojik olarak ne kadar büyük bir dönüşüm geçirdiklerini henüz bilemesek de Suudi Arabistan’daki “reformları”, IŞİD’in uyuyan hücreler formuna geçişini, Afganistan’da Taliban’ın ABD ile anlaşmaya başlamasını, AKP iktidarının denize düşen yılana sarılır düşüncesiyle göstermelik de olsa Kemalizm ile barışma çabalarını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Siyasal İslam bir sonraki kullanım evresine kadar kendini hazırlayacak ve emperyalizmin tercihleri doğrultusunda pozisyon almaya başlayacaktır. Bundan sonraki çıkış evresinin daha öncekilerden daha güçlü olabileceğine dair bir önermede bulunmak ise yersizdir. Son tahlilde, her ne kadar reddediyor görünseler de kapitalist sisteme göbekten bağımlı, emperyalizmin aparatı olarak kullandığı örgütlenmelerden bahsettiğimiz açıktır.
Bir diğer yandan, dünya üzerinde farklı coğrafyalarda emperyalizm ile bağları örtük ya da açık olan tüm siyasal İslamcı ya da cihatçı güçlerin geri çekiliş evresinin sosyalizm mücadelesi açısından bir fırsata çevrilmesi önem taşımaktadır. Dolayısıyla siyasal İslam’a karşı laiklik mücadelesi bizler açısından günceldir.
Konunun doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren iki boyutu ise Suriye’deki gelişmeler ve FETÖ gündemi olarak sıralanabilir. AKP iktidarının El Kaide kökenli örgütlere hamilik arayışı üzerinden oluşan politikası İdlib’deki son gelişmeler ile birlikte çökme aşamasına gelmiştir. Ağustos ayının son günlerinde Rusya ve Suriye devletinin İdlib müdahalesi sonrasında Türkiye sınırında Tayyip Erdoğan’ın posterlerinin yakılması bunun göstergesi olarak görülmeli, AKP iktidarının Ortadoğu’daki denge politikasını daha fazla zorlayamayacağı dolayısıyla hamiliğini yaptığı güçleri “satmak” zorunda kalacağı bilinmelidir. Bunu yapmadığı oranda Rusya ile olan ilişkilerin zedelenmesi gündeme gelecektir ki, şu ana kadar bu ilişkilerin zorlanmaya başladığı görünür olmuştur. Suriye’nin kuzeyinde ÖSO ile birlikte tutulmaya çalışılan zeminin ise AKP iktidarı açısından oldukça kaygan bir zemin olduğu bilinmeli, buradaki İslamcı güçlerin de Türkiye’nin desteği olmadan ayakta kalma şanslarının olmadığı ortaya konmalıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu’daki cihatçı güçler ile bağını kopartması mutlak olarak talep edilmeli, Türkiye sınırlarını bunlara kapatmalıdır. AKP iktidarının ya da sermaye devletinin bu politikaları hayata geçirebilecek ehliyeti ise bulunmuyor. Çünkü bu güçler açısından İslamcılık ve emperyalizm işbirlikçiliği genetik bir kod olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
FETÖ de Amerikancı ve İslamcı bir örgüt olarak Türkiye’de darbe girişiminde başarısız olmuş ve geri çekilmiştir. Geri çekilişin bu hareket açısından bir zayıflama ve yenilgi tablosu yarattığı doğrudur. Suriye’de katliamlara imza atan, kafa kesen cihatçı örgütler ile, siyasi operasyonlar ile insanları on yıllarca hapse atan ve darbe girişiminde iki yüz elli kişinin ölümüne yol açan FETÖ arasında özünde bir fark yoktur. Biçimsel farklılığın ise bir önemi bulunmamaktadır. Siyasal İslam’ın dünya üzerindeki geri çekilişinden nasibini alan FETÖ gerek ABD desteğinin devam etmesi gerekse belli bir düzeyde örgütlülüğünü koruyor olması nedeniyle ülkemiz açısından bir tehlike odağı olmaya devam etmektedir. O açıdan siyasal İslam’a ve dinselleşmeye karşı mücadele aynı zamanda FETÖ’ye karşı mücadeleyi de içeren politik bir zeminde ele alınmalıdır. Bunun dışındaki bir duruş sermaye iktidarı ve emperyalizmin kendi aralarındaki mücadelelerde bir tarafa yaslanmak anlamına gelecektir ki, Türkiye’de devrimci hareketin uzak durması gereken önemli başlıklardan bir tanesi budur.
Suriye’de güncel durum: Direnişin kazanımlarında siyasi çözüm evresine doğru mu?
2011 yılında başlayan emperyalist müdahalenin farklılaşmalar geçirdiği Suriye’de, güncel tabloda direnişin önemli kazanımlar elde ettiğini ancak mutlak kazanıma henüz ulaşılmadığını öncelikle tespit etmek gerekmektedir. Bu çerçevede Suriye’deki güncel duruma dair şu değerlendirmeler yapılabilir:
- Suriye’ye dönük emperyalist müdahalenin cihatçı örgütlerden Kürt siyaseti ile ittifak evresine geçişten sonra güçlü bir döneminde olduğu, Suriye’nin üçte birlik ve yer altı kaynaklarının en yoğun olduğu bölgesinde hegemonya kurduğu görmezden gelinemez. Bu durum bir taraftan Suriye’nin parçalanması üzerinden gelişen siyasi dinamikleri tetikleyerek ABD’nin elini güçlendirirken, diğer taraftan ABD’nin bu bölgede doğrudan meşruiyet sahibi ve bölgede istenen bir güç olduğu anlamına gelmemektedir. Bu çerçevede emperyalizm Suriye’de birden fazla düzlemde askeri, siyasi ya da iktisadi tüm yöntemleri kullanarak çoklu bir siyaset üretmekte, kendisi ile işbirliği halindeki bütün güçleri bu sürecin parçası haline getirmeye çalışmaktadır. Bu güçlerin emperyalist cenahtaki muhatapları İngiltere ve Fransa, bölgedeki muhatapları ise Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Türkiye, Irak ve bölgedeki Kürt siyasi güçleridir.
- Suriye’deki siyasi çözüm bağlamında emperyalizmin dayattığı model cihatçı güçlerin radikal kanatlarının törpülenmiş biçimiyle muhalefet hareketi olarak kabul edilmesi, Fırat’ın doğusundaki ABD’nin kontrolündeki bölgelerin federatif bir yapıya kavuşturularak Kürt bölgesel yönetimi kurulması, Anayasal çalışmaların hızlandırılarak seçimlere gidilmesi yönündedir. ABD göstermelik olarak Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsediyor olsa da böyle bir şeyi düşünmedikleri açıktır. Bu noktada Suriye devleti açısından Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) adı altında toplanan El Kaide kökenli El Nusracı cihatçı örgütlerin tasfiyesinin siyasal süreçlerden ziyade askeri yöntemlerle olacağına dair bir kararlılık İdlib’e dönük Rusya ile birlikte yapılan operasyon ile ortaya çıkmıştır. Bunun dışında Türkiye’nin himayesinde bulunan İslamcı güçlerin ve Müslüman Kardeşler örgütlenmelerinin ne gibi bir muameleye tabi tutulacağını ise gelecek dönem siyasi gelişmeler gösterecektir. Ancak Suriye’deki meşru iktidar ve laik toplumsal taban açısından Müslüman Kardeşler’in silahlı ve darbeci bir güç olarak hafızalarda tuttuğu yer, gelecekte Suriye siyasetinde meşru ve normal bir pozisyona yerleşmesinin önündeki engel olarak mevcudiyetini korumaktadır. Türkiye’nin İdlib’deki El Nusracı güçler üzerindeki himayesi ise ülkemiz açısından başlı başına bir sorundur. Türkiye sermayesinin ve AKP iktidarının ülkemizi soktuğu bu bataklıktan çıkış için emperyalizme daha fazla sarılması gündeme geldikçe, günümüzde AKP’ye muhalif görünen Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya atılan “stratejik derinliğin” ne anlama geldiği iyice görünür olacaktır. Bu noktanın özellikle iç siyaset açısından bir kenarda önemli bir not olarak saklanması önem taşımaktadır.
- Emperyalizmin Suriye’deki siyasi çözüm dayatmasının ikinci kritik noktası olan federasyon ve zamanla Kürt devletleşmesi olarak gündeme getirilen mesele Suriye’nin parçalanması siyasetinin temel başlığıdır. Suriye devleti açısından ABD’nin kendi topraklarındaki varlığı kayıtsız şartsız işgal olarak tanımlanmakta, Kürt siyasi hareketi ile müzakere için de öncelikle ABD’nin bölgeden mutlak olarak çekilmesi şart koşulmaktadır. Suriye direnişinin bu hedefini hayata geçirip geçirmeyeceğini ise elbette bölgedeki güç dengeleri belirleyecektir. Ancak bu güç dengelerini Suriye direnişinin lehine bozabilecek anti-emperyalist bir ağırlık noktası oluşmadığı sürece Suriye’nin parçalanma dinamiklerinin varlığını sürdüreceğini bir kenarda saklı tutmakta fayda vardır.
- Suriye aynı zamanda bölgede başta İran olmak üzere ABD’nin “Direniş Ekseni” ile karşı karşıya geldiği en önemli zeminlerden biri olarak tanımlanmaktadır. İsrail’in güvenliği ve emperyalizmin çıkarları adına İran’ın Suriye’den çıkması Rusya ile ABD arasında yürütülen mesainin önemli köşe taşlarından biri olmayı sürdürmektedir. Bu açıdan geçtiğimiz yıllarda Hizbullah Lübnan’daki doğal sınırlarına çekilmiş görünse de, İran’ın Suriye’deki varlığını tamamen geri çektiğine dair bir veri bulunmamaktadır. Bununla birlikte ABD yönetiminin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma hamlesi ve devamında Suriye’deki İran varlığı üzerinden Rusya’ya baskı siyasetinin ne düzeyde başarılı olacağını zaman gösterecektir. Rusya’nın Suriye’den tüm yabancı güçlerin (ABD, Türkiye, İran ve Hizbullah) çekilmesi yönünde geçtiğimiz yıl yaptığı önerinin arka planında ABD’nin nükleer silah anlaşmasından çekilmesi, İran’a dönük yaptırımlara ağırlık vermesi ve İsrail’in saldırganlığındaki artış vesilesiyle bu kadar çok cephede savaşmama arayışı olduğu düşünülebilir. Her ne kadar Rusya ve İran “stratejik ortak” olarak görülmese de bu iki özne arasındaki köprülerin yakın vadede atılacağına dair büyük bir belirti yoktur.
Emperyalizm ve Kürt sorununda gelinen aşama
Güncel olarak Kürt sorununda gelinen aşama emperyalizmin belirleyiciliğinin en yüksek seviyeye ulaştığı bir noktadadır. Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi yurtsever, anti-emperyalist bir çizginin dışına çıkmış, emperyalizmin Ortadoğu’daki yayılmacılığının bir parçası haline gelmiştir. Bu noktada farklı seviyelerde devletleşme pratiklerinin ulusal kurtuluşun temsil edildiği temel düzlem olduğu önermesinin Marksist Leninist hat açısından zorlama bir yorum olduğu açıktır. Klasik anlamda Leninist ittifaklar politikasının bir parçası olarak görülen ulusal sorun başlığı Kürt sorunu bağlamında güncel anlamda geri bir noktada bulunmaktadır.
20. yüzyılın başlarında Kürt feodal beyliklerinin İngiltere ile olan ilişkileri bağlamında karakter kazanan Kürt meselesi, beyliklerin kapitalizme ya da bölgedeki burjuva devrimlerine direnci üzerinden ortaya çıkıyor ama bağımsızlık gibi ulusal sloganları kullanıyordu. O dönemde de Kürt sorunu emperyalizmin ağırlık oluşturduğu bir başlık olarak gündeme gelmişti. Eş zamanlı olarak sosyalist devrimlerin gündeme geldiği dönemde ise Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi işçi sınıfının ve devrimci örgütlerin önderliğinden yoksunlukla karakterize oluyordu.
Günümüzde ise burjuva devrimleri çağının geride kaldığı, feodal üretim ilişkilerinin tasfiye olduğu bir dönemde uluslaşma bağlamında oldukça mesafe kaydetmiş olan Kürtlerin devletleşme sorunu emperyalizmin bölgesel yönelimleri ile çakışmıştır. Bunu salt objektif bir zeminde değerlendirmek bizi kendiliğindenciliğe ve aşamacılığa götürür. O yüzden bu çakışmada Kürt siyasi hareketinin tercihleri olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Buradan çıkış için iki doğruyu hatırlatmak önem taşır:
Birincisi, Kürt sorununun gerçek anlamında çözümü işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecektir.
İkincisi, bu bahsedilen olayın temel zemini sosyalist devrimlerdir.
Bunların olmadığı noktada Kürtlerin mücadelesi Ortadoğu’da kurtarılmış bölgeler yaratmaya, buralarda kurulacak yerel iktidarlar aracılığı ile bölge ülkeleri ya da emperyalist özneler ile pazarlığa endeksli bir halde devam etmektedir. Buradan belli düzeylerde devletleşme, federasyon ya da özerklik örnekleri çıkması mümkün olmakla birlikte, oluşacak yapılanmanın Ortadoğu’da ikinci bir İsrail ya da İsrail’in en yakın dostu olması muhtemeldir. Bahsettiğimiz olgunun belli bir coğrafi zemindeki oluşumlar ile tanımlanamayacağı ve siyasi bir anlamı olduğu özellikle vurgulanmalıdır. Bu açıdan Kürt milliyetçiliği ve yaratılması olası Kürt İslam sentezi İsrail’in bölgesel politikaları için bulunmaz nimettir ve bilindiği üzere her platformda desteklenmektedir.
Bu bağlamda, başta ABD olmak üzere bölgede Kürt sorununda öne çıkan emperyalist yaklaşım Irak ve Suriye’nin dizaynı, rejim değişikliği ya da bu ülkelerin parçalanması ile birlikte gündeme gelmiştir/gelmektedir.
Irak ve Suriye bağlamında Kürt sorunu
Kürt sorununda bugün emperyalizm eliyle devletleşme pratiklerinin işlediği iki ülke Suriye ve Irak olarak ön plana çıkmaktadır. Her iki ülkenin de emperyalist müdahaleler ile parçalanma dinamiklerinin tetiklenmesi sonrasında günümüzde Irak’ta bir Kürt Bölgesel Yönetimi, Suriye’de ise doğrudan ABD ile organik ilişki içerisinde fiili bir Kürt yönetimi oluşmuştur. Irak’taki yönetimde Kürdistan Demokrat Partisi (KDP)’nin yani Barzani ailesinin, Suriye’de ise PKK’nin askeri ve siyasi örgütlenmeleri olan YPG ile PYD’nin ağırlığı bulunmaktadır.
Irak’taki merkezi iktidar ile petrol gelirlerinin paylaşılması konusunda dönem dönem sorun yaşayan bölgesel yönetim esas olarak emperyalizmin bölgedeki has aktörlerinden biri olarak görülmektedir. 2017 yılında gündeme gelen bağımsızlık referandumu üzerinden ABD ile ilişkileri gerilen bu yönetim güncel olarak yeniden konsolide olmuştur. Barzani yönetimi emperyalizmin Kürt sorunu üzerinden gelecek bölge açılımları için hazır pozisyondadır. Devletleşme bağlamında ABD’den tam onay alamamış olması, bugün Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin yine ABD tarafından pratikte devlet muamelesi görmesinin önünde engel olarak görülmemektedir.
Suriye’de ise ülkenin kuzeydoğusunda ABD ile yapılan işbirliği sayesinde alan tutan Kürt siyasi hareketi Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında faaliyet göstermektedir. Her ne kadar SDG’nin farklı halkların birliğine dayandığı söylense de, oluşumun merkezinde Kürt siyasi hareketinin durduğu ve belirleyici olduğu alenidir. “Rojava devrimi” olarak adlandırılan sürecin aslında bir devrim olmadığı, kurtarılmış bölgeler stratejisinin zamanla emperyalizmin taktik açılımlarından birine dönüştüğü son beş yıl içerisinde oldukça kapsamlı bir şekilde tecrübe edilmiş bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Kimi zaman ABD’nin ittirmesiyle, kimi zaman da yine ABD’nin bölgeden çekilmeyi gündeme getirmesi üzerinden Kürt siyasi hareketinin Esad yönetimi ile yürüttüğü görüşmelerden çıkmış bir sonuç yoktur. Kürt hareketi Suriye’de adem-i merkeziyetçiliği savunmakta, ABD ile birlikte yerleştiği toprakların altındaki kaynakları pazarlık kozu olarak kullanmakta, silahlı güçlerinin yeri geldiğinde Suriye ordusunun belirleyiciliği altına girmeyeceğini söylemekte, kısacası Suriye’de siyasi çözüm için en azından federatif bir oluşumu gündeme getirmektedir.
Suriye’de Kürt sorunu ve güvenli bölge
Suriye’de Kürt sorununun bu aşamaya gelmesinde 2014 itibariyle ABD’nin Suriye’yi istikrarsızlaştırmak için kullandığı İslamcı örgütler ile arasına mesafe koyarak doğrudan Kürt siyasi hareketi ile işbirliğine başlamasının önemli bir rolü vardır. Hatta bunun cihatçılığa karşı seküler güçlerin ittifakı olarak lanse edilmesinin bölgede emperyalizmin rolünün sorgulanmasının önüne geçtiği de söylenebilir.
Son beş yıllık gelişmeler içerisinde Suriye’de Kürt siyasi hareketinin Esad yönetimi ile müzakere ya da pazarlık dışında bir işbirliği zemini olmadığını, IŞİD’e karşı mücadelenin bile Amerikan silahları ile yapılmasının neredeyse övünç kaynağı haline getirildiği dönemlerden geçilmiştir. Bu esnada Türkiye sermaye devleti ile AKP iktidarı açısından bu işbirliği ciddi bir sorun yaratırken, 2015 itibariyle “çözüm sürecinin” sonlanması sonrasında özerklik gündemi ülke içine taşınarak hendek savaşları yaşanmıştır. Bu açıdan Suriye’deki Kürt sorunu; emperyalizm, Türkiye sermayesi ve Kürt siyasetinin “toplu çabalarıyla” ülkenin iç çatışma konusu haline gelmiştir.
Çatışmalar, pazarlıklar ve karşı karşıya gelişler sonrasında Türkiye sermaye devleti ve AKP’nin ABD’nin Suriye’nin kuzeyi için “güvenli bölge” önerisine sarılması ise manidar görülmelidir. Her niyete yenilebilme özelliği taşıyan güvenli bölge Kürt siyaseti için “Türkiye’nin saldırılarından korunmak”, Türkiye için “teröre karşı mücadele”, ABD içinse tüm partnerlerini bir arada idare edebilmenin yolu olarak gündemdedir. Bu açıdan bakıldığında güvenli bölgenin nasıl şekilleneceğinden ya da derinliğinin kaç kilometre olacağından ziyade, bölgedeki yeni ittifaklar zemininin oluşmasına nasıl katkı yapacağı gündeme alınmalıdır. Bu sürecin “Amerikan barışı” adı verilen bir düzleme taşınması muhtemel olmakla birlikte, böylesi bir düzlemde Türkiye ile Kürt siyasi hareketinin Suriye toprakları içerisinde mutlak barış içerisinde olmasına gerek görülmemektedir. Bu aşamada asgari zeminde uzlaşma olması emperyalizm için yeterlidir. Bu uzlaşmanın gerek şartı ise tüm öznelerin Suriye’nin bölünmesi konusundaki anlaşmalarıdır. Kürt siyasi hareketinin Suriye’nin bölünmesi durumunda neler elde edebilecekleri açık olmakla birlikte, Türkiye sermayesinin bu çerçevede nasıl bir pazarlık içerisinde olduğu içinden geçtiğimiz süreçte açık olarak görülememektedir. Güvenli bölge tartışmalarının ABD ile gerilimlerin yüksek düzeye ulaştığı bir dönemde bir anda gündeme gelmesi bu açıdan değerlendirilmesi gereken meselelerden biri olarak ele alınmalıdır.
Türkiye’de Kürt sorununun güncel durum değerlendirmesi
Komünistlere göre bir emekçi sorunu olarak görülmesi gereken Kürt sorununa dair ülkemizdeki tüm düzen güçleri de söz söyler pozisyondadır. O yüzden eksenin tamamen devrimci bir hatta taşınması için Türkiye solunun Kürt sorununa dair gelenekselleşmiş bazı kalıpları aşması gerektiği açıktır. Türkiye kapitalizminin geldiği nokta, ülkemizdeki Kürt emekçileri açısından “öncelikle feodal üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması” aşamasının çoktan aşıldığına işaret etmektedir. Bunu önemli bir nokta olarak not etmek gerekmektedir.
Devamında ise ifade edilmesi gereken nokta, Türkiye işçi sınıfı içerisine azımsanmayacak bir yer kaplayan Kürt proleterlerinin Türkiye sosyalist devriminin ittifak unsuru değil ana bileşenlerinden biri olduğudur. Bu değerlendirme geri plana atıldığına Kürt milliyetçiliğinin ve liberalizmin yönelimleri baskın çıkmakta, Kürtlerin ulusal demokratik haklarından başlayan ve devletleşme tartışmalarına kadar giden yanlış bir eksen sürece egemen olmaktadır. Komünistler açısından birinci sıraya yazılması gerekenin devrimin çıkarları olduğu ve ulusal sorunun da bu pencereden değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Aynı zamanda Kürtler içerisindeki mülk sahibi sınıflar Türkiye burjuvazisinin organik bir bileşeni olarak mutlu mesut bir hayat sürerken Kürt emekçilerinin sorununun tek başına ulusal demokratik haklara indirgenmesi ise sınıflar mücadelesi açısından büyük bir yanlış olarak görülmeli, Türk ve Kürt emekçilerinin birliği tam da bu eksene oturtulmalıdır. Tarihsel, stratejik, gerçekçi ve devrimci olan budur. Tersinden, örneğin AKP’nin geriletilmesine dayalı kurulan düzen içi demokrasi cephesi son tahlilde Kürt emekçilerinin tepkisini sömürü düzeninin sınırları içerisinde tutmak için bulunmaz bir nimettir. Bu noktada ortaya atılan kardeşlik edebiyatının ise konjonktürel olduğunu asla akıldan çıkarmamak gerekmektedir.
Türkiye’deki sermaye düzeni açısından Kürt sorununun çözümü için ortaya atılan temel başlık “İkinci Cumhuriyet” adı verilen gerici, piyasacı ve işbirlikçi rejime entegrasyondur. Bu meselede özellikle son beş yılda oldukça mesafe kaydedildiği ve Kürt siyasi hareketinin böylesi bir rejime bağışıklığı olmadığı bilinmelidir. Dolayısıyla mücadele hattının kurulması gereken yerin emek eksenli, gericiliğe ve emperyalizme karşı bir hatta olması ancak Kürt sorununda devrimci açılımların yapılmasının garantisi olarak görülebilir. Kürtler içerisinde sınıfsal temelli bir ayrışma mümkün ve zorunludur. Kürt emekçilerinin ulusal demokratik hakları da dahil olmak üzere kurtuluşlarının Türkiye kapitalizmine ve özellikle bölgede emperyalizme karşı verilecek mücadele ile garanti altına alınacağı bir kere daha güncelliğini korumaktadır.
Kürt siyasi hareketi ve HDP üzerine değerlendirme
Kürt siyasi hareketinin Ortadoğu’daki pratiğini incelerken birden fazla düzlemi ele almak gerekmektedir. Şu an bölgede Kürt ulusal birliğini sağlayacak bir güç ya da uzlaşma zemini bulunmamaktadır. Kürt hareketi farklı kanatlarıyla ve özneleriyle farklı ülkelerde farklı politikaları gündeme getirmektedir. Bu açıdan devletleşme modeline en fazla yakınlaşan ve bunun için hamle yapan özne KDP olmuştur.
PKK ise İran’daki faaliyetlerini geri çekmiş, Irak’ta ise oldukça etkisizleşmiştir. Suriye’de emperyalizmin desteği ile özerklik ve giderek federasyonu zorlayan Kürt siyasi hareketi, Türkiye’de ise demokratik cumhuriyet çizgisine geri dönmüştür. Bu bağlamda PKK çizgisinin İran-ABD-Türkiye üçgeninde bir salınım ve pragmatizm içerisinde olduğunu tespit etmek önem taşımaktadır. Ancak bu salınımın Kürt emekçilerini adım adım kapitalizm dışı mücadele ve kurtuluş yollarından uzaklaştırdığı açıktır. Özellikle bölgedeki gelişmeler üzerinden sürekli değişen Türkiye politikası gelinen nokta itibariyle tamamen Suriye’deki Kürt meselesine endeksli hale gelmiştir. Bununla birlikte İkinci Cumhuriyet’in kuruluş dinamikleri içerisinde önemli bir yer tutan Kürt hareketinin, yeni rejimin yerleşme sancıları esnasında ortaya çıkan bazı sorunları abartarak ya da pazarlık payını arttırmaya çalışarak yol almasının mümkün olmadığı zamanla görülecektir. Kürtlerin İkinci Cumhuriyet’e eklemlenmesine anti kapitalist ve anti emperyalist olmayan yöntemlerle direnmeye çalışan Kürt hareketinin verili sistem içerisinde yaşam şansı yoktur. Dolayısıyla bir düzeyde tasfiyenin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Paradoksal olmakla birlikte Kürt hareketi buna direnmediği zaman da zaten kendi eliyle sisteme entegre olacak ve tam anlamıyla düzen içi bir karakter kazanacaktır.
Son “çözüm sürecinin” partisi olarak kurulan ve lanse edilen HDP’nin tam da böylesi bir tabloda kolaylaştırıcı olarak devreye girmesi muhtemeldir. Liberal demokrat bir karaktere bürünen HDP’nin başta Türkiye Kürtleri olmak üzere liberallerin partisi olarak edindiği misyon ile İkinci Cumhuriyet’in felsefesi arasındaki mesafe yok denecek kadar azdır. AKP ile yaşanan sorunların ise sermaye düzeninin yeniden yapılanması ile aşılması hedeflenmektedir. Bu açılardan yakın gelecekte HDP’nin “demokrasi cephesinin” bir bileşeni olarak üstleneceği misyon Kürtlerin Türkiye kapitalizmine taş koyan bir karakterden uzaklaştırılmasıdır. Bir önceki dönemde de “Türkiyelileşme” adı altında uygulanan pratik aslında tam da böylesi bir noktaya işaret etmekteydi. Dolayısıyla yakın gelecekte bu tablo ideolojik ve siyasi olarak “Demokratik Cumhuriyet” çizgisinin daha da güçlendirileceği, HDP’nin PKK ile arasındaki mesafeyi daha fazla açmak zorunda kalacağı ve olası bir “çözüm süreci”nin bu bağlamda gündeme geleceği bir konjonktüre dayanmak zorundadır. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yaptığı son açıklamalar da böylesi bir çizgiye işaret etmektedir.
Olası bir “çözüm süreci” ve İkinci Cumhuriyet
Önümüzdeki aylarda yaşanacak olası bir “çözüm süreci”nin Kürt sorununun yerel ve bölgesel ayaklarını içereceğine dair fazlaca sinyal ortaya çıkmıştır. Öcalan’ın yaptığı açıklama ile Suriye’de Türkiye Cumhuriyeti’nin hassasiyetlerini gözeten bir pozisyon içerisinde olunacağını ve gerekirse bir hafta içerisinde çatışma durumunu ortadan kaldıracağını ifade etmesi bu sürecin köşe taşlarını göstermesi açısından manidardır. Bu bağlamda olası bir çözüm sürecine dair kabaca şu değerlendirmeler yapılabilir:
- Türkiye sermayesi açısından Kürt sorununun kapitalizmin çıkarları açısından “çözülmesi” artık mutlak bir zorunluluktur. Buna yüksek düzeyde ehliyeti olan bir özne olup olmadığı ise sermaye düzeninin kriz noktalarından bir tanesidir.
- Suriye’deki tablonun bir yandan “çözüm süreci” için zemin sunacağı varsayılırken, diğer taraftan Amerikancı çözümün ağırlık koyacağı yerin burası olduğu açıktır. Bu tablo düzen güçlerinin çok da kaçabileceği bir olgu değildir.
- Uzun süredir Suriye’de Kürt hareketinin ABD ile yaptığı işbirliği üzerinden iç siyasette “beka sorununu” gündeme getiren AKP iktidarı “çözüm süreci”ni terörle mücadeledeki “başarılara” endeksli hale getirmeye, milliyetçi gazı bu şekilde almaya çalışmaktadır. Diyarbakır, Mardin ve Van Belediyeleri’ne kayyum atanmasının da böylesi bir arayışın ürünü olduğunu düşünmek mümkündür.
- Güvenli bölge konusundaki gelişmelerin ve gelecekteki olası “çözüm süreci”nin sermaye devleti açısından yaratacağı kriz başlığı Suriye’nin bölünmesi olgusudur. Dolayısıyla aslında bir Amerikan projesi olan güvenli bölge başlığındaki ısrar Suriye’nin bölünmesini gündeme getirdikçe, Türkiye açısından bu başlık güncelliğini korumaya devam edecektir. Dolayısıyla komünistlerin gerek ulusal sorun gerekse sınıf mücadeleleri bağlamında anti-emperyalizmi gündemde tutmaları önem taşımaktadır.
Türkiye burjuvazisinin herhangi bir kanadının ya da düzen partilerinden herhangi birinin Kürt sorununda getireceği “çözüm süreci”nin İkinci Cumhuriyet düzleminde hedefinin ne olacağı Türkiyeli komünistler açısından net bir şekilde görülmeli ve topluma gösterilmelidir. Kürt emekçilerinin sermaye düzeni ile barıştırılmasından başka bir anlam taşımayacak olan böylesi süreçler, Ortadoğu’daki gelişmeler ile birlikte değerlendirildiğinde Kürt meselesinde taşlar yerinden oynayabilecek ama eğer sınıfsal ve devrimci bir müdahale yapılmazsa bu süreç, oynayan taşların Türk ve Kürt emekçilerinin tepesine düşmesine hizmet edecektir.
Yerel seçim sonrası burjuva düzende kökten bir değişiklik beklemek hatalı bir yaklaşımdır.
31 Mart Türkiye ve 23 Haziran İstanbul yerel seçimlerinin sona ermesiyle birlikte düzen siyasetinde seçim sonuçları üzerine yapılan değerlendirmeler sosyalistler açısından iki düzlemde ele alınmalıdır. İlki; düzen güçlerinin yeniden konumlanışının siyasi haritada olası değişikliklerinin neler olacağı ve ikincisi; seçim sonrası ortaya çıkan sonucun toplumsal yapıda ve zeminde siyasal-ideolojik değişimlere yol açıp açmayacağıdır. 31 Mart’ın ve sonrasında daha belirgin bir biçimde 23 Haziran İstanbul seçiminin bir referanduma dönüştürülmesi ve AKP’nin başta İstanbul olmak üzere önemli büyük kentleri kaybetmesi, salt düzen partileri arasında sıradan bir seçim yarışı olarak görülemeyecek bir durum arz etmektedir. Ancak, bununla birlikte, buradan hareketle düzende kökten bir değişiklik beklentisi içine girmek de bir o kadar hatalı bir yaklaşım olacaktır.
Bizler açısından üzerinde durulması gereken noktalardan birisi 31 Mart yerel seçim sonuçlarının AKP eliyle kurulan başkanlık rejimini kökten bir değişikliğe uğratacak bir nitelik taşımadığıdır. Özellikle düzen solu tarafından “bahar” benzetmesi üzerine kurulan politik iklimin toplumda yaratmış olduğu iyimser havanın geçici bir durum olacağı bilinmelidir. Toplumda ortaya çıkan “iyimserlik” hali bir veri olmakla birlikte komünistlerin önündeki en büyük görev emekçi halka bu tablonun son kertede sermaye düzeninin tıkanma noktalarını açan bir işlev göreceğinin anlatılmasıdır. İkinci Cumhuriyet rejiminin 31 Mart-23 Haziran seçimleri ve düzen muhalefeti ile birlikte daha da yerleşeceği bilinmelidir. Aynı zamanda başta CHP olmak üzere düzen solunun AKP’yi aratmayacak sağcılığının AKP’yi siyaseten geriletse bile AKP rejimini geriletmeyeceği ısrarla vurgulanmalıdır. Ancak ortaya çıkan seçim tablosunun başkanlık rejimini tartışmaya açacak olması ayrıca beklenmelidir. Bu durum, ister yeniden Parlamenter sisteme geçiş isterse seçim yasası başta olmak üzere İkinci Cumhuriyet’in tadilatına yönelinmesini gündeme getirme olasılığı taşısa da son kertede İkinci Cumhuriyet’in yerleşme sorunu bağlamında değerlendirilmek durumundadır.
Düzen siyasetinde kartlar yeniden karılacaktır
31 Mart-23 Haziran yerel seçimlerinde sosyalistler açısından asıl üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise ortaya çıkan tabloda düzen siyasetinde yaşanacak yeni gelişmelerdir. Öncelikle AKP içinde yaşanan huzursuzluğun daha fazla hissedildiği ve Gül-Babacan ile Davutoğlu’nun ayrı ayrı başını çektiği yeni bir siyasal hareketin kurulmakta olduğu söylentisi düzen siyaseti açısından yeni bir duruma işaret edecektir. Burjuva siyasetinde kartların yeniden karılması ya da başka bir deyişle taşların yeniden dizilmesi gündemi güçlü bir olasılık olarak karşımıza çıkacaktır. Bu mesele öz itibariyle, başkanlık seçim sistemiyle ortaya çıkan ittifaklar politikasıyla ilgilidir. Koalisyonlar döneminin bittiği ve daha istikrarlı bir yönetim kurulacağına dönük propagandanın ömrü çok uzun ömürlü olmamıştır. Başkanlık seçimlerinin üzerinden 1 yıl bile geçmeden AKP-MHP ittifakının büyük bir darbe yemesi ve düzen siyasetinde yeni fay hatlarının belirginleşmesi, önümüzdeki dönem düzen siyasetinin ana konularından birisi olacaktır. AKP-MHP ittifakı, üzerinden yüzde 50 çoğunluk sağlanabileceğine dair öngörü, ittifaklar politikasının muhalefet lehine yarar sağlaması durumuyla boşa düşmüş, bugünkü koşullarda burjuva siyasetin konumlanışı açısından bu durum en azından Erdoğan açısından bir sorun oluşturmuştur. AKP açısından bu tabloya müdahalenin bugünkü şartlarda kaçınılmaz olduğu bilinmelidir. Burada önce çıkacak olasılıkları ifade etmek gerekir. AKP, MHP ile ittifakını korumayı tercih ederse, karşısındaki muhalefetin Babacan-Gül bloku ile genişlemesi olasılıklardan birisidir. Bu tablonun değişmesinin diğer yolları ise muhalefet blokunun AKP tarafından yeni İttifaklar kurulması ya da Türkiye İttifakı söylemi üzerinden bozulmasıdır. Yine farklı olasılıklardan birisi de başkanlık seçim barajının ve seçim yasasının değiştirilmesi ile ittifaklar sisteminde revizyona gidilmesidir.
Düzen siyasetinde istikrar beklentisi yanlıştır
31 Mart seçimlerinden sonra sermaye düzeninde daha uyumlu bir dönemin mi yoksa daha istikrarsız bir dönemin mi geleceği konuşulurken bu iki düzlemi birbirinden ayırarak tartışmak gerekmektedir. CHP’nin uyumlu bir yönetim tarzı izleyeceği gerek aday profilleri gerekse siyasal çizgisi açısından açık olmalı. CHP, düzen siyasetinde “uyumu” arayacak, yeni rejimde kendisine alan açacak bir yer arayışına girecektir. Bu bağlamda, düzen partileri arasındaki uyum ile düzenin istikrarsızlığı birbirinden ayrı düşünülmeli ve bu konuda ekonomik kriz parametresinin olduğu bir tabloda daha istikrarlı bir gelecek tasavvuru ise beklenmemelidir. Türkiye’de sermaye grupları arasındaki çıkar farklılaşması özellikle ekonomik kriz koşullarında daha da netleşecektir. Ekonomik krizin derecesi, ülkenin istikrarsızlığını da belirleyecek temel parametre olarak işlev görecektir. Ekonomik kriz kadar bir önemli nokta ise Suriye’nin kuzeyindeki yaşanan sıkışmanın çözülmesidir. Beka sorunu olarak ortaya konan bu sorunun, sermaye devletinin yeni bir hamlesiyle başka bir düzleme taşınmak istenmesi durumunda düzen partileri arasında büyük bir uyumun yaşanacağı bilinmelidir.
İstikrarsızlığın temel parametresi olarak kabul edilmesi gereken ekonomik zeminle birlikte üzerinde durulması gereken bir başka olgu da özellikle AKP tarafından temsil edilen burjuva siyasi kanat içinde bölünme olasılığıdır. Bugün AKP’nin geçmiş dönemlere göre gücünü koruyamadığını ancak büyük bir tükenişle de karşı karşıya kalmadığını bilmek gerekiyor. 17 yıllık iktidarı düşünüldüğünde AKP, önemsiz sayılamayacak bir güç kaybıyla karşı karşıya bulunmakta, bu durum MHP ile ittifakı AKP açısından zorunlu kılmaktadır. AKP’nin kurucu kadroları içinde ortaya çıkan ayrılıklar, yeni bir burjuva siyaset olarak merkez sağ bir çizgiye yönelen bir yönelime yol açarsa AKP’nin bundan etkileneceği bilinmelidir. Bu durum önümüzdeki dönem ittifaklar politikasını belirleyeceği gibi AKP’nin elinin çok da rahat olmadığının göstergesi olarak okunmalıdır.
Yukarıdaki ittifaklar politikasını belirleyecek bir olgu da Kürt sorununda ortaya çıkacak yeni gelişmeler olacaktır. 23 Haziran İstanbul seçimlerinden hemen önce Öcalan mektubunun devreye girmesi, bir seçim pragmatizmi yanında Suriye’nin kuzeyindeki sıkışmanın nasıl açılacağına dönük de bir işaret olarak değerlendirilmelidir. Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkacak olan yeni gelişmeler, Türkiye’de Kürt sorununun İkinci Cumhuriyet rejiminde nasıl bir çözüm ya da sürece sokulacağını da belirleyecektir. Kürt siyasetinde Kandil çizgisinin tamamen Amerikancı bir çizgiye yaslanması, Öcalan-Demirtaş çizgisinin ise daha ‘Türkiyeli’ bir çizgiye tekabül ettiği söylenebilir. Ancak her iki çizginin de, Türkiye sermaye devletinin de Amerikancı olma gerçeği veri alındığında, Suriye’nin kuzeyinde bir Amerikan barışına uyum göstereceğinden kuşku duyulmamalıdır. Burada Suriye dengesi, uluslararası güç ve tercihler; sınırları çizen genel çerçeve olarak okunmalıdır. Kürt siyasi hareketinin gerek AKP-MHP iktidarı ile anlaşmaya yönelme olasılığı ya da Amerikan emperyalizmiyle uyumlu olması, Kürt siyasi hareketinin sol bir çizgiyi temsil ettiğini değil liberal ve milliyetçi çizgisinin pragmatizmini gösterir. Pragmatist bir siyasetin, Türkiye sosyalist hareketi açısından ittifak ve destek unsuru olarak görülmesi bugünkü şartlarda mümkün değildir.
Bu anlamıyla düzen siyasetinde cepheleşmeyi faşist cephe-demokratik cephe ikilemi üzerinden değerlendirmek sosyalist siyaset açısından büyük bir yanılsamadır. Belirleyici temel olgunun sermaye sınıfının çıkarları olduğu ve her iki cephenin de emperyalizmle işbirliği konusunda birbirlerini aratmayacak olduklarıdır. Bugün Millet ve Cumhur ittifakı diye karşımıza çıkan tabloyu özünde başkanlık seçim modelinin getirmiş olduğu bir durum olarak ele almak gerekir. Bu açıdan sermaye partileri arasında her türlü ittifakın doğrudan seçim hesapları üzerinden kurulduğu unutulmamalıdır. Oluşan kanatlar, son kertede burjuvazinin farklı kanatlarının çıkarlarının temsilini üstlenmektedir. Bununla birlikte 2. Cumhuriyet rejiminin kuruluşuna imza atan AKP’nin 17 yıllık iktidarının yaratmış olduğu tahribat ve tıkanma, sermaye düzeninde yeni arayışları da beraberinde getirecektir. Gül-Babacan-Davutoğlu oluşumunun AKP’den hiç farkı olmadığı gibi CHP’nin sağa kayışı ve yine başka bir gerici parti olan Saadet Partisi ile ittifakı düzen siyasetinde revizyon, tadilat ya da başka bir deyişle restorasyon dışında bir almaşığın da oluşmadığını göstermektedir. Bu anlamıyla düzen siyasetinde ortaya çıkan bloklaşmayı, komünistler faşizm-demokrasi zemininde değil düzenin ıslahatı noktasında ele almak durumundadırlar. Bu ıslahatın ya da restorasyonun hangi kanat tarafından yürütüleceği ise siyasal süreçlerin sonucu olarak karşımıza çıkacaktır. Bütün bunlarla beraber bir kez daha vurgulamak gerekir ki daha “devletçi” ve daha “batıcı” ayrımı ise düzenin bir sorunu olarak görülmelidir. Sosyalistlerin daha devletçi ya da daha işbirlikçi düzen aktörlerini birbirlerinden ehven-i şer olarak görmeleri mümkün değildir.
Cepheleşmenin toplumsal karşılığında ise gerek ideolojik gerekse siyasi olarak bir bütünlük asla bulunmamaktadır. Sosyalistlerin üzerinde durması gereken asıl önemli nokta tam da düzen siyasetinde yaşanan cepheleşmenin toplumsal karşılığının boyutudur. Solda kimi zaman dillendirilen “iki cephe” saptaması büyük bir yanılsama olarak görülmelidir. Öncelikle AKP-MHP blokunun karşısına alternatif olarak oluşan ve toplumu da bu bağlamda bölen düzen muhalefetinin pragmatist yapısının toplumsal anlamda kalıcı bir cepheleşme yarattığını söylemek yanlıştır. Cumhur İttifakı’na karşı Millet İttifakını destekleyen geniş toplumsal kesimlerin hem ideolojik hem de politik olarak homojen bir bütün oluşturmadığı somut bir karşıtlık olarak karşımızdadır. Emperyalizme bakış, Avrupa Birliğine bakış, Kürt sorununa bakış, laikliğe bakış başta olmak üzere ülkede temel siyasi ayrımlar konusunda “muhalefet cephesinin” bir bütün oluşturmadığı tersine temelden ciddi farklılıklar taşıdığı ve biriktirdiği bilinmelidir. Kürt sorununa bakışta HDP tabanı ile Kemalist kesimlerin, emperyalizm konusunda orta sınıfların bakışı ile Cumhuriyetçi kesimlerin, laiklik konusunda Saadet Partisi ile orta sınıfların uzun süre yan yana gelemeyeceği not edilmelidir. Komünistler bu parçalı tablonun sosyalist siyaset açısından bir zemin olduğunu saptamak durumundadır.
İkinci Cumhuriyet’in geldiği aşama
AKP tarafından Türkiye’nin büyük bir gerici dönüşüme tabi tutulduğu ve Birinci Cumhuriyet’in yerine İkinci Cumhuriyet’i kurduğu geçmiş değerlendirmelerimizin önemli bir parçasıdır. Bununla birlikte bütün bu kuruluş süreçlerinin geri dönüşü ihtiva edip etmediğinin tartışma konusu olarak mütemadiyen gündeme geldiği hatırlanmalıdır. AKP eliyle gerici dönüşümün, düzen siyasetinde yaratmış olduğu kutuplaştırmanın bir yerden sonra düzen tarafından taşınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte İkinci Cumhuriyet rejimi, kuruluş aşamasını geçmiş ancak yeni kriz başlıkları üretirken bir dizi alanda tahribatı da beraberinde getirmiştir. Ekonomik kriz, dış politikada yaşanan sıkışma ve toplumsal zeminde kutuplaşma kapitalist sistemin dengelemesi gereken başlıklar olarak görülmelidir. Düzen siyasetinde yaşanan cepheleşmenin bir boyutu da budur. Bugün İkinci Cumhuriyet rejimini kuruluş sancılarını aşmış, yerini yerleşme sancılarına bırakmıştır. İkinci Cumhuriyet’ten Birinci Cumhuriyet’e bir dönüş anlamına gelecek “restorasyon” mümkün değildir. Bugün restorasyon kavramından anlaşılması gereken özellikle 2007-2010 dönemine dönüş beklentisi burjuvazinin bir kanadı tarafından tasavvur edilmektedir. Bu açıdan gelinen noktayı İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşme süreci olarak görmek, ancak bu sürecin sancısız ve istikrarlı bir şekilde ilerleyemeyeceğini saptamak, İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ve bugün yerleşme hamlesinde ortaya çıkan sıkışma, gerilim, kutuplaşma ya da kriz başlıklarının ise İkinci Cumhuriyet rejiminden rücu değil tersine bu yerleşmenin sonuçları olarak değerlendirmek en doğrusudur. Yerleşme sürecinin devrimci siyaset açısından artık geri döndürülemeyecek bir süreç olarak kavranıp mücadelenin geriye çekilmesi anlamına gelmeyeceğinin, bizatihi yaşadığı ve yaşayacağı sancılarla birlikte ele alındığında sosyalist siyasetin burjuva siyasetinde kriz dinamiklerinde mücadele boşlukları bulacağının altı çizilmelidir.
İkinci Cumhuriyet rejimi adım adım doğal sınırlarına gelmektedir. Geçmiş dönemde yapılan İslamcı faşist diktatörlük tanımlamaları bugün gelinen noktada bir sermaye iktidarı olarak İkinci Cumhuriyet’in geldiği yer açısından gerçekleşmemiştir. Daha önceki metinlerimizde üzerinde durduğumuz gibi İkinci Cumhuriyet rejimini belirleyen temel olguların başında sermaye sınıfının çıkarları, emperyalist dünya siyasetinin yönelimleri, emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağlı sermaye sınıfının ihtiyaçları, sermaye devletinin güvenlik politikaları gelmektedir. İkinci Cumhuriyet rejimini temel olarak belirleyen ikinci ve asli unsur ise iki kutuplu dünyanın sona erişinden sonra yeni uluslararası kapitalist sistemde bir koordinat değişikliği ve tek kutuplu dünyanın yeni dengelerine adapte olma, dönüşme zorunluluğudur. Üçüncü olgu ise İkinci Cumhuriyet, Birinci Cumhuriyet’in asli kriz başlıklarının üzerine inşa edilmiştir. Özellikle dinci gerici siyasetin ve Kürt sorununun sisteme entegrasyonu Birinci Cumhuriyet’in kriz dinamikleri olarak baş göstermiş, bu durum İkinci Cumhuriyet rejimi ile birlikte aşılmaya çalışılmıştır. İlk başlıkta yol alan İkinci Cumhuriyet, Kürt sorununda ise bir dizi denemeye rağmen henüz yol almış değildir. Emperyalizmin yeni yönelimleri bağlamında Ortadoğu’daki gelişmelerin ve yaşanılan sürecin mantıki sonucu, İkinci Cumhuriyet rejiminin bu başlıkta adım atmamasını gelecek yıllarda zorlaştıran bir yan taşımaktadır. Siyasal İslamcılığın Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan başarısız pratiklerine baktığımızda, Türkiye’de siyasal İslamcılığın da bir deformasyon geçirerek kapitalizme uyumlu hale geldiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Siyasi düzlemde yaşanan krizlerin ve İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşmesinde yaşanan istikrarsızlığın ana sebebi ekonomik krizdir
Bugün İkinci Cumhuriyet’in yerleşme sancıları yaşadığı ve bütün kuruluş sürecinin biriktirdiği tahribatın yaratmış olduğu siyasi ve ideolojik kamplaşma kadar, bu kamplaşmaları tetikleyen ve sermaye sınıfının bütününü ilgilendiren en önemli başlıklardan bir tanesi de ekonomik krizdir. Bugün düzen siyasetinde gündeme gelen ve düzenin nasıl yol alması gerektiğine dair siyasi başlıkların çoğu zaman ideolojik başlıklar altında toplanması, ekonomik krizin belirleyiciliğini asla gölgelememelidir. Tersinden, 31 Mart seçimleri, bütün siyasi ve ideolojik tartışmaları aşan ve krizin etkisini doğrudan hisseden kesimler tarafından tercih farklılaşmasına yol açan bir etkiye sahip olduğunu fazlasıyla göstermiştir. Ekonomik krizin etkileri işsizlik, yoksullaşma ve eşitsizliğin derinleşmesi olarak emekçi sınıflarda daha belirgin olarak hissedilmeye başladıkça düzen siyasetinin politik ve ideolojik kuşatmasının ince bir tabakaya tekabül ettiği bilinmelidir. AKP rejiminin politik olarak zorlandığı, ideolojik olarak ise yeni bir alternatif çıkaramadığı bir tabloda 2023-2050-2071 vizyonu olarak öne sürülen ideolojik motiflerin de emekçiler gözünde ekonomik krizin etkileri açısından bir yerden sonra fazlaca bir önemi olmadığı son seçim pratiğinde karşımıza çıkmıştır.
Bugün kapitalizmin içinde bulunduğu kriz süreci, bir yandan 17 yıllık AKP iktidarının borçlanmayla sürdürmeye çalıştığı ekonomi politikasının sonucu olmak ile birlikte böylesi bir politikanın da bileşeni olduğu yapısal bir kriz olarak değerlendirilmelidir. Türkiye kapitalizminin 1960, 1980, 2000’li yıllara tekabül eden ve 20 yıllık döngülere denk gelen krizlerinin bugün yeni bir döngüsünü bir kez daha görmekteyiz. Türkiye kapitalizminin 10 yılda bir yaşadığı ve etkisi biraz daha hafif olan 20 yıllık döngülere denk gelen ekonomik krizden çıkışın tek yolu krizin bedelinin emekçilere ödetilmesidir. İşsizlik fonu, zorunlu bireysel emeklilik adıyla yeni bir fonun kurulması, Kıdem Tazminatının kaldırılma girişimi, reel ücretlerin düşürülmesi, meta fiyatlarının artırılması, işten çıkarmalar ile emek sömürüsünün yoğunlaştırılması başlı başına krizin bedelini emekçilere ödetme politikasının örnekleri olarak karşımızdadır. Bugün emekçilerin karşı karşıya kaldığı emek düşmanı bu politikaların mutlak bir biçimde sermaye karşıtı bir siyasal çalışmanın konusu haline getirilmesi Partimizin temel görevleri arasında yer almalıdır.
Bugün krizden çıkışın bir yolu emekçilerin daha yoğun sömürüsünü gerektirirken diğer yollardan bir tanesi de dünya emperyalist-kapitalist sisteminin çıkarlarına ve çarkların uygun bir politika burjuva sınıfının temel yönelimidir. Bugün düzen siyasetinde ortaya çıkan farklı kanatların ya da AKP içindeki yeni siyasi oluşumların ortaya çıkmasındaki nedenlerden biri de tam da burjuva sınıfının çıkarlarının korunması noktasındaki politika farklılığıdır. 17 yıllık iktidarıyla AKP, sermaye sınıfının karlarını maksimum kılarken aynı zamanda yeni bir rejimin temellerini atmış fakat gerek yeni rejimin kurulurken yaratmış olduğu tahribat gerekse rejimin yerleşmesinde ortaya çıkan boşlukların nasıl ortadan kaldırılacağı bugün düzen siyasetinin temel sorunu ve aynı zamanda ayrışma hatları olarak görülmelidir. Açıktır ki dünya kapitalist sistemine ve özelde Avrupa Birliği emperyalizmine bağlı Türkiye sermaye sınıfı, çıkar ve kârlarının tehlikeye girdiği bir dönemde İkinci Cumhuriyet rejiminde kendi siyasal tercihlerini yeniden kurmaktan çekinmeyecektir. Bugün CHP böylesi bir kanadı oluştururken, yeni kurulacak merkez sağ bir siyasetin önemli bir alternatif haline gelebileceği, HDP’nin toplumsal uyumu sağlayabileceği sermaye sınıfı tarafından da okunmaktadır. Aynı zamanda AKP’nin hala en güçlü burjuva partisi olduğu gerçeği de burjuva siyasetin objektif durumu olarak karşımızda bulunmaktadır.
Ekonomik kriz bugün dip noktasına ulaşmamıştır. Elbette kriz karşıtı dinamikleri harekete geçiren bir sermaye devleti ve sınıfı, krizi en hafif şekliyle atlatmanın yollarını arayacaktır. Ancak içinden geçtiğimiz ekonomik kriz sürecinde özellikle işçi sınıfının düzen karşıtı bir siyasal pozisyona kendiliğinden geçeceğini beklemek çok doğru değildir. Bugün düzen siyasetinde ortaya çıkan “düzen içi alternatiflerin” emekçi sınıflar için bir tercih haline gelebileceği açık olarak görülmelidir. Böylesi bir durumda komünistler burjuvazinin bütün kanatlarını karşılarına alacağı bağımsız bir siyasal duruş ortaya koyarken aynı zamanda işçi sınıfı içinde örgütlenmenin ve sınıfın tarihsel çıkarlarını temsil eden bir noktaya gelmenin yollarını aramalıdır. Bugün ekonomik krizin etkilerini daha da ağırlaştıracağı bir dönemde işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesi büyük önem taşımaktadır.
Düzen muhalefeti liberalizm tarafından belirlenmektedir
İkinci Cumhuriyet rejiminde ortaya çıkan AKP karşıtı düzen muhalefetinin temel belirleyeni düzenin bekası dışında hiçbir şey değildir. Sermaye sınıfının çıkarları burada bir kez daha devreye girerken düzen muhalefetinin AKP rejiminden temel olarak ayrıştığı belli başlı noktaların altı çizilmelidir. Birincisi Ortadoğu politikası eleştirisi, emperyalizmle yaşanan sorunlar, kutuplaşma siyaseti ve Kürt sorununa yaklaşım bulunmaktadır. Aslında İkinci Cumhuriyet rejiminin kurucu partisi olarak AKP’nin geçmişte bu başlıkları öne çıkardığı ayrıca hesap edilmelidir. Bugün AKP karşıtı muhalefet Ortadoğu politikasını eleştirmekte, batıdan kopulduğunu iddia etmekte, kutuplaşma yerine uyumdan ve Kürt sorununda çözümden yanadır. Bu hem İkinci Cumhuriyet’in yerleşme sancıları hem de düzen muhalefetinin belirlendiği temel olgulardır. Buradan düzen muhalefetinin ancak ve ancak liberal bir siyasal kimlik üretmek dışında bir seçenek geliştiremeyeceği görülmelidir. Gerek CHP’nin sosyal demokrat bir kimlikten gerekse HDP’nin radikal demokrat bir kimlikten daha öte belirlendiği politik referans bir burjuva ideolojisi ve siyaseti olan liberalizmdir.
Düzen muhalefeti ve sosyalist hareketin durumu
31 Mart seçimlerinde Türkiye sosyalist hareketi “sadece” politik olarak değil en başta ideolojik olarak büyük bir kırılma yaşamıştır. Türkiye solunun genel olarak kılavuzu olarak ortaya çıkan CHP ve HDP üzerinden yön tayini Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir kısmının ideolojik olarak omurgayı kırdığını göstermiştir. Siyasal tercihlerle ortaya çıkan tablo, yerel ve gündelik bir politikanın çok ötesinde bir ideolojik kırılma olarak görülmelidir. Burjuvazinin bir kanadını destekleme siyaseti, gerici kanadın geriletilmesi üzerine bina edilen gerekçesiyle birlikte, sermaye düzeninin iç sorunlarının parçası olmak ve düzenin restorasyonuna hizmet etmek dışında bir seçenek sunamaz.
TKH’nin solda duruşu
Partimiz, seçimlere yönelik görüşlerini en önce ve çok net olarak ortaya koyan bir pratik izlemiştir. 31 Mart seçimlerinde Partimizin aldığı oylar, tepki oyları değil, bizatihi etki oyları olarak görülmelidir. 31 Mart seçimlerinde Dersim adayının popülize olması genel olarak komünizme yönelen oyları KP’ye itmiş, bu durum partimizin oylarını da etkilemiştir. Partimizin dört ilde aldığı oy, potansiyelinin çok altında kalmıştır. Partimiz kendi ismi ile seçimlere girebilseydi sonucun daha farklı olacağı ve bugün ortaya çıkan tabloda bütün seçim çevrelerinde seçime giren bir parti olsaydı oy sayımızın ve Türkiye çapındaki oranın da artacağı ayrıca hesap edilmelidir. Partimiz toplumsal çeperini geliştirmiştir. Bugün toplumsal ölçekte partimizin TKP ile özdeşleştirilmesi bir sorun olmakla birlikte toplumsal çeperini geliştirdiğini göstermesi bakımından ise önemli bir olgu olarak görülmelidir. Parti çeperinin yarın düzen muhalefeti ile kesiştiği bir zemine ulaşmasının, bizlerin daha fazla düzen solu ile mücadelemizi gerektiren bir başlık olarak karşımıza çıkacağı ayrıca belirtilmelidir.
Bugün Partimizin yapması gereken seçimlerde ortaya çıkan bu tabloyu daha örgütlü hale getirmektir. Bu örgütlülük ölçeğinin büyütülmesi doğrudan Parti örgütlenmesi olacağı gibi gazetemizin satışının artırılması, yan örgütlerimizin büyütülmesi, toplumsal çeperimizin genişletilmesi vs. de gündeme getirilmelidir. Partimizin asli hedefi “gerçek ve işçi sınıfına yaslanan” bir komünist partinin kuruluşudur. Bu anlamıyla Partimizin bir yandan Tarihsel TKP’yi kurmak ve aynı zamanda TKP’nin mirasını ve geleceğini üstlenen misyonu olmakla birlikte tek başına misyonunu buradan tarif edemez. Bugün TKP tartışmaları bir parametre olarak karşımızda bulunmasına rağmen bu parametrenin ve tartışma başlığının gündemimizde olmadığı bir tabloda Partinin en önemli misyonunun sınıf partisini yaratmak olduğu unutulmamalıdır. Bu anlamıyla Partimizin merkezi misyonu gerçek ve sınıfa dayanan bir komünist partinin inşasıdır.
Sosyalist mücadelede yeni bir dönem
Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde 1980-1990 arasını yeniden kuruluş süreci olarak tarif ederken, 1990-2015 dönemini ise siyasal çıkış süreci olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Her ne kadar bu dönemde sosyalist hareket bir bütün olarak tek başına toplumsal bir alternatif haline gelememiş olsa ve sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal aktör olarak toplumsal etkisi sınırlı kalsa da, sosyalist hareketin politik ektisi bağlamında bu dönemin bir çıkış süreci olarak görülmesinde mahsur yoktur. Türkiye siyasetinde 1980-2015 süreci, düzen siyasetinde yeni bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanmış, 35 yıllık sürecin sonuna gelinmiş bulunmaktadır. Haziran Direnişi ile tepe noktasına varan mücadelenin, Haziran Direnişi’nin daha ileriye taşınamaması ile birlikte Türkiye sosyalist hareketinde tıpkı 1980 sürecini hatırlatan bir çözülüşe tekabül ettiğini saptamak gerek. Bugün Türkiye sosyalist hareketi, toplumsal etkisi sınırlı, örgütsel gücü zayıf ve ideolojik olarak ise liberalizmin etkisine giren gerçeklikle maluldür. Geçmiş dönemlerin bir benzerinin yeniden tekrar etmeyeceği ve aynı zamanda geçmiş 35 yılın artık geride kaldığı bilinciyle yeni bir dönemin açıldığı ve sosyalist harekette yeni bir mücadele pratiğinin örgütlenmesi gerektiği somut olarak karşımızdadır.
İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşmeye çalıştığı içinden geçtiğimiz kesitte sosyalist hareket yeni rejimde kendi koordinatlarını ve mücadele hattını yeniden belirlemek durumundadır. Geçmişin deneyim ve birikimine yaslanarak ancak geçmişin deneyim ve birikimlerinden ibaret bir mücadele süreci artık mümkün değildir. İkinci Cumhuriyet rejiminde “yeni bir sınıf hareketini ve yeni bir komünist hareketi” inşa etmek bugün en önemli görev olarak karşımızdadır. Türkiye sosyalist hareketi İkinci Cumhuriyet rejiminin kuruluş ve yerleşme süreçlerine dönük olarak verdiği tepkiyi örgütlü ve bağımsız bir sosyalist hat inşa etmeye dönüştürmeyi başaramamış, yanlış siyasal değerlendirmelerin sonucu olarak düzen muhalefetinin kuyruğuna takılan ve giderek darlaşan bir pratik sergilemiştir. Türkiye sosyalist hareketinin gelmiş geçmiş bütün önemli gelenekleri bu süreçte yeni bir çıkış yapacak zemini kaybetmiştir. Tek istisnası TKP hattını temsil eden Partimiz Türkiye Komünist Hareketi’dir. Bugün yeni bir derlenişi ve kuruluşu önüne koymadan sosyalist hareketin geleceğinde önemli bir siyasal hareket olmak mümkün değildir. Gerek siyasi, gerek örgütsel ve gerekse mücadele perspektifi açısından Partimiz, ülkenin gerçek ve güçlü bir komünist partisinin kurulması hedefiyle yolunu kararlı şekilde örmektedir.
Türkiye sosyalist hareketi, düzen muhalefetinin parçası olmaktan çıkamayan ve tepkisel reflekslerden oluşan bir basiretsizlik ve çıkışsızlık içindedir. Bunun en temel noktalarından birisi toplumsal bir siyasal projenin ortaya konamaması, AKP’nin geriletilmesini merkeze koyan siyasal anlayışın önünde sonunda tepkisellikten öteye geçemeyen ve bunun sonucu olarak da “kitle kuyrukçuluğuna” indirgenen bir mücadele pratiğidir. Bugün komünistlerin önündeki en büyük görev, bir yandan partinin inşası iken diğer yandan “yeni bir cumhuriyet” şiarını toplumsal ölçekte kendisiyle anılır bir söylem ve program geliştirmesidir. Bugün emek, laiklik ve bağımsızlık kavramları üzerinden sosyalizmin toplumsal zeminler bulabileceğini asla akıldan çıkarmamak gerekmektedir.
Yeni dönemde komünist mücadele ve TKH
Türkiye Komünist Hareketi, Türkiye sosyalist hareketinde tek istisnai harekettir. Bunun temel nedeni, 12 Eylül sonrası sosyalist hareketin bir döneminin kapanması ve Haziran Direnişi sonrası ortaya çıkan yeni durumun yaratmış olduğu zeminde yükselmesidir. Burjuva siyasetinde büyük altüstler yaşandığı bir kesitte kuruluşunu yapan, örgütünü yenileyen, yeni ve kolektif bir önderlik tesis eden TKH, artık önemli bir iddianın ve misyonun taşıyıcılığını üstlenebilecek bir noktaya gelmiştir. Türkiye sosyalist hareketi içinde bu yenilenmeyi gerçekleştirebilmiş başka bir özne yoktur. Aynı zamanda sosyalist hareketinin bütünü açısından yaşanan yıpranma TKH cephesinde ise bulunmamaktadır. Bu şans, tarihsel olarak iyi değerlendirilmelidir.
Yeni bir komünist parti
Yeni bir komünist partinin temelleri atılmalıdır. Buradaki yeniden kasıt asla 4 yıllık tarihimizi yok saymak ya da yeni tezler geliştirmek anlamında değildir. Ancak bir dizi geleneksel hareketin varlığı koşullarında kendi yolunu açan ve kendi alanını genişleten TKH, önemli bir örgütsel damar yaratarak bugün Türkiye’de kelimenin has anlamıyla yeni bir komünist partinin temellerini atmaktadır. Türkiye solunda “yeni” kavramıyla tezlerini değiştirip büyük iddialarla yola çıkanların yaşadığı hüsranlar biliniyor. TKH, işçi sınıfına yaslanan, Leninizm’de ısrar eden, inadına sosyalizm diyen, geleneksel sol bir hareket olarak ayağa kalkışın adı olacaktır. Aynı zamanda kendilerine komünist parti deyip onlarca yıldır varlıklarını sürdüren etkisiz diğer sosyalist güçlerin yanında TKH yepyeni bir parti olarak kendisini görmelidir.
Gerçek bir komünist parti
99 yıldır bu topraklarda mücadele eden komünistlerin 1970-1980 arası hariç tutulursa toplumsal etkisi hep sınırlı kalmıştır. Aynı zamanda örgütsel yapısı işçi sınıfına dayanan bir gerçeklikten daha çok bir aydın hareketi görüntüsünden çıkamadığı bir olgu olarak saptanmak durumundadır. Bugün de son kertede bakıldığında sosyalist harekette benzer bir durumun varlığı yadsınamaz. Ancak yapılması gereken en önemli görev, komünist partiyi gerçek bir zemine oturtmak ve işçi sınıfının temsiliyetini ve örgütlülüğünü üstlenen bir emekçi karakter kazandırmaktır.
Partileşme sürecinde TKH
Türkiye Komünist Hareketi, kuruluş sürecinin birinci aşamasını geride bırakmış, bugün ikinci aşamaya geçmiştir. Bu aşama, partileşme sürecinin ön safhası olarak değerlendirilmelidir. Güç biriktirmenin, stratejik örgütlenmenin ve kadrolaşmanın merkezinde durduğu şimdiki aşamada Partinin örgütlenmesi ve büyütülmesi önümüzdeki en büyük görev olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye Komünist Hareketi, bu aşamada görevlerini eksiksiz yapmalı, stratejik alanlarda örgütlenmesini ve kadrolaşmasını artırarak yeni bir sürecin ve atılımın adımlarını örmek durumundadır.
100. Yıl, TKH ve Atılım
Partimizin 100. Kuruluş yıldönümü, aynı zamanda TKH açısından büyük bir hamlenin gerçekleşmesinin de vesilesi haline getirilmelidir. Bu hem tarihsel anlamıyla değerli hem de bugün içinden geçtiğimiz kesitte nesnel olanakların böylesi bir hamleye denk düştüğü için gerçekçidir. 2020 yılı bütün alanlarda Partinin ayağa kalktığı, örgütlenme hamlesini gerçekleştirdiği, kadrolaşmasında ve örgüt için yaşamda güçlü bir yapının teşkil edildiği ve topluma “ülkenin komünist partisi geliyor” mesajı veren bir doğrultuya sahip olmalıdır.