Giriş
Toplumsal yapıyı belirleyenin ekonomik koşullar olduğunu ve dinlerin de bir dönemin ekonomik koşullarına toplumun uyumunu sağlamaya yönelik kurallar bütünü olduğunu biliyoruz. Toplumlarda meydana gelen inanç değişikliklerinin, o toplumlarda yer alan belirli maddi değişimleri izlediğine ya da onlarla eş zamanlı gerçekleştiğine ilişkin bilgimiz de gayet nettir.
Başlığımız din ve kadın ama kadının toplumsal konumu dinlere değil, üretim ilişkilerinin değişmesine bağlıdır. Dinler kadınların ve aslında tüm toplumun, bu ilişkileri kabul etmesini kolaylaştırmaktadır. Bir toplumda kadının ve diğer ezilenlerin statüsü aynı kalıyorsa bu; o toplumda üretim ilişkilerinin kültürü değiştirmemesindendir (töre, örf, adet vs. değil). Yani feodal ya da kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu toplumlarda bu kültürün değişimi, ancak üretim ilişkilerini ve iktidardaki sınıfı değiştirecek bir bilinç ya da “ilerlemenin” sebep olduğu bir değişimle olacaktır.
“İlerleme ‘doğru bilince’ bağlıdır. Dünyanın bilgisi, dünya hakkındaki bilgimiz, dış gerçekliğe uygun düştüğünde insan eylemi için uygun kılavuzdur. ‘Yanlış bilinç’ örneğin tanrı krallara, vahye ya da ritüelin işe yaradığına inanma-tersi etkiye sahiptir. Bilginin, pratik çalışmanın dolayısıyla da toplumsal ilerlemenin önünde engel teşkil eder.” diye özetlemiş Faulkner1 yukarıda anlatmaya çalıştığımı.
Aile, özel mülkiyet, toplum ve devlet birbirleriyle ilintilidir. Ataerkil düzenlerin büyük çoğunluğunda bunlar dinsel destekle beslenmektedir. Dinler hem sınıfsal hem de düşünsel bağlamda etkilerini aileyi oluşturan kadının bedeni üzerinde göstermektedir. “Bu dünyada dinin toplumsal işlevi can alıcı önemdeki iki olgu; aile aracılığıyla mülkiyetin denetlenmesi ve bedenlerin toplumsal uzam içinden yeniden üretimi ve örgütlenmesidir.”2
Dinlerin kadının yaşamı ve toplum içindeki yerine ilişkin ne tür etkiler yaptığını tarihsel süreç içinde öncesi ve sonrası ile değerlendirmeye çalışacağım.
Öncesi…
Evrimleşen insanın uzun bir (binlerce yıl) dönem avcılık ve toplayıcılıkla yaşadığını biliyoruz. Bu dönemde insanın kendi türünü yememeyi öğrenmesinin oldukça uzun sürdüğünü belirtiyor Reed3 ve kadınlar kendilerini ve çocuklarını başkalarına yedirmemek için değişik saklanma koşulları buldu diye ekliyor. Bu nedenle ilk toplumlarda din diye değerlendirebileceğimiz totem ve tabuyu koyanlar, toplumsal düzeni sağlamaya çalışanlar büyük olasılıkla dişiler oldular.
Sonrasını aktarmadan üç noktayı belirtmeliyim: Birincisi paleolitik dönemin sosyal yaşamına ilişin veriler bulunmamaktadır (yazının olmaması nedeniyle). Bu döneme ilişkin veriler ağırlıklı olarak ilkel kabile incelemeleriyle, yorumlanmaktadır. Engels’in kitabı da4 uzun yıllar bu ilkel kabilelerle birlikte yaşamış Morgan’ın eserlerine dayandırılıyor. Yazıda bolca atıfta bulunduğum Evelyn Reed’in kitabı da bu yorumların eleştirel ve tarihsel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi. İkincisi; antropolojik verileri bugünün bakışıyla değerlendirme yanlış- lığı. Uzun süredir ataerkil bir düzende yaşadığımız için geçmişte yaşananları değerlendirirken bugünkü bakış açısını kullanabiliyor bilim insanları. Bu; evlilik konusunda, yiyecekler konusunda, bir takım kutsal törenlerde vs. geçerli olabiliyor. Üçüncüsü de bilimle uğraşanların erkek oluşu ya da erkek bakışıyla (toplumsal rolleri açısından) değerlendirmesi. Bazı kadın bilimcilerin de erkek bakış açısını kullandıkları gözlemlenen bir olgudur. Millett; kitabında; bugünün bakışının etkisiyle, uzun yıllar bedenen güçlü olduğu sanısıyla tarihi erkeklerin yaptığı düşünülmüştür demektedir. Oysa geçmişte olduğu gibi günümüzde de fiziksel çalışma genellikle sınıfsal bir faktördür ve ister güçlü olsunlar ister olmasınlar en ağır işleri sınıfsal ayırımda toplumun tabanında yer alanlar yükle- nir.5 Bir de onca yıllık erkek egemenliğinde kendini kadınlardan üstün görmeye alışmış bir erkeklik, ne yazık ki bilimsel düşünmedeki objektiviteyi de etkilemiştir.
Şimdi devam edebiliriz; Kendi türünü yemekten kaçınma (yamyamlık) dişileri birbirleriyle dayanışmaya ve birbirini korumaya yol açtı. Böylece bugün anaerkil diyerek yanlış adlandırılan, ana soyluluğu ya da ana yanlılığı da doğurmuş oldu. Ancak günümüzdeki ölçütlere kurban olmayalım diye şunu unutmamak gerekir: “İlkel komünal toplumda kararlar onları yürütmekle yükümlü olanlar ta- rafından alındığından, kadınların toplumsal olarak gerekli emeğe geniş katılımı onları sınıflı toplumda olduğu üzere kölelik durumuna indirgememiş, katkılarıyla orantılı karar-alma erkiyle donatmıştır.”6
Bu “kadın eşit” oymak-klan yaşayışı döneminde kadının düzenleyiciliğine iliş- kin veriler aslında üretimi yapan ve yaşatanın kadın olduğunu gösteriyor bize. Ateşi bulan (türünü belki canını korumak için), ilk mimarlar (barınaklarını yapma işini dayanışmayla ne güzel becerdiklerine dair anlatılar şiir gibi), ilk seramikçiler (yemek pişirme kapları), ilk büyücüler, ilk doktorlar, ilk dokuyanlar… Aslında üretim tarihini kadınların oluşturduğu bir dünyadan söz ediyorum. Sınıflı topluma geçişte kadının aşağılanmasını sağlayan şeyin üretimi yapanları aşağılamak olduğu da düşünülebilir. Eşitsizliği doğallaştırmada emekçi gücün egemen sınıfa karşı çıkmamasını sağlamak için kadın kullanılmış olabilir.
Yukarıda sözünü ettiğim tabulardan birincisi yiyecek, ikincisi ise cinslik tabu- su. Yiyecek tabusu sadece kendi türü için değil, bazı bitki ve hayvan türlerinin korunması için de önemli, pek çok zehirli otun ve bazı hayvanların etlerinin yenmemesi hatta kadınların et yemekten özellikle kaçınması söz konusu. Hayvanların evcilleştirilmesinde ve bir takım ürünlerden yararlanılmasında da bu tabuların etkisi bulunmaktadır. Cinslik tabusu da en azından ilkel komünal dönemde ensestin ve endogaminin (içeriden evlenme) yasaklanmasını getiriyor, hem de sadece kan soyuyla değil, klan ya da komün soyuyla. Kendi oymağındaki herkes kardeş.7
Sınıfsız toplumlarda din denilebilecek olgular yani totemcilik, büyücülük, doğanın da bir ruhu bulunması (animizm), bilinmezlikten ve türün devamını sağla- maktan kaynaklanan inanışlardır. Örneğin ölümün nedeninin bilinmemesi ve bunun yapılan bir yanlışlıktan kaynaklandığının düşünülmesi, ilk insanları bir “tanrıya” hediyeler vermeye sevk etmektedir. Bu tanrı bazen bir hayvan, bazen bir bitki bazen de bir kadın olabilmektedir. Kadınlar çok uzun dönem doğura- bildikleri ve doğumda erkeklerin rolü bilinmediği için tanrı gibi algılanmışlardır. Bu nedenle ilk yerleşik hayata geçilen yerlerde –ki bunların bir tanesi bizim coğrafyamızdır– hep tanrıçalar vardır barışın, bereketin, verimliliğin sembolü olarak. Örgütlenmiş dinler, sınıflı toplumların gelişimi ancak yerleşik hayata geçişle birlikte olmuştur.
Dinler elbette ki tek başlarına kadınların ya da erkeklerin hayatlarını etkilemez. Bu ancak toplumsal yaşamda olasıdır. Göbeklitepe ilk kazıldığında ortaya çıkan veriler “hem arkeoloji hem de dinler tarihini değiştirdi” diyerek duyurulmuştu. Henüz verilerin hepsi elde edilmediğinden ilk zamanlarda söyledikleri korkutucuydu, “insanlar yerleşik hayata geçmeden önce de din vardı.” Zaten inanç iç- güdüsü, insan doğası, imanın huzuru gibi neoliberalizm sonrası çok yaygınlaşan “dincileşme”, toplumları hizaya sokma çabalarına katkı sunar gibiydi ve böyle bir bilimsel veri akıllı tasarımcıya işaret olarak değerlendirilmişti. Neyse ki kazılar ilerleyince evcil tahıl fosilleri bulundu da gerçekten dünya tarihi değişti ve tarımsal yaşamın başlangıcı iki bin yıl kadar geriye işaretlendi.
Paleolitik dönemde cinsellik sadece akraba olunmayan bir başka oymakla ve sadece yaşıtlar arasında söz konusu diyor Reed.8 Yani seçilmiş bir yakın oymakta yaşayan erkeklerle benzer yaştaki kadınlar seks yapıyor ve çocukları olabiliyor. Ancak çocuk annenin ve onun oymağının. Erkek çocuklar dayıları ile erkeklik rollerini öğreniyorlar (avcılık vs.). Kadınlar 1) Türü yaşatabildikleri, sürdürebil- dikleri ve doğurabildikleri için çok değerli. 2) Düzeni sağlayabildikleri için çok değerli. Yineleyeyim, sınıfsız (ilkel komünal ve tarım) toplumda tanrılar yok. Tanrıçalar var.
Ve tanrı kadını yarattı
Sonrası, baba soyunun takibi, ataerkinin doğuşu ve eşzamanlı sınıflı topluma geçiş. “Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öz nitelikleri bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan, her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçilir… Atasözü hep haklı: İnsan önerir, tanrı düzenler.” demekte Anti Dühring’de Engels.9
Dinler toplumsal düzeyde var olan hâlihazırdaki eşitsizlikleri doğallaştıran bir ideolojiyi dayatmak için sınıflı toplumlarda ortaya çıkmıştır. Napolyon İmparatorluğunu ilan edip papalıkla “concordato” imzaladıktan sonra şöyle konuşmuş- tur: “Devlete en emin ve sürekli destek işini gören şey dindir. Çünkü hiçbir toplum servet eşitsizliği olmadan yaşamını sürdüremez ve servet eşitsizliği de din olmadan sürdürülemez.”10
Tarım aletlerinin gelişmesi ve hayvan sürüleri sayesinde özel mülkiyetin gelişmeye başladığını, servet birikiminin olanaklı hale geldiğini biliyoruz. Bu dönemde evlilik kurumunun da değişmesi söz konusu. Neden böyle oldu ve neden bazı yerlerde baba soyu ve ataerki önemli hale geldi sorusuna şöyle bir yanıt verilebilir Faulkner’in ağzından11: “Yeni teknikler toplumsal değişimi getirdi. Erken neolitik dönemin düşük teknoloji ekonomisi uzmanlaşmış emeği gerektirmiyor- du. Üretime herkes katılıyordu. …. Cinsler arasındaki ilişki de değişti. Toplumsal grupların varlıklarını sürdürüp refaha ermeleri, ekonomik işler için ergen ve genç yetişkin nüfusun sürekliliğini gerektiriyordu. Genç kadınlar bunu sağlamak için ve yüksek ölüm oranları nedeniyle hayatlarının büyük bir kısmını ya hamile ya da bebek emziriyor olarak geçiriyorlardı. Çapacılık çocuk bakımı ile birlikte götürülebilirken toprak sürme öyle olmuyordu.” Ya da Tillion’un deyişiyle icatlardan sonra “aynı zamanda kadınlarınızı kendinize saklayabilir hatta komşunuzunkini de alabilir, yapabildiğiniz kadar çocuk yapardınız. Çünkü ne kadar kalabalıksanız yeni başlamakta olan sermaye birikimini artırmak ve korumak için o kadar güçlü olurdunuz.”12
Başlık parası diyebileceğimiz, kadınla evlenmek ve onu kendi köyüne götürmek isteyen bir erkeğin kadının klanına sürü armağan etmesinin de bu düzen değişi- mine katkı sunması olası. Armağan sürülerin, kadının erkek kardeşi evlenirken onun evleneceği kadının ailesine verilmesi, bu sürülerin elden ele dolaşmasına neden olmuş ama kadın boşanmak isteyince geri verilecek sürü olmaması ayrılığı zorlaştırmış olmalı. Bu aslında kadının değil çocuğun satın alınması diyor Reed 13, kadın evine geri dönse de çocuklar babada kalıyor. Henüz babanın çocuk yapma konusunda etkisi bilinmiyor olsa da çocuklar tarla, sürü işlerinde önemli ve alınıp satılabiliyor.
Bu üretim ilişkilerini sürdürebilmek için, kadının toplumsal statüsünün değiştirilmesi gerekmekte ve bu, kadının yaratılma süreci ile başlıyor. Kadının yaratılma süreci, dinlerde (tek tanrılılarda) genellikle birbirine benzerdir. Tevrat’ta yazdığına göre Tanrı önce Adem’i yaratmış sonra onun kaburga kemiğinden de Havva’yı yaratmıştır. Bir de Lilith öyküsü var, o da yaratılan ilk kadın ama boyun eğmediği için o zaten lanetlenip yok edilmiş. Lohusalara musallat olduğuna inanılan cin Lilith. İncil’de ve Kur’an’da Lilith öyküsü yok. Hep boyun eğen kadınlar var. Adem’in yaratılışı Lilith ile başlarken bir zaman sonra kadının hükmünün geçersiz kılınacağı başka bir figüran bulunmuştur, yani Havva karakterinin ortaya çıkışı, yani zayıf, güçsüz, sözsüz, aciz, doğası gereği erkeğin gücüne ihtiyaç duyan zayıf bir karakterin doğumu gerçekleşmiştir.
Dinlerde kadının yaratılış gayesine de tamamen değişmiş yeni bir hikâye ile biçim verilmiştir. Eril gücün egemenliği, din üzerine yaratılmış bulunan ve de tarihi sürecin örümcek ağını dokuması gibi işlerken bütün kapılar kadına kapatılmaya başlanmıştır. Ataerkil düzen kurulduktan sonra, insanlık tarihinde şimdi ilk kez görülen kadın aşağılamasını haklı çıkarmak için suç, kadının biyolojik yapısına ve özel olarak da “kirletici” kanına yüklendi. Erkekleri yürekli ve temiz, kadınları istenmeyen kirli insanlar olarak gösteren bu baş aşağı edilmiş ataerkil tabloya tüm dinler eşlik ettiler.14 Örneğin Hindularda “aylık kanamadaki bir kadın bir Ari’ye dokunacak olursa kamçısıyla dövülebilir.” Zerdüşt kutsal kitapları aylık kanaması olan bir kadının gözünden gelen bir bakışın düştüğü yeri kirle- teceğini, Tevrat’ta aylık kanamada kadınların 7 gün ayrı yerde tutulması gereği, eğer ona dokunulursa arınıncaya kadar kirli sayılacağı yazmaktadır.15
Ataerkilliğe geçişte dinlerin yardımcı olmasına ya da ideolojiyi sürdürmesine en önemli kanıt yaratıcılığın kadından alınıp erkeğe verilmesi olarak değerlen- dirilebilir. Tevrat’ta Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan kadın tıpkı doğum eylemini erkeğin gerçekleştirmesi gibidir. “Etimden et kanımdan kan yaptım”.
Havva adının, eski bir Mezopotamya dilinde “yaşatan kadın” anlamına geldiği- ni ve bunun da kökeninin, Sümer mitolojisinde, hastalık geçiren bilgelik tanrısı Enki’yi tedavi eden 7 tanrıçadan biri olan, tanrının kaburgalarını iyileştiren tanrıça Ninti olduğu (Ninti: kaburga kadını, Nin aynı zamanda hayat anlamına geliyor, Ninti hayatın kadını, can veren kadın anlamına geliyor) bilinmektedir.
Tevratla başladık, birkaç şey daha söyleyip aynı köklerden yararlanan Hıristiyanlığa geçelim. Kadının toplumsal konumunun aşağıya çekilmesi, sadece yaratıcılığının elinden alınması ile olmamış elbette, bu kadar yıllık geleneği ve yaşam biçimini sadece bununla yıkmak olası değil. Kadının bedeni, aklının engelleri ve kötülüğü konusunda da yeni değerlere uygun şeyler yazılması ve konuşulması gerekiyor. Örneğin kadınlarda bakirelik aranıp erkeklerde aranmaması. Zaten cennetten kovulma öyküsü kadının şeytanla işbirliğini netleştirmiştir.
Yıl olarak Musa’nın ne zaman yaşadığı net olmamakla birlikte barbarlık döne- mine ya da firavunların dönemine denk geldiği konusunda bilgiler vardır Tevrat’ta. O dönemde olasılıkla Musa’nın sözleri dinlenmeyeceği için insanlara söz geçirmenin yolunun insanüstü bir güce (ve erkek bir güce) dayandırarak ehilleştirme işlemine başlanmış oldu. Sonraki tek tanrılı dinlerde de peygamberler Musa’nın yolunu izledi. Hem geleneksel yapının hâlihazırdaki değerlerinden, hem Sümer mitolojisinden hem de egemen sınıfın çıkarlarına uygun olanlardan yararlanarak tanrı sözünü insanlara ilettiler. Burada bir parantez açmalıyım; Hıristiyanlığın ortaya çıktığı dönemde çağın büyük dinleri; Mısır’da Osiris’e, Frigya’da Attis’e Suriye’de ise Adonis’e tapma tipik kadın dinleridir.16
İsa bir din kurucusuydu, devlet kurucusu değildi. Bu din Roma devleti içinde kuruldu, gelişti. Roma Devleti ile sürekli savaş halinde oldu; sonunda çok tanrılı dini yıktı, tek tanrılı dini, Roma’nın resmi dini yaptı. Tarihsel olarak Hıristiyanlık batı toplumlarında bedenin, özellikle kadın bedeninin denetlenmesinin esas aracı olmuştur.
“Kutsal yaşamlıların tüm kilise toplantılarında olduğu gibi, kadınlar kilise toplantılarında ağızlarını kapasınlar. Çünkü onların lafa karışmasına izin verilmemiştir. Yasanın bildirdiği gibi bağımlı olsunlar. Öğrenmek istedikleri bir soru varsa, evde kocalarına sorabilirler. Kadının kilise toplantılarında lafa karışması, saygınlığı hiçe indirir.”17
Hıristiyanlık sadece kadının konumunu değiştirecek olguları vazetmemiş aynı zamanda tarihten de kadını silmeye çalışmıştır. Bu silme işlemi hem gerçek hem de mecazi anlamda olmuştur. Örneğin tapınaklarda yazılı olan tanrıça isimleri silinmiştir. “Tapınak rahiplerinin tanrıça isimlerini silmeleri üzerine Badınter’in dediği gibi “Kutsalın kadında cisimleşebileceğini ve aşkınlığın mutlaka erkeklikle özdeş olmadığını unutturmaya çalışanların acelesi vardı.”18 Hıristiyanlık dönemi boyunca kadınların izlerini silmek için birtakım öykülerin değiştirilmesi, mito- lojik tanrıçaların erkekleştirilmesi hatta Meryem’in bile erkeksileştirilmesi söz konusudur. Örneğin Adalet Tanrıçası, vakur Themis yerine, yine bu tarihlerde bu günkü gözleri bağlı, bir elinde manav terazisi, öteki elinde paslı bir pala tu- tan, bir genç kız konmuştur. Artık Themis ve de Eski Mısır’ın İsis’li, Osiris’li, Toth’lu Anubis’li bir kefesinde yürek ötekinde tüy olan adalet terazisi, o güzelim papirüs unutulup gitmiştir. Kültüre içselleştirmek için medya ve tarih üzerin- den yapılan oyunların yeni olmadığını da görmüş oluyoruz burada.
Tecavüz durumunda, tecavüz edilen kadının suçlu olduğunun düşünülmesi de tek tanrılı dinlerden bize miras kalan bir durum. Yahudilikte erkek, bakire bir kadına kent duvarları içinde tecavüz ederse kadın da erkekle beraber taşlanıp öldürülürdü (bağırsa duyulabilecek diye).19
Kadınların küçümsenmesi, erkeklerin yanında ya da toplumun içinde ikinci plana itilmesi, ilk ve ortaçağın tüm toplumlarında var. Tek tanrılı dinler, insan yaşamını tümüyle ipotek altına almış, dinsel inancın dışında insana özgür bir alan bırakmamıştır. Hıristiyanlıkta “halkla ilişkiler” de çok önem kazanmıştır. Havariler (hepsi erkek) ve misyonerler (kadınlar da var) dinin yaygınlaşması için çaba göstermişler ve savaşlar din adına yapılmıştır. Din savaşlarının da en önemli ganimeti kadınlardır.
İslam ve kadın
“Her ne kadar diğer semavi dinler de bu doğrultuda iş görmüş olsa da bunlardan hiçbiri yoksul sınıfları uyutmak bakımından İslam şeriatı ile yarışamamıştır. He- men ekleyelim ki İslam şeriatı bu başarısını Muhammed’e borçludur.” 20
Kadınlar ve savaş konusunda da bu başarısı sürdürülmüştür. İslam da bir savaş dinidir. Muhammed, Medine’ye göçten ve Bedir savaşından sonra düzenli asker beslemeye başlamış, böylece toplumun önderi durumunda olunca, hukuk düzenlemeleri de getirmiştir. Bu bize teokrasiyi göstermekte ve cezaların ciddiye- tinin tekrar tekrar düşünülmesini gerektirmektedir.
İslam ve kadın ilişkisinin ayrıca konuşulması iki nedenle gerekmektedir. Birincisi İslam’ın kadın haklarına yenilikler getirdiğinin iddia edilmesi, ikincisi de İslam’ın dinsel buyruklarının bir yasa olması yani hukuku bulunmasıdır. Bu ikisi elbette birbiri ile kesişmektedir.
Kadın haklarına getirdiği yenilikler nelerdir diye bakıldığında üç ana başlıkta konuşulabilir. Birincisi cahiliye döneminde yani İslam öncesi dönemde kız çocuklarının diri diri gömülmesi tezi. Bununla ilgili pek çok şey yazıldı ama yineleyelim. Muhammed’in ilk eşinin 40 yaşında, zengin bir tüccar olmasının da bize gösterdiği gibi, çok nadir görülen ve kısıtlı, küçük coğrafi bölgelerdeki bir alışkanlık. Yani (belki sadece zengin ailelerde) kadınlar ekonomik özgürlüğe sahip o dönemde. Hatta eşlerini kendileri seçip, kendilerinden on beş yaş küçük erkeklerle evlenebiliyorlar.
İkinci başlık kadınların miras hakkından yararlanması meselesi –ki bu hem hu- kuka hem de kadının toplumsal konumuna ilişkin bir meseledir–. İslam dini ile (ya da şeriat hukuku ile) o zamana kadar mirastan hiç pay alamayan kız çocuklarına, erkek çocukların yarısı kadar miras hakkı tanınmasıdır. Ancak uygulamada, durumun o dönemde ve şu anda şeriatı uygulayan ülkelerde nasıl olduğu tartışmalıdır. Çünkü; Kur`an “Erkekler, kadınlardan üstündür, çünkü Allah onları bir çok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir, çünkü onlar, kadınları, mallarıyla geçindirirler……onun için iyi kadınlar itaatkardırlar.”21 demektedir.
Bu durumda kadınların miras haklarının (yineleyeyim erkeklerin yarısı) peşinden koşması neredeyse olanaksızdır ve kadın bu hakkın peşinden koşmasın diye endogamiye de izin hatta destek verilmiştir. Önemli din âlimi Nihat Hatipoğlu’nun (!) da ısrarla belirttiği gibi teyze, dayı, hala, amca çocuklarıyla yani kuzenlerle evlenilebilir. Bu hem mirasın dağılmamasını getirecek hem de kadını aile-toplum baskısı altında tutmayı kolaylaştıracaktır. Ayrıca evlilikte ve cinsellikte dini kurallara uyulması ensest açısından da önem taşımaktadır.
Aile içi evliliklerin teşviki ve evlenme yaşının düşüklüğü değişik düşünceleri de mubah saydırabilmektedir. Büşra Sanay “Kardeşini Doğurmak” kitabının, bir ilahiyatçı ile röportaj yaptığı bölümünde, ona araştırması sırasındaki bir izlenimine ilişkin düşüncesini soruyor:
“Özellikle 12 yaşına giren kız çocuklarının, yani ergenliğe ulaşmış kız çocuklarının babalarına mubah olduğu konuşuluyor bazı topluluklarda. Babanın cinsel dürtülerini bu yaştaki kızlarına kullanabilmesi mubah görülüyor. Yani babaların ilk kullanım hakkı olduğu düşünülüyor Bu mubah kelimesi araştırma sırasında çok karşılaştığım bir kelime. ” 22
Sanay’ın bu izlenimi edindiği topluluklarda dini sözcükler önemli ve endogami de mubah. Endogami aile içinden birilerine evlenme olanağı sağladığı için ensesti de doğallaştırmakta etkili olabiliyor.
Kadın haklarına İslam’ın getirdiği yenilikler açısından bakıldığında üçüncü başlık örtünme olarak savunulmaktadır. Örtünen kadının toplumsal yaşama karışması kolaylaşmakta ve böylece özgür olacağı söylenmektedir. Bilindiği gibi bugünlerde de aynı argüman öne sürülmekte hatta daha ilerisi örtünmenin kadının bireysel özgürlüğü olduğu ifade edilmektedir. Örtünen kadın dış dünyaya çıksa da mahrem kalmakta yani hem kendi içinde hem de başkalarının gözünde yasak olmaktadır.
Tüm tek tanrılı dinlerin birbirine benzemesi ve bunların da eski kurallardan ve geleneklerden feyz alması garip bir şey değildir. Çünkü dinler bir yenilik algısı için değil iktidarı sağlamlaştırmak için ortaya çıkmıştır. Örneğin sünnet olgusu paleolitik dönemden kalma bir alışkanlıktır. Erginleme töreni kimilerine göre tanrılara kurban kimilerine ise dayanıklılık göstergesi olarak görülmektedir. Başörtüsü de benzer bir olgudur. Kadının eve kapanması ve ikinci sınıflaştırılması ile yakından ilgilidir, tapınaklarda kendilerini tanrı adına erkeklere sunanlar- dan başlayan alışkanlık sadece İslam’a değil tüm tek tanrılı dinlere yansımıştır.
Yazıda toplumsal yapının birey/kadın üzerinde nasıl etki yaptığını anlatmaya çalıştım. Din bireyler üzerinde sadece yasal baskı biçiminde ortaya çıkmıyor. Bi- anet’ten Büşra Cebeci’nin başörtüsü takma ve çıkarma hikâyesindeki tümceler birçok insanın anlatmak istediği şeyi özetler biçimde. “Başörtüsünü kendi isteğimle taktım. Babam çok dindar bir insandı. Beni daha çok sever diye düşündüm..” diyor. Çıkardığında ise “İlk defa kafam üşüdü, saçıma rüzgar değmesi anlatılmaz bir histi.”23
İslam’ın korktuğu önemli şeylerden birisi de bireyselleşmedir. Özellikle kadının bireyselleşmesi. O yüzden kocaya itaatsizlik ile cemaate itaatsizlik eşdeğer tutulur. Demek ki en azından öbür dünyada sorulacak olan “kocaya itaat” sorusu iptal edilebilirse, kadınların bireyselleşmesinin önü açılabilir ya da belki kadınların gerçekten fitneye yol açmaları gerekir.
Başörtüsü çıkarma konusunda söyleşi yapılanlardan bir başkası “İnanç konusunda yoğun bir alt yapım yoktu ve “Dini anlamda ilk önce yapabileceğim ne var?” deyip başımı kapatmaya karar verdim. O zaman ortaokul son sınıftaydım. Ailem henüz yaşımın küçük olduğunu söyleyerek başörtüsü takmama karşı çıktı, ben direttim. Elbette ki benim başımı açmam çok büyük tepkiyle karşılanmadı. Onların deyimiyle “terörist” olmam, devlet karşıtı bir kadın olmam asıl tepki çekti.” 24 demektedir .
İran’da Humeyni’nin İslam devrimi diye adlandırdığı rejim değişikliği sırasında kadınların bu devrimi desteklemek için peçe takarak sokaklara çıktıklarından söz ediyor Berktay.25 Devrimden üç ay sonra o peçelerin gerçekte kadınların boğazını sıkmaya başladığını anlamışlar ama iş işten geçmiş. Yani sadece direnmek yetmez doğru şey için, hep birlikte özgürleşmek için direnmek gerekir. Bunun için bilgilenmeye ve kafamızı geleneklerin karabasanından kurtarmaya ihtiyacımız var.
Sonrası…
Neden kadınlar daha çok dine inanırlar diye bakıldığında dinin sınıflı toplumlarda hâkim sınıflar için bir tahakküm aracı olması ve ezilen sınıf içinse bir umut ve rahatlama aracı olduğunu anımsamak gerekmekte. Lenin’in dediği gibi “bütün hayatları boyunca didinen ve yokluk içinde yaşayanlar dinden, bu dünyada boyun eğmenin ve sabırlı olmanın ödülünü cennette alacaklarını umut ederler.”26
Özgürleştim diyor ya başlarını açan kadınlar, bunun gerçek bir özgürlük olmadığını, içinde yaşadığımız toplumda tüm kadınların özgürleşebilmesi için iktidarı emekçi sınıfların ele geçirmesi gerektiğiyle noktalayalım yazıyı.
Dünyayı kadınlar kurtaracak. Bunu ciddi yazıyorum. Toplumsal ve ekonomik bağlamda dinin de etkisiyle bu kadar ezilen kadınlar, direnmenin yolunu bulacaklar elbet. Başörtüsünü açan kadınların sosyal medyada bu denli tepki çekmesi de bundan. Tarihte ve günümüzde direnen kadınlara saygıyla…
Dipnotlar ve Kaynak
- Faulkner (2014). Marksist Dünya Tarihi: Neandertallerden Neoliberallere (Çev: T. Öncel). Yor- dam Kitap. s.50
- Berktay F. (2012). Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın: Hristiyanlıkta ve İslamiyette Kadının Statüsü Üzerine Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım. Metis Yayınları (4. Basım). s.24
- Reed E. (1982). Kadının Evrimi: Anaerkil Klandan Ataerkil Aileye. (Çev: Ş. Yeğin). Payel Yayınları. s.114
- Engels F. (2010). Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. (Çev: K. Somer). Sol Yayınları.
- Millett K. (1987). Cinsel Politika. (Çev.: S. Selvi). Payel Yayınları (2. Basım). s.51
- Özbudun S. (2013). Friedrich Engels ve Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni Üzerine https:// sibelozbudun.blogspot.com/2013/07/friedrich-engels-ve-ailenin-ozel.html#axzz6R7Uq4XLq
- Reed E. A.g.e. s.121
- Reed E. A.g.e. s.125
- Engels F. (2010). Anti Dühring. (Çev: K. Somer). Sol Yayınları (5. Basım). s.416-417
- Arsel İ. (1988). Şeriat ve Kadın. Kaynak Yayınları. s.50-51.
- Faulkner N. A.g.e. s.36
- Tillion G. (2006). Harem ve Kuzenler. (Çev: Ş. Tekeli ve N. Sirman) Metis Yayınları. s.5
- Reed E. A.g.e. s.184
- Reed E. A.g.e. s.145
- Reed E. A.g.e. s.146
- Lewinshon R. (1966). Cinsi Adetler Tarihi. (Çev: E. Gürol). Varlık Yayınları. s.83
- İncil, 14: 34.
- Berktay F. A.g.e. s.49
- Berktay F. A.g.e. s.95
- Arsel İ. A.g.e. s.51
- Kur’an 4:34
- Sanay B. (2018). Kardeşini Doğurmak. Türkiye’de Ensest Gerçeği. Doğan Kitap (7. Basım). s.153
- Özgürleştim Diyen Kadınlar. Birgün Gazetesi. 20 Ocak 2019 s.5. https://www.birgun.net/haber/ ozgurlestim-diyen-kadinlar-243991
- Bianet. http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/194054-devlet-karsitligim-basortumu-cikar- mamdan-daha-fazla-tepki-cekti Erişim: 10 Ocak 2019.
- Berktay F. A.g.e. s.131
- Lenin V. I. (1994). Sosyalizm ve Din (Çev: Ö. Ünalan). Bilim ve Sosyalizm Yayınları. Ankara. s.83.