Türkiye kapitalizmini konu alan hemen tüm çalışmalarda iki ana eksen öne çıktı. Bunlardan birincisi kaynak, ikincisi pazar sorunudur. Kaynak ve pazar sorunlarının bu denli öne çıkması, bir rastlantı ya da bu çalışmaların sahiplerinin öznel tercihlerinden kaynaklanmadı. Kaynak ve pazar ikilisi, karşılıklı belirleyicilik ilişkisi içinde sermaye birikiminin sürdürülmesinin temel unsurları olarak ele alınmalı. Başka bir deyişle, kaynak ve pazar sorunlarını çözemeyen bir kapitalist ülkede, sermaye birikiminin siyasal, ekonomik ve ideolojik alanlarda bunalımlara kapalı olabilmesi mümkün değil.
Türkiye kapitalizminin bu anlamda kendine özgü olmadığını vurgulamak gerekiyor. Kaynak yaratma, pazar bulma, geç kalmış ya da yaygın deyimiyle azgelişmiş bütün kapitalist ülkelerin ortak sorunudur. Her ülkenin kendine özgülüğü ya da farklılığı, bu sorunlara kendi iç dinamiklerine ve dünya kapitalizmi ile eklemlenme özelliklerine bağlı olarak bulabildiği çözüm(süzlük)lerde aranmalı.
Bu çalışmada, Türkiye ekonomik literatürüne yakın okuyucuyu bir ölçüde sıkmak pahasına da olsa, kaynak ve pazar sorunlarını Türkiye kapitalizminin bunalım dinamikleri ve açmazları konusunda ileri süreceğim tezlerin ana eksenleri olarak alıyorum. Hemen belirteyim, sözkonusu tezlerin büyük çoğunluğu, “yeni ve kanıtlanmış” tezler değil. Böyle bir iddia taşımamakla birlikte, ortaya atılan tezlerin açıklayıcılık gücü olduğuna ve tartışılarak geliştirildiklerinde önemli bir “tespit zemini” sağlayacağına inanıyorum.
İlk tezi şöyle formüle ediyorum: İthal ikamesi olarak adlandırılan ve 1960’lı yıllardan 1970’li yılların sonlarına kadar süren iç pazara dönük korumacı sermaye birikimi modeli, Türkiye kapitalizminin en “rahat” dönemi olmuştur. Bu dönemin sona ermesinde ise belirleyici unsur kaynak, özellikle dış kaynak sorunudur.
Tezi açmak için sözkonusu birikim modelinin temel mekanizmalarını gözden geçirmek gerekiyor. İç pazar sermaye birikiminin alanı olarak seçildiğinde, öncelikle iki nokta ön plana çıkar: Birincisi iç pazarı dış rekabete karşı korumak, ikincisi sermaye birikiminin hızlı ve sürekli olmasını sağlayacak biçimde içerdeki “talep unsurlarını” yaratmak. Türkiye’de 1960 sonrası dış rekabete kapatılan alan,büyük ölçüde dayanıklı tüketim mallarından oluşan imalat sanayi olmuştur. Bu, aslında bir tercih olmaktan çok bir zorunluluktu. Gecikmiş bir kapitalist ülkenin; teknoloji ve kaynak kıtlığında, ara malı ve üretim malı sektörlerinden başlayarak sanayileşmeyi hedeflemesi olanaksızdır. Sözkonusu zorunluluğun Türkiye ekonomisi üzerindeki doğrudan etkilerine ileride döneceğim.
1960 ve 1970’li yıllarda sermaye birikiminin hız ve sürekliliğini sağlayacak talep unsurlarının çerçevesi ise popülist politikalar oldu. 1950’li yılların köylüye dönük popülist iktisat politikaları, bu dönemde işçi sınıfını da kapsayarak genişletilmiştir. İşçi sınıfına toplu pazarlık sistemi içerisinde görece yüksek, ama yine toplu pazarlık sisteminin mantığı gereği “denetim altında tutulabilir” bir ücret politikası uygulanmıştır. İşçi sınıfının ücretleri yükseltmek yönündeki mücadelesini küçümsemiyorum, sadece “ücretler üzerine yapılan sınıf mücadelesinin, sermaye birikimi tarafından belirlenmiş bazı nesnel sınırlar içerisinde işlediği” gerçeğinden hareket ediyorum.
Tablo I Popülizmin Ekonomik Göstergeleri
Kaynak: Korkut Boratav Yapıt sayı 46’1 s.9 45
Yukarıdaki tablo konuya açıklık getiriyor. Reel ücretler dönem boyunca sürekli artış göstermiştir. Bunun tek istisnası 12 Mart’ı izleyen birkaç yıldır. 1975 yılından itibaren reel ücretler yükselmeye devam etmiştir. Bu yükselme 1978 ve 1979 yıllarında da sürdü. Ancak bu son iki yıldaki yükseliş tümüyle sermayeye rağmen gerçekleşti. Tarım/sanayi ticaret hadleri ise 12 Mart ertesinden başlayarak sürekli olarak sanayi lehine döndü.
Bu noktada bir parantez açarak, 12 Mart’ın ekonomik yönüne ilişkin bazı tespitleri aktarmak istiyorum. 1970’lerin başı dünya kapitalizminin durgunluğa ve buna bağlı olarak da yeni arayışlara girdiği bir dönem. Türkiye’de sanayi burjuvazisi, gelişmeleri çok yakından ve çok doğru teşhis ederek izledi ve bir gerçeği zamanında farketti. Gördüğü gerçek kabaca şuydu: Dünya kapitalizminin içine girdiği yeni doğrultuda Türkiye’nin 1960’ların iç pazara dönük birikim modelini sürdürebilmesi için gerekli dış kaynağı (dövizi) bulmak giderek güçleşecektir. Yapılması gereken, zaman yitirmeden yeni yönelimlere ayak uydurarak dış kaynak mekanizmalarını zora sokmamak ve buna ek olarak, sanayinin “kendi dövizini yaratabilmesini” sağlayacak önlemler alarak dış pazara yönelmekti. Bunun birinci yolu ise emek piyasasına doğrudan müdahale etmekten geçiyordu. Başka bir deyişle çözüm 24 Ocak 1980 kararlarını 1970 yılına çekmekti. 12 Mart sonrası birkaç yıl, bu anlamda sanayi burjuvazisi adına tam zamanında alınmış ekonomik kararları kapsar. Ancak burjuvazi, iki önemli nedenden ötürü bu programdan “vazgeçerek” eski sermaye birikim modeline yeniden döndü. Nedenlerden birincisi mevcut modelin yüksek kâr oranları sağlaması ve bu modelden ayrılarak “dışarıya yönelmenin” geniş altyapı yatırımları ve teknoloji gerektirmesi. İkinci ve daha önemli bir neden ise siyasi nitelikli oldu: Popülist politikaları, “demokratik” görüntüsü ve sınıfsal çelişkileri gizleyebilme avantajını sağlayan mekanizmaları ile iç pazara dönük korumacı birikim modelinden kopmanın siyasal maliyeti burjuvazi açısından çok yüksekti. Yazının başındaki “rahat yıllar” nitelemesini bu anlamda kullanıyorum. Hassas dengelerden hiçbir dönemde kurtulma lüksüne ve esnekliğine sahip olamamış Türkiye kapitalizmi için dışarıya yönelmenin, burjuva iktidarını tehlikeye düşürme riski göze alınamayacak kadar büyüktü. Sonuçta, Türkiye’nin gündemine burjuvazi açısından sağlam ekonomik gerekçelerle giren dış pazara dönük birikim modeli, büyük ölçüde siyasal gerekçelerle “ileri bir tarihe” bırakıldı. Başka bir deyişle, bunalım ertelenmiş oldu. Parantezi kapatmadan önce bir sonucu vurgulamak istiyorum. Türkiye kapitalizminin 1980’de gerçekleştirdiği dönüşümü 1970’lerin başında gerçekleştirmekten kaçınması, sistemi ekonomik açıdan daha “zayıf” bir hale getirdi. Dönüşümü gerçekleştirememe tercihi ise tümüyle içsel ve büyük ölçüde siyasal nedenlere dayandı.
Tüm bu gelişmelerin sanayi-tarım ilişkisine yansımaları ise daha farklı oldu. 12 Mart’ın işçi sınıfına yönelik kısmı yarım kalırken, köylüyü hedefleyen kısmı sürdü: Sanayi burjuvazisi ücretlerde yapmadığını tarım/sanayi ticaret hadlerinde yaptı, fiyat ilişkisini sanayi lehine çevirdi, başka bir deyişle fiyat makasını açtı. Mevcut siyasal çerçeve içinde kurumsallaşmış ve örgütlenmiş işçilere yüklenerek çelişkileri keskinleştirmek yerine, giderek kendisini hissettiren kaynak açığını dolaylı yoldan tarımdan karşılamayı tercih etti. Köylüye dönük popülist politikalar 1980 kararlarından çok önce sona ermiş oldu. Tablo 1’deki tarım/sanayi ticaret hadlerinin sanayi lehine değişmesini böyle açıklamak gerekiyor.
Şimdi yeniden korumacı iç pazar birikim modelinin geneline dönelim. “…reel ücretlerin sürekli yükselme eğilimini besleyen ana mekanizmanın Kamu İktisadi Kuruluşları’nın izlediği ‘gevşek’ ücret politikası ile yakından ilgisi olduğu söylenebilir. Geniş bir üretken kamu kesiminin varlığı, popülist bölüşüm politikalarının asli unsurlarından biridir, zira bu kesimin gevşek bir istihdam ve ücret politikası izlemesinden hiçbir sosyal grup doğrudan doğruya zarar görmez.”1 Aksine, sorun iç pazarı canlı tutmak olunca bazı “sosyal gruplar” bundan fazlasıyla yararlanır. Kamu kesiminin işlevi, sözkonusu birikim modeli içinde bununla sınırlı değil. Öncelikle, üretim için gerekli temel girdileri düşük fiyatla sağlaması böylece kâr oranlarının düzeyini koruması gerekiyor. Ayrıca, ithal girdi için gerekli kıt dövizi sermaye grupları arasında “tahsis etmesi” gerekiyor.2 Dahası var, iç pazarı koruyucu önlemleri alarak ithalatı düzenlemek, tek tek kapitalistlerin üstlenemeyeceği veya kârlılık açısından cazip olmayan ama sermaye birikiminin sürmesi için zorunlu olan alanlarda yatırım yapmak; sanayi sermayesine düşük faizli kredi sağlamak vs. Daha önce çeşitli fırsatlarla değindiğim bir konuyu burada yeniden vurgulamak zorunluluğu duyuyorum. İşlevleri böyle net sınıfsal sonuçlar veren bir kamu kesimi varlığı ortadayken, bazı solcularımızın bugün yakın geçmişe bakıp, devletin ekonomi içindeki payının “azalmasına” hayıflanmalarını, 1960’ların devletine marazi bir nostaljiyle sahip çıkmalarını anlayamıyorum. Kaldı ki, 24 Ocak sonrası devletin “öneminin azaldığı” saptaması tümüyle bir yanılsamadır. Aksine bugün devletin burjuvazi için önemi bir kat daha artmış işlevleri daha bir “rafine” olmuştur.
İç pazara dönük korumacı ya da aynı anlama gelmek üzere ithal ikameci birikim modelinin şimdiye kadar çizilen özellikleri çerçevesinde sürdürülebilmesi yalnızca korumacılık ve pazar sorunlarını çözmekle sağlanmıyor. Bunlara ek olarak sermaye birikiminin hızının da yüksek olması gerekiyor. Türkiye kapitalizmi DPT’nin kurulmasından itibaren Üçüncü Plan’ın sonuna kadar, tarihinin en yüksek hızlarına ulaşmıştır. Tablo II bu durumu en açık biçimde ortaya koyuyor.
Dünyada kapitalist ülkelerin durgunluğa girdiği bir dönemde Türkiye yılda yüzde 7 gibi bir büyüme hızına ulaşabilmiştir. Bu noktada yazının başında belirttiğim birinci tezi tamamlayacak olan ikinci tezi yazıyorum: İthal ikameci birikim modelinin 1977’de doruğa çıkan ve 1980’de yeni yönelişlere yol açan bunalımında pazar sorununun hiçbir payı yoktur. Başka bir deyişle, Türkiye 1960-80 yılları arasında pazar sorununu yaşamamıştır. Popülist politikalar iç pazarı sürekli canlı tutacak ivmeyi sağlamış, nihai tüketim mallarının üretim süreci içinde yaratılan artı-değerin gerçekleştirilmesini ve yüksek kâr oranlarına ulaşılmasını kolaylaştırmıştır.
Burada ithal ikameci modelin barındırdığı ve daha önce değineceğimi belirttiğim çelişkilerinden birine geçilebilir. Yazının başında sermaye birikiminin ve dolayısıyla ithal ikamesinin alanının tüketim malları olarak belirlenmesinin bir zorunluluktan doğduğunu vurgulamıştım. Bu zorunluluk aynı zamanda bir çelişkiyi de ifade ediyor. Üretimin ve buradan hareketle sermaye birikiminin devamlılığı, üretim süreci için gerekli girdinin “finanse edilmesini” yani kaynak bulunmasını gerektiriyor. Tüketim malları alanında korunan bir iç pazarda sanayileşmek ise sürecin devamlılığı için gerekli girdilerin (ara ve sermaye mallarının) ithalatını finanse edecek dövizi yaratmaktan çok uzak. Sanayi kendisi için gerekli dövizi yaratamıyor. Üstelik birikim hızı arttıkça ve pazar genişledikçe girdi ve buna bağlı olarak döviz gereksinimi de artıyor. İthal ikameci modelin ürettiği en başat çelişki bu: İthalatın bir türlü ikame edilememesi ve sonuçta artması.
Türkiye 1970’lerin başına kadar geleneksel tarım ürünleri ihracından sağlanan döviz, artı, dış borç formülü ile kaynak sorununu çözmeye çalıştı. Oysa petrol krizi ve dünya kapitalizminin para-kredi sisteminde ortaya çıkan yeni gelişmelerin sonucunda daha 1970’lerin başından itibaren bu formül geçerliliğini yitirmişti. 12 Mart’ın ekonomik programının zamanında kavrandığı, ama üzerine gidemediği gerçek budur. 1977 yılı bu gerçeğin kendisini burjuvaziye bir kez daha ve daha çarpıcı bir biçimde dayattığı yıl olmuştur. “Döviz yok, üretim de yok” somutu gözler önündeyken Türkiye sanayi burjuvazisinin, tek çözüm yolu olan 24 Ocak dönüşümünü ya da aynı anlama gelmek üzere ihracata dayalı birikim modeline geçişi üç yıl daha ertelemesinin tek nedeni, ithal ikameci modelin kendisine ve burjuva iktidarına sağladığı ekonomik-siyasal ve ideolojik esnekliklerden vazgeçmek istememesidir.
1978-79: Son Umut
1978-79 yılları hemen tüm sınıfların desteğiyle iktidarı devralan Ecevit Hükümeti’nin 1977 bunalımına çok kısa sürede çok kesin çözümler bulmak gibi bir çaba içinde olduğu yıllar. Diğer sınıfların Ecevit’ten beklentileri bir yana bırakılırsa, Ecevit hükümetinin, sanayi burjuvazisi açısından bir “deneme tahtası” olarak kullanıldığını düşünüyorum. Açıkça destekleyerek iktidara taşıdığı Ecevit’i, aradan bir yıl geçtikten sonra, gazetelere tam sayfa ilanlar vererek düşürmeye çalışan aynı sanayi burjuvazisidir. Bu nedenle bu yılların incelenmesi önem taşıyor.
Bu iki yıl boyunca Ecevit hükümetinin tüm “icraatı” dış temaslar alanında oldu. O yılların moda terimiyle “taze parayı” yani dövizi bulmak için Ecevit önce ülkeler düzeyinde “prestijini” kullanmayı denedi. Bu alanda başarısız olduğu kesinlikle söylenemez. Tablo III bunun en somut kanıtı.
Ecevit hükümeti, iki yıl içinde 5 milyar dolardan fazla dış borcu ertelemeyi başarmıştır. Bu, her şeyden, önce bunalımın daha da derinleşmesini engellemiştir. Bir de iki yıl içinde sağladığı “taze para” miktarına bakalım.
Her iki tabloyu birleştirdiğimizde Ecevit’in 8.5 milyar dolara yakın dış kaynak sağladığı ortaya çıkıyor. Ancak sorun burada bitmiyor. İthal ikameci birikim modelinin popülist politikaları ve ithal gereksinimleri için gerekli kaynak bu miktarın çok üstünde ve daha da önemlisi sürekli olmak zorunda. Tablo IV’de krediler içinde IMF’nin payının küçük olması dikkat çekici. IMF kredi için tek koşul öne sürüyor: 24 Ocak kararları. Dünyada kredi akışının IMF’nin denetimine verildiği bir dönemde Ecevit hükümeti IMF’ye sürekli olarak “Önce taze para sonra istikrar önlemleri” mesajını verdi. Böyle bir mesajın IMF’ye hitap edemeyeceği çok açık olmalı. Ecevit’e ise “sosyal demokrat” etiketini Avrupa’da pazarlayarak, ikili ilişkilerle kaynak bulmaktan başka yol kalmadı. Bu tür bir kaynak akışının ise sürekli olması beklenemez. Ecevit, pazarlanacak prestiji kalmadığında, bütün Batının kredi için kendisine IMF’yi gösterdiğini gördü. Ecevit’in IMF’ye uzak kalmasının nedeni kesinlikle ideolojik değildi. IMF iç pazara dönük korumacı birikim modelinden vazgeçmek anlamına geliyordu. Böyle bir karar Ecevit hükümeti için iki açıdan olanaksızdı.
Birincisi, sermaye birikimi modelinin dönüşümü için zorunlu olan emek piyasasına müdahale, popülist politikaları bırakarak “kemer sıkma”ya geçme gibi uygulamalar Ecevit’in dayandığı oy tabanı açısından “siyasi intihar” anlamına geliyordu. Dahası, hiçbir burjuva partisi böyle bir yükün altına girmeyi rasyonel bulamazdı. İkincisi, Ecevit, her burjuva siyasetçisi gibi burjuva iktidarının kendisini tehlikeye düşürecek bir adım atmak istemiyordu. Düzenin varlığı ve devamı açısından en elverişli model olarak gördüğü ithal ikameci modeli terketmenin riskini almak, siyasetçi güdülerine aykırı geldi. Ne var ki, 1979’un sonunda sanayi burjuvazisi bu riski göze almaya karar vermişti. İthal ikamesini sürdürmek için gerekli dış kaynak hiçbir zaman gelmeyecekti. Çözüm dünya kapitalizminin yönelimlerine, geç de olsa, ayak uydurmaktan geçiyordu.
Sanayi burjuvazisinin bu kararı almasının kolay olmadığını vurgulamak gerekiyor. Yıl 1979, Ocak ayının 17’si, İSO toplantısında Nurullah Gezgin Türkiye’nin “sanayicileriyle” bunalımı tartışıyor: “Ben size kendi bilançoma göre, 1977 yılına oranla 1978 yılında altı misli kâr ettiğimi söyledim. Binaenaleyh, böyle bir işkolunda hammadde darlığı nedeniyle kapanmak gerçeklere aykırı düşmektedir.”3 Gezgin’in sözleri bu yazının şimdiye kadar formüle ettiği tezleri çok açık bir biçimde doğruluyor. Yeni bir sermaye birikim modeline geçiş, Türkiye’nin gündemine ne pazar ne de kâr oranlarındaki düşme nedeniyle gelmedi. Tek belirleyici unsur “hammadde darlığı” yani dış kaynak darlığı oldu.
Aynı toplantıda Kenan Demirtaş şunları söylüyor: “Çareleri birlikte düşünmeliyiz. Bu arada biz de kendimize çeki düzen vermeliyiz. Devlet de bazı müeyyideleri getirmelidir. Aksi halde dahilde bu kadar yüksek kâr varken, hiçbirimizin ihracat hamlesi yapması beklenemez. İşçi ücretleri, fiyatlar… Mesela Yunanistan işçi ücretlerine yüzde 10 zam yaptı, fiyatları da dondurdu. Bizde öyle değil. Biz işçi ücretlerine yüzde 80 zam yapalım sonra da ihracat yapalım diyoruz. Olmaz öyle şey.”4
“Devletin getirmesi gereken müeyyideler” bu toplantıdan tam bir yıl bir hafta sonra resmen açıklandı. Ancak hazırlıkları İSO tarafından çok önceden yapılmıştı. Nurullah Gezgin’den aktarıyorum: “Odamızın kısıtlı olanakları çerçevesinde ekonomist arkadaşlarımıza bir dizi hazırlık yaptırdık. İki yıllık bir süreyi kapsıyor. Bunu değil bugünkü hükümet, bir askeri iktidarın dahi tatbik etmesi güçtür. Ama burada bir takım gerçek frijit önlemler var. İstikrar önlemleri adı altında, satırbaşları şeklinde tespit edilmiş ve bir paket haline getirilmiş tedbirler bunlar. Bunları sadece fikir edinmek için hazırlattık. Ancak bu önlemleri almaktan yana mıyız, değil miyiz? Bunu da ayrıca tartışmak gerekir.”5
1979’un ortalarında sanayi burjuvazisi sözkonusu istikrar önlemlerinden “yana” karar verdi. Ecevit düşürüldü, yerine Demirel geldi. Doğal olarak 24 Ocak “istikrar önlemleri” ile birlikte. Nurullah Gezgin’in öngörüleri ise hem tuttu hem tutmadı. İstikrar önlemlerinin “tatbiki”nin üstesinden Demirel gelemedi, bu yükü “askeri idare” üstlendi. Ama Gezgin’in kuşkularının aksine tatbikatta hiç de güçlük çekmedi.
1980’den Bugüne
24 Ocak kararları üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağım. Kararların kendisinden çok, nitelikleri ve sonuçlarını Türkiye’nin ekonomik yapısı çerçevesinde irdelemenin daha anlamlı sonuçlar vereceğine inanıyorum. Akıldan çıkarılmaması gereken, ihracatı teşvike dayanan bir kararlar demetinin, kendi dövizini yaratmaktan aciz, geri teknoloji ve yüksek maliyetle çalışan ve büyük ölçüde tüketim malları alanına kümelenmiş bir imalat sanayi yapısı üzerinde uygulanmaya çalışılmasıdır. Bunalım yıllarında sabit sermaye stokuna hiç ekleme yapılmadığı da dikkate alındığında, 24 Ocak’ın tek başına bu sanayi yapısını dışarıda rekabet edebilir bir duruma getirmesinin olanaksızlığı daha da açıklık kazanıyor. Bu durum en başta kendisini ihracat artışının giderek hız kaybetmesiyle gösterdi. Sürekli develüasyonlara, vergi iadelerine, teşviklere vs.’ye rağmen Türkiye’nin ihracatı bugün durma noktasına gelmek üzeredir.
Tablo V’in verdiği sonuçlar şöyle özetlenebilir: İhracattaki ilk yıllardaki artışlar büyük ölçüde mevcut kapasitenin tümüyle dışarıya çevrilmesi ile sağlanmıştır. Buna daha önce talep unsuru sayılan emekçi sınıflar gelirlerinin reel olarak geriletilmesi ve böylece bir yandan da maliyetlerin düşürülmesi de yardımcı olmuştur. Atıl kapasitenin sonuna erişildiğinde ise ihracat artışı yavaşlatılmıştır. İkinci sonuç, daha önce ithal ikameci modelde üretim ile ithalat arasındaki bağa paralel olarak, ihracat artışının ithalat artışına yol açmasıdır. Başka bir deyişle, sanayinin dışa bağımlı yapısında 24 Ocak’tan sonra hiçbir değişiklik olmamıştır, olamazdı da. Bunalım öncesi ile karşılaştırıldığında dış ticaret açığı olduğu gibi durmaktadır. Bunlar Türkiye kapitalizminin kaynak sorununu bu dönemde de çözemediğini göstermektedir.
Şimdi de Türkiye’nin ihracatında ilk üç sırayı alan ülkelere bakalım. 1981 yılından 1987 yılına kadar Türkiye’nin yaptığı ihracatın yüzde 32 ile 42 arasında değişen bir oranı Almanya, İran ve Irak’a yapıldı. Almanya’nın her dönemde toplam ihracat içinde yüzde 15-20 arasında değişen bir paya sahip olduğu biliniyor. Bu durumda ihracat artışı içinde İran ve Irak savaşının özel önemi ve yeri ortaya çıkıyor. Türkiye dış pazara yöneldikten sonra savaş konjonktüründen fazlasıyla yararlandı. Savaşın bitimini izleyen yıllarda Türkiye kapitalizminin karşısına daha önce karşılaşmadığı bir sorun çıktı: Pazar sorunu.
Bu konuya bir sonraki bölümde yeniden dönmek üzere, 24 Ocak’la başlayan dönüşümün sermayenin farklı kesimleri üzerindeki sonuçlarına geçmek istiyorum. İthal ikameci model içinde, dış rekabete karşı korunan bir pazarda yüksek maliyet ve geri teknolojili küçük işletmelerin küçük kâr marjları ile yaşayabilmeleri mümkün oldu. Sanayi burjuvazisinin bu alt kesimi ithal ikameci modelin en sağlam müttefiki idi. Sermaye birikim modelinin dış pazara yönelmesi, bu kesimin ya üretken olmayan alanlara kaymasına ya da iflasına yol açtı. İflas edenlerin sermayeleri tekelleşme sürecini hızlandırdı. Bu noktada bir başka tezin ileri sürülmesinde sakınca görmüyorum: 24 Ocak’la birlikte Türkiye kapitalizminin tekelleşme süreci tarihinde hiç olmadığı kadar hızlanmıştır. Dış rekabete göğüs gerebilecek güce sahip olmayan bir çok küçük firma bu güce sahip olanların eline geçti, geçmeye devam edecek. Ancak bu sonucu daha ileri götürmemek gerekiyor. Başka bir deyişle mülksüzleşen küçük sermayenin düzen karşıtı bir konum alması beklenmemeli. Üretken olmayan alanlara kayarak, spekülasyon yaparak sanayi burjuvazisi ile göbek bağlarını sürdürmeleri mümkün olabiliyor.
Tekelleşme sürecinin, doğal olarak kendisini en çok hissettirdiği yer ihracat yapan sektörler oluyor. Bugün Türkiye ihracatının yaklaşık yüzde 50’sini 40 kadar büyük firma gerçekleştiriyor. 24 Ocak’ın sermaye içindeki sınıfsal sonucu için bu rakamın yeterince uyarıcı olduğunu düşünüyorum. Dünya kapitalizmiyle bütünleşme yolunda atılan her adım Türkiye kapitalizminin çelişkilerini daha da keskinleştirmesine yol açıyor. Bu konunun öteki boyutuna, yani emekçi sınıfların içine düşürüldüğü duruma bu çalışmada girmek niyetinde değilim. Bu konuda son 9 yıldır hemen her gün bir çalışma yapıldığı bir ortamda söylenenlere eklenebilecek yeni şeyler olduğunu sanmıyorum.
24 Ocak’la tercih edilen sermaye birikimi modelinin, birikimin kendisi üzerinde yarattığı bir çelişkiden sözetmekte yarar var. Dış pazara dönük birikim modeli iç pazardaki kârlardan vazgeçmek durumunda olan ve dışarıda büyük zararlara uğramak durumuyla karşılaşacak sanayi burjuvazisinin önüne birçok teşvik mekanizması koyarak belli bir kâr oranını garanti etmekle uygulanabildi. Ancak kâr oranının düşmesini engelleyici bir başka mekanizma ise yatırımların durdurulması oldu. Daha açık bir deyişle, artı-değerin değişmeyen ve değişen sermaye toplamına oranı olarak tanımlanan kâr oranında, değişmeyen sermayenin büyümesi önlendi. Değişen sermaye yani ücretler ise emek piyasasındaki müdahalelerle zaten reel olarak değer kaybına uğratılmıştı. Kısacası 24 Ocak, sermayenin organik bileşimini yükselten ve bu yolla kâr oranının düşmesine neden olan iki önemli unsuru kontrol altına aldı. İşte yukarıda sözünü ettiğim çelişki de tam bu noktada ortaya çıkıyor. Kâr oranının düşmesini engellemek pahasına sermaye birikiminden vazgeçiliyor. Oysa Türkiye’nin “dışarıya daha çok açılabilmesi” için yüksek teknoloji içeren yatırımlara daha da önemlisi geniş alt yapı yatırımlarına gereksinimi var. Türkiye kapitalizmi, bunları gerçekleştirse bile meyvalarını bekleyecek zaman ve esnekliğe sahip bulunmuyor. Özetle, sermaye birikimini sürdürmek ile kâr oranının düşmesini engellemek arasındaki çelişki, Türkiye kapitalizminin önüne yeni bir sorun olarak geliyor.6
Türkiye Kapitalizminin Yarını
Türkiye’nin gündeminde birkaç yıldır AT’ye tam üyelik tartışması bulunuyor. AT’ye demokratik eksiklikler nedeniyle giremeyeceğimiz ya da girersek demokrasi adına hayırlı olacağı safsataları üzerinde durmak bu çalışmanın ve yazarının ilgisi dışında kalıyor. Bugün sokaktaki insan bile AT’ye tam üyeliğin en az 20 yıllık bir perspektifle gerçekleşebileceğini ifade ederken, Türkiye burjuvazisinin ve onun siyasal temsilcilerinin bu gerçeğin bilincinde olmamaları düşünülemez. Burjuvazinin ilgilendiği tam üyeliğin gerçekleşmesinden çok bu sürecin kendisi içinde sağlayabileceği olanaklar ve toplumsal alanda yaratabileceği bazı ideolojik yanılsamalardır. Özellikle ideolojik alanda yarattığı yanılsamalardaki başarısı bugün Türkiye solunun geniş bir kesiminde gözlemlenebiliyor.
AT’ye üyelik tartışmaları bir kenara bırakıldığında, bir önceki bölümde değindiğim pazar sorunu, bütün çıplaklığıyla Türkiye kapitalizminin geleceğinde yer alıyor. Türkiye ihracata dayalı birikim modelini daha önce de Kore Savaşı konjonktüründe denedi. Kore Savaşı’nın bitiminde karşılaştığı ve 1960’ların başında büyük ölçüde bu nedenle iç pazara dönmeye karar verdiği pazar sorunu, AT’ye üye olmakla da çözülebilecek bir sorun değil. AT ülkelerinin ellerindeki dev meta yığınlarını nereye pazarlayacaklarını düşündükleri, Türk politikacılarının bu ülkelere “70 milyonluk pazarımız var bizi almanız sizin için iyi olur” mesajlarını verdikleri bir ortamda, AT’nin içinde olmakla da bu sorunun çözülemeyeceği açık.
Diğer yandan, Türkiye’nin “yeni pazar” bulabilmek için gerekli ürün çeşitlemesine geçebilecek yatırımları hem finanse edebilmesi hem de kısa dönemde bunu gerçekleştirmesi çok güç bir olasılık. Mevcut sanayi yapısının dışa bağımlılığının 24 Ocak sonrası izlenen birikim modelinin mantığı içinde çözülemeyeceğine daha önce değinmiştim. Türkiye burjuvazisi bugün sosyalist ülkelerdeki gelişmeleri dikkatle ve biraz da umutla izliyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin ihtiyaç duyduğu tüketim malları pazarına girmeye çalışıyor. Birikim alanını, sosyalist ülkelerdeki tüketim malları sanayine kaydırma planları yapıyor. Bu alanda da çok şanslı olduğu söylenemez. Bir yanda tüketim sektörünün liderliğini elinde tutan Japonya diğer yanda bu alanı yeniden kapma savaşımı veren ABD’nin rekabetine, stratejik konumunu pazarlayarak karşı çıkması artık mümkün görünmüyor. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkanlar şöyle özetlenebilir. Daha önce tek sorunu kaynak bulmak olan Türkiye kapitalizminin geleceğinde bu sorunun yanısıra pazar ve birikim sorunları da olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Boratav, Korkut; “Türkiye’de Popülizm: 1962-76” Yapıt, Kasım 1983 s.11
- Pamuk, Şevket; “Krizin Gelişimi ve Türkiye’nin Alternatif Sorunu”, Kaynak Yay., s.41
- İSO, 17 Ocak 1979 tarihli toplantı tutanakları, aktaran Yalçın Doğan; “IMF Kıskacında Türkiye”, s.165
- a.g.e., s.165
- a.g.e., s.166
- Bu bağlamda Özal’ın başbakanlığı sırasında, iş adamlarına sürekli olarak yaptığı “büyümeyin gerekiyorsa küçülün” uyarıları anımsanabilir.