Toplum yaşamındaki her altüst oluş, bir toplumsal hareketin her büyük yenilgisi ve durgunluktan sonra yeniden gelişmeye başlayan devrim mücadelesinin ivmesi yükselirken, tarihinin yeniden düşünülüp yeniden yazılmasına gerek vardır. İçinde yaşanılan toplumsal sistemin iyileştirilmesi devrim değil reformdur. Konumuz devrim değerlendirmesidir. Devrim için (bilinen tanımıyla) varolan sistemde üretim ilişkileri ve üretici güçlerin birarada bulunup yaşamasının olanaksız hale gelmesi, egemen sömürücü sınıfın yürütme komitesinin yani devletin (Marx) yönetemez duruma gelmesi; bunlara bağlı olarak nesnel koşullar gibi öznel etmenin de hazır olması gerekir. Bunu mekanik olarak değerlendiremeyiz. Sorun, nasıl bir yöntemle teşhis konulup bu teşhisin gereklerinin nasıl yerine getirileceği sorunudur.
Bir sorunu teşhis etmek onu yarı yarıya çözmüş olmak gibidir. O zaman ülkeye ilişkin teşhis nasıl konmalı. Kendimize sosyalist diyorsak, üzerinde durmamız gereken temel, bilimsel sosyalistlerin sınıf, ideolojisi ve sınıf mücadelesi temelinde olmalıdır. Sınıf mücadelesi mekanik ve basit olgular üzerine inşa edilemez. Herkesin anlaması için yapılan basitleştirmeler ile bunların mekanik olarak değerlendirilmesi arasındaki farkı gözetmek gerekir.
Devrimi yapmak için yola çıkanların ülkenin üretim ilişkileri temelinde entegre olduğu sistemi, politikasını, toplumsal yapısının karakterini, toplumsal üretimden pay alanların durumunu, kültür ve sanatıyla geçmiş dönemlerin deneylerini alışkanlıklarını irdeleyip diğer ülkelerin de sınıf mücadelesi ve devrimler tarihlerini bilmeleri zorunludur. Genel bir sınıfsal bilgi birikimine sahip olunmadan yapılan ülke tahlillerinin objektif olması beklenemez. Sosyalistler sahip oldukları genel birikimi ülkelerinin özgül dinamiği ile yoğurarak bir senteze varırlar: Diğer ülkelerin marksistlerinin deneyimleri bizim için değerli ve somut tecrübelerdir. Bunlardan dersler çıkarıp yararlanırız. Bizim için aslolan iç dinamik yani ülkenin sınıfsal dinamiğidir.
21. yüzyıla ramak kaldı. Ve çağımızda kapitalizm/emperyalizme karşı mücadele çeşitli biçimlerde sürmekte. Görece geri ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerde başat olan ilişki kapitalist ilişkidir. Kapitalizmde gelişme dengesizdir, bu ise eşitsiz gelişme yasasının bir ürünüdür. Kapitalizm 19. yüzyılda ilerici dinamiğini yitirdi, tekelci emperyalist ilişkilerin gelişimi başladı. Ve bu, gelişmekte olan ülkelerin ya doğrudan ya da dolaylı olarak sisteme bağlanmasına yol açtı. Çünkü onların hammadde depoları ve pazara ihtiyaçları vardı. Entegre olan ülkelerin gelişmesi için mali, sanayi, ticari sermayeye gereksinimleri vardı. Bu gereksinim karşılanamamasına rağmen, başat olan kapitalist ilişkilerdir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi dünyayı bütünleştirdiği gibi evrensel tarihi ilişkileri de oluşturdu.
Kapitalizmin eşitsiz gelişimi geri ve gelişmekte olan ülkelerde iki tür fonksiyona sahip: İlkin ülkenin çarpık da olsa sanayileşmeye yönelmesi, ikinci olarak da toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin keskinleşmesidir. Bunu açarsak, kapitalizm birinci kuşak ülkelerde gelişirken, diğer gelişme yolundaki ülkelerin gelişimini durdurup kendi sistemine bağlar. Tekelci ilişkiler ve kendi aralarındaki rekabet savaşları, hammadde basit bir biçimde işlenip, montaj üretimi için ucuz işgücünden yararlanılan yeni işbölümünü gündeme getirdi. Sömürge ve bağımlı ülkelere yapılan yardımlar, teknoloji ve sermaye transferi sağladı (bu ülkelerden sadece Japonya birinci kuşak ülkelerin yanına geçebildi). Atıl sermaye, ticaret ve sanayi alanlarına kaydı. Tarım makinalaşırken, topraksız ve az topraklı köylü yaşamını devam ettirebilmek için şehre göç etti. Şehirde yaşayanların tüketimi, köyde yaşayanlara göre gittikçe arttı. Tüketim sanayii gelişti. İşsizlik ve işçi sınıfının kendi içinde örgütlü olmaması sonucu burjuvazi onları son derece düşük ücret veya maaşla çalıştırma yetisini elde etti. Ülkemizin birinci kuşak işçi ve emekçilerinin yerini çocukları olan ikinci kuşak işçiler almaya başladı. Bunun bir diğer sonucu da işçilerin yan gelirlerinin azalması ya da yok olmasıdır.
Geri ve gelişmekte olan ülkelerde atıl durumdaki sermaye sınai, mali ve ticari alanlara yönelirken, işçilerin yavaş yavaş da olsa emeklerinden başka satacakları birşeylerinin kalmaması dikkate alınması gereken bir olgudur. Çünkü ülkenin dengesiz de olsa sanayileşmeye doğru yönelmesi, üretim ilişkilerinin gelişmesi, makinanın tarım başta olmak üzere kullanımının yaygınlaşması, işgücünün yakalamak bir yana onu geçmesi, işçi ve emekçilerin yan gelirlerinin yokolması, bütün bunlar modern proletaryanın günümüzde politik bir güç olmaya başladığını gösterir.
Buraya kadar iki karşıt sınıfsal gücün konumları açımlandı. Somut karşıt sınıfların açılımlanan bu gelişimi aynı zamanda politik olarak da geliştiklerini gösterir. Oysa bunlardan başka sanatı, kültürü ve genel olarak sınıfsal değer yargıları var ki, bunlarsız bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Burjuvazi ile uluslararası tekelci burjuvazi arasındaki bağ ister devlet aracılığıyla ister ekonomik işbirlikçiler aracılığıyla olsun varlığını sürdürmektedir. Böylece hem kapitalist-emperyalist sistem en ücra yerlere kadar yayılıp hakim olmaya çalışırken, geri ve gelişmekte olan ülkede bu sistem zincirinin ufak ve zayıf halkası olarak yerini almıştır.
Burjuvazi, uluslararası tekeller ve devletler aracılığıyla dayanışma içerisine girerken, karşıtı işçiler ve emekçi halk politik bir sınıfsal güç olmaya başladı. Devlet, yasalarıyla, işçilerin sınıfsal temelde yasal örgütlenmesini engellediği gibi, zaman zaman onun ekonomik, demokratik ve sosyal yaşam mücadelesini de engellemekte. Burjuvazi koşulların zorlamasıyla, işçilerin, ekonomik-demokratik mücadeleyi politik mücadeleye sıçratmaması kaydıyla çalışma yapmasına izin vermekte. İşçilerin uluslararası işçi kuruluşlarıyla dayanışması bu çerçevede olmakta. Oysa işçiler politik bir güç olarak, hareketliliği niteliksel açıdan artırmak için devri daim devinimi içinde enerjinin yok edilemezliğini yarattı. Bu enerji günümüzde, burjuvazinin karşısında, aşılması olanaksız politik bir engel olarak güçlenmekte. Buna bağlı olarak devrimci güçlerle birlikte sınıfsal temelde mücadele yürütülmekte. Tekelci burjuvazi zaman zaman işçilerin ekonomik-demokratik mücadelesine açık saldırısını faşist baskılarla pekiştirmekte ve yasal koşullarda mücadelesini engellemekte. İşçilerin yasal koşullar içerisinde örgütlenmesi engellenirken, tarihsel koşulların zorlamasıyla politik örgütlülüğün gelişmesi de kendini dayatmıştır.
Devletin ve burjuvazinin, uluslararası tekelci kuruluş ve emperyalist devletlerle ikili ilişkisi, politik ve ekonomik istikrarın devam etmesi temelindedir. Başka bir ilişki de emperyalistlerin askeri işgalleridir. Bu iki durumu birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü bunlara karşı mücadele biçimleri birbirinden farklıdır. Ama bazen öyle olmakta ki, birinci durumdaki ülke kendi sınırları içinde diğer azınlıktaki ulusun üzerindeki sömürü ve üstünlüğünü pekiştirmek için asimilasyon vb. baskı türlerini uygulayabiliyor. Burada bir karışıklık var gibi görünse de önsel mücadele biçimini belirlemek gerekir.
Kapitalist-emperyalist çağda sömürü biçimine karşı öne alınması gereken ulusal mı yoksa sınıfsal mücadele midir? Kapitalist sömürü biçimi ulus, ırk, din vb. ayrımlar yapmaz. Başat olan artı değer ve tekelci sömürü biçimidir. Marksist anlamda bu sürece kadar çözülemeyen ulusal ve demokratik sorunlar sınıfsal emeğin sömürüsüne de yansır. Sınıfsal mücadele ulusa ve demokratik hakları içinde barındırır, çözülmesinde temel rol oynar. Ülkenin diğer ülkeler karşısındaki göreli gelişkinliğini bilmek için ulusal gelirden alınan payın toplumsal yapısı, işgücü istihdamı, tarım ve tarım dışı kesimler ile işçi ve emekçilerin politik gelişkinlik durumu irdelenmeli. İşgücü istihdamında tarım önde gelse bile ulusal gelirde sanayi ve tarım dışı kesimlerin payı da fazladır. Makina kullanımı ve sanayi bitkilerinin üretimi tarımdaki eski ilişkileri parçalamıştır ve diğer ülkelerle yapılan ikili ticari ilişkiler bu durumu kanıtlar.
Geçen yüzyılın sonu ve yüzyılımızın başında sanayileşme çabası içinde olan ülkeleri ikinci kuşak kapitalist ülkeler olarak tanımlamıştık. Birinci kuşağın ardından gelen bu ülkelerin devlet politikasında ikircikli bir durum yani döneme ayak uydurup uydurmama çelişkisi yaşanmakta. Devletin yürütme komitesini denetim altında bulunduranlar uzun bir tarihi süreci kısa bir zaman diliminde yaşamakta olduklarından bu süre içerisinde giderilemeyen sorunlar nedeniyle kendilerine güvenememektedirler. Birinci kuşak ülkelerin içinde saydığımız Almanya ve İtalya buna sonradan katıldı.
Emperyalizmin 1. Paylaşım Savaşı sonunda hızlı yaşanan süreç nedeniyle altyapı ilişkileri ile üstyapı ilişkilerinde de gelişkinlik olmadı. Bu nedenle faşizm dini ırkçı akımlardan taraf buldu. Bu ülkelerde (özellikle Almanya ve İtalya) işçi ve emekçiler burjuvaziyi altedebilecek kadar güçlüydüler. Ama burjuvazinin yerini alabilecek kadar örgütlü ve politik bilinçli değillerdi. Değerlendirmemizi doğru yapabilmek için ülkenin gelişim evresini, işçi sınıfının güçlülüğünü, örgütlülüğünü ve bilinçlilik durumunu irdelemek gerekir. Bunları somut ve soyut olarak irdelemeden basitleştirenler kazanma şanslarını şimdiden yitirmişlerdir.
Bilimsel sosyalizmi kendine şiar edinen sosyalistler örgütü yani partiyi tek el oynamadan önce bütün bir oyunun akışını teorik olarak epeyce düşünen bir satranç ustası gibi, yalnızca güncele takılmadan uzun vadeli bir proje içerisine yerleştirirler. İşçi sınıfı ve emekçi halka bu düşünceleri açıklamak ve eyleme geçirmek için bir hazırlanma devresi gerekir; ardından ajitasyon ve propaganda kampanyasını başlatmalıdır. Yeterli donanımı edinmeden sınıf mücadelesine katılmak bir satranççının oyunun gelişimini ciddiye almadan, ölçüp biçmeden, düşünmeden oynamasına benzer. Sosyalist devrimi savunmak, yarın devrim olsun demek değildir. Önce girişelim, istim arkadan gelir mantığı yanlıştır. Ayaklanma ve devrim yapma ciddi ve disiplinli bir çalışmayı gerektirir. İşçiler ve emekçiler iş yaşamlarında devamlı üretim ve çalışma içinde bulunduklarından dolayı disipline alışkın ve yatkındırlar. Burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesinde diğer muhalefet güçlerini de içlerine katmalıdırlar.
Yukarıda genel olarak iç ve dış dinamiklere değindik; şimdi bunu ülkemiz gerçeğine uygulayalım.
Devrim değerlendirmesi ve sosyalizm yorumları temelinde ilk kümelenme 1960’lı yıllarda yaşandı. Baştan belirtelim; doğada ve toplumsal yaşamda eğer “her şey hareket halindedir, her şey değişir” diyalektik maddeci anlayışının reddedildiği belirtilmiyorsa, işgale karşı mücadelenin başladığı 1919 ve TC’nin kurulmasından bugüne hiçbir şey değişmedi diyebilir miyiz? Sermayenin, egemen sınıfın, kırsal kesimin, işçi sınıfının nicelik olarak artarken, nitelikçe konumlarının değişmediği söylenebilir mi? Bunları çoğaltıp azaltabiliriz de… Oysa önemli olan diyalektik yasanın anlaşılıp hayata geçirilmesidir, iç ve dış koşulların durumunu anlamak ve yorumlamaktır.
1960’lı yıllarda yaşanan kümelenmeler içinde yer alanların temelde ülkeyi anlayıp yorumlamaları gerekirdi. Oysa dünya üzerinde bir başka dalganın etkileri düşünce tarzlarını belirledi. 1950’li yıllarda Kuzey Vietnam ve K. Kore’nin işgalcilere karşı mücadeleleri, Küba’nın bağımsızlık savaşı ile devrimi 60’lı yıllarda da yankı yaptı. Güney Vietnam’da ABD’nin işgal ordularına karşı Vietkong gerillalarının mücadelesi, Çin’de Mao’nun kültür devrimi (!), Latin Amerika’da şehir gerilla ve devrimci hareketi, Batı Avrupa’da 68 öğrenci gençlik hareketi ve kimi KP’lerin Avro-komünizmi, sosyalist ülkeler ve partiler arasında özellikle Çin KP ve Arnavutluk EP’nin SBKP ile kısır döngüye dönüşen ve sonra, istimin arkadan gelmesi gibi, ideolojik temel oluşturulmasına varan tartışmalar…
1960’lı yıllardaki bu durum diğer ülkelerde gelişme halinde olan devrimci hareketi ve örgütleri etkilemeye başlamıştır. Soldaki bu yeni kümelenme ülkemizin gelişmekte olan devrimci hareketini etkileyerek neyin ne olduğu anlaşılamadan bir yönde hayranlık doğurmuştur. Bu hayranlığı duyanlar bir süre ülkenin kendi özgülünde, toplumsal yapıyı irdelemeden sadece tartışmalarda bir taraf olarak yerlerini aldılar. Ayrıca 40-50 yıldır varlığını belirtse de, bir varlık gösteremeyen TKP ve 61’de kurulan TİP’in devrimci muhalefetin her alanında yetişip önderlik edememesi neticesinde öğrenci gençlik vb. muhalefet bu kümelenmeler içinde yer aldılar. Bugün de bu durum mevcudiyetini korumakta.
Küme içinde yer alanların 1960’larda söyledikleri bugün pek çoğu tarafından tekrarlanıyor. Değişen bir şey yok gibi. Halbuki, 1960’larda yapılan değerlendirmeler dönemin koşullarını yansıtmıyor idiyse, bugün yapılanlar şimdiki koşulları hiç yansıtmıyor. Dünya solundaki herhangi bir reform hareketi diğer ülkelerin solu tarafından ters noktalarda değerlendirilmekte. Sınıf ideolojisi ve bilimsel sosyalizmi politik görüşlerine içselleştiremeyenlerin her esen yelde yönleri değişmekte.
Burjuvaziye karşı sınıfsal temelde devrim ciddi bir iştir. Sınıfsal politik tutumlarını kristalleştirmeden, bu bağlamda örgütlenmeden ve kurmay heyetini oluşturmadan, muhalefet güçlerini etrafına almadan devrimde başarılı olunamaz.
Bugün Türkiye, kapitalizmin ikinci halkasında yerini almıştır. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın birinci halkaya varılamayacaktır. Çünkü trenin lokomotifi değil, katardaki bir vagondur. Olsa olsa bu katardan, kapitalist-emperyalist zincirden ayrılması bir çıkış yolu olabilir. Ancak ülkeyi kapitalist sistemden çıkarmak için ustalık gerekir. Tıpkı sürücünün ustalığının araç yola çıktığı, harekete geçtiği zaman belli olması gibi, hareket halindeki sürücünün de tecrübesi soğukkanlılığı ile aracın donanımlarının sağlamlığı önemlidir.
Bilimsel sosyalizmi pelesenk gibi dile dolayıp her şeyin sonunda “amin” dercesine klasikleri ananlar eğik düzlemde düşünüp hareket etmekteler. Solda yeni kümelenmeler yaşanırken ve koşullar olgunlaşmaya giderken başta belirttiğim gibi, marksistler ülkenin devrim biçimini ve varolan konumunu anlayıp, teşhis koymaya çalışmalılar. Bu devrimi yarı yarıya başarmak olacaktır.