Yüzyılın son on senesini tüketirken, dünya çapında kapitalizmin yeniden yapılanma sancılarına tanık oluyoruz. Sosyalist sistem sonrası dünyanın ekonomik ve askeri yapılanmalarının yaratılması sorunu kapitalist dünyanın ana problemlerinden birini teşkil ediyor. Bu yapılanma sürecinin kapitalizm açısından ana eksenlerini kapitalist sistem açısından şöyle saptayabiliriz:
- Yeni dünya düzeninin, ağırlık merkezleri ve kutupları yeniden tanımlanması.
- Eski sosyalist ülkelerin yeni dünya düzenine entegrasyonun sağlanması.
- Yeni düzene, yeni tehditleri saptamak ve önlemlerinin alınma zorunluluğu.
Kapitalist sistemin diğer ana sorunsalı sosyalist sistemin çözülmesinden önce de varolan, sistem içi konsolidasyondur. Sosyalist sistemin çözülmesinden önce, tarafların iç heterojenliğini sosyalizme karşı birleşme zorunluluğunun örtmesinin rahatlığı mevcutlu. Bunun ortadan kaybolmasıyla birlikte, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde gerginleşmeye birlikte yürüyen bu süreç, henüz nihai sonuçlarını vermiş olmaktan uzak bulunuyor.
Ağırlıklı olarak ABD ve İngiltere’de yaşanan ekonomik daralmanın, tanımlanan yeniden yapılanma ve iç konsolidasyon sürecinin arka planını sancıları ağırlaştırarak oluşturduğunu söylemek mümkün. Bu iki süreç, birbirleriyle iç içe geçmiş olarak ilerlerken, bir çok “çözüm”, çözdüğü kadar problem yaratıyor.
Tekrar ve tekrar yazdık, emek ile sermaye arasındaki çelişkiler sermayenin son atağıyla daha da keskinleşti. Sosyalizmin reelliğinin üzerine atılan her avuç toprak, sosyalizmin güncelliğini dayatıyor.
Genişleyen kapitalist sistem
Öncelikle belirtilmesi gereken, eski düzenin yıkıldığı saptamasının geçerliliği hakkında bir şüphe öne sürmek mümkün değilken, “yeni dünya düzeni”nin ne olduğu konusunda şu aşamada yapılması gereken olsa olsa hareketin bileşenlerini saptamak olabilir. Durağanlaşmış ya da oturaklık kazanmış bir yeni düzen saptaması yapmak için henüz erken.
Konuyu, öncellikle eski sosyalist ülkelerin kapitalist dünya sistemine entegrasyonu ve yeni dünya düzeninin ağırlıklı merkezi olan Japonya-AT-ABD üçgenine bu üçgenin dışından gelebilecek tehditler açısından ele almak istiyorum. Daha sonra, bu üçgenin iç konsolidasyonu konusunu açımlamak, bize yeni dünya düzeninin kutup başlarını saptama çabasında yol açıcı olacaktır.
Eski Doğu Avrupa rejimlerinin birbiri ardına çözülmesi süreci, kapitalist dünya başta olmak üzere herkes için şaşırtıcı bir hızla oldu. Bu çözülmenin sebepleri arasında sayılan doğuş aşamasındaki “sorunları” daha evvel yazdık. Bu sorunları, iktidarın olanaklarını kullanarak çözememiş olduklarını tekrarlamak yeterli olabilir. Bu ülkelerdeki öznellik, son açılımda bütün öznellikler gibi nesnelliğin bir parçasıydı, nesnellikten tamamen bağımsız dinamiklerden itilim kazanmasını beklemek mümkün değil. Örneğin, Polonya gibi kilisenin geleneksel olarak ülke hayatını kurumsal boyutlarda etkilediği bir ülkede, partinin bundan tamamen bağımsız ve etkilenmemiş olmasını şüphesiz bekleyemeyiz. Ancak, en azından daha onurlu bir öznelliği gözlerimizin tekrar tekrar aradığını saklamak mümkün değil, bu alanda önemli bir hayal kırıklığına uğranıldı.
Kapitalist dünyanın, televizyon dizilerinin ideolojik kuşatmasından, gizli servislerin teknik kuşatmasına uzanan bir zincir aracılığıyla bu ülkelerdeki çözülme sürecinin baş aktörleri olduklarını inkar etmek de mümkün olmuyor. Açıkçası, bu her taşın altında “dış mihraklar” arayan resmi ideolojinin, tekrarı gibi görülebilir. Burada, yaşanan olaylara tekrar bakmak gerekiyor. “Özgür Avrupa Radyosu”ndan yapılan kapitalizm reklamlarından, Polonyalı papamıza, medyanın etkin kullanımı sayesinde sosyalist ülkelerde oluşturulan “tüketim özlemi”ne, seçmenlerin yarısının oy kullanmadığı, partilerin oylarının “sempatik liderler” ve büyük reklam bütçeleriyle belirlendiği, iktidarların vitrin değişikliklerinden ibaret olduğu burjuva demokrasilerinin evrensel olarak yutturulabilmesine uzanan bir müdahaleler sürecinde, reel sosyalizmin mezarı kazılıyor.
“Hırsızın hiç mi suçu yok?”
Sosyalist ülkelerdeki partilerin yaşanan çözülüş sürecine en büyük katkıları, yaşanan nesnel sorunlar kervanına öznel sorun olarak katılmalarıyla oluyor.
Kapitalist sistem, gerçekçiliğin kendisine hiç bir yarar sağlamayacağının da bilinciyle, sosyalist ülkelerdeki insanlara “cennet” sözleri veriyor. Almanya çapında bir ekonominin sağlığını hiç düşünmeden bire bir mark değişimi kuruyla tehlikeye atmaktan çekinmediler. Kapitalizmi tanımayan insanlara kapitalizmin vitrinini tekrar ve tekrar sundular. Büyük oynadılar.
Büyük oynadılar, ama bu lokmayı yutabilecekler mi? Rakamları takip etmeyi bıraktığım işsizlik oranları eski sosyalist ülkeleri sarsıyor. Yaşam standartlarındaki düşüşün yarattığı etki, geleceğe karşı duyulan şüphenin yarattığı gerginlik bu toplumları derinden yaralıyor. Zengin kapitalist ülkeler ise bu sorunun altından nasıl kalkabilecekleri konusunda kapsamlı bir program sunabilmiş değiller. “Yeni bir Marshall planı” önerilerinden, “pazar güçleri onları adam etsin” anlayışına uzanan bir yelpazede gergin bir hareketsizlik hakim. Kapitalist restorasyon, daha yeni başlıyor.
Kapitalist dünyanın iç konsolidasyon sürecinin ayaklarından biri, bu ülkelerin düzene entegrasyon sürecidir.
Üçüncü dünya ülkelerinin çıkmazı
Daha evvelden de yazıldı, üçüncü dünyadaki kapitalist ülkelerden birçoğu, sistemler arası çekişmenin eteklerinde, iki tarafın stratejik hedefleriyle örtüştükleri sürece bunu sömürerek aradan sıyrılma politikaları güttüler. Pek de başarısız oldukları söylenemez. Sosyalist eğilimli rejimler ise, genellikle ancak Sovyetler Birliği’nin cömert yardımlarıyla ayakta durabiliyorlardı. Bu, yardımın yokluğunda kapitalist sistemin kuşatmasına karşı koymaları imkansızlaştı. Devrim sürecinin dinamiklerini daha sağlıklı olarak yaşayanlar birkaç istisna hariç; Vietnam, Kore, Küba gibi; birçoğu düşmüş durumda. Ayakta kalanlar ise kendilerini giderek daha zor durumda buluyorlar. Fransız Komünist Partisi’nin Küba’ya yardım kampanyası düzenlediği açıklanmıştı. Enternasyonalist romantizm adına duygulandırıcı olabiliyor, ancak sosyalist sistemin yerini tutmak mümkün değil.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin baskısından kaçmaları için sığınabilecekleri hiçbir kapı kalmayan “bağlantısız” ülkeler, kendilerini giderek daha zor durumda buluyorlar. Bu ülkeler, kendileri “ucuz emek cenneti” olarak lanse etmeye çalışıyorlar, birbiri ardına özelleştirmeler yaşanıyor, piyasalarını “serbestleştirdiklerini” açıklıyorlar… Özelleştirmeler furyasının altında yatan birkaç sebep var. Özellikle “üçüncü dünya” ülkelerinde devlet işletmelerinin en önemli işlevlerinden biri, kapitalist sistemin tümünün işlerliği için verilmesi gereken, ancak tek tek kapitalistlerin yükünü üstlenmeye yanaşmayacakları boyutlardaki bazı hizmetlerin devlet aracılığıyla yapılması. Bunların arasında, yol yapımından postane hizmetlerine uzanan birçok örnek sunmak mümkün. Genellikle zarar eden bu işletmelerin finansmanı, elbette ağırlığını emekçi sınıflardan alınan vergilerin oluşturduğu devlet bütçesiyle sağlanıyor. Bu işletmelerin, bir diğer amacı ülke ekonomisinin bazı sektörlerinde kapitalistlere dünya fiyatlarının altında hammadde, yarı-mamul ve mamul satarak bir sübvansiyon aracı olmaları. Üçüncü dünya ülkeleri için bugün bu işletmeleri elden çıkarmanın birden çok sebebi mevcut. Öncellikle, bu ülkeler gerek borçlarını ödemek, gerekse yeni yatırımlar yapabilmek için sermaye sıkıntısı içindeler. Yaşanan global sermaye sıkıntısından kendileri de pay almış durumda. Buraya kadar anlatılandan çıkarabilecek çok açık bir saptama var, herkesin devlet işletmelerini satmaya çalıştığı bir dönemde, bu işletmelerin “ucuza” kapatılacağı açıktır. Kapitalist devletlerin, bu işletmeleri elinden çıkarmakta bu kadar “istekli” olmasının, çok önemli bir diğer boyutu, kapitalizmde devletin oynadığı role ilişkindir.
Bu işletmeler, işsizliğin yaygın boyutta olduğu ülkelerde, belirli bir istihdam düzeyini tutturmakta devletin elindeki araçlardan biri oluyor. Emekçi sınıfların işten çıkarmalara karşı tepkisini devlet dolaysız olarak üzerine almak istemiyor. İşveren-devlet konumu, kapitalist devlet için tehlikeli bir konumdur. Türkiye’de de sık sık tanık olduğumuz gibi, emekçi sınıfların nezdinde devletin sınıfsal konumlanışına ilişkin bilinçlenmelerde işveren-devlet görüntüsünün rolü büyüktür. Özelleştirmeler, devleti asli görevlerini oynamasında daha rahat olmasını sağlıyor. Keskinleşen çelişkiler, bu ülkelerde devleti daha da önemli kılıyor.
Dünya çapındaki sermaye emek çelişkisinden paylarını daha eşitsiz olarak alan bu ülkelerde, sınıf barışı söylemi kök salamıyor. Bu anlamıyla, bu ülkeler bizzat burjuvazilerinin önderliğinde emperyalizme karşı intihar kumarlarına bile girmek zorunda kalabiliyorlar, örneğin Irak gibi. Ancak bu örnekten sonra, bunun tekrarlanma olasılığının düşük olduğunu söyleyebiliriz. Kapitalizme daha ciddi bir tehdit, emekçi sınıfların, ya artık çaresizlikten ve “kaybedecek hiçbirşeyleri olmaması”ndan dolayı bilinçsiz ayaklanmalarından ya da marksist önderlikler altında kapitalist dünya sisteminden kopuş olasılıklarından geliyor.
Kapitalist sistemden kopma çabasının anlamı olduğu ülkelerin sayısı çok fazla değil. Sosyalist sistemin yokluğunda böyle bir çıkışın, üretimiyle kendisini idame ettirebilecek, yalnızlığa dayanabilecek büyüklükte, enternasyonalist bir ruhu yaratabilecek önemde ülkeler olması gerekiyor. Türkiye, bu ülkelerden biridir.
Bilinçsiz toplumsal patlamalar ise birçok ülkede olası görülüyor. Önderliğin eksikliğinde, dolaysız sonuçlar yaşanmasa bile, bu ülkelerin ve dünya işçi sınıfının kolektif hafızasında bu kendiliğinden hareketlerin önemi büyüktür.
Emperyalizm, üçüncü dünya ülkelerindeki sınıf çelişkilerini yumuşatma çabasında. Başarı şansı, hiç abartılmıyor, sıfır. Bunu yapacak ne kaynağı, ne becerisi, ne enerjisi var. Bu ülkelerin nesnelliği buna izin vermiyor. Bu ülkeleri sopayla yola getirmeye çalışmak dışında hiçbir şansı yok.
Kapitalizmin iç konsolidasyon süreci, bu ülkeleri denetleyecek askeri mekanizmaları yaratarak ilerlemek zorunda.
Sermayenin ve emeğin globalizasyonu
Ulus-devlet politik biçim olarak kapitalizm ile birlikte doğuyor. Pazarın bu ulus-devlet içinde bütünlüğü ve emekçilerin serbest dolaşımı kapitalizmin ilk dönemlerinde sağlanıyor. Kapitalizm, bir dünya sistemi oldukça sermaye ve emek ulus-devlet çerçevesini aşıyor. Ancak sınıf mücadeleleri, siyasi iktidarın odaklaştığı bu politik biçim çerçevesinde sürmeye devam ediyor.
Sermayenin ulusal sınırları zorlaması, emeğin bu sınırları zorlamasına nazaran daha kolay ve yaygın boyutlarda oluyor. Emek, yani emekçiler içinde bulundukları yerellikle birlikte tanımlıdır. Emekçinin kendisini yeniden üretmesinin koşulları, kendi yerelliğinde bulunuyor. Emekçileri bir ülkeden diğerine taşıdığınız zaman, bu emekçiyi de değiştirmek zorundasınız. Ne, aynı ücreti verebilirsiniz, ne de onu içine taşındığı yeni ülkenin siyasal, kültürel birikiminden hızla pay almasını bekleyebilirsiniz. Sermayenin kendisini yeniden üretmesi emeğe bağlı olduğu ve emekte kanlı canlı, etten kemikten, kültürüyle, alışkanlıklarıyla yaşayan emekçilere bağlı olduğu sürece sınıf mücadelesi yerellik boyutunda sürmek zorundadır.
Emekçi sınıflara karşı yürütülen savaş o ülkenin ideolojik birikimine, geleneklerine, merkezi devletinin yapılanmasına uygun biçimlerde sürdürülür. Evrensel olan, global olan, sınıf çelişkileridir, mücadele siyaset alanının ağırlığının daha da arttığı günümüzde yerellik boyutunda yoğunlaşıyor.
Sermayenin serbest dolaşımının daha kolay olduğu günümüzde, kapitalist sistem açısından emeğin serbest dolaşımının faydası değil zararı var. Emekçilerin, gelişmiş ülkelere yığınsal halde gelmesinin yaratacağı çalkantıları etkisizleştirecek kaynaklar hem hiçbir kapitalist ülkede mevcut değil, hem de sermayenin serbest dolaşımı bunu gerekli kılmıyor. “Ucuz emek cennetleri”ne sermaye kolaylıkla yatırım yapabildiği sürece buna ne gerek var?
Ekonomik düzlemdeki bütünleşme süreci, dünya tarihinin tanıklık etmediği bir boyuta ulaşmıştır. Sermaye, herhangi bir ulusun sermayesi olma özelliğini kaybettiği ölçüde, ulusallık zorlanıyor. Sermayenin serbest dolaşımını sağlamak, kapitalizmin işleyişinin kesintiye uğramaması açısından yaşamsallığını arttırıyor. GATT gibi kurumların garantilemeye çalıştığı da budur, metaların ve sermayenin dolaşımını “özgürleştirmek”. Global sermaye, global yatırımlarını, global pazarlara yönelik olarak yapmak zorunda. “Serbest ticaret”in yaşamsallığı buradan kaynaklanıyor.
Dolayısıyla, kapitalist merkezler, üçüncü dünya olarak tanımlanan ülkelerle bugünkünden fazla bir bütünleşmeye ihtiyaç duymuyorlar. Bu ülkeleri pazarlarını açmaya zorlayabildikleri, sermaye ihracını istedikleri gibi yapabildikleri sürece buna ihtiyaçları da olmayacaktır. Ancak, tek tek bazı örneklerde, örneğin Meksika-ABD gibi, coğrafi yakınlık dolayısıyla zaten fiili olarak varolan emeğin de serbest dolaşımını, tanımak ve tanımlamak ihtiyacı doğabiliyor.
Kapitalist merkezlerin kendisinde ise sermayenin sınırsızlığı, AT, ABD ve Japonya arasındaki iç konsolidasyon sürecini zorluyor. Bu üç kutup arasındaki ilişkileri üç düzlemde incelemek mümkün, askeri, politik ve ekonomik. Bugün, bu üç düzlem, bir yandan birbirini belirlemekte, bir yandan da birbirinin önünü kesmekte. Bu kutupların birbirleri arasındaki ilişkilerine değinmeden önce, bu kutupların iç yapılanmaları hakkında bazı bilgiler yararlı olabilir.
Birbirleriyle, gerek pazar gerek yatırım, üretim alanlarında karmaşık bir birliktelik yaşayan bu üç kutuptan AT’den tek bir oluşum gibi bahsediyoruz, ancak Avrupa topluluğunun yaşadığı süreç, zigzagsız olmaktan uzak.
Avrupa Topluluğu’nun iç konsolidasyonu
Kapitalizmin, merkez olarak adlandırabileceğimiz ülkelerinde sermaye, ulus-devlet biçimini zorluyor. Bu alanda öncülüğü AT yapıyor. Sermayenin serbest dolaşımına, AT kendi içinde hem pazarın tam bütünlüğünü, hem de emeğin tam serbest dolaşımını ekleme çabası içinde. Bu süreç, devletin oynaması gereken yerel role duyulan ihtiyacın ortadan kaybolmaması yüzünden dolayı sancısız yürümüyor.
Bir devletin “hükümranlığı” kavramını ele alalım. Bu, devletin ülke içi süreçlere, ekonomiye, sınıf savaşımına müdahale serbestliği anlamına geliyor. Özellikle AT ülkeleri için, artık hükümranlık reel bir olgu değil. AT dışı ülkelere olan bağlılıkları bir yana, örneğin Avrupa Para Birliği gibi kurumlar aracılığıyla, tek tek ülkelerde siyasi iktidarlar kendi ekonomilerinin manipülasyon araçlarını terketmiş bulunuyorlar.
Örneğin, İngiltere’de derin bir resesyon yaşanmakta. Bir yandan da seçim dönemi yaklaşmış durumda. Ancak, iktidar ekonomisini mali politikalar aracılığıyla seçimlere göre biçimlendirmek olanağından yoksun, Avrupa Para Birliği’ne girmiş olmasının getirdiği yükümlülükler bunu engelliyor. Bütçe politikalarının da sınırları var. Bu basit bir örnek. Ülkeler arası farklılıklar, sendikalara ilişkin kanunlardan, çevreci grupların etkinliğine, reklamların biçiminden, halkın, emekçilerin yaşam ve mücadele alışkanlıklarına uzanan birçok düzlemde ülke ölçeğinde siyasi açılımları zorunlu kılıyor.
Pazarın tek ve gümrüksüz, para kurlarındaki paritelerin sabitlenmiş, emeğin dolaşımının serbest olduğu bir çerçevenin içindeki siyasal biçim olarak ulus-devlet, kapitalist bir ülkenin içinde feodal derebeylikleri kadar çağdışı kalabiliyor.
Yaşanan, bir geçiş dönemi olmak zorunda. Siyasi hükümranlığın yeni kurumlarının yaratılması elzem. Sınıf mücadelesinin siyasal boyutunu tekrar ve tekrar vurguladık. Yeni mekanizmalar yaratılmadan, eski biçimlerin terkedilmesi de olanaklı değil. Ancak, AT boyutunda bu hükümranlığı bir ulus-devlet çerçevesinin etkinliğinde yaratacak kurumların oluşması en azından kolay değil. Mümkün olup olmadığı da sorgulanabilir. 1992 projesi pek de kapının ucunda değil. Bu anlamda yeni alternatifler sunulmaya çalışılmıyor. Geçtiğimiz günlerde, üç ayrı düzlemde AT bütünleşmesine ayrı ayrı gidilmesi önerildi, ekonomik, politik ve dış politika alanlarında. Bu, fiili bir sorunun tanınması anlamına geliyor. Ekonomik düzlemde bütünlüğün, politik düzlemi nasıl zorladığı da çok açık, bu yüzden fiili durumun kabullenilmesi de mümkün değil. Nitekim bu öneri reddedildi.
Avrupa Topluluğu iç konsolidasyonunu, siyasi iktidar biçimlerini yeniden tanımlayarak yapma sancıları içinde. Bunu başarsa bile, sermayenin globalleşmesi, AT ile sınırlı olmadığı için sorun çözülmüyor.
Tekeller ve Japon “mucizesi”
Japon “mucizesi”nden sık sık bahsedilir. Bu “mucizenin” en önemli etkenlerinden biri Japon emekçi sınıfinın üzerindeki yoğun ideolojik baskıdır. Ayrıca, Japonya Sovyetler Birliği’ne karşı Doğu’da denge unsuru olarak görüldüğü için kapitalist sistem tarafından özenle beslenmiş ve korunmuştur. Japon sermayesinin, Japon yerelliğinde kök salmakta ve bu yerelliğin ögelerini dönüştürmekte gösterdiği başarı, bu “mucize”nin bir diğer yanıdır.
Kapitalizmin anarşik üretimini dengelemesinin en önemli mekanizmalarından biri “piyasa”dır. Serbest piyasa dönemi, kapitalistlerin üretime ilişkin daha sağlıklı sinyaller alabildikleri bir dönemdir. Tekeller döneminde ise bu “sağlıklı sinyallerin” üstünün örtülmesi kapitalizmin sorunlarından birini oluşturuyor. Burjuva hukukunda yer alan anti-tröst yasaların önemli bir boyutunu “piyasa sinyallerinin” tamamen ortadan kalkmasını engellemek oluşturuyor.
Tekeller ya kendi ürettiği malın miktarının ya da fiyatının ön bilgisine sahip olabiliyor. İkisinin birden mümkün olmaması tekellerin klasik çelişkisidir. Bunlardan üretilen malın fiyatını önceden bilmek genellikle daha kolay, maliyetlerin hesaplanmasının üzerine belirli bir kâr oranıyla bu mümkün oluyor. Üretim miktarını saptamak için yapılan “piyasa araştırmaları”, dar bir örnekleme dayanmak zorunda oldukları için verileri yeterli oranda sağlıklı olamıyor. Ayrıca, piyasa dalgalanmalara açık bir ortamdır. Reklamından, promosyona uzanan manipulasyon mekanizmalarının sonuçlarını yüzde yüz öngörmek mümkün değil. Tekeller, toplumsallaşan üretimlerini, kapitalist piyasa arkaplanına göre planlamak zorunda kalıyorlar.
Fiyatları belirlemenin ise bir engeli var. Stok maliyetlerini hesaplamak mümkün olmuyor, çünkü malın hangi hızla, satılacağı hangi miktarda satılacağını öngörmek mümkün değil. Bunu öngördükten sonra, fiyatı belirlemek mümkün değil. Dolayısıyla, tekeller bu ince dengede oynamak zorunda kalıyorlar. Bunu aşmanın tek yolu, toplumsal planlamayla oluyor, bu da tekellerin özel mülkiyetiyle çelişiyor. Sosyalizmin, “etik” olmanın ötesinde zorunlu olmasının sebeplerinden biri de bu. Elbette, reel sosyalizm pratiğinin gösterdiği gibi, büyük ölçekli sosyalist toplumsal planlama da hassas ve zor dengelere dayanıyor.
Japonya’da sermayenin yapısı, bu sorunu en az badireyle atlatmaya yönelik bir biçimi içeriyor. Keiretsu olarak adlandırılan bir sisteme sahipler. İki boyutta Keiretsu olabiliyor, yatay ve dikey. Yatay keiretsu, birbirlerinin hisselerinde sahip birçok firmanın oluşturduğu birlikteliği ifade ediyor. Bu tür bir keiretsunun merkezindeyse genellikle bütün firmalardan hissesi bulunan bir banka yer alıyor. Bunun, farklı biçimleri de mevcut ancak özü genellikle böyle oluyor. Keiretsu firmaları, genellikle birbirleriyle “alışveriş”yapmaya eğilimli oluyor.
Diğer tür keiretsu ise, dikey keiretsu. Burada, merkez firma bayilerinin hepsinin bir parçasına sahip oluyor. Böylece, merkez, bayilerini istediği gibi manipule etme şansına sahip. Bu sistem, Japon firmalarının en önemli avantajlarından biri olan “just-in-time”, tam zamanında üretim modelinin merkezini oluşturuyor. Bu, sistemde üretim için gerekli parçalar tam zamanında, üretim merkezine gönderiliyor, bu da stok maliyetlerinin en aza indirilebilmesinde önemli bir etken.
Sermayenin yapılanmasının bu özellikleri, Japonya’da emekçilerin üzerindeki yoğun korporatist ideolojiyle birleştiğinde, Japon “mucizesi”nin temelini oluşturuyor. Emeğin sindirilmesinin çok yüksek boyutlarda olduğu Japonya’nın “gelişiminin” en önemli sebeplerinden biri bu ideolojik baskı. Yakın zamana kadar işten atılmanın geçerli bir intihar sebebi olduğu bu ülkede, sınıfın üzerindeki baskılar, diğer gelişmiş kapitalist ülkelere göre çok daha yoğun boyutlarda. Aynı yerel koşullara sahip olmayan AT ve ABD tekelleri “haksız rekabet” diye itiraz ediyorlar.
AT, ABD ve Japonya arasında yaşanan bir anlamda ekonomik hegemonya düzeyinde rekabettir. Ancak, Japon sermayesinin AT ve ABD ekonomilerine entegrasyonunun vardığı ileri boyutlar “rekabet” kavramının sınırlarını zorluyor. Neyin “Made in Japan” olduğu tartışması tıkanmak zorunda. “Made in Japan”, Japonya’da yapılmış demek olduğu kadar, Japon sermayesiyle dünyanın herhangi bir yerinde yapılmış demek olabilir. Rekabet düzlemi, yüzyılın başından beri ulus-devlet çerçevesinden tekeller arası rekabet düzlemine doğru evriliyor. Japonya merkezli tekeller ile, AT veya ABD merkezli tekeller arası rekabetten bahsetmek artık daha anlamlı.
Dünya polisliği ve ekonomik hegemonya
Ekonomik düzlemdeki bütünleşmenin boyutlarından bahsederken, politik düzlemin buna neden ayak uyduramayacağını ve uydurmasının, düzenin sınıf mücadelesine müdahale olanakları açısından sınırlayıcı olduğunu ortaya koymaya çalıştık. Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik konumlanışını ele alırken, kapitalist dünya sisteminin politik ve askeri yapılanmasına ilişkin açılımlar da netleşebilir.
Pax Americana ya da Amerikan barışı kapitalist sistemin bütün olarak çıkarlarının Amerikan emperyalizmi tarafından kollandığı sistemi ifade ediyor. Daha evvelden İngiltere’nin üstlendiği bu konuma soyunan ülkelerin, bazı özelliklere sahip olmaları gerekiyor.
Bu özelliklerden biri, ülke içi sınıf dengelerinin dış askeri müdahalelere izin verecek düzeyde olması gerekir. Global polisliği yapacak polis gücü birçok ülke için yenilir yutulur bir malzeme değildir. Sermaye, vatan savunması başlığı altında, yerel orduları örgütlemekte daha rahat ideolojik kaldıraçlara sahiptir. Ancak, “şeyh bilmem kimin sarayındaki altın musluklar” ve “Shell firmasının kâr oranları” için insanları ölmeye ikna etmek daha zordur. Görüldüğü gibi mümkündür ama zordur. Avrupa’daki Körfez Savaşı karşıtı eylemlerde en tutulan sloganlardan biri “petrol için kan yok” oldu. Özellikle, Vietnam örneğinde olduğu gibi, bir halkın kurtuluş mücadelesine karşı kiralık katil olarak kullanılabilecek bir insan malzemesinin yaratılması ve korunması kolay değildir. Amerika Birleşik Devletleri, birçok açıdan bugün dünya çapında böyle bir insan malzemesine görece kaygısızca sahip tek ülkedir. Bunun çok yönlü sebepleri arasında ülkenin etnik kompozisyonun zaman zaman sınıf çizgilerine denk düşmesinin getirdiği karmaşık yapı, göçmen akımlarıyla sürekli güçlü tutulan yedek proletarya ordusu, ideolojik manipulasyon araçlarının ulaştığı sofistike seviye ve genel olarak burjuva ideolojisinin egemenliğinin oturmuşluğundaki sağlamlık sayılabilir.
Kapitalist sistemin koruyucusu olma konumunun gereksinimlerinden biri, bu görevi üstlenen ülkenin özelliklerinden de biri oluyor. Hegemonya böyle müdahaleleri kaldırabilecek düzeyde bir “cüzdan”ı varsayıyor. Bu hegemonya, bu cüzdanın palazlanmasının araçlarından biri de oluyor. Amerika Birleşik Devletleri, kendi askeri ve politik önemini, ekonomik kudretini güçlendirmek için de kullanıyor.
Ancak, bugün Körfez Savaşı’nda da ortaya çıktığı gibi, ABD’nin ekonomik kudreti, Japonya ve Almanya merkezli Avrupa Topluluğu’na kıyasla gerilemiş durumda. İktisadi hegemonya ile askeri ve politik hegemonya arasında bir çatallaşma söz konusu. Bu bir yanıyla askeri ve politik hegemonya’nın ABD için önemini artırıyor. Ancak diğer taraftan, bu çatallaşmanın diğer merkezlerin ekonomik alanda Amerika Birleşik Devletleri’ne daha az tavizkar tutumlar almalarına sebep oluyor.
Yeni düzenin politik kurumlaşmaları bu sancıları yansıtıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, eski dünyanın kurumudur. Yeni düzen altında uzun süre “garantör” rolünü oynaması mümkün değil. Aynı şekilde, son NATO toplantılarında ortaya çıkan önemli bir durum, NATO güçlerinin esnek ve bölgesel hızlı müdahalelere izin veren bir yapılanmaya gitmek zorunda olmalarıdır. Avrupa Topluluğu’ndaki bazı ülkelerin, başla Fransa olmak üzere, bu yeniden yapılanmada yeni ve etkin bir rol alarak, ABD’nin askeri hegemonyasından doğan taleplerine karşı koyabilecek gücü kendilerinde toplamak islediklerini söyleyebiliriz. Ancak, bunun gerçekçi bir istek olmadığı da açık. Bugün, ne Fransa ne Avrupa Topluluğu’nun tamamı, ne Japonya ABD’nin hegemonik rolünü oynayabilecek araçlara sahip değil.
Sermayenin sınırları aşan özelliklerinden bahsetmiştik. Bu metaların ve pazarların da sınırları aşan özelliklere sahip olabilmesi ihtiyacını doğuruyor. GATT türü kurumlaşmalarla yaratılmaya çalışılan bu serbest dünya düzeninin önünde bir çok çapraşık yerel çelişki dikiliyor. Ne Japonya kendi pirinç üreticilerini gözden çıkarabiliyor, ne Avrupa Topluluğu kendi çiftçilerini, ne ABD hizmet sektörünü vs. Karşımıza tekrar sınıf mücadelesinin yerel parametrelere olan ilişkisiyle, “globalleşme” arasındaki çelişki çıkıyor.
Tekrar zayıf halka ve sosyalist devrim
Çizilen tablo, yaşanan bir süreci betimlemeye çalışmanın eksiklerini şüphesiz barındırmakta. Ancak bazı siyasal sonuçların ayırdına varabilmemiz mümkün.
Yeni dünya düzeni iki sistemli dünyanın üstünü örttüğü birçok çelişkinin açığa çıkmasının sancılarını yaşamakta.
Bu çelişkilerin, düzenin işleyişinin önünde tehdit oluşturmamasına yönelik yapılanmaları oluşturma kapitalist dünyanın önündeki en önemli sorunlardan biri.
Dünyanın bugünkü düzeni, zayıf halkaların önemini ve ağırlığını eskisine kıyasla kat kat artırmış durumdadır. Merkezler, dünya ekonomisinin entegrasyonu sonucu, kaldıramayacakları düzeyde zayıf halkalarla yüklenmiş durumdalar. Doğu Avrupa’dan, Latin Amerika’ya, Ortadoğu’ya uzanan bir kuşakta bir çok ülke kapitalist merkezlerin eteklerine asılmaya çalışmakta. Hepsini aynı anda taşımaları mümkün değil.
Düzenden yeni bir kopuş, yeni bir “Ekim” günceldir.
Yeni bir kopuş “Ekim”in önemini ve cesaretini taşımak zorundadır. Sovyetler Birliği’nin kendisinin kapitalist restorasyonla karşı karşıya olduğu günümüzde, yaşanacak sosyalist devrimin “işinin daha zor olacağı” açıktır.
Yerel toprağın ürettiği çelişkilerin zenginliğine dayanan sosyalist devrimin güncel olduğu ülkelerin komünistlerinin üzerindeki enternasyonalist yük artmıştır. Kapitalist düzenden kopuşun mümkün olduğunu haykıran bir devrimin yaratacağı itilimin önemini küçümsemek mümkün değil.
Tekrarlamak gerekiyor, Türkiye önemli bir ülke.
Zaman, bizi sıkıştırıyor. Toprağımız, bize gelecek vaadediyor. Geleneğimiz, bizi zenginleştiriyor.
Dünyada doğan sosyalizm boşluğunu yaratmaya ve doldurmaya adayız.