“Şimdi Pavarotti turları moda; Kopenhag’daki Hamlet Şatosu’nda 3 bin kişiye konser verecek olan ünlü tenor için bir uçak da İstanbul’dan kalktı.”
Gazeteler böyle yazıyor. Başlığın ardından, Sabancı, Ali Koçman ve Erol Aksoy gibi ünlü işadamları Pavarotti’yi ne kadar beğendiklerini anlatıyorlar.
“Valizin üzerinde ‘Özal’ yazısını gören Amerikalı hamal ‘sen President’ın oğlu musun’ diye sormuş. Yani çok tanınıyoruz, bundan yararlanmak lazım.”
Gazeteler yazıyor, bu sözler Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a aittir.
“Moskova’daki gösterilerde Çar Nikola’nın resimlerinin taşınması, Rus halkının demokrasiye olan özleminin bir ifadesi olarak yorumlanıyor.”
Bu Cumhuriyet gazetesinde bir fotoğraf altı olarak yer alıyor.
Pavarotti’nin Avrupa’ya ne “okuduğu” belli. Sözgelimi Andy Williams ya da Matt Monroe’dan dinlenebilecek, hatta aslında bunlardan dinlenmesi gereken bazı popüler film bestelerini Pavarotti’den dinlemek üzere özel uçakla Danimarka’ya gitmek, düpedüz görgüsüzlüktür.
Yabancı ülkelerdeki havaalanlarına kadar uzanan bir tanınmışlıktan söz edip sonra “fırsat çıkmışken bundan yararlanalım” demek nasıl bir ruh halini yansıtır, bunu anlatacak sözcükleri seçmekte zorlanıyorum.
İfadesini Çar Nikola’nın resminde bulan demokrasi özlemine gelince. Darbe girişiminde ölen üç kişinin cenaze töreninde, ünlü “Kanlı Pazar”da halkın üzerine ateş açtıran bir eski “soylu”nun resminin taşınması, taşıyanların soysuzluğunu gösterir. İyi de bunu “demokrasi özlemi” şeklinde yorumlamak neyi gösterir? Bunu tanımlayacak sözcükler bulmakta zorlanıyorum.
Sıfat bulmakta zorlansam bile, süreci anlamakta hiç zorlanmıyorum. Yalnızca Türkiye, onun görgüsüz burjuvaları, kültürsüz yazarları da değil; bütün dünya bir kültürsüzlük, cehalet ve yozlaşma dalgasına kapılmış yol alıyor. Kapitalizm komünizmi altetmesini sağlayan başlıca silahına, popüler kültüre (yani cehalet ve dar görüşlülüğe) kendi diyetini ödemektedir. Kendi özgün kültür birikimini kusup gitgide Amerikanlaşarak..
Yoksa ben mi yanılıyorum? Yoksa komünistler gerçekten de dünyanın yöneldiği yeni mecranın kendine özgü değerlerine, kültürüne ayak uyduramadıkları için mi tasfiye ediliyorlar? Düşünmek gerek.
Düşünelim. “Stalinist despotluk” dönemlerinin has komünistlerinden, bir piyano ustası sayılabilecek Finli Otto Kuusinen ya da sanatçılara kan kusturan ünlü Jdanov bugün yaşasalardı, dar ve indirgemeci beğenileriyle Pavarotti’nin “okuduğu” o güzelim film bestelerine herhalde yüzlerini buruştururlardı.
Sovyetler Birliği’ndeki bir hastanede günlerini saymakta olan “fosil” Honecker, bir zamanların devlet başkanı olarak, adının her yerde bilinmesi gibi bir mutluluğa zaten hiç erişememişti. Ama erişseydi bile o hantal bürokrat kafasıyla bundan yararlanmayı hiç düşünemezdi.
Pravda’da çalışanlar arasında bulunan “tutucu” komünistler, Çar Nikola’nın resimlerinin taşındığı cenaze törenlerine herhalde bizzat tanık olmuşlardır. Olmuşlardır da, o dinazor kafalarıyla çağın akışını yakalayamadıklarından, Çar Nikola’nın aslında demokrasi özlemini simgelediğini örneğin Türkiye’deki gazeteciler kadar anlayamamışlardır.
Waldeck-Rochet de çoktan ölüp giden bir eksi komünist, FKP’nin eski önderi. Ünlü marksist filozof Althusser’in yazdığına göre, kendisini Spinoza konusunda esinlendirecek bir felsefe birikimine sahip olan bu önder bugün yaşasaydı ne yapardı? Herhalde Avrupa Komünizmi’nin önde gelen sözcülerinden biri olurdu. Bunu başarırdı da, onca felsefe birikimine rağmen, salt Komünist olduğu için, örneğin Francis Fukuyama’daki felsefi kerameti söküp çıkaramazdı.
Demek ki, öyle iftira falan değil, Komünistler gerçekten çağın gerisinde kalıyorlar. Örneğin eski Doğu Almanya kişi başına kırmızı et tüketiminde dünyada birinci sırayı alıyor, ikinci gelen ABD’nin çok önünde bulunuyordu ama “duvarlar yıkıldığında” Doğu Almanlar Mc Donald’s hamburger yiyebilmek için birbirlerini ezmişlerdi.
Komünist bir ülkede, isterseniz her evin kapısına her sabah bir litre sütü bedava bırakın; eğer piyasada Koka Kola yoksa hiçbir işe yaramaz. Bilin ki kitleler üç gün sonra Koka Kola isteriz diye ayaklanacaklardır.
Bütün bunları hesaba katmayan özetle “çağın özlemlerini yakalayamayan” bir rejimin başarılı olması mümkün değildir.
Peki bunca olup biten, salt kültürsüzleşme, cehalet, sığlık mı getirecek. Komünizmin çöküşü, duvarların yıkılması, soğuk savaşın sona ermesi, kültürel yakınlaşma vb. vb. yenilikçi ve yaratıcı hiçbir ürün vermeyecek mi?
Bu kadar kötümser olmamak gerekir. Bir “dünya kültürü” nün oluşması hiç de ihtimal dışı değildir. Üstelik, totaliter döneme özgü Sovyet kültür birikimini büsbütün bir kenara atmak da gerekmiyor. Bunlar “çağdaşlaştırılabilir”, hatta daha uluslararası bir kimliğe kavuşturulabilir. Örneğin Moskova Devlet Sirki ile Bolşoy Buz Balesi arasında gerçekleştirilecek işbirliği sonucunda, atlara, buzağılara ve boğalara buz pateni öğretilebilir. Sonra da atlar, boğalar, buzağılar, kementler ve kovboy şapkası giymiş Rus sanatçılarla, pekala bir “Buz Rodeosu” sahneleyebilir.
Böyle bir düzenleme Rus liderlerinin kafalarına kovboy şapkası geçirmeleri ya da Kızılordu korosunun “Yellow Rose of Texas”ı söylemesinden çok daha etkili olacak, bir dönemlerin iki süper gücünü birbirine daha da yakınlaştıracaktır.