Son dönemde, tantanalı bir ideolojik kampanya başlatıldı. “Vahşi kapitalizm”in topçu atışlarının ardından, 2. Cumhuriyet tartışmaları sürüldü piyasaya.
“Vahşi kapitalizm”in en hararetli savunucuları, “yükselen değerlerin gazetesi” Sabah ve “tabu”lara düşman Aktüel dergisi. Memurların yarısının atılması, KiT’lerin bedavaya verilmesi, temizlik hizmetlerinin özelleştirilmesi gerektiği, belediye işçilerinin ücretlerinin gayet yeterli olduğu, Kürdistan’ın Türkiye’yi sömürdüğü, Türkiye’de kapitalist devrime ihtiyaç olduğu vb. “tez”ler arka arkaya ve özellikle bu yayınlar aracılığıyla ortaya atıldı. Cehalet ve görgüsüzlüğün adı, “cesur ve yeni tezler” oldu. Bilimsel hiçbir temele oturmayan, son derece ideolojik bir içerik taşıyan bu incileri pazarlayanlar, “ideolojiler öldü” demagojisini sabah akşam yineleyenlerdi aynı zamanda.
Kapitalizmin barbarlığının bu denli açık bir savunusu Türkiye burjuvazisinin sosyalizm korkusunun azalmasıyla birlikte önü açılan ve görmemişliği içinde giderek saldırganlaşan liberalizmin, şimdilik geldiği son noktayı temsil ediyor. Sergilenen, bir anlamda yılların kini. Liberalizm, yakın geçmişe kadar; sınıfsal dengeleri bir türlü oturmayan Türkiye toprağında cılızlığını aşamıyordu. Ama şimdi, çözülen sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yükselen “yeni dünya düzeni”nin kanatları altında son gülen taraf olma kuruntusunun şımarıklığını yaşıyor.
Yaşanan 70 yıllık sosyalizm deneyinin burjuvazi üzerinde ne kadar büyük bir karabasan etkisi yaratmış olduğu, giderek daha net olarak görülebiliyor. Burjuva gazetelerinde Lenin’in “iktidar”ına kadar uzanan bir yelpazede yüzsüzce bir yalan üretimi, sosyalizmin ayakta olduğu ve güncel bir tehdit oluşturduğu dönemlerde bile görülmeyen bir yoğunluk kazanmış durumda. Bir yandan, “sonunda bitti” denirken, “ölü”nün ardından sergilenmesi gereken asgari saygıda bile kusur ediliyor. Çünkü aslında burjuvazi, sosyalizmin öldüğüne bir türlü inanamıyor: Son derece haklılar!
Türkiye burjuvazisi, rahata ermek istiyor. Cumhuriyet’in başından beri kendisini köşede ve sıkışmış hissetti; şimdi bu geçmişin üzerine bir toprak örtmenin hayallerini kuruyor. Bu hayallerinin taşıyıcılığını da hiçbir zaman gerçekten bağlanmamış marksizm dönekleri başta olmak üzere, bugünün “neo-liberal”leri üstleniyor. Bunlar, Türkiye tarihinde sosyalizmin pozitif ya da negatif etkisi hissedilen her şeyin üzerine yürümeyi görev edinmiş durumda. Girişilen çok boyutlu ideolojik kampanyanın temel hedefinin “devlet” olması ise son derece doğal. Mehmet Altan, yine son derece haklı olarak, Türkiye devletinin halktan duyulan korku temelinde örgütlendiğini anlatıyor. Ardından, ekliyor: “Ama bugün 1992… Artık korkudan kurtulmalıyız.” (Sabah, 7 Ağustos 1992)
Türkiye’de devlet, genelde kitlelerden, özelde işçi sınıfından duyulan korku ile biçimlendi. Kitlelerin ve sınıfın harekete geçmesi, her dönemde burjuvazinin korkulu rüyası oldu. Ama daha çok kitlesel hareketlenmelerin sosyalizmin de uluslararası prestiji yardımıyla, sosyalist bir siyasal önderlikle buluşmasından korktular. Bugün bu olasılığın kalmamış olduğuna kendilerini inandırmaya çalışıyorlar. Depolitizasyonun yarattığı olanakları sonuna kadar kullanarak, bir anlamda yalnız kalmış olan kitlelerin belirli bir yerleşikliği bulunan değer ve beklentilerini topa tutuyorlar. Bugüne dek “sosyal” olduğu söylenen ve “baba” olarak görülmesi sağlanan devletle birlikte, her türden devletçiliğin hedef tahtası hâline getirilmesi, söz konusu kampanyanın olmazsa olmazı.
2. Cumhuriyet fikrinin de ortaya atılmasıyla, tartışma hızla kutuplarını bulmaya başladı. “Devletçi” kanat, on yılların içselleştirilmiş refleksiyle, tam olarak tanımlayamadığı birtakım mihrakların izini buldu: “Bize kalırsa, bütün bu saçmalıklar, devletin içine sızmış devlet yıkıcılığının telkinleriyle yayılıyor. “(…) Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk milletinin devleti olmaktan çıkararak, bir Türk-Kürt federasyonu hâline getirmeyi hayal ediyorlar.” Coşkun Kırca’nın 3 Ağustos tarihli Milliyet ‘te dile getirdiği tepkiler her ne kadar 2. Cumhuriyetçilerin temel argümanlarını çok fazla karşılamasa da geleneksel “devletçi” bakış ve kaygıları net olarak yansıtıyor.
Ufukları dar olmakla birlikte, sınıfsal refleksleri son derece güçlü olan “devletçi”ler ve devlet içi kimi geleneksel odaklar, çıkış nedenlerini çok iyi kavrayamasalar da Türkiye kapitalizmi açısından tehlikeli bir oyunun oynandığı kuşkusunu taşıyorlar. Karşılarında, yakından tanıdıklarını düşündükleri bir söylem var. 2. Cumhuriyet savunucuları, “devlet”e saldırırken en ufak bir yaratıcılık göstermiyorlar. Türkiye solunun neresinde aşınmış ucube devlet ve sivil toplum tezleri varsa, bunları ısıtıp ısıtıp sunuyorlar. “Ceberrut devlet”, “Asker-sivil bürokrasi egemenliği” vb. kavramlar, polis baskısı, işkence, kontrgerilla vb. ‘ne yönelik eleştiriler atanmışlar-seçilmişler ayrımı, “resmi ideoloji” karşıtlığı vb… Türkiye solunun demokratizmden bir türlü kurtulamayan kesimlerinin dağarcıklarında ne varsa, bugün liberal köşe yazarlarının diline düşmüş durumda. Üstelik, bu görüşlerin savunusu “devletin” televizyonunda bile yapılabilir hâle geldi.
İşin bir aşağılık yanı daha var: Tüm bu demokratikleşme vs. tartışmaları eşzamanlı olarak Türkiye burjuvazisinin ve devletinin basını ile kol kola savaş provokatörlüğü yaptıkları bir döneme denk geliyor. Türkiye, Kıbrıs’ta olduğu gibi militarizmini dünyadan izole edilme riskini taşıyan alanlarda değil, artık yeni dünya düzeninin cengâveri olarak sergilemek istiyor. Bu anlamda doğrudur batıya yakınlaşıyorlar!
Tüm bu safsatalar, bu ülkede “halkın” coşkulu tezahüratı altında devrimcilerin öldürülmesiyle, Kürt devrimcilerinin katledilmesiyle haftada birkaç devrimci gazetecinin pusuya düşürülmeleriyle eş zamanlı olarak yaşanıyor… Evet doğrudur, burjuva diktatörlüğünün cinayetten yolsuzluğa, “özgür” seçimlerden polis copuna, militarizmden demokrasi ideolojisine kadar tüm araçları kullanma yeteneğini geliştirmek anlamında kapitalizmin sağlam kalesi batıya yaklaşıyorlar!
Ve öte yandan, Türkiye siyasal sahnesinde tüm bunlara, örneğin Bosna Hersek’ten Kafkasya’ya uzanan bir alan için yeniden yaratılmaya çalışılan “asker millet” söylem ve kimliğinin karşısına çıkan herhangi bir güç yoktur. Peki, sosyalistlerimiz, devrimcilerimiz ne güne duruyorlar? Anti-Kemalizm, enternasyonalizm ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konularında mangalda kül bırakmayanlar, işçi sınıfını bu savaş tehdidinden uzaklaştırmak, başka uluslardan kardeşleriyle birbirlerini kırmaktan alıkoymak için ne yapacaklar?
Bu soruların yanıtını veren ve doğru politikayı kestirebildiğini iddia edenler için artık, ilerleme, uygun araçları yaratma ve çemberi kırma zamanıdır. Bu iddiası olmayanlar ise artık seslerini alçaltmak zorunda kalacaklar…
2. Cumhuriyet tartışmasına geri dönersek; huzursuzlanan bir diğer kesimden daha söz etmemiz gerekecek: Bunlar, Cumhuriyet gazetesi yazarları başta olmak üzere, eski deyişle “sol kemalist”ler. “Sol kemalizm”in özellikle 60’lar sonrasındaki temel işlevi, düzen dışı dinamiklerin paratonerliği olmuştu. Paratonerlik işinde kullanılan aydınlara, devlet ve burjuvazinin bakışı her zaman belirli bir kuşkuculuk taşıdı. Hiçbir zaman tam bir bütünleşme yaşanmadı. Bugün bu kesimden kaynaklanan tepkiler ise bastıkları zeminin ayaklarının altından kayması korkusunu yansıtmaktadır. Bu noktada devletle çok daha belirgin biçimde bütünleşme zorunluluğunu duymuşlardır. Bunlara televizyon ekranlarında tam boy bir düzen savunuculuğunun yaptırılabilmesi, ortaya son derece traji-komik bir görüntünün çıkmasına yol açtı. Uğur Mumcu, TRT’nin 2. kanalında Mehmet Altan’ la yaptığı tartışmada, yılların “muhalif”liğinin ardından üstlendiği yeni misyonunun altından kalkamadı.
2. Cumhuriyet’ten asıl maksat pek değişmese de tam olarak ne olduğu konusundaki rivayetler, savunucu sayısı kadar muhtelif. Neo-Osmanlılık, vahşi kapitalizm, sivil toplumculuk vb.’nin çok farklı bileşimleri aynı sloganın altında veya yanında savunuluyor. Bu durum, karşıtlarının 2. Cumhuriyet’te en çok neden korkuyorlarsa, onu görmelerine yol açıyor. Örneğin Taha Akyol, 2. Cumhuriyet’te en büyük öcü olarak “jakobenizm”i buluyor. Altemur Kılıç ise sosyalizm hayaletini hatırlıyor: “Cumhuriyet’in numarası eğer muhakkak değişecekse köklü-radikal olaylarla, ihtilaller neticesinde olur. Şimdiki ‘2.Cumhuriyet’isteyenler; hevesleri kursaklarında kalan Marksist ihtilali acaba şimdi bu yoldan mı gerçekleştirmek isterler!” (Milliyet, 7 Ağustos 1992) Coşkun Kırca, bir “Türk-Kürt Federasyonu” kâbusu görüyor. Doğu Perinçek, Kemalizmin bu kadar ucuza gitmesinden rahatsız: “Amaç hür ve sivil bir toplum ise Kemalizme niçin böyle kan davası güdüyorlar?” (Milliyet, 6 Ağustos 1992) Perinçek, sivil toplumun zaten “Gazi”nin temel hedefi olduğunu söylüyor.
Tartışmanın bugün piyasaya sürülen tarafları ve dillendirdikleri argümanlar bir yana, 2. Cumhuriyet fikri Türkiye’yi batıya yaklaştıran bir siyasal yönelişin ve geçmişten kopuşun ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Batıya yöneliş, demokratikleşme ve sivilleşme safsatalarına değil, bir başka niyete denk düşmektedir. O da burjuvazinin sınıf egemenliğinin dünya konjonktürünün sunduğu pervasızlık olanağına yaslanarak çıplaklaştırılmasıdır. Bu hâliyle 2. Cumhuriyet “demokrasi güçleri”nin değil, karşı-devrimin ideolojik yelpazesinde yerini almaktadır.
Numaralandırmada ister yerlerinde saysınlar, ister aritmetik bilgilerini zorlasınlar, Türkiye burjuva düzeninin kendisini radikal bir tarzda yenilemesi mümkün görünmemektedir. Eğer bir radikal yenilenme olacaksa, bu, düzenin sınırlarının kırıldığı, mevcut tüm mekanizma ve mantığın altüst edildiği bir sosyalist devrimin işi olacaktır.
Bugünün “muhalifi” neo-liberaller, aynı zamanda en büyük ödleklerdir. Bugün “sivil toplum”, “demokrasi”, “anti-devletçi mücadele” vb. havarisi kesilenler, sabah akşam “tabu” yıkanlar, risk ve sorumluluğun en büyük kaçkınlarıdır aynı zamanda. Kendilerine izin verildiği sürece ve yine izin verilen alanlarda bir “zihniyet değişimi” mücadelesini verirler. Ama sınırlar az çok bellidir ve bunlar tüketildiğinde, artık geri çekilmelerinin kendilerine yeni misyonlar bulmalarının da zamanı gelir. Köylere piyano sokma türünden daha mütevazı hedeflerle bile rahatlıkla yetinebilirler. Yeter ki yalakalığını yaptıkları burjuvazi, kendilerine kullanılmış mendil muamelesi yapmasın; yapsa bile hiç olmazsa yeniden kullanmayı da düşünsün…
Geri çekilebilecekleri mevzilerden ötesine geçmezler. 2. Cumhuriyet fikrini ortaya atabilirler; ama bunun hangi toplumsal tabana dayanarak somut olarak hangi kurumları hedef alarak ve hangilerini, ne türden yollarla yıkarak / dönüştürerek gerçekleştirileceği sorularından köşe bucak kaçarlar. Bir gün birilerinin kendilerine “yeter!” diyeceği güne kadar ortalığı gürültü ve toz dumana boğmayı bilirler; ama neleri kurcalamamaları gerektiğini daha iyi bilirler.
Bugün için burjuvazinin artık dar bulmaya başladığı sınırları bir miktar genişletme, kendini daha “uygar” görme ihtiyacına karşılık düşüyorlar. Devlet otoritesinin, koalisyon aracılığıyla büyük oranda yeniden tesis edildiği geçici bir süre için olsa bile, devlet çarkları arasında bir uyumun sağlandığı bir dönemde yapılan sivil toplumculuk, bir yandan sınıflar arası ilişkilerde daha “çağdaş” ilişki biçimlerinin oturtulmasını, diğer yandan siyasetin unutulmasını sağlamaya çalışmanın adı. Devlet sopasının altındaki kitlelere, “vatandaşlık” ve “birey olma” bilinçlerini taşıyorlar. “1. Cumhuriyet”, “siyasal cumhuriyet” olarak nitelendiriliyor ve devlet iktidarının gücünün zayıflatılması mücadelesi demagojisiyle birlikte, asıl önemli olanın iktidara uzak alanlardaki kurumsallaşmalar olduğunun, “baskı gruplarının” güçlendirilmesinin gerekliliği savunuluyor. “Zihniyet devrimi” zırvalığıyla gerçek bir devrim ihtiyacının, iktidar düşmanlığıyla da gerçek bir toplumsal devrimin ana halkasının perdelenmesine çalışıyorlar.
Temel hedeflerinden biri de işçi sınıfıdır. Oynanan oyunlara işçi sınıfını bir türlü tam olarak katamamanın rahatsızlığını yaşıyorlar. Bu da saldırganlaşmalarına yol açıyor. İş güvencesi sağlaması mümkün olmayan iş güvencesi yasa taslağına burjuvazinin yönelttiği saldırılar, bundan böyle işçi atamama korkusundan değil, “işçi atma meşruiyeti”nin ortadan kalkacağı telaşındandır ve işçi sınıfına hiçbir düzeyde mevzi kazandırmama kaygısının ürünüdür. Engin Ardıç’ın televizyonda, Sabah gazetesinin manşetlerinde işçi sınıfının mücadelelerine karşı aldığı net tavırlar, sınıf üzerinde baskı oluşturma çabalarıdır. Ancak şu bilinmelidir: Belediye işçilerine “çöpçü” diye küfrederken işçilere bir sınıf olduklarını hatırlatmaktan korkmuyorlarsa, bu politik önderlikten yoksun olanların bugün için yapabileceklerinin sınırlarını bilmelerindendir.
Belediye işçilerinin büyük kentleri neredeyse felç eden grevi, bu sınırlan bir kez daha açığa çıkardı. Bugün işçi sınıfı hareketinin sendikal önderliği, içerdiği iyi niyetli devrimci sosyalist unsurların kimliklerinden bağımsız olarak, yine direnen işçi kitlelerinin barındırdığı militan ve sosyalist unsurların kimliklerinden bağımsız olarak bir sınıra dayanmış bulunuyor. Sendikal mücadeleyi “içeriden” ilerletme şansı yoktur. İşçi hareketi, sosyalist siyasal bilincin uzağında ve kendiliğinden mücadelenin evrimiyle, buraya bir adım daha yakınlaşamayacak. Sosyalist önderliğin perspektif çizmesine ve pratik müdahalelerine ekonomik mücadelenin ta en başından itibaren ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bu durumdan hiçbir sendikal konfederasyon muaf tutulamaz. Ve bu anlamda Türk-İş/ DİSK/ bağımsız sendikalar/ sınıfın birliği tartışmaları artık kendini tüketmeye başlamıştır. Bu denklemde tutulacak doğru halka, elbette sınıfın birliği hedefidir. Ama sorun denkleme siyasal önderlik/ sosyalist öncü girdisi olmaksızın çözüm yolunun bulunamayacağında…
Her türden düzen sözcülerinin sergiledikleri yüzsüzlük ve rahatlık, ortalığın şimdilik boş bulunmasından kaynaklanıyor. Bunda biz sosyalistlerin de şu ana dek yapamadıklarımızla payımız vardır. Ancak kısa bir süre içinde, partili mücadelemizle kendimizi affettirirken, bu saçmalıklara da bir son vereceğiz. İşçi sınıfının partili siyasal mücadelesi, herkesin gerçek konum ve çapının açığa çıkmasını sağlayacaktır.
Onlara sınıf mücadelesini hatırlatacağız!
“Anti-devletçilik”: Nereye kadar?
Türkiye burjuvazisi, gerçekten “anti-devletçi” olabilir mi? Özelleştirme kampanyalarıyla birlikte başlayan ideolojik kampanya, nereye kadar yürütülebilir? Devletin gücü ne kadar zayıflatılabilir?
Devlet bir “zihniyet devrimi”yle alt edilmek istendiğine göre, öncelikle işin ideolojik boyutuna bakalım. Türkiye’de, sivil toplumun da kurulmasını sağlayabilecek “Batı tipi” bir ideolojik hegemonya hiçbir dönemde tesis edilemedi. Bir ideolojik hegemonyanın önkoşulu işçi sınıfı başta olmak üzere toplumdaki sınıfların ideolojik yapılanmada tuzlarının bulunmasıdır. Sınıflar ancak ve ancak sınıf mücadeleleri aracılığıyla bir ideolojik hegemonyanın tesisinde pay sahibi olabilirler. Ve ancak bu sayede söz konusu ideolojik hegemonyanın nesnesi haline getirilebilirler.
Türkiye’de ise burjuvazi sınıf mücadelelerinden her dönemde korktu. İşçi sınıfına ve emekçilere verebileceklerinin sınırlı olması nedeniyle bunları baskı ve zor yardımıyla hareketsiz kılmayı tercih etti. Kitlelerin karşısına dolayımsız olarak çıkma cesaretini hiç bir dönemde gösteremedi. Güçlü devlet burjuvaziden bağımsız olduğu yanılsamasının yaratılabildiği oranda Türkiye’deki sınıf mücadelelerinin hem düzenleyicisi hem de nesnesi oldu.
Devletin baskı ve zor tekeline sahip olması dar anlamlarıyla ele alınamaz. Baskı ve zor yalnızca ideolojik mücadele alanındaki sınırları çizmez. Aynı zamanda bir “güç ideolojisi”ni açığa çıkarır. Güç ideolojisinin yeniden üretimi de bir “devlet ideolojisi”nin yeniden üretimi biçiminde somutlanır.
Dolayısıyla Türkiye’de sınıf mücadeleleri defteri bir daha açılmamak üzere kapanmadıkça “devletçilik”in de sonu gelmeyecektir.
Peki işin ekonomi cephesinde ne var? En azından devletin ekonomideki ağırlığı minimuma indirilemez mi?
Türkiye nesnelliğinin izin verdiği bir “minimum”a indirilebilir kuşkusuz. Ama bu bugünkünden çok da az olamayacaktır.
Birincisi bir “devlet ideolojisi”nin dayanaklarından biri de devletin çok boyutlu gücüdür. Ancak belirli oranlarda “verebilen” gerektiğinde “baba”lığını bizzat gösterebilen bir devlet itibarını sürekli kılabilir.
İkincisi anti-devletçiliğin uluslararası düzeyde yürütülen bir kampanya olmasına karşın kapitalistlerin yine uluslararası düzeydeki rekabetinde devletlerin bugün vazgeçilmez bir önemi bulunuyor. Kendi devletinin somut gücünü arkasına almayan yerel burjuvazilerin uluslararası alanda ayakta kalması olanaksızlaşmıştır.
Üçüncüsü burjuvazinin devletle kurduğu doğrudan ilişkiler Türkiye’de her dönemde birincil önem taşıdı. Devlet burjuvaziye kaynak aktarma mekanizması olarak kullanıldı ve kullanılmakta. Her zaman büyük bölümü burjuvazi dışı kesimlerden toplanan vergiler ihale yolsuzlukları bütçe açıklan teşvikler vb. aracılığıyla burjuvaziye aktarıldı. Türkiye’de devletin açtığı ihalelerdeki yolsuzlukların üzerinde koparılan fırtına belirli istisnalann üzerine gidilerek işin halledileceği yanılsamasını yaratırken yolsuzluk ve yozlaşmanın bir kural olduğunu gizlemenin de aracıdır. Yine bütçe açıkları ve bunu kapatmak için iç borçlanma burjuvazinin yüzyıllardır kullandığı bir kaynak aktarım yoludur. Bütçe açıklarının nedeni olarak bugünkü hallerine bilinçli olarak getirilmiş olan KiT’lerin verimsiz çalışmalarını göstermek ise son derece yüzsüzce bir demagojidir. Türkiye’de büyük bir güç haline gelmiş olan bankacılık sektörü devletin iç borçlanması sayesinde ayaktadır ve bu dununu İktisat Bankası’nın Genel Müdürü Erol Aksoy bir İSO toplantısında şu şekilde dile getiriyor: “Biz devlet bataklarını finanse ediyoruz. Kârlılığımızın nedeni devlet bankalarının verimsiz ve bataklı çalışmaları. Şükrediyoruz onlara. Adam olsunlar verimli çalışsınlar; bize pek iş düşmez.” (Ekonomik Panorama, 2-9 Ağustos 1992)
Tüm bunlardan çıkan sonuç açık olmalı: Bugünün “anti-devletçilik”ini fazlaca önemseyenler büyük oranda yanılmaktadır. Bir miktar gürültü patırtı çıkarılır, yaygınlaştırılan cehaletin yarattığı bulanıklık ortamında bir miktar daha paralizasyona yol açılır ve bu bir süre böyle gidebilir. Ama tam birileri artık “sivil toplum”un kurulabileceği dönemin geldiğine daha fazla inanmaya başlamışken sınıf mücadeleleri de kapıyı çalmaya başlar.
Artık “kritik” dönemeçler geri gelmiştir. Şaklabanların sahneyi terk etmesinin zamanıdır. İş ciddiye binmiştir ve ehilleri tarafından üstlenilecektir…
Bu günlerin gelmesinde bizim de payımız olacak!
Artık faşistler de sivil toplumcu
Türkiye’de depolitizasyon ve ideolojik dağınıklığın etkisinden bağımsız kalabilen herhangi bir burjuva kurum ya da odak bulunmuyor. En katı ve net bir ideolojik çerçeveye sahip olması beklenebilecek olan faşist hareket bile son derece şekilsiz uçlar verebiliyor.
Aslında faşist hareketin ideolojik iç yapısındaki eklektiklik yeni bir olgu değil. Türkiye’de milliyetçiliğin her dönemde son derece manipülatif bir kullanımı söz konusu oldu. Kendisine yüklenilen misyonların ötesine geçemeyen faşist hareket “kişilikli” bir çizgiyi hiç bir zaman oluşturamadı. Mevcut devleti yeniden yapılandırmaya dönük bir perspektifin taşıyıcılığından çok daha fazla devletle bütünleşme çabası içinde oldu.
Ancak 12 Eylül sonrasında girdiği ideolojik bunalımı hâlâ aşamamış bulunan faşist hareket bugün özel bir hareketlilik gösteriyor. Türki cumhuriyetlere yönelik seferlerde doğrudan Türkeş aracılığıyla MÇP’ye de belirli misyonlar verildi. Bunda faşist kadroların kimi somut görevlerde kullanılması dışında, Türkiye’de milliyetçiliğin belirli oranlarda öne çıkarılmasını gerektiren bir konjonktüre girilirken MÇP’nin açılan alanı fazlaca zorlamasını önleme çabası da etkili olmuştur. Özel misyonların verilmesi ve kimi olanakların sunulmasıyla birlikte, faşist hareketin yedeklenmesi mümkün oldu.
Son dönemde sınırlı da olsa bir politizasyonun yaşanması, siyasal alandaki çeşitli çizgilerde bir ayrışma ve netleşme dinamiği yaratmaktadır. Ancak diğer yandan koalisyon tüm demokratikleşme demagojisinin ardında uçlan temizleme ya da en azından marjinalleştirme çabalanın temsil ediyor. MÇP içindeki ayrışmada da devletin parmağının bulunduğu en azından sonrasında basının da yardımıyla ayrılan kanadın marjinalliğe itilmeye çalışıldığı açık.
Ayrılmaktan çok atılan Yazıcıoğlu grubu açısından en önemli sorun kendi varlık nedenlerini tanımlamak. Türkeş kanadında bulunmayan ideolojik çerçeve sorunu en azından kendisini kanıtlamadan önce devletle bütünleşme dışında bir alan açma çabasındaki Yazıcıoğlu gurubunda özel bir önem kazanıyor.
Ancak faşist bir hareket açısından bu alanın darlığı ideolojik düzeyde daha geniş bir yelpazeyi ve kaçınılmaz olarak eklektikliği getiriyor. Yazıcıoğlu grubu bir yandan gerici değerleri temel alırken diğer yandan “çağın değişimi”ne de ayak uydurduğunu göstermeye çalışıyor. Milliyetçiliğin yanı sıra ve daha fazla vurguyla islamcılığı öne çıkarırken, “çokluk içinde birlik” prensibi çerçevesinde “çoğulcu ve sivil bir İslam anlayışı”ndan söz ediyorlar.
Gruba ait Yeni Hafta gazetesinin 3 Ağustos 1992’de çıkan ilk sayısında bir “Milli Mutabakat Çağrısı” yer aldı. Çağrı hem hedef kitleyi geniş tutma hem de burjuvaziye mesaj verme işlevlerini yükleniyor. “Yeni dünya düzeni”ne çok daha uyumlu hareket edileceğinin güvenceleri veriliyor: “Günümüzde evrenselleşmiş çoğulcu ve katılımcı yaklaşımların cihanşümul değerlerin bütün ülke toplum ve zihniyetler tarafından karşı konulmaz kabuller olduğunu müşahade ediyoruz.” Hangi sınırlar içinde durulacağı ısrarla vurgulanıyor: “Türkiye’de mevcut hukuk sisteminin ve demokratik prensiplerin siyasi mücadele için gerekli çerçeveyi verdiğini, sınırlamaların demokratik mücadele ile kaldırılabileceğini düşünüyoruz. Bu sebeple siyasi görüş ve teşekküllerin gayeleri için şiddete başvurmalarını yanlış buluyoruz.”
Sivil toplumculuğu işin kaynağından öğrenmeye çalışıyorlar. Bu konuda yazılmış olan iki yazıdan birinde, Toplum ve Bilim ve Birikim dergilerine başvurulmuş. Hatta Gramsci’yi bile referans olarak alma “açık görüşlülüğü” (belki de daha çok cehaleti) sergileniyor. Yeni derslerine iyi çalıştıkları izlenimini veren Yeni Hafta yazarları, Türkiye’de hemen bütün toplumsal hareketlerin “iktidar”a yönelmiş olduğunu ve bunun yanlışlığını savunuyor.
Dünya belki de gerçekten değişiyor. Sivil toplumun ,teorik karşıtı faşizm bile hatta Birikimcilerin de katkılarıyla sivilleşmeye başlıyorsa evrensel olduğunu söyleyip durdukları şu değerlerin gerçekten de öyle olduğunu düşünmemek elde değil.
Ancak ne yazık ki hiçbir şansları bulunmuyor. İşçi sınıfını bir türlü “sivil”leştiremiyorlar. Bunu başaramadıkları ölçüde de sivil toplumculuk bir laf yığınından ibaret kalacak.
Devletle sıkı bağlarla bütünleşmiş Türkeş çizgisi karşısında, Yazıcıoğlu grubunun basan şansı son derece zayıf. Zaten hitap ettikleri kesimlerden de bekledikleri yanıtları alamadılar. Gericilik pazarında yeni ve küçük bir dükkan olmanın ötesine geçmeleri oldukça zor. Yine de liberal solcularımızın düşüncelerini bir almak da fayda var: Bu kadar okuyup eden “demokrat” ve “sivil toplumcu” faşistlerin biraz daha güçlenmeleri, Türkiye’de sivil toplumun tesisi mücadelesi açısından daha olumlu olmaz mıydı?
Partinin eşiğindeyiz
Yukarıda satır aralarında çeşitli vesilelerle sözü partiye getirdik. Bu değerlendirmemizi bitirirken de döneceğimiz konu yine Parti olacak.
Türkiye’nin politika sahnesindeki boşluklar, işçi sınıfı hareketinin güncel tıkanıklıkları sosyalist hareketteki sorunlar… Tüm bu yollar bizler için dönüp dolaşıp partili mücadele yönünü gösteriyor. Ancak Gelenek bu duruma “ortada bir boşluk var” basitliğiyle yaklaşmıyor. Bir boşluk gerçekten var! Ama siyaset alanında boşlukların anafor etkisinin oluşması genellikle hiç de olumlu sonuçlar vermez. Anafora kapılıp boşluğun içine düşenlere çok rastlanır, ama bunların siyasal öznelere dönüşüp kendi belirledikleri çekim güçleri oluşturmaları pek görülmüş değildir.
Daha net anlaşılması için şöyle de tarif edebiliriz: Türkiye’nin birçok düşünen marksisti yukarıdaki tüm saptamaları kabul edebilir ve bu zeminin üzerine kendilerine başka siyasal gelecekler seçebilir. Neler olabilir seçenekler Örneğin, madem Türkiye’de ve dünyada marksizm bu kadar büyük bir bunalım yaşıyor ve basınç altında önce bu bunalımın teorik / ideolojik / kadro birikimi yönleriyle çözüm hazırlığını gerçekleştirmek gerekir denebilir. Ve “marjinal kadro hareketi” seçeneği yeğlenebilir. Bunu söyleyen gruplar koca koca aklı başında deneyimli insanlar vardır. Ya da bu toplu saldırının ancak nicel güçle karşılanabileceği inancıyla ideolojik olarak daha geri mevzide bir savunma cephesi -belki bir blok partisi – stratejisi geliştirilebilir. Bir diğer tercih Türkiye kapitalizmini bugün en çok rahatsız eden Kürt ulusal hareketinin açmış olduğu cepheye lojistik destek sunma yönünde kullanılabilir. Tüm bunları söyleyenler vardır. Kimileri bağımsız bireylerdir kimileri parti tabelası taşıyan kollektiviteler…
Bu seçişlerin hangisinin doğru olacağının belirlenmesi tarihe bırakılamaz. Elbette tartışmanın bir momentinde “o halde siz öylesini deneyin biz de kendi bildiğimiz gibi ilerleyelim” denecektir; biz de açıkçası bugün solun birçok kesimine bu mesajı veriyoruz. Ancak tartışma aslında başka birkaç nedenle kapanmış sayılmalıdır.
Birincisi, önerdiğimiz partili mücadele karşısında diğer tüm seçenekler değişik anlamlarda “geri mevzi” olmayı baştan kabullenmektedir. İdeolojik açıdan siyasi “çıkış” yapma niyeti anlamında politika üretme yeteneğiyle, sosyalist hareketin teorik ve örgütsel mirasını bulunduğu en ileri noktadan devralma hedefini taşıyıp taşımamakla, dahası kimileri için kapitalizmin devrimci tarzda alaşağı edilmesi amacı açısından…
İkincisi, bu eksiklik Türkiye nesnelliğine sosyalizm mirasına ve sosyalist mücadelenin birikim ve yeteneklerine ilişkin kısmi gözlemlere dayanmaktadır. Kısmilik en fazla ampirik veri derleyiciliği sınırına gelip kalmakta kendisini belli ediyor. Çünkü partili mücadele hedefi için bugün son tahlilde son güvencemiz, Türkiye sosyalist hareketinin irade gücüdür. İstenirse paradoks olarak algılansın Türkiye’deki devasa açmazlarımızı çözme şansını, bu iradenin içselleştirildiği mümkün olan en ileri aygıtla yakalayabiliriz. Parti iradi olarak zorladığı bir etkinlik alanıyla kendisine yol açacaktır. “Partili mücadele”nin ölçülerine uygun bir boşluğun düzenin nesnellikleri tarafından sunulacağını kimse beklemesin. Herhangi bir proje için böylesi “ısmarlama” bir boşluk kendiliğinden doğarsa bu yukarıdaki anafor esprisinden başka bir şeye tekabül etmeyecektir. Düzen karşıdan için de boşluklar yaratır ve sunduğu “kendiliğindenliğe” tabi düşenlerin üzerine kürek kürek toprak atmakta da zorlanmaz.
Sonuç bizler ve çok yakın gelecekte partide buluşacağımız yoldaşlarımız açısından şu olmalıdır: Bugün eğer birileri sosyalizmde ısrar ediyorlarsa, bunun gereği olarak ortaya konulacak ve Türkiye nesnelliğinde reel bir anlam taşıyabilecek sosyalist mücadele almaşıkları, sanıldığı gibi çeşit çeşit değildir. Örgütlenmesini kent proletaryası temeline oturtan, bunun yanında örgüt nosyonu ile ilgili hiçbir tereddüte yer vermeyen partili mücadeleyi tali bir kanal olarak görmeyerek, bu mücadelenin ideolojik ve siyasal odağına sosyalist iktidar hedefini yerleştiren bir mekan tek seçenektir. Bunun için partimiz aynı zamanda Türkiye’deki “değişik sosyalizmler”den birisini değil, tek ve mümkün olan sosyalist mücadele almaşığını temsil etmektedir.
Kendi dışımıza kanıtlayacağımız yalnızca Türkiye’nin bu konjonktüründe sosyalizmin “kılıç atabileceği” değildir. İspatlayacağımız yalnızca bugün bu ülkede sosyalist mirasın düzenin her boy saldırısına bir karşı saldırıyla cevap verebilecek yeteneğe sahip olduğu değildir.
Yaklaşan mücadele tarzının Türkiye sosyalist hareketinin birikimini üstlenmenin ve ilerletmenin tek yolu olduğunu da göstereceğiz. Solun iç ideolojik pratik sorunları var ise, birlik diye bir sorun var ise, çözüm yollanın bu mücadele içerisinde yaratacağız
Dosta düşmana partili mücadeleyi hatırlatacağız!