Sosyalistlerin bu ülkede mevcut güç dengelerine bakarak siyaset yapmamaları gerektiğini yazdığımızdan beri sadece iki ay geçti1 . Sosyalist hareketin taşıdığı sıçrama potansiyeli üzerinden perspektif üretilmesinin hareketi devrimcileştireceğini söylemiştik. İki ay içerisinde kriz dinamikleri önemli bir ivme kazandı.
Bu dinamiklere tersinden bakarsak, son derece önemli iki sonuçla karşılaşırız. Bu iki sonuç, somut durumun somut tahlilini verili nesnelliğe esaret olarak algılayanlar için şaşırtıcı olmuştur. Sonuçlardan birincisi, kriz dinamiklerinin burjuva siyasetinde yol açtığı tahribatla ilgilidir. Bu tahribatın değişik yönlerine Gelenek ve İktidar’da değiniliyor. İkincisi ise kriz dinamiklerinin şimdilik pek algılanmayan bir sonucudur. Türkiye solu, bütün saplantı eksiklik ve tutarsızlıklarına rağmen topyekün siyasallaşmaktadır; siyasallaşmak zorunda kalmaktadır.
Önce buradan başlamak gerekir. Türkiye solunun 12 Eylül’den sonra bütünüyle havanda su dövdüğünü iddia etmek zalimce bir haksızlıktır. Ancak aradan geçen süre solun su dövmese bile kendi içinde dövündüğü bir dönem olmuştur. Krizin çarpıcı etkisi işte burada ortaya çıkmıştır. Türkiye solu kendi “teorik” tercihlerini güncel dinamiklere tahvil etmek konusunda sıkıştırılmaktadır.” Son aylarda Türkiye solunun değişik bölmelerinde siyasal üretim konusunda önemli bir zenginleşme söz konusudur ve bunu kimse küçümsememelidir. Bir somut örnek, solun yayınları uzunca bir aradan sonra bu nedenle okunmayı hakeden bir nitelik kazanmaktadır. Bu iddianın abartılı veya öznel bir yaklaşımdan kaynaklandığını düşünenler, sol literatüre daha önceki alışkanlıkların ötesinde göz atmalıdırlar…
SOL ZORLANIYOR
Siyaset yapma zorunluluğu solu çekmektedir.
Siyaset, solu kopuş ya da bağlanma ikilemiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bağlanmaya istekli olanlar hemen kendilerini belli etmekte, buna karşı direnme niyetindekiler ayrı bir tarza doğru yönelmektedirler.
Sorunlar elbette bir çırpıda çözülmeyecek, dahası, siyaset teorik-programatik-tarihsel tercihlerden büsbütün özgürleşmeye-ceği için herkes kendine yakışan türde ve etkinlikte bir siyaset yapacaktır.
Ama siyasallaşma bir veridir ve bunun girilen seçim ortamı ile fazla ilgisi yoktur. Kriz dinamikleri solu davet etmektedir; icabet etmek gerekir. Ne demiş şair, “davetleri kabulümüzdür”!
Bu kitap dizisi için belki gereksiz bir tekrar olacaktır, ama önce kriz dinamiklerinin ne getirip ne götüreceği konusunda biraz durmak gerekiyor. Özetle…
Krizin bir devrimci bunalımın ilk aşaması olduğunu ileri sürmek önemli siyasal ve teorik riskler barındırıyor. Tarif edilen bir tür gebelikse, kriz dinamiklerinin düşük yapması prematüre bir ürün vermesi, sağlıklı bir doğumdan daha güçlü olasılıklardır.
Sosyalistlerin kriz dönemi politikalarını “bozucu” projeler üzerine kurması gerektiğini söyleyen birisinin buradaki “doğum” benzetmesi mazur görülmelidir. Sosyalizm, ancak bütün bu sancılı dönemin ardından devrimci bir altüst oluşla doğacaktır. Öznel bir güç olarak öncü örgütlenmenin durup dururken doğumu zorlaması, kendi kendine zamanlama yapması anlamsızdır. Kriz nesnelliği dediğimiz şey, leninistlere oyunun kural ve zeminini sunmaktadır. Bu anlamda krizin zorunlu olarak devrimci duruma evrileceği veya bunun sosyalist öncünün işi olduğu iddialarının yolaçacağı yıkım korkunç ve acımasızdır. Öncelikle bu konuda net olunmalıdır.
Bugün Türkiye’de sistemin ekonomik krizinden sözetmek nesnel koşulları abartmak anlamına gelmemektedir. Yine bir siyasal krizden bahsetmek aynı koşulları zorlamamıza neden olmayacaktır. Burjuvazinin ideolojik krizinden kuşku duymak da mümkün değil. Sistemin bu üç ögesi kriz başlığına sokulurken üstelik bu üç öge Kürt hareketinin sarsıcı müdahaleleriyle paralize olmuşken hala bir “devrimci bunalım” evresine girmememizin nedenleri ortaya çıkarılmalıdır.
KRİZİN YARINI
Devrimci bunalımın bileşenleri belli… Burjuvazinin yönetme krizi, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememesi, bütün ülke ve sınıfları saran bir ekonomik kriz… Bu üç bileşene dair genel bir doz sorunundan elbette sözedilebilir. Ancak ilk iki bileşen açısından, yani bunalımın daha siyasal iki ögesi açısından sorun yalnızca nicelikle ilgili değildir. Burjuvazinin yönetim mekanizmalarında 12 Eylül sonrasında sürekli kılınan tahkimat, çarpıcı biçim değişikliklerini gerek bırakmayacak bir olağanüstü tarza endekslenmiştir. Düzenin karşı-devrim vuruşlarını sürekli kılması, devrimci bunalım anında daha farklı bir örgüye sahip faşizan bir kılıç atmayı gereksiz kılmamakla birlikte, burjuvaziye kriz dinamikleri karşısında özel bir avantaj sağlamaktadır. Bölgesel olsa da on yıldır fiili bir iç savaş pratiğine saplanan burjuvazinin kesintisiz bir karşı devrim örgütlenmesine (sırf bu nedenle bile) mahkum olması anlaşılır bir şeydir. Anlaşılan şey, bütün ekonomik modelleri ve gariban ideolojik kurguları yanında burjuvazinin şu anki tek sermayesidir…
Dolayısıyla “eskisi gibi yönetememe” hali eli kulağında olmakla birlikte, şu andaki “yönetsel” problemleri tam olarak açıklamamaktadır. Kalıcılaştırılan “olağanüstü yönetme” tarzı 12 Eylül darbesinin burjuvazi açısından en önemli getirişidir ve bugüne maledilemez.
Ezilen sınıfların eskisi gibi yaşamak istememeleri konusu da gizemli bir içerik kazanmıştır. Toplumun geniş kesimlerinin burjuva politikasına yönelik duyarsızlaşmasına eşlik eden ideolojisizleşme süreci Lenin’in “eskisi gibi yaşamak istememe “yi devrimci durumun göstergelerinden birisi yapma gerekçesini bulanıklaştırmaktadır. Lenin’in vurgusu, kitlelerin nesnel olarak devrimci politikalar için alıcı hale gelmesinedir. Türkiye’de ise hoşnutsuzluğun Kürt halkı dışında canlandırıcı değil, soğutucu etkisi ön plana çıkmaktadır. Hatta, emekçi sınıfların durumunu hoşnutsuzluktan çok “apati”yle açıklamak daha doğrudur.
Bu nedenle emekçi sınıflarda işçi sınıfında, sosyalist mesajlara alıcı olma, en azından kulak kabartma türünden bir değişim gözlenmekle birlikte, teorik olarak değişimin bir başka önemli boyutu olan (Lenin) harekete geçme psikolojisinin şaşırtıcı bir biçimde bastırılmış olduğu da hesaba katılmalıdır. Kamu emekçilerinden başlayarak, sınıfın belli bölmelerindeki eylemlilik, taşıdığı önem ve barındırdığı olanaklarla birlikte, Can Yücel’e “hava döndü” dedirten bir ölçeğe uzanmamıştır.
Bütün bunlar kriz dinamiklerinin bir bütün olarak kendince bir denge yarattığını mı göstermektedir? Bizim açımızdan böyle bir varsayımın mantıki sonucu, dengeyi bozacak öznel bir müdahaleye projeksiyon yapmaktır. Devrimci hareketin bütün kriz nesnelliklerinde bu türden bir misyonu olmakla birlikte, kriz dinamiklerinin kaçınılmaz olarak devrimci bunalımla sonuçlanacağı beklentisi kadar tehlikeli bir başka yaklaşıma düşmememiz gerekir. Bu yaklaşım, kriz dinamiklerinin kilitlendiği varsayımı ile hareket eder ve kilidi açacak, yani eşiği atlatacak olan bir öznel girişime sahip çıkar.
DEVRİMCİ DURUM YARATILIR MI?
Belki burada bir paranteze gereksinimimiz vardır. Parantez, devrimci duruma ilişkindir…
Devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması, devrimci durumun kendisidir. Bu anlamda, sınıflar mücadelesinin, bu mücadeledeki sınıfların ve siyasal temsilcilerin konumlanış-larına dair nesnel bir durum saptaması yapılabilir. Ancak, devrimci durum, çoğu kez bu nesnel olgunlaşmayı takviye eden bir öznel dinamiğe de gereksinim duyar. Öznel dinamiğin nesnel olgunlaşmayı düzen dışı, sosyalizan bir iktidara çekmesi, yani devrim için örgütlemesi ise, devrimin öznel faktörünün de olgunluğu anlamına gelir. Bu çakışmanın ürünü olan şey ise, devrim anıdır.
Soru şudur: Türkiye’deki kriz dinamikleri öznel bir eşik atlatma ile devrimci duruma mı dönüşecektir, yoksa kriz dinamikleri kendisini yeniden üretmeye devam ederken sosyalist hareket bu yeniden üretimden yararlanan, onun etkisini artıran ve eşik noktasında müdahale eden bir misyon mu üstlenecektir? Krizi derinleştirmek derken kastedilen ikincisidir ve devrimci durumun gereksineceği takviyeyi yapmak, sonrasında kalkışmaya, yani öznel olanı da olgunlaştırmaya soyunmak, ancak bu çerçevede mümkün olabilecektir. Soruya daha farklı bir biçimde cevap vermek, Türkiye’nin bir zayıf halka olmasını hafife almak ve aslında pek devrimci gözükse bile, umutsuz bir modele yatırım yapmaktır.
Yukarıdaki soruya verdiğimiz yanıt açık: Sosyalist hareket krizin kendi iç dinamizmini yalnız bırakmadan kendisini buna bağlamalı, krizin yoğunlaştıracağı, sınıf kavgasının önüne geçmelidir (Türkçe’nin azizliği… “Sınıf kavagasını engellemeli” diye anlaşılabilir… Bu krizden korkanlar için… Sosyalistler ise önderlik çabasında!)
Sorunun yanıtı başka soruları kaçınılmaz biçimde gündeme getiriyor. Öne geçme, krize endeksli bir mücadele günlüğünde nasıl bir ideolojik ve siyasal tarz seçecek?
HER TARAFTA SİYASET
Bu tarzın en önemli yanı, “devlet”in merkeze konmasıdır 2 . Türkiye kapitalizmini şu ana kadar salimen 2000’lerin eşiğine taşıyan kilit unsur, devlet örgütlenmesi ile burjuvazinin siyasal örgütlenmeleri arasındaki mesafenin iyice kapanmasıdır. Geçmişle kıyaslandığında bugün üç büyük burjuva partisinde (ve hatta Refah’ta) parti içi disiplinin akılalmaz boyutlarda azalması üzerinde durmak gerekmektedir. Bu azalışı krizin sarsıcı etkileri ve parti yönetimlerinin zayıf düşmesi ile açıklamak doğru, ama yetersizdir. Türkiye’de parlamenterlerden başlayarak, burjuva partilerinin ağırlığı olan kadrolarının büyük bir bölümü ya çeşitli kurumsal yapılar, ya da karmaşık ve karanlık ilişkiler aracılığıyla “devlet”in içine çekilmişlerdir. Burjuvazinin siyasal gündemini belirleyen, iktisadi kararları alan, Kürt devrimci hareketine ve emekçi kitlelere karşı saldırıları planlayan “büyük siyaset”, aslen burjuva partilerini kesen bir ilişki ağında varolmaktadır. Bu ilişkilerin sağlama alınması, aynı zamanda bu ilişkilerin tamamlayıcı ögesi olan sermaye örgütlerinin Türkiye’nin gündelik siyasal yaşamında giderek artan etkisi ile mümkün olmuştur.
Öne çıkan siyasi kadroların büyük bir bölümü parti dışı çeşitli örgütlenmelerde de öne çıkmakta, bu örgütlenmelerde kendi partilerinin dışındaki kadrolarla buluşmaktalar. Düzenli toplantılar, vakıflar, haftalık yemekler vs. bu kadroları (bileşimde yalnızca siyasiler yoktur; diplomatlar, askerler, yerel yönetim temsilcileri, çeşitli kapitalist aileleri temsil eden genç kuşak patronlar, medya snobları tabloyu tamamlamaktadır) parti grup toplantılarından daha etkin bir siyaset için biraraya getirmektedir.
Emniyet müdürlerinin, bazı valilerin, mahkeme üyelerinin ve elbette genelkurmay temsilcilerinin en az siyasi kadrolar kadar popülerleştirilmeleri ve siyasi kimlik edinmeleri de tablonun kaçınılmaz parçasıdır.
Yukarıda tablo siyaseti işlevsizleştiriyor mu?
İşte hassas nokta bu soruya verilecek yanıttadır. Burjuvazinin siyasal kriz sırasında kilitlenen yapılara alternatif olarak sunacağı rezervlerin varlığı (askeri darbeler, faşizm, bonapartizm vs.) 20. yüzyıl marksizmi için oldukça tanışık bir durumdur. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, Türkiye’de bu rezerv ögelerin 15 yıldır işten hiç el çekmediği, kriz ile birlikte iyice kendilerini ortaya koydukları bir durumla karşı karşıyayız. Bu nedenle siyasal olanın işlevsizleşmesinden sözetmek büyük bir gaf olacaktır. Olan aslında, burjuvazinin bütün “siyaset-ötesi” kurumlarının sömürücü sınıfın kendisi ile birlikte siyasallaşmasıdır.
Eğer burjuvazi, kriz sürecinde bu sürecin önüne geçebilecek mekanizmalar (bu mekanizmalar sınıfı ve devleti siyaset-ötesi bir görüntüye taşıyabilmek için ciddi bir ideolojik üretime gereksinim duyacağı için, burjuvazinin işi çok zordur) yaratamazsa sosyalist hareketin siyasal ve ideolojik çalışmasında belli sadeleşmelere gidilmesi kaçınılmaz olacaktır.
Kriz sürecinde burjuvazinin bu kadar yoğunlaşmış bir yönetim tarzını “demokrasi” oyununu terketmeden sürdürmesinde ciddi problemler ortaya çıkacaktır; çıkmaktadır da. Türkiye’de egemen sınıfın alıştığı biçime yabancı kimi ögeler taşıyan bu yoğunlaşma, her an bir yeniden üretimi ve yeni rötuşları zorunlu kılmaktadır. İdeolojik üretim ve kadro sıkıntısı çeken sınıfın bu rötuşlar esnasında sürekli olarak yolsuzluk, skandal ve kaos yaratması bir bakıma kaçınılmazdır. Siyasal kadroların siyasal yapıların otoritesinden kaçmasının yarattığı düzensizlik, bürokrat kadroların da bu yoğunlaşmadaki muhtemel dengelerde kendilerine daha güvenilir ve gelecek vadeden pozisyonlar araması sırasında ortaya çıkan karışıklıklarla derinleşmektedir. Şu anda bu düzensizlik ve karışıklıkların etkilemediği tek bir kurum yoktur.
Sosyalist hareket, sömürü düzeninin çarklarında dolayımsız yerler edinen, sömürü düzeninden ek pay ve rantlar elde eden bu kurumların toplu saldırısı karşısında bunların iç uyum problemlerini “zayıf nokta” olarak saptayarak hareket etmelidir. Yıllardır burjuvazi içerisinde çıkar çatışmaları arayan MDD’ci solun geri ve akıldışı stratejisi, yerini sosyalist devrimci atılımın çıkar çakışmasının zayıf noktalarına yöneltilmiş teşhir edici bozucu ve gerektiğinde elimine edici çalışmasına bırakmalıdır. İlki, tasfiye, yıkım ve uzlaşmacılık dışında hiçbir ürün yaratmamıştır. Önerdiğimiz ise, sosyalist iktidar kavgasının yükselişi anlamına gelecektir.
Bu kavganın önderlik boyutunda, yukarıdaki yoğunlaşmanın üzerine nasıl gidileceği belirleyici bir önem taşımaktadır. Burjuvazinin sınıf mücadelelerinde geliştirdiği araçlar elbette, son dönemin nesnelliği ile birlikte bir tarihsel birikime dayanmaktadır. Bu araçların karşısına çıkılırken yapılacak olan tercihlerin kavganın gidişatını belirleyeceği açıktır. Sosyalist hareketin de kendi evrensel birikimiyle bugünün gereksinimlerini harmanlaması tek çıkış yoludur.
İlginçtir, bu harmanlamanın ortaya çıkaracağı başlıklar Türkiye sosyalist hareketinin bugüne kadar fazla üzerinde durmadığı, en çok geçerken değindiği türdendir. Başlıklardan bazıları devrimci demokrat gelenek tarafından bütünlükten kopartılarak hayata geçirilmiş, ancak yine de bazı alanlarda önemli bir deney birikmiştir. Örneğin, yalama olan ve sömürü mekanizmalarının yasallığına tabi olduğunu gizleyemeyen adalet sistemine karşı geliştirilen “devrimci adalet” kavramının bütünüyle işlevsiz olduğunu iddia etmek saçmadır.
PARÇAYLA BÜTÜNÜN PARÇALANMASI
Burjuva toplumunda belli kurumlar, toplumsal yaşantıyı, sömürü mekanizmalarının sürekli kılınması için gereken koşulları yeniden üreterek, düzenler. Aslında doğrudan sınıf mücadelelerinde birer araç olmakla birlikte bu kurumlar, sözünü ettiğimiz düzenleme işlevi sayesinde toplumsal bir meşruiyet kazanırlar. Sınıf mücadelesinde burjuvazi için ürettikleri artı-değer bu meşruiyet sayesindedir.
Bugün burjuvazinin seçmek durumunda kaldığı siyaset tarzı bu meşruiyeti sorgulayacak bir mücadeleye bulunmaz fırsatlar sunmaktadır. Sosyalist hareketin ideolojik ve siyasal alanda kendisini gündeme sokamadığı uzun bir dönem boyunca bu kurumlar serma-yeseverlikte fazla açılmışlardır. Buraya sosyalist hareketin projektörlerinin tutulması, tek tek burjuva kurum ve aktörlerinin teşhir edilmeleri, sorgulanmaları ve siyasi açıdan paralize edilmeleri önümüzdeki dönem sınıf mücadelelerinin üstyapıya yansıyan en önemli harp alanı olacaktır.
Türkiye sosyalist hareketi dinden, orduya, parlamentodan adalete, bürokrasiden basına kadar her kurumun ipliğinin pazara çıkartılabileceği bir olanak elde etmiştir. Bu olanak, ideolojik bir kimlikle, değil örgütlü bir gücün siyaset pratiğinde değerlendirilebilir. İdeolojik seslenme bu örgütlü gücün fonksiyonu olarak anlamlıdır. Geçtiğimiz Gelenek’te bunun nedenleri üzerinde durduğum için bu kez sosyalizmin örgütlü gücünün kriz dinamiklerinde nerelere tutunabileceğine değinmek istiyorum.
Teorik olarak her sistemin, işlevlerini yerine getirmediğinde diğer ögeleri de iğdiş edecek bazı parçalara sahip olacağı açıktır. Bu parçaların saptanması çok zahmetli ve karmaşık bir iş değildir. Ancak sosyalist hareket, yazımın başından beri tarif etmeye çalıştığım düzene karşı negatif girdilerini, işçi sınıfı politikalarıyla, daha da önemlisi, emekçi sınıfların anlamlı ve sonuç alıcı bir kesiminin devrim için pozitif harekete geçişi ile birleştirmek zorundadır.
Devrimci mücadele, bu iki yönümüzün kesiştiği noktaların tarifiyle geliştirilebilir. Türkiye işçi sınıfının burjuvazinin örgütlü zoruna kafa tutabilecek bir kalkışma için yatay bir örgütlenmeye gitmesi olanaksızdır. Sınıf, bölgesel anlamda yoğunlaşmış odaklar haline gelmeli, bu odaklarda yalın anlamda sömürü mekanizmalarının yanısıra, sistemin siyasal ve ideolojik tercihlerinin yarattığı baskı ve çürümenin hesabı sorulmalıdır. İşçi sınıfının bu doğrultuda yanma alacağı, kent yoksulları ve öğrenciler içerisindeki devrimci topluluklardır.
Sosyalist hareketin önümüzdeki dönem sisteme yönelik bozucu etkinliği ile sınıfın bu etkinliğe devrimci bir karakter kazandıracak katılımını sağlayacak üç kurumsal hedef burada netleşmektedir. Düzenin zayıf noktalarına ulaşmayı engelleyen sendikal yapılar, eğitim mekanizmaları ve medya, sosyalist hareket tarafından kuşatılmalıdır. Bu kuşatma verimli olduğu sürece sınıfın hem toplumun tümüne yönelik kurtarıcı mesajlarına aracı olacak, hem de burjuvazinin örgütlü zoru ile mümkün olan en elverişli zeminde hesaplaşılacaktır.
SENDİKAL YAPILAR KUŞATILMALI
Bu üç kurumun mücadelemizde öne çıkması ne keyfi tercihlerin, ne de yakın gelecek için işin kolayına kaçan bir pratik öngürüsünün ürünüdür. Türkiye sosyalist hareketi kendisini şimdiye kadar devre dışı bırakanın ne olduğu üzerinde durmalıdır.
Bugün tıkanan sistemi sınıf belirlenimli ve ihtilalci karşı ataklardan koruyan kurumların başında ne yazık ki sendikal yapılar gelmektedir. Türkiye burjuvazisi 1970’lerin ikinci yarısında hızlandırdığı DİSK operasyonunun meyvelerini 12 Eylül’den sonra toplamıştır.
“Bugün gerek konfederasyon düzeyinde, gerekse sendika merkez ve şube yönetimleri düzeyinde sendikacılara bakıldığında ağırlıklı olarak 12 Eylül rejiminin araladığı kapıdan sığabilenler vardır. “3
Sendikal yapılar birer regülatör haline gelmiştir. İşçi sınıfının kapitalizmin bizzat kendisine yönelen her tür eylemliliği soğurulmakta ve yukarıda sözünü ettiğimiz siyasallaşmış kurumlarla karşılaşmalar engellenmektedir. Kontrolden kaçan lokal çıkışların polisiye vakalar haline gelmesi bu sayede kolaylaşmaktadır.
Türkiye burjuvazisinin benzer bir operasyonu kamu sendikaları için hazırlamakta olduğundan kuşku duyulmamalıdır. Ancak bu operasyonun engellenmesi için henüz zaman vardır. Mevcut sendikal yapılara karşı örgütlenecek bir direniş, kamu sendikalarında şu ana kadar korunan göreli “bağımsız” kimliği kurtarmakla kalmayacak, İşçi sınıfının konvansiyonel sektörlerinde işbirlikçi ve bozguncu sendikal zihniyetin uzanamadığı dinamikler yakalanacaktır.
Bugün sendikalar işçi sınıfına yaygın olarak örgütlü mekan sunmada tekel durumundadır. Sosyalist hareket kimi ek araçlar oluşturma perspektifini hiç terketmeden bu “tekel”i sınıfın kendisi ile kuşatmak durumundadır. Türkiye burjuvazisinin bu kuşatma karşısında kriz dinamiklerinin (gerek iktisadi gerekse siyasal açıdan) sıkıştırması nedeniyle, mevcut sendikal yapıların sınırlı ölçülerde sola kaymalarını teşvik etmesi oldukça zordur. Bunun yerine sendikal yapıların açıkça “kutsal ittifak”a çekilmesini deneyeceklerdir. Bunun işçi sınıfının çıkarları açısından hiç sakıncası yoktur. Tersine, sosyalist hareket ortaya çıkan boşluğu doldurduğu oranda, sınıf mücadelelerinde önemli bir sadeleşme yaşanacaktır.
Bu doğrultuda, “çiftlik değil sınıf sendikası” politikasının kurumsal alternatiflerden çok, oyunu bozucu bir amaç gütmesi doğaldır. Sosyalistlerin daha iyi sendikacılık yapacaklarını kanıtlamak gibi bir gereksiz çabaya girmeleri yerine, işçi sınıfı içerisinde sendikal yapıların düzen bağlarına karşı hoşnutsuzluğu örgütlemeleri, birçok yerde ise bu hoşnutsuzluğu ortaya çıkarmaları zorunludur. Sınıfın işyerleri düzeyinden başlayarak geliştireceği alternatif sendikal politikaların sendika yönetimi-devlet-sermaye şeytan üçgeni ile doğrudan hesaplaşmaya yöneleceği unutulmamalıdır.
Bu hesaplaşmanın kendi içerisinde sektörel ve coğrafik eşitsizlikler taşıyacak olmasından ürkmek de anlamsızdır. Türkiye sosyalist hareketi, devrimci kalkışmanın stratejik öneme sahip sektörleri ile işçi hareketinin öne çıkacak kolları arasındaki kesişim noktalarını öngörme ve planlama şansına sahiptir. Bu planlamanın teknik anlamda profesyonel, siyasal olarak iktidarcı, ideolojik açıdan kollektivist ve kamucu olması gereklidir. Türkiye işçi sınıfı içerisindeki “kimlik” arayışını korporatist bir söyleme terketmeden bir an önce devrimci kanallara dahil etmek zorundayız.
Bu arada şu unutulmamalıdır: Türkiye işçi sınıfı hareketinin geçmiş tarihinde önemli bir dönemeç noktası olarak yeralan 15-16 Haziran türü genel ve yatay karakterdeki kalkışmalar yerini yukarıda değindiğimiz eşitsizliği çağrıştıracak lokal bir karaktere (Zonguldak hatırlanmalıdır) terketmektedir. İşçi sınıfının içerisinde gündelik ve sektörel bir bencil bilinç geliştirmesinin önüne geçilebilirse, işçi hareketini toplumun diğer dinamiklerine yakınlaştıran çıkışları belli yerelliklerde örgütlemek mümkün olacaktır. İstanbul’da işsizlik çemberinde sıkıştırılmış kitleler ve kent yoksulu yığınlar ile biraradalıktan yararlanan örgütlenmeler, Çukurova’da Kürt hareketi ile karşılıklı pozitif bir etkileşime girecek denemeler bugünden öngörülmelidir.
Türkiye işçi sınıfını genel bir söylemin ötesine geçirecek, kendi gündelik ve dar bakış açısını aşacak bir perspektife ulaştıracak olan bölgesel zenginliklerdir (ideolojik, etnik, iktisadi ve kültürel eşitsizliklerin toplumun tümü için taşıdığı anlam hesaba katılarak).
EĞİTİMDE HESAPLAŞMA
Burjuvazinin eğitim mekanizmalarının siyasal anlamda kuşatılması dar anlamıyla bu mekanizmalarda toplananların devrimci mücadeleye kadro kaynağı olması ile açıklanamaz. Eğitim mekanizmalarında üretim süreci ile ideolojik üretim birbirine bağlanmıştır. Bunun dolayımsız bir sonucu olarak eğitim süreci, bu sürecin kurumsal aygıtlarında, bütün sınıfları çarpıcı biçimde etkileyen bir gerginliği bünyesinde taşımaktadır. Sorun, işçi sınıfının devrimci misyonlarının bir bölümünün bu aygıtlardaki en hareketli kesim öğrencilere devredilmesi sorunu değildir. Bu kaygılar, sosyalist hareketin işçi sınıfında yıllarca kalıcı köklere sahip olmamasının ürünü olmuştur. Emekçi sınıfların genç kuşaklarına ve çok sayıda işsize en azından bir “kimlik” sunan bu aygıtlarda yükseltilecek bir mücadelenin işçi sınıfı hareketine çok büyük bir siyasal ve ideolojik girdide bulunacağı unutulmamalıdır. Rusya’da 1905 ve 1917’de üniversite öğrencilerinin kalkışmaları karşı devrimci güçler için belalı bir “ikinci cephe” olmuş, kalkışmanın öğrenci liderlerinin arasından geleceğin işçi önderleri çıkmış, ama en önemlisi işçi sınıfı hareketi bu kalkışmaların da sayesinde yalnızca varoşlarda değil, kent merkezlerinde varolmayı becermiştir.
İşçi sınıfı hareketini yalnızca coğrafik olarak değil, siyasal ve ideolojik olarak daha geniş bir devrimci tabana taşıyacak olan, eğitim mekanizmalarındaki hesaplaşmalardır. Düzenin kendi meşruiyetini yatayına bir örgü içerisinde dayattığı bu mekanizmalarda yapısal ve devresel gedikler sosyalist harekete büyük olanaklar sunmaktadır. Bu gedikler içerisinde en önemli olanı, mekanizmanın düzenden yana ayaklarının yere sağlam bas-mamasıdır. Meta üretiminde işgücünü kapitalizmin mantığının bütünüyle belirlediği bir sonucun hizmetine sunan işçilerin tersine, eğitim sürecinde sömürülen ajanlar (eğiticiler) bu sürecin determinist mantığında kısmi deformasyonlar yaratabilirler. Eğitim sürecinin determinist mantığını mutlak hale getirmeye yönelik her girişim (ayrıcalıklı okullar, baskıcı yönetmelikler, ajanların gericileştiril-mesi vs.) anti-tezini de beraberinde getirmektedir.
Bugün öğrenciler açısından işsizlik yalnızca bir gelecek değildir. Öğrencilik büyük bir kesim için işsizliğin bizzat kendisidir. Sömürülmek tek başına yarının sorunu değildir. Önemli sayıda öğrenci ama doğrudan, ama dolaylı, sömürü çarklarında ezilmektedir. Bu okulların nesnelliğidir. Bu nesnellikte yapılması gereken, düzenin en önemli meşruiyet kaynaklarından ve ideolojik onay arayışlarından birisi olan eğitim mekanizmalarında kapitalizmi sorgulayan ve giderek “bozan” bir mücadele cephesini açmaktır. Bu cephenin açılmaması, etkili kullanılmaması, kabuledilebilir bir eksiklikten çok, sınıf hareketini zenginleştirecek zorunlu bir damarın tıkanması anlamına gelecektir. Sosyalist harekete hemen bütün dönemlerde kadro kaynağı olan üniversitelerin iş siyasal mücadeleye geldiğinde bütün radikal görüntüye rağmen toplumsal cüretten yoksun ve sınıfsal bağlantılara uzak (çünkü sosyalizm mücadelesi bu ülkede yıllarca memurlara memur bilinci, mühendislere mühendislik bilinci aşıladığı gibi, öğrencilere de yemek-yatak mücadelesi dışında bir perspektif sunmadı) bir gündeme takılması bu damarı gerçekten tıkadı. Bu duruma son vermenin yolu, gerçekten de sonuna kadar siyasallaşmaktır. Üniversiteler siyasallaşmalıdır!
68 Fransası’nda öğrenciler ve işçiler büyük sokak gösterilerinde buluştuklarında Fransız burjuvazisi gerçekten çok korktu. Bu gösterilerden sonra işçiler fabrikalarına, öğrenciler rektörleriyle pazarlık yapmaya dönüyorlardı. 68’de Fransız işçilerinin devrimci bir önderliği yoktu, öğrenci hareketi ise işçi sınıfının devrimine inanmıyordu. Olaylar duruldu, “efsanevi” öğrenci lideri Cohn Bendit’ten bir playboy yarattılar. Fransa’nın sendikal hareketini kontrol eden Fransız Komünist Partisi ise avro-komünizm sürecini hızlandırdı; kestaneleri ateşten kendi eliyle çıkarmaya, krizin atlatılmasında burjuvaziye olanak sunmaya soyundu.
Türkiye’de işçi sınıfı hareketine yukarıdan veya soğuk bakacak, işçi sınıfı hareketinin otoritesine boyun eğmeyecek bir devrimci öğrenci dinamizmi bundan böyle mümkün değildir. İşçi sınıfı hareketinin her sarsıcı çıkışı, üniversitelerde yankı bulacaktır; bulmalıdır; bunun önkoşulları yaratılmalıdır. İşçi sınıfının öncü kesimleri de öğrenci radikalizminin zaman zaman kendi temposunu hızlandıracak bir itki yapabileceğini bilmeli, teknik okullardan başlayarak, üniversitelerdeki emekçi çocuklarına sevecen ve kapsayıcı bir biçimde yaklaşmalıdır.
SESLENMEK İÇİNSESLERİNİ
KESMEK
Medyalara yönelik kuşatma için burada fazla birşey yazmak istemiyorum. Ancak bir noktanın vurgulanması gereklidir. Bilgi çağı denen cehalet döneminin “dünyayı küçültüyoruz” söyleminin ardında emekçi sınıfların medya aracılığıyla kendi nesnelliklerine yabancılaştırılması gerçekleştirilmiştir. Evrensel sorunlara dair söyleyeceklerimiz, merkezi siyasal iktidarı hedef göstermemiz ve işçi sınıfının ufkunu geniş tutmamız bizim açımızdan önemli olduğu için küçülen dünyayı bizim de tanımlamamız, anlatmamız ve onu nasıl değiştireceğimizi işaret etmemiz, burjuvazinin saldırısına karşı gelişkin ve etkili araçlar yaratmamızı zorunlu kılıyor. Bununla birlikte, sosyalist hareket, yerel dinamikleri etkileyen, bölgesel renk taşıyan çelişkilere ışık tutan ve okul-mahalle-işyeri üçlüsünde kapitalizmi o somutlukta bütün uzuvlarıyla teşhir eden seslenme araçları yaratmak, bunu bir an önce gerçekleştirmek durumundadır. Kriz halindeki kapitalizm, medya aracılığıyla emekçilerin bizzat kendi nesnelliklerine yabancılaşmasını sağlamakta, aynı zamanda sorunların bir siyasal iktidar sorunu olduğunu gizlemek için genel ama ikincil başlıklar yaratmaktadır. Sosyalist hareket burjuvazinin kitle iletişim araçlarını bütün yöntemleri kullanarak etkisiz hale getirmelidir. Bu tür bir mücadele olmaksızın bağımsız bir sınıf hareketine ulaşmak olanaksızdır.
Bağımsız sınıf hareketi, sosyalizmin kapitalizme olan tarihsel üstünlüğü ve sosyalizmin yine tarihsel bir zorunluluk olmasının işçi sınıfın yaygın kitlelerince benimsenmesinden çok, sınıf hareketini bağımlılaştırıcı kurumların paralize edilmesini ile güç kazanacaktır. Bu da, tekrar olacak, esas olarak ideolojik mücadelenin öne çıktığı bir kavga değildir. Örgütsel araçların ciddi olarak tahkim edildiği bir mücadelede burjuvazinin zor ve onay mekanizmaları siyasal darbelerle “bozulacak “tır.
Kriz döneminde bu bağlamda kritik deney ve başarılar için partiye büyük bir sorumluluk düşmekte…
Zaten büyük sorumluluklar yoksa, parti de yok!..
Dipnotlar ve Kaynak
- Cemal Hekimoğlu, “Gelenek KitapDizisi 44”, Ocak 1994.
- Diğer ülkelerdeki dostlarımız bizlerifazla üstyapıcı buluyorlar. Türkiyegibi bir ülkede komünistlerin teorikçalısmalarda “özne”nin daha yakıntemasta olduğu üstyapısal mekanlardagezinmeleri tam anlamıyla bir isabettir.Devrimin güncelliği veya daha doğrusuyakıcılığı, teorik çalısma içerisindeki dağılımı siyasal ve ideolojik olanlehine gerçeklestirmektedir. durum gereken gemleyici ve dolayısıyladengeleyici önlemler alındığı süreceyararlıdır ve sürecektir.
- Sosyalist İktidar Partisi “ÇiftlikDeğil Sınıf Sendikası”, SDP yayınları,1994, s.13