Ölüm döşeğindeyken duyduğum son siyasi değerlendirmesi, “Blok ile seçimlerde çok iyi bir politika izledik” olan İdris yoldaşın anısına…
24 Aralık seçimlerinde, en azından sol siyasete, Emek, Barış, Özgürlük Bloku damga vurdu. Sosyalist İktidar Partisi’nin konuyla ilgili ve yalnızca seçimlerle sınırlı olmayan politik açılımları partinin açıklamaları ve yayın organından izleniyor. Gelenek, bu açılımların arka planında nasıl bir perspektifin yattığına biraz daha ayrıntılı ve teorik boyutlarıyla ele almamız için uygun bir yayın organı. Bu yazının eksenini de bu oluşturacak.
Hemen belirtmeliyim, seçimlerin öncesinde ve sonrasında beş ya da altı değerlendirme açık oturum ya da paneline katıldım, konuyu değişik açılardan ele alan bir o kadar kısa-uzun yazı kaleme aldım. Burada parçalı analizleri de bütünleştirmeyi deneyeceğim.
Başlarken Blok ve SİP’in açılımlarını yan yana kullandım.
Blok gerçekten de en fazla SİP’in açılımları ile yan yana gelebilmiştir. Hem genel perspektif uyumu açısından, hem de pratik gelişmeler açısından.
Yazıya ısınmak için, isterseniz pratik gelişmeler boyutundan başlayalım.
Geçtiğimiz Kasım ayında krizin hükümet kuramaz hale getirdiği Meclis’in erken seçim kararı alması, ortaya siyasal açıdan ilginç bir durum çıkardı. Seçimlere, sosyalizmi “temsilen” sadece tek bir partinin, İP’in girmesi olanaklı hale geldi. Perinçek ve takımı (böyle söylemekte İP’in “gerçek” örgütsel gücü düşünüldüğünde hiçbir mahzur kalmamıştır) 1991’de mükemmel biçimde değerlendirdikleri fırsatı, bir kez daha yakalamış oluyordu.
Sosyalizmi temsil yeteneğinin nicel bir sınırı olmaz; ama bu tartışmaya girmeksizin BSP’nin en azından İP’ten daha fazla sol olduğu su götürmez bir gerçektir. Programı, siyasal mücadelesi ve güncel açılımlarıyla işçi sınıfı sosyalizminin tek temsilcisi durumuna geldiğine inandığım SİP de, BSP gibi seçime girme olanağından yoksun kalmıştı.
Kapatılmak üzere olan DDP bir yana, HADEP, ciddiye alınabilir bir alternatif oluşturmayan boykot ile ciddiye alınabilir bir seçim politikası olmaktan çıkan bağımsız aday taktiği dışında tek seçenek olarak, sosyalistlerin karşısına çıktı. SİP merkez yönetimi HADEP’in yaklaşımlarını, esas olarak da sosyalistlerle ittifak ve dolayısıyla en azından seçim döneminde sol bir kimliğe yatkınlığını bir-iki görüşmede test etti. Belirli bir güvene sahip olarak HADEP Genel Merkezine Kasım ayının ilk haftasında bir yazılı mesaj sundu. Bu mesaj Emek Barış Özgürlük Blok’unun oluşumunda kritik rol oynayan bir adım anlamına gelmiştir.
Demokrasi ve Değişim Partisi yetkilileri, partinin kısa süre önceki genel kurulunda “Barış ve Demokrasi” ittifakı yönünde karar almış olunduğunu, seçimler döneminde bol bol dile getirdiler. Ancak bugün Kürt hareketi içinde ana kolun dışındaki daha az etkin grup yapılarından herhangi biriyle eşdeğer olan DDP’nin bu kararı, HADEP’te temsil olunan fiili koalisyona seçim döneminde bir ek yapılmasından öte anlam taşıyamazdı. Bundan daha önemlisi, DDP’nin katılımı tek başına Blok’un oluşması için yeterli olamazdı.
BSP ise, iç tartışmalarını gecikerek bitirmiş ve yetkililerinin kabul ettiği gibi Blok’un hazırlık çalışmalarına gecikerek başlanmasında olumsuz bir rol oynamıştır. SİP’in çabuk ve ilkeli kararının, BSP içindeki Blok yanlısı kanatları cesaretlendiren önemli bir faktör olduğuna inanıyorum. Aynı etki, bir dizi devrimci çevrenin Blok çalışmalarına destek vermesi, hatta yer yer aktif olarak kampanyanın içinde yer almalarını de kolaylaştırmıştır.
SİP’in Bloğu güçlendiren tutumu sonrasında da sürdü. Adayların belirlenmesinde SİP “ittifakın siyasal temsili” ve “batı bölgelerinde emekçi, sol kimliğin öne çıkması” kriterlerinden öte, parlamenter umutları esas alan en ufak bir argüman geliştirmemiştir.
Çalışmalar süresince Blok’un “bileşenlerin kendi kimliklerini özgürce ifade etmeleri” ilkesi ile partilerin birbirlerini çelebilecek yaklaşımlarının mümkün olduğunca uyumlu hale getirilmesinde de SİP, kendi payına düşeni yerine getirdi. Batı illerinde Blok adaylarının yeterince emekçi ve sol bir kimliği temsil edecek tarzda belirlenemediği, çalışmalar süresince de bir dizi irili ufaklı gerginliğin ortaya çıktığı doğrudur. Ancak seçim dönemi boyunca bu sorunlar, önünde sonunda yapıcı bir ortak çalışma atmosferi içinde geri plana çekilebildi.
SOSYALİZM ve KÜRT HAREKETİ
SİP, bu yapıcı konuma sahip olabilmesini esas olarak Bloku parti olarak katılamadığı bir seçimde son çare, bir tür ehven-i şer olarak görmemesine, seçim hesaplarını geri plana itebilen perspektifine borçludur.
Türkiye solu, Kürt hareketi ya da daha geniş bir kapsamla Kürt dinamiği karşısında kötü bir sicile sahip olageldi. Burada çoğunlukla anlaşılan Kemalist mirası kastetmiyorum. Türkiye solu esas olarak 70’li yıllarda bu mirasla hesaplaşmış ve Kürt hareketi karşısında sosyal-şoven bir konumlanıştan kopmuştur. Elbette PDA geleneği ve gerek geleneksel sola, gerekse devrimci demokrasiye dağılmış sol liberal kimi unsurlar dışında…
PDA geleneğinin şu an İP’te temsil edilen burjuva devletçi, düzen içi konumu biliniyor. Diğer liberal unsurlar ise dolaysız olarak sosyal-şoven olduklarından değil, Kürt hareketinin taşıdığı radikal ve doğulu tonların “ulusal/toplumsal konsensusu”, daha açık ifadeyle “sınıflar arası uzlaşmayı” zedelemesinden dolayı bu dinamik karşısında uzak bir konum alıyorlar. Kaldı ki, bu unsurlar, Kürt “sorunu” barış ve insan hakları eksenine yaklaştığı ölçüde soruna pekala sahip de çıkabiliyorlar.
Şu “kötü sicil” meselesinden ben ne kastediyorum… Şimdi ona geleceğim.
Devrimci demokrasinin belirli kesimleri, yaprak kımıldamayan 12 Eylül sonrasında Kürt hareketinin gerçekleştirdiği çıkış karşısında saygı duymanın ötesinde bir tabiiyet ilişkisine sürüklendiler. Burada başkalarını kendisine biat ettiren harekete suç yüklemenin bir anlamı yok. Kürt hareketi açısından söylenebilecek, olsa olsa Türkiye işçi sınıfı ile ilişkiler söz konusu olduğunda işin kolayına kaçıldığıdır.
Ama asıl bakmamız gereken kolaycılık, Türk devrimci demokratlarında, hatta kimi geleneksel sol kökenli aydınlarda tezahür eden yaklaşımdır. Bu kesim sol, emekçi vb sınıfsal nitelikleri Kürt hareketine taşıyamadan kendi bastıkları zemini yadsıma, dahası kendi işçi sınıflarına güvensizlik üzerinden hareket etmişlerdir. Kürt önderliğinin zaman zaman Türkiye solunun geçmişine ve değerlerine karşı saygı sınırlarını zorlayabilen mesafeli tutumu, muhatap olarak bu kişiliksiz çizgi söz konusu olduğunda çok da anlaşılmaz olmamıştır.
Yukarıda geçerken değindiğim “liberal sol”, bir yanıyla Kürt hareketinin solculaşmadığı 1950’ler ve 60’ların demokrat “doğu sorunu” perspektifinin, ama daha çok Özal’la açılışı yapılan İkinci Cumhuriyetçiliğin mirasçısıdır.
Türkiye liberal-demokrat solunda Kürt sorununun demokratikleşme, Kürt kimliğinin tanınması, batılılaşma eksenlerinden kavranması, sola ve aydınlara Kürt hareketinin “insan hakları ajansı” misyonunu yükledi. Böylesi bir alanın ortaya çıkışında Kürt hareketine biat eden eskinin devrimci demokratlarının pek az katkısı olmuştur. Bu alan, bir taraftan Kürt hareketinin kendi kazandığı meşruiyet tarafından zorlanmış, bir taraftan da burjuvazi bu meşruiyeti demokratça bir platforma kanalize etmeyi başarmıştır. Demokratik tepki havuzunun düzenin sınırlarını sık sık zorladığı söylenebilir. Ancak bu durum, söz konusu alanın kendinde devrimci bir işlev gördüğü anlamına asla gelmez.
Körfez Savaşı’ndan sonra Irak Kürdistanı’nda oluşan federe devlet, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu dengelerinde türlü formüller geliştirme yeteneğinde olduğunu göstermişti. O dönem, Türkiye’nin batısındaki “insan hakları ajansı” sözcülerinin Amerikan kuklası özerkliğe sempatiyle bakmaları de kesinlikle rastlantı sayılmamalıdır.
Uzatmıyorum; Türkiye solunda biat etme ya da burjuva demokrasisi zeminine çekilme eğilimlerinden, ve bunların ara çeşitlemelerinden bir emekçi bakış açısının üretilebilmesi olanaksızdır. İlk yönelimdekilerin savaşın kızıştığı konjonktürlerde devrimci bir ruh hali geliştirerek heyecana kapılmaları, yumuşama konjonktürlerinde uzlaşma eğilimlerine gönülsüz de olsa mazeret üretmeye çalışmaları; liberallerin ise, tersine kızışma anında açıktan şoven burjuva liberalizmine, yumuşama halinde ise militan demokratlığa soyunmaları tablonun zaafiyetini değiştirmeyen ayrıntılar… Devrimci ve sınıfsal perspektifi bunlardan ayırt eden nokta, Kürt sorununun, huzur kaçıran ve acil olarak çözüm bulunması gereken bir “sorun” olarak değil, bir devrimci dinamik olarak kavranmasındadır.
İşçi Partisi’nin konumu ise pervasız bir pragmatizm ve demagoji üzerine kurulu. Kürt hareketine ve Blok’a yönelik yeni dünya düzeni savunuculuğu, emperyalizmle işbirliği türü argümanlar, bu haliyle demagojiden ibarettir. Her demagoji gibi bütünüyle uydurma sayılabilmeleri ise mümkün değildir. Yukarıda betimlemeye çalıştığım durumun kimi uçları yeni dünya düzenine de, sivil toplumculuğa da, işbirlikçiliğe de açılma potansiyeli barındırıyor. Bu potansiyel yalnızca soldaki yanlışlardan ve kemikleşmiş sağ eğilimlerden kaynaklanmıyor. Açıkçası, bir ulusal hareketin -hele günümüzün tek kutuplu dünyasında- kapitalizme savrulmak için soldan hata ya da zaaflara ihtiyacı olmayacaktır. Sosyalizmin çekim merkezi olmadığı bir dünyada, ulusal bir hareketin, yani sınıfsal zemini belirgin olmayan bir siyasi hareketin ideolojik ve siyasi tercihleri belirsiz kalacak ve bu hareket adım başı dünya kapitalizminin basıncını üzerinde hissedecektir. Nitekim bugün Kürt hareketi içinde açıktan milliyetçi, batı diplomasisiyle ufku sınırlanmış kesimler mevcuttur. Dünya kapitalizminin basıncı bu anlamda ürünlerini vermektedir. Ama uzlaşmacı eğilim, bugün için, olsa olsa potansiyel bir tehlikedir.
Bu tehlikeyi dile getirmek ise İP’e düşmez. PDA’cı hareketin 1980 sonrası Kürt sorunu karşısındaki politikası iki alt bölmeye ayrılabilir: Özal açılımlarının damga vurduğu dönemde, Türkiye egemen sınıfları içerisinde Kürt sorununda düzenin ufkunu federasyona kadar genişletmeyi öngören, Kürt dinamiğini bu yoldan düzene entegre etmeyi hedefleyen bir kanadın ağırlık kazanmasına tanık olundu. Bu, aynı zamanda burjuvazinin toptan, Türkiye’nin batılılaşmasına yatırım yaptığı, gelişmiş kapitalist dünyaya tam boy bir eklemlenme perspektifine samimi olarak sahip çıkıldığı bir dönemdi. Tüm tarihi boyunca devletin ve egemen sınıfların baskın eğilimlerini ölçmeyi politika üretiminde eksen almış PDA geleneği, bu burjuva demokrat yönelimin kararlı olabileceğine inanmış ve böylesi bir evrenin resmi solu olmaya adaylığını koymuştu.
Hesap tutmadı.
12 Eylül sonrası yeni liberalizm ve yeni dünya düzeni dalgasına binip, Türkiye’yi zayıf halka olmaktan çıkartma hevesine kapılan burjuva siyasetçilerinin reform ütopyalarıydı tutmayan. Türkiye krize, depremlere geri döndü. Kürt sorununda yeni “vizyonlar” tarih oldu. O dönemin Kürt dostları, Botan-Zonguldak köprü projecileri bu dönüşten bir legal parti kapattırarak paçalarını kurtardılar ve devletin.yönelimlerini dikkatle izlemeye devam ettiler.
PDA’nın yakın dönem ikinci Kürt politikası, sermaye iktidarının militarist çözümde ısrarının uzun bir evreye yayılacağını saptayarak, yatırımlarını bu yöne aktardı. Uzunca bir süredir İP, başkanının 12 Eylül mahkemelerinde savunucusu ve duacısı olduğu paşalarda milli kemalist damarlar keşfetmeye, sermaye iktidarının kurumlarına anti-emperyalizm atfetmeye enerjisini vakfediyor. Doğal olarak bu stratejinin bir parçası olarak, sol hareket provokatör ve maceracı, Kürt hareketi de emperyalizmin uşağı ilan edilmeliydi. Edilsin ki, düzenin militarist çözümü gerçekleştiğinde PDA resmi sol parti unvanına hak kazanabilsin…
Perinçek’in bu politik manevrası da bütünüyle uydurma değildir. Türkiye işçi sınıfı milliyetçilikten, Türk aydını Kemalizmden etkilenmiş güçlü damarlara sahiptir. İP, düzenin bu mevzilerinde kendisine bir alan açmayı denemiştir. Ama; aslı varken, kopyasını kim ne yapsın! Perinçek’in kapladığı alan nereden baksanız binde ikidir…
Arada söyleneni tekrarlamak istiyorum: Bizim derdimiz, sosyalist hareketin derdi, Kürt hareketine ilişkin bir emekçi perspektifini toplumsallaştırmak, bir alternatif haline getirmektir. Özel olarak geçtiğimiz seçim döneminde SİP’in Blok politikasından murad ettiği bir nokta da, böyle bir çıkış için alanı genişletmek olmuştur.
Bu arayışı, Kürt dinamiği ile işçi dinamiği arasında köprü kurmak ve sosyalist hareketin gündemi ile Kürt hareketinin gündemini ortaklaştırmak olarak formüle ettik. Somut olarak geçiş yolu ise, sosyalist hareketin önemli bileşenleri ile Kürt hareketini bir emekçi ve sol kimlikte ortak hareket zemininde buluşturmaktan başka bir şey değildir.
Seçimlerde bu yapılmıştır. Bu, Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun gerisine düşülemeyecek kazanımı olarak Türkiye siyasal tarihine yazılmış bulunuyor. Hedeflerin bundan sonra ne yönde ve hangi somut biçimler altında geliştirileceği konusuna geçmeden bir de Blok çalışmasının Kürt hareketi açısından nasıl yorumlanabileceğine değinmeli…
KÜRTLER BLOK’TA
Blok, seçim başlığı söz konusu olduğunda HADEP’te temsil olunan Kürt dinamiği için, kim ne derse desin, bir stratejik yönelimi ifade etmektedir. Kürt hareketi, yüzünü sosyalist harekete, genel olarak sol’a dönmüş ve emekçi, aydınlanmacı yönünü güçlendirmiştir.
Bir kolektif kimlik olarak HADEP ve Kürt hareketinin bütünü bu durumun ne denli bilincindedir, açıkçası bilmiyorum. Dahası, böyle bir yönelimin karşı ağırlıklarının hafifsenecek tarafı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ama, Blok’un varlığı ile yukarıda formüle ettiğim yönelim ortaya çıkmıştır. Kürt dinamiğinin karmaşık zenginliği içinde bunu güçlendirecek ve üzerini örtecek mekanizmalar, birlikte ve birbirine muhtaç biçimde işlemektedir. Ara sonuç şudur: Bu yönelimin geleceğine dair hiçbir babayiğit taahhüt altına giremez. Ama siyasette taahhütler zaten pek işlemez. Siyasette, riskleri olabildiğince kestirilmeye ve önlemleri alınmaya çalışılmış adımlar atılır. Süreç, bu adımların ve başkalarının adımlarının birlikte oluşturduğu toplam dinamizm üzerinden yol alır…
Ancak Kürt hareketinin yüzünü sola ve emekçilere dönmesinin ardında güçlü bir maddi zeminin varolduğu görülmelidir. Önderliğin bunu gördüğünü düşünüyorum, ancak yaklaşımını bir karar haline getirecek denli ilerleme kaydedildiğine inanmıyorum.
Emekçi ve sol kimliğin maddi zemini şudur: Kürt hareketi, yalnızca -bu yüzyılı göz önüne alırsak- yüzyılın ilk yarısında geleneksel aşiret yapıları üzerinden kimlik kazanmıştır. 1950-70 dönemi temsiliyet, aynı geleneksel yapıdan ya da Kürt orta sınıflarından gelen, ama aydın karakteri öne çıkan kesimlere geçmiştir. Dönem boyunca, siyasal ve ideolojik olarak bu kesim, burjuva demokratizminden sol popülizme doğru genel bir kayma yaşar. 1960’larda TİP ile buluşma ile çerçevesi belirginleşen sol popülizm, 70’lerde tabloya egemen olur. Kürt hareketi, artık Türkiye solunun bir parçasıdır. Siyasal ve ideolojik ayrışma, Kürt kimliğini öncelemekte ve gölgelemektedir.
Ve sol kimliğin devre dışı kaldığı 1980’lerde hareket kendi göbeğini kendi kesmiş, “ulusallığını” ilan etmiştir. Burada bizim için kritik olan da bu son dönemdir. Kürt hareketi, ulusal kimlik ile kitleselliği ve sınıfsal kaosu birlikte elde etmiştir. Kaçınılmaz ve doğal bir durumdur bu. Ulusal kimlik, sınıflar arası mesafeleri, hiç değilse ideolojik ve siyasal olarak kapatır. Bu örnekte de kapatmıştır.
Ama sınıflar arasındaki mesafeler maddi olarak kapatılamayacağına göre, bu “bütünlük” dönemi mutlaka geçicidir ve alttan alta kaynamaları barındırır. Bu örnekte de böyle olmuştur. Bugün Kürt hareketinin burjuva kesimlere yönelmeye aday unsurları aşağı yukarı bellidir. Geleneksel yapıların belirleyiciliği altındaki kütlenin İslamcı ideoloji üzerinden mevcut düzenle işbirliğine yönelmesi de, bunun karşılığının Refah’da bulunduğu da gözlemlenmektedir.
Burada altı çizilecek olan ise şudur: Kürt hareketinin bunca yıllık deneyimden sonra kararlı bir toplumsal zemini nerede bulacağı sorusunun ikna edici ipuçları da birikmiş bulunuyor. Kürt hareketi devrimci olacaksa, kararlı olacaksa, bunun toplumsal temeli yoksul köylülükten başka yerde aranamaz. Sınıfsal bir kimliğin üstünün örtüldüğü bütünsel bir kütlenin yükselen grafik çizdiği dönemin sınırına gelinmiştir. Kürt hareketi yalın Kürt kimliği üzerinden ilerleyebileceği kadar ilerlemiş bulunuyor. Bundan sonrasında hareketin sınıfsal tercihlerde bulunması ürkütücü ama bir o kadar kaçınılmaz ve ilerletici bir ayrışmanın gündeme gelmesi gerekecektir. Blok, Kürt hareketinde, böyle bir yönelimi kaçınılmaz olarak güçlendireceği için de önemsenmelidir.
Öte taraftan batıda da Kürt nüfus açısından bir kimlik kazanma süreci yaşanmış, bunun da kazanımları ulaşabileceği yere kadar gelmiştir. Batıdaki Kürt nüfusun bir bütünsellik kazanması ise, köylü toplumu karakterinin egemen olduğu bölgeye oranla daha kısa bir evreyi kapsayabilir. Sınıfsal ayrışmanın daha güçlü, sınıflar arası mesafelerin daha geniş, bu yapılanmaya niteliğini kazandıran kapitalist işleyişin derin bir krizde olduğu koşullarda, Kürt kimliği bir ayrışma ihtiyacını daha çabuk hissetmiştir. Kürt hareketi, kanımca bu ihtiyacın önemli bir bölümüne hala hitap edebiliyor, ama altını çiziyorum “bir bölümüne”… Geri kalan kesim için emekçi kimliğini önde tutan bir gelecek kurulmaya başlandı bile.
Bu kimliğe bir kez daha İslamcı ideolojinin hitap edebildiğini saptamak gerekir. Konumuz değil, dolayısıyla İslamcı hareketin bu nüfus içinde sahip olduğu olanakları ve sınırları ayrıntılarıyla tartışmayacağım. Bizim açımızdan sonuç ve hedef bellidir: Batıdaki emekçi ve yoksul Kürt nüfusu sosyalizm tarafından, ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak kapsanmalıdır. Sosyalizm bunu gerçekleştirebilir, çünkü bu olasılığın temellerinde batıdaki Kürt yoksulları için Kürt sorunu, “kapitalizm tarafından çifte sömürüye tabi tutulmaya” indirgenebilir bir hale gelmektedir. Blok, sosyalist hareket açısından bu kesimlerle kitlesel olarak buluşma şansı sunduğu için de önemsenmelidir. Sosyalizm bu buluşmada, mevcut toplumsal meşruiyet açmazlarıyla aşağı yukarı hiç karşılaşmamıştır. Bu, sosyalist hareket için, somut olarak kadrolar için büyük bir özgüven edinme vesilesi de olmuştur.
Kürt hareketinin Blok’un oluşumunda aldığı yapıcı tutumun, uç veren bu sınıfsal altyapının basıncıyla belirlendiğini iddia edemeyiz. Önderliğin kimliğinde içkin olarak bulunan sol tonların egemen kılınması yönünde bir iradenin şekillendiğini de söylemeyeceğim. Böyle bir iddiaya sahip olmadığım, yukarıdaki kimi değerlendirmelerden zaten çıkarsanmış olmalıdır. Blok ve sol ile ittifak tercihinin maddi zemininde parlamentarizm aramak da beyhudedir. Herkes sosyalizmin, bu konjonktürde oy oranlarında büyük sıçramalara neden olamayacağını görebilir.
Önemli bir maddi neden, burjuva düzeninin kriz konjonktürünün Kürt hareketini olabildiğince dıştalamasıdır. Oysa ortada dıştalanmakla çare bulunamayacak çapta bir hacim söz konusudur ve bu hacim kendisini bir biçimde siyasal alanda ifade edecektir. Burjuvazinin, örneğin Alevi yoksulları için, ya da işçi sınıfı için koruduğu düzen içi alternatif üretme yeteneğini Kürt yoksulları söz konusu olduğunda büyük ölçüde yitirdiği görülüyor. Bu durum, Kürt dinamiğini kendiliğinden sola, düzen dışına yönelten bir faktördür. Öte yandan aynı gerekçelerle Kürt hareketinin uluslararası diplomasi alanında ufkunun çok geniş olamayacağı da düşünülmelidir.
Tüm bunlara, özellikle 1995 yılı içerisinde zaman zaman ülke gündeminde ağırlığını hissettiren aydın tepkisinin eklenmesi gerekiyor. Kamuoyunda önemli bir yer dolduran aydınların kütlesel boyutlarda savaş karşıtı, düşünce özgürlüğünden yana, insan hakları savunucusu çıkışlar yapması önemli bir veridir. Kürt hareketi, 1994 yılında gündeme çarpıcı terör eylemleriyle girmişti. Bu yöntemin, çarpıcı olduğu kadar, yeni ve genişleyen bir toplumsallığa ulaşmak konusunda sonuçsuz olduğu açıktır. Giderek bu mücadele tarzı Kürt hareketi açısından bir toplumsal meşruiyet bunalımına yol açarken, faydası ancak daralan ama militanlaşan bir tabanın konsolidasyonunda ölçülebiliyordu.
Bu çemberi, tepkileri genel olarak “demokratik” sıfatıyla sınıflandırılabilen aydınlar kırmıştır. En genel anlamıyla bu aydınlar “sol”u temsil ederler. Topluluğun içinde, yalnızca hümanist olanların sivil toplumcularla, komünistlerin tezgahtarlarla bulaşık biçimde yer aldıkları da kesindir. Ancak bu kimliksizlik bir kez daha sosyalist hareketin meşruiyet ve siyasal güç sınırlılığında hayat bulmaktadır. Beğenelim beğenmeyelim, sol 1995 yılı içinde demokrat aydınların medyatik çıkışlarında bol bol temsil edilmiştir. Bu gelişme, Kürt dinamiğini, kendi gündemine de son derece yatkın bir sol ile yakınlaştırmıştır. Büyük bir ağırlıkla, Kürt hareketinin yüzünü sola dönmesinde belirleyici öğe budur. Sola dönüşün, emekçi sınıflarla bütünleşmek, kendi içinde sınıfsal bir yörüngeye oturmak, kapitalizme karşı mücadele motiflerinin devreye girmesi gibi boyutlarıyla beraber kavranıldığını iddia etmenin hiçbir ciddi zemini yoktur. Elbette Kürt hareketinin içindeki sosyalist damarlarda böyle bir kan da akış halindedir, ancak bunun ciddi bir etkinlik alanına sahip olduğu söylenemez.
Tersine, siyaset somut kadrolar, somut bireyler eliyle icra edilir ve bu açıdan bakıldığında Kürt hareketi içindeki sosyalist unsurlarda, sol kimlikle değil ulusal kimlikle bir çıkışı gerçekleştirmiş olmanın sonucunda, esas olarak sol kimliğin belirginleşmesine karşı önsel reflekslerin öne çıktığı saptanmaktadır.
Kürt dinamiğini sola, somut olarak Blok’un inşasına çeken faktörler arasında aydın hareketinin önemli bir rol oynadığı inancındayım. Ancak bu durum başlı başına bir handikabı beraberinde getirmektedir. Bu aydın hareketi, ideolojik olarak kimliksizdir. Kürt hareketinin sınıfsal kimliksizliğine bir de bu eklenmektedir. Tam da bu nedenle, Blok çalışmasında emekçi/sol renklerin öne çıkması yönünde aydınların herhangi bir özgün kanal oluşturduklarına hiç rastlanmamıştır. Bu yönde kayda değer katkısı olanlar devrimci, komünist aydınlardır, burada “aydınlar” terimi ile bu kesiti kastetmediğim açık olmalı.
Oysa aydınlardan kaynaklanan çekim gücünün içinde aydınlanmacı, şeriat ve faşizm karşıtı, özgürlükçü, genel olarak sömürü ve eşitsizlik düşmanı bir yoğunluğun kendini hissettirmesi beklenirdi. Ama aydın hareketinin kendisi bu yönde bir dönüştürücü müdahaleye muhtaçtı.
İŞÇİ SINIFI DA BLOK’TA
Türkiye işçi sınıfı, sosyalist hareket açısından, halen somut bir toplumsal taban olmaktan ziyade, hedef hitap kitlesini oluşturuyor. Bu başlı başına bir eksikliktir. Sosyalizm, işçi sınıfı adına toplumun bütününe seslenir ve diğer toplumsal sınıflar adına hareket eden siyasal güçlere karşı mücadele eder. İşçi sınıfının öncü kesimlerinin bu sürecin içinde örgütlü olarak bulunmaları, daha geniş yığınlarının ise en azından vicdanlarını bu temsilcide hissetmeleri gerekir. Öncülüğün bir yönü budur. Ve Türkiye sosyalist hareketi, henüz işçi sınıfını, adına başkalarına seslendiği kendi sınıfı olarak değil de seslenmeye çabaladığı bir toplumsallık olarak kavrayabilmektedir.
Ancak buna karşın Türkiye işçi sınıfı Blok’ta temsil edildi. Sosyalistlerin tarihsel iddiaları itibariyle temsil edildi; ama bunun ötesinde başta sosyal-demokrasi olmak üzere “bu alanda ben de varım” diyebilen kimse olmadığı için temsil edildi…
Yukarıda birkaç kez, “Kürt sorunu karşısında işçi sınıfı perspektifi” diye bir tanımlama kullandım. Bunun başlangıç noktasının, konuyu çözülmesi beklenen ve çözüldüğünde arabanın yola devam edeceği bir “arıza” olarak görmemekte, bir devrimci dinamik biçiminde ele almakta olduğunu da söyledim.
Buradan sürdürelim.
Kürt sorununa duyarlılık bir demokratlık testi değildir. Böyle algılanmıştır, ve böyle algılandığı için, örneğin sınıf içerisinde kimi dürüst sendikal önderlerin tepkisiyle sınırlı kalınmıştır.
Biliniyor; Kürt sorunu, işçi sınıfını, savaş bütçesi ve yoksullaşma ile ekonomik olarak, vatanın bütünlüğü demagojisine yaslanan milliyetçilik ile de ideolojik olarak vurmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı, sermayenin hegemonyasını yaygın olarak meşru sayıyorsa bir kriz dinamiği olarak Kürt hareketinin, diğer dinamiğin, emekçi mücadelesinin karşısına çıkarılabilmesinin bunda büyük payı bulunuyor.
Bir de, işçi sınıfının siyasallaşması diye sihirli bir ifade vardır kitabımızda. Leninist içeriğiyle siyasallaşma, toplumun tüm sorunlarına ilişkin olarak işçi sınıfının kendi bakış açısını oluşturmasıdır. Bu süreç, işçi sınıfını devrimin gerekliliği fikrine taşıyan bir gelişimin kritik yönüdür. Ve bu yüzden Kürt sorununa duyarlılık, demokratlık testi değildir.
İşçi sınıfı demokrat olduğu için değil, dünyayı kavrama ve dönüştürme sürecinin, kendi öz gelişiminin bir parçası olarak, Kürt sorununa ilişkin tutum belirleyecektir.
Verili haliyle büyük bir işçi kitlesi için, kendisine seslenen sosyalistlerin “Kürtlerle beraberliği” anlaşılmaz bir durum olmuştur. Kürt sorununda genel burjuva dünyasının yaklaşım biçimlerinden ayrılmış bir perspektife ihtiyacı olduğunu ayırt etmemiş emekçi kitlelerinin, Türk milliyetçiliğinden kopartılmaları rastlantıya kalır. İşçi sınıfı dünyaya burjuva hiziplerinin gözlüklerinden birini seçerek bakma tarzından kopmaya başladığında ise milliyetçi kaleler yıkılabilir hale gelecektir.
Sosyalist hareket emekçi kitlelere dışsal pozisyonunu Blok aracılığıyla bir başka kanal yaratarak geriletmiştir. Bu, toplumsal muhalefetin tüm meşruiyetinin Blok platformuna akıtılabilmesiyle sağlanmıştır. Burjuva medyası bloğun üstünü örtmeye çabalamış, öte yandan “bloğun meclise girmesini arzu eden” çok sayıda tanınmış isim peydah olabilmiştir.
Blok, sosyalizmin yukarıda tarif etmeye çalıştığım, işçi sınıfına bilinç taşıma tarzına uygun bir pratik değildir. Blok kendisini işçi kitleleri tarafından meşru addedilen alternatiflerle aynı güçlülük düzleminde sunarak, sosyalizmin emekçilere seslenme olanağını genişletmiştir.
Blok, uzandığı işçinin bilincinde köklü bir sıçrama olamazdı: Birincisi, sosyalist mücadelenin bu anlamda bir altyapıyı şekillendirmemiş olması nedeniyle. İkincisi, Blokun toplam ideolojik kimliğinin bulanıklığı yüzünden.
Ve gerçekten de olmamıştır. Ama Blok öncesiyle sonrası arasında sosyalist hitabın uzanım alanı ciddi ölçülerde gelişim göstermiştir.
“Halkların kardeşliği” ve “emekçilerin birliği” sloganlarının somut karşılıkları vardır artık. Emekçi hareketi ile Kürt hareketi Blok sayesinde kendi başlarına sahip olmadıkları bir meşruiyet zemini ve güç gösterisi ile, hem kendi toplumsallıklarına hem de birbirlerinin toplumsallıklarına mesaj taşıdılar.
SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE
Blok, sonuçta bir seçime girdi. Sonuçlara istatistikçi değil siyasetçi gözüyle bakarsak, şunları altı çizilmeye değer buluyorum.
Türkiye coğrafyası Blok açısından üç bölme olarak şekillenmiştir. Birincisi, Kürt dinamiğinin başat olduğu Kürt illeri ve Çukurova’dır. HADEP bu dinamiğin düzen dışı ayrı bir kimlik haline geldiğini bu seçimlerle de tescil etmiştir. Bu, burjuvazinin ilan edilmesini daha fazla erteleyemediği bir sonuçtur. Özet haliyle devrimci bir kazanımdır.
İkinci bölme, Kürt dinamiğinin olsa olsa negatif fonksiyon görebileceği Karadeniz, Trakya ve Anadolu’nun belirli bölgeleridir. Sosyalist hareketin buralarda toplumsal havuzunu genişletmekte olduğu rahatlıkla saptanabilir. Bu bir sıçrama değildir. Ama sosyalist hareket için bir zayıf halkada, hele Türkiye gibi dipten gelen dalgalar geleneğinin zayıf olduğu ülkelerde, tedrici gelişmelerin ancak bu kadar olabileceği kabul edilmelidir. Sosyalist hareket, bu değerlendirmeden krizi derinleştirme stratejilerini güçlendirme dersi çıkartmalıdır.
Sonuncusu ise esas olarak üç büyük kenttir. Burada Blok olarak yürütülen kampanyanın süre kısıtı, bununla da bağlantılı bir dizi teknik ve organizasyonel sorun sıralanabilir. Herbiri doğrudur da. Ama siyasal sonuçlar çıkartmak için odağa konulması gereken faaliyetin ideolojik zemini olmalıdır. Blok, kampanya süresince en yakınındaki ve en canlı toplumsal kesite, Kürt yoksullarına yapışmış kalmıştır. Açıkçası işçi-emekçi gündemi, söz konusu canlı kesitte yaşanan ulusal kimlik rönesansı ile perdelenmiştir. Kürt kimliği ve Kürt sorunu gündemi, topluma emekçi merceğinden, emekçi imbiğinden süzülerek taşındığında anlamlı bir sıçrama sağlanabilecekken, elde kalan bunun tersi bir denklemdir. Bu zaaflı durum, elbette sosyalistlerin örgütsel ve siyasal sınırlılığından ,aydın hareketinin yukarıda ele alınan yapısından beslenmiştir. Dolayısıyla üç büyük kentte en fazla alıcısı olan sol kimlik, aydınlanmacı, emekçi, özgürlükçü bir fotoğraf sunmaktan geri kalmıştır. Blok, en canlı, en militan tabanı mücadeleye çekip konsolide ederken bunun ötesindeki geniş yığınlara bir kurtuluş çağrısında bulunamamıştır.
Yukarıda Kürt kimliği üzerinden gelişimin sınırlarına dayanıldığını yazdım. Başka sınırları da belirginleştirelim: Aydın tepkisi üzerinden gelişmek konusunda sol ideoloji sınırlarına dayanmıştır.
Düzenin genel teşhirine dayalı açılımların sınırına dayanılmıştır.
Bundan sonra Kürt kimliği daha fazla “rönesans” yaşayamaz. Kürt kimliğinde sömürülen, ezilen yoksul emekçi tonlamasının bilinçli biçimde işlenerek vurgulanması ön açıcı olacaktır.
Aydın hareketi, demokratik duyarlılık gösterisi ile toplayabileceği kamuoyu sempatisini toplamıştır. Ama bu denli siyasallaşan ve giderek ayrışan bir kriz toplumunda, açık ve net biçimde siyasal ve ideolojik hedefleri olmayan bir aydın hareketi, sayısı belki çok ama belli aydınların hareketi olarak kalır. Hedef ise bellidir: Gericilik, faşist tehdit, kapitalist yozlaşma… İhtiyaç bunların karşısına toplumsal ölçekli bir “polemik” çıkartılmasıdır.
Ve sosyalist hareket mevcut aydın yönelimlerine, Kürtlerin ezilmişliğinden yükselen ilerici niteliklere kendisini ileri taşıyacak veriler olarak bakma dönemini tüketmelidir.
Yapmamız gereken bu nesnel konumlanışların işçi sınıfı adına dönüştürülmesi için siyasal ve ideolojik müdahalelerdir. Yine arada değindiğim ikilem, sosyalist hareketin işçi sınıfını temsilen topluma politika sunması ile işçi sınıfını bir hitap alanı olarak bellemesi sorunu da ancak bu noktadan devam ederek çözülebilecektir. Sosyalist hareketimizin, durup işçi sınıfıyla bütünleşme “ön evresini” yaşama olanağı olmadığı gibi, böyle bir evrimci siyasetin hiçbir geçerliliği de yoktur. Sosyalist hareket, işçi sınıfını, “onu temsilen topluma seslenerek” kazanacaktır. Ortada sınıf ile tarihsel öncüsü arasında eşitsiz gelişmiş bir ilişki var. Eşitsizlik ancak daha yüksek bir evrede kapatılabilecek.
Somut olarak sosyalist hareket önümüzdeki evrede, gericiliğe, faşist tehdide, devlet terörüne, sermaye düzeninin yozluğuna, yoksullaşmaya karşı kıyasıya bir kavgayı, boyunu posunu değil hedeflerini veri alarak vermelidir, verecektir. Ancak ve ancak böyle bir kimliğin sosyalizm için sıçramalı bir gelişmenin önünü açabileceği, bizim zayıf halka topraklarımızda bilimsel bir kesinliğe sahiptir. Ve sosyalizm ancak böyle bir kimlikle, herbiri kendi alanlarında yolun sonuna gelen aydınlarla, Kürt yoksullarıyla buluşabilecektir.
BLOK: NEDEN SÜRMELİ(YDİ)?
Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun neden devam etmesi gerektiğine ilişkin çok şey sayabilirdik. Ama yeterli gördüğüm nokta şu: Kapitalizmin krizini derinleştirmekte ve devrimcileştirmekte anahtar rol oynayabilecek iki dinamik, emekçi hareketi ve Kürt hareketi, kendi toplumsal meşruiyetlerini genişletmek için, farklı nedenlerle böylesi bir platforma ihtiyaç duyuyorlar.
Ve Blok kolay kolay gerisine düşülemeyecek, kimsenin gerisine düşme faturasını ödeyemeyeceği kazanımlara imza atan oluşumdur. Sol adına kemalist-burjuva devletçi bir kanadın geleceğini donduran, televizyon ekranlarından savrulan küfürler değil, aslında Bloktur. Seçimlere solu temsilen girmesi durumunda Perinçek kumpanyası, belki aralıkta aldığından 5-10 bin daha fazla oya ulaşacaktı. Ama bu sonuç, toplumsal hafızaya solun toplu “yenilgisi” olarak yazılırdı. Bugün ise kemalist restorasyon projesinin iflası olarak anlam kazanmaktadır bu sonuç.
Blok’u tüketme yönünde çeşitli mekanizmalar işbaşındadır; bizzat Blok ya da çevresindeki güçlerden kaynak bularak. Bu mekanizmaların her biri, kendi çerçevelerinde açılan yeni bir mücadele evresine karşı direnç odaklarını temsil ediyor.
Bir tanesi, Kürt hareketi içindeki islami kesimlerdir. Blokun gelişimi boyunca gireceği tek rota aydınlanmacılıktır ve doğal olarak söz konusu kesimler buna direnç gösterecektir. Yine Kürt hareketi içinde geleceğini daha fazla ulusal ve uluslararası diplomasiye bağlayan öbekler ayak direyecektir. Çünkü Blok yalnızca “sokakta” sürebilir.
Blok, aydınlanmacı bir emekçi çıkışı biçimini almadığı sürece üzerine oturduğu farklı eksenlerin -Kürt hareketi ve sosyalist hareket- herbiri kendi ayrıksı sahibinin kristalize olmasına yolu açacak, Blok darlaştırıcı bir biçimde “yan yana duran farklı hatlar” olarak kalacaktır.
Blok’a ayak direyen asıl eğilim ise, Türkiye solundan üretmiştir. Bir süredir sınıf düşmanıyla kavga etmek yerine, kendi içine kapanan bir bölüm solun derdi, örgüt içinde “kendini ifade etmek” haline gelmiştir. Yeni kadro kazanmak unutulmuş, hiçbiri örgüt olmayan, yaşça eskimiş, ideolojik olarak düzen partilerinde erimiş “kadro” öbeklerinin birleşmesi tek hedef alınır olmuştur. Açıkçası BSP pratiği kendinde amaç haline gelen bir birlik projesinden başka bir şey olmamıştır. Kavgayı, dönüştürmeyi unutup mevcutları toplamayı politika pratiği olarak belleyenler için ne aydın hareketinin, ne sendikal bürokrasinin, ne de liberter gençlerin zaafları sorun oluşturmamaktadır. Bunları dönüştürmek yönünde bir adım atılmamalıdır, çünkü aslolan herkesin örgütsel süreçte “kendini ifade etmesi” ve “birleşmeleri”dir.
Bu ham toplamın bütünüyle apolitik ve ideolojisiz olduğu sanılmamalıdır: Denk düştüğü zemin sosyal-demokrasinin çöküşü, denk düştüğü ideolojik çizgi liberalizmdir. Liberalizm ile sosyal-demokrat zeminde ava çıkmak bu ülke için hiç de yeni bir şey sayılmaz. Bu oluşum, işçi sınıfının mücadelesi söz konusu olduğunda sendika bürokrasisinden yana duracak, Kürt hareketi söz konusu olduğunda toplumsal uzlaşma ve huzur ortamını özleyecek, kent yoksullarına sıra geldiğinde de sessiz ve yabancı kalacaktır.
SON HATIRLATMALAR
Tüm bunların yanına seçim sonrası SİP dışındaki diğer bileşenlerin gösterdiği ağırlık eklenirse, buraya kadar Blokun süreklilik kazanmasına dair söylenenler geçersizleşmiştir. Müttefiki olmayan ittifak olmaz!.. Ancak Blok politikasının siyasi içeriğine dair negatif tek bir şey söylemeye cesaret edemeyenlerin kendilerini sessiz sedasız geri çekmeleri, siyasal sonuçlarından öte bir politika etiği sorunudur. Kendileri bilir…
Türkiye solunun önünde sınıf mücadelesinde ortaya çıkan ve uzun süredir emekçi sınıflara ayak bağı oluşturan bir eşitsizliği çözme görevi duruyor. Eşitsizlik kriz ve krizin yarattığı devrimci olanaklar ile sosyalist örgütlülüğün etkinliği arasında. Yukarıda Bloğa biçilen “alan genişletme” misyonu bu zeminde kavranmalıdır.
Blok bu misyona yönlendirilecekse gündemini toplumsal mücadelenin tüm başlıkları, ama emekçi ve sol bir elekten geçirilerek doldurmalıdır. Bu anlamda Sosyalist İktidar Partisi’nin diğer üç partiye sunduğu ancak herhangi bir yanıt alınamayan “Protokol” önerisi gereken somutluğu içeriyor: Blok, özelleştirmelere karşı mücadeleyi, Gümrük Birliği’nin sonuçlarını, işçi sınıfının sendikasızlaştırma, işsizlik ve yoksullaştırma saldırılarına karşı direnişini, şeriatçı ve faşist tehlikeye karşı bir aydınlanma barikatı oluşturmayı, savaş ve Kürt sorunu ile eşdeğer biçimde gündemine yazdığı takdirde, yukarıda çizdiğimiz çerçevenin içi doldurulabilir olacaktı. Olmadı.
Bundan sonra görevin, herkese, ama açıkçası daha çok Kürt hareketinin önderliğine düştüğü bellidir. Blok’la başlatılan emekçi ve sol yönelimin hakkı verilmeli, altı doldurulmalıdır.
Blok tarafların faydacı yaklaşımına kurban edilmemelidir. Seçim hesaplarına uymayan güç dağılımı, buna karşı sağlam bir yaklaşımın varlığına işaret ediyor. Artık Kürt hareketi Türkiye solunu destekçi, Türkiye solu da Kürt hareketini gündeme girme fırsatı sunan bir vesile olarak görmekten vazgeçmelidir.
“ÖDP” ise sınıf mücadelesinin gerçek ihtiyaçlarına şöyle ya da böyle hitap eden, yüzü sosyalizme dönük bir oluşum olmaktan hayli uzaktır. Yeni parti sosyal-demokrasinin bıraktığı boşluğa doğmaktadır. Açıkçası has sosyal-demokrasinin yaşadığı erime olmasaydı, böylesi bir partinin kurulması da söz konusu olmayacak, “yeniden” sloganı sosyal-demokrat partilerin kazanacağı belediye meclis üyelikleri için yükselecekti.
Bu yerin Kürt hareketi karşısındaki konumu saf demokratlıktan, kitlesel milli önyargılara teslim olmaya kadar uzanıyor. Diğer taraftan yeni partinin devrimci demokrasi ile geleneksel soldan -1970’lerdeki biçimlenişiyle- arta kalan tüm değerlere yönelik bir tasfiye operasyonu olduğu kesindir. TBKP’de simgelenen tasfiyecilikten sonra bu seferki, gecikmiş bir ikinci tasfiye dönemi olarak sol tarihe yazılacak. Blok’un “eksenlerinden” birinin böylesi bir içerden saldırıya maruz kalması işleri daha da zorlaştırıyor. Oluşumun içindeki “blokçu” eğilim ise kararsız ve faydacıdır.
Bu koşullarda, devrimci ve sosyalist politika, bu faydacılığı geri plana itilebilecek bir ideolojik kişilik kazanma sürecini her şeyin önüne koyacaktır; kararsızlığa karşı ise bir cesaretlendirme “yayını” yapmaktan geri durulmayacaktır.
Blok’un esas sorunu ideolojik alan temizleme, ve toplumsal meşruiyet sınırlarını genişletme olacaksa, Kürt hareketinin kendi bağrındaki kimi eğilimlerle bir hesaplaşma gündemi de mutlaka olacaktır.
Hesaplaşılacak bir eğilim liberalizm, diğeri islamcı popülizmdir. Ulusal kimliğin baskın olduğu yerde, bu eğilimlerin her ikisine de belirli bir alanın açılması engellenemez. Esas olarak da bu süreç ulusal kimliğin kitlesel mücadele olanaklarını çarçur etmeden sınıfsal eksenlerle yakınlık kurarak kendisini yeniden biçimlendirmesini kapsayan uzun erimli bir süreçtir.
Dolayısıyla burada sözünü ettiğim “hesaplaşma”, kısa süreli olarak sonuç alınabilecek bir “operasyon” ya da atılım anlamına gelmiyor. Böyle yorumlandığında, bugün ulusal kimliğin içerisinde yer tutan liberal ve islami hatların üzerine gidelim derken, eldeki yapının bütünü sarsılabilecektir. Sosyalistlerin güncel perspektifi Kürt hareketinde ulusal kimliğin olgunlaşmamış bir sınıfsallığa alelacele sığdırılması biçiminde değil, kaçınılmaz bir süreçte emekçi kimliğinin takviye edilmesini esas almalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin bu yöndeki ideolojik ve politik üretimleri, Kürt hareketinin olsa olsa liberal ve islami kanatlarının sözcülerini endişelendirmelidir.