Bitişinin altına imza atılmış bir imparatorluktan ulusal temelleri olan yeni bir devlet yaratma kavgasının hemen başında olan Mustafa Kemal, giriştiği işin ciddiyeti ve siyasi temelleri konusunda emperyalizme güvence vermeye çalışırken 22 Eylül 1919’da ABD’li General Harbord’a şöyle diyordu: “…bolşevizme gelince, onun bize nüfuzunu önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. Türkiye’de ne kapitalistler ve ne de milyonlarca işçi vardır. Zira bir problem de önümüze dikilmiş değildir. İçtima-i nokta-i nazardan dini kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta Türk milleti, lüzumu halinde ona karşı savaşmaya hazırdır”.
Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyet baştan itibaren sermaye egemenliğinin siyasi ve hukuki belirlenimi altında hareket etti. Cumhuriyeti kuran kadroların kaynakları, devletin iktisadi programı ve komünist harekete yönelen şiddet bu durumun en somut dayanakları arasındadır. Ne 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’ne çağrılan ve tüm işçileri temsil ettikleri söylenen birkaç işçinin varlığı, ne de cumhuriyetin ilk dönem ekonomik programı içinde yer alan “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” demagojisi bu iktidarın sınıf karakterinin komünistler tarafından ortaya konmasına engel olmadı.
Avrupa’daki devrimci kalkışmalardan ve Rusya’daki Bolşevik devrimden etkilenen aydınların çabaları sonucu imparatorluğun son yıllarında oluşmaya başlayan Türkiye sosyalist hareketi, Anadolu’daki devrimci ortamı emekçi halkın yararına dönüştürme düşünü, Kemalist kadroların çabalarıyla 28-29 Ocak 1921 gecesi Sürmene açıklarında Karadeniz’e gömdü. Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Başkanı Mustafa Suphi ve Genel Sekreteri Ethem Nejat’la birlikte 13 parti yöneticisinin katli, Türkiye burjuvazisinin sınıf karakterini açık şekilde ortaya koydu. Mustafa Suphiler’in katledilmesi emrini doğrudan Mustafa Kemal’in verdiğine dair “hukuki bir kanıt” bugüne kadar ortaya konamasa da, bu cinayetin siyasi sorumlusunun Mustafa Kemal ve diğer Kemalist kadrolar olduğuna dair tarihsel bir şüphemiz bulunmuyor. 15’lerin Anadolu içinde yol alırlarken Erzurum’a sokulmamaları provokasyonu Büyük Millet Meclisi’nin 22 Ocak günü gerçekleşen gizli oturumunda, “yaşasın Erzurumlular” haykırışlarıyla karşılandı. Mustafa Kemal burada, Kazım Karabekir Paşa’nın Suphiler’in gelişinin tehlikesini ilk sezen adam olduğunu söyledi ve kendi emirleriyle harekete geçtiğini aktardı. Resmi bir TKP kurdurarak komünist hareketin gelişimini sınırlayıp gücünü çarpıtmayı deneyen Mustafa Kemal’in sorumluluğu herhalde, silahları alınmış haldeki 15’lerin seyahat ettikleri takanın arkasından yetişen Yahya Kaptan’dan daha fazla olsa gerektir.
İslamın politik biçimlerini ezen, burjuva muhalefeti açık zor yoluyla bastıran Kemalist hareket, komünist hareketin kuğu çığlıklarına benzeyen her karşı tavır alışını, kullanmayı gayet iyi öğrendiği aynı yöntemlerle bastırdı. İzmir Suikasti davasında tutukladığı Kazım Karabekir’i serbest bırakmasına sinirlenerek Başbakan İnönü hakkında bile tutuklama kararı çıkartacak kadar pervasızlaşan İstiklal Mahkemeleri, özellikle Takrir-i Sükûn Yasası’nın çıkışından sonra Kürt halkı ve komünist hareket üzerinde muazzam bir terör estirdiler.
1925’te Takrir-i Sükûn Yasası’nın çıkmasından sonra, komünist hareketin tek temsilcisi konumundaki TKP büyük bir operasyon yedi. Yasal olarak İstanbul’da yayınlanmakta olan Aydınlık ve Orak Çekiç dergileri ile Bursa’da yayınlanmakta olan Yoldaş gazetesinin yayını Bakanlar Kurulu kararı ile durduruldu. TKP üyelerine yönelik bu operasyonda 38 kişi Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılandı; 24 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü gıyabında 15 yıl hapis cezası aldı. 1936 yılında yönetiminde TKP’lilerin etkin olduğu Amele Teali Cemiyeti tamamen Kemalist kadroların denetimine verildi, daha sonra da kapatıldı.
1927 yılında parti üst düzey yöneticisi Vedat Nedim Tör’ün parti arşivi ile birlikte polise giderek bazı ihbarlarda bulunması üzerine 64 kişiyi kapsayan yeni bir operasyon daha yapıldı. Bu operasyonda Genel Sekreter Şefik Hüsnü de yakalandı. Yargılamalar sonucunda 25 kişi beraat etti; diğer TKP üyeleri az hapis cezaları ile kurtuldular.
1928 yılının kış aylarında babasıyla Bursa’dan gelip İstanbul’da iki yaşından beri görmediği annesini bulan ve onun yanında kalmaya başlayan 14 yaşındaki İdris Erdinç, o zaman İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Sirkeci’deki Sansaryan Han’ın yanındaki Tabakos tütün şirketinde çalışmaya başladı. Köyden henüz gelmişti ve yeni yeni ö,ğrenmeye başladığı çiftçilikten başka bir şey bilmiyordu. Anılarında o günleri, “orada çalışmaya başladık annemle. O başka bir tezgâhta, ben başka. Ben bir tezgâha çırak olarak verildim. Oranın çırağı yokmuş. Bir sürü tezgâh var sıra sıra. Bir kışla gibi. Her tezgâhta dört kişi var. Bir erkek usta, bir erkek, bir kadın işçi yanlarında bir de çocuk çırak. Desteleri istif ediyoruz. Şimdi ben bir köy çocuğuyum. Anasız babasız büyümüş kaba bir adam. İşte bana gösteriyorlar. Yaprakları böyle üst üste koy; al bu iple onları bağla. Tamam mı, diyorlar, tamam diyorum” ifadeleriyle anlattı daha sonra.
“… Köyde ne olacaktım ben, bir çoban. İstanbul’da küfecilik yapıyordum, annem aldı beni tütüne götürdü. Kadın tütüncü, istihsalden gelme. Kavala’da kulüp görmüş. Balyaları denize atmışlar, eylemi de biliyor. Bir de hepsinden önemlisi, belki de bunların neticesi, beni partiye götüren yolu açmış oluyor.”
“… Benim tezgâhın yanında bir tezgâh daha var. Orada dört kişi var. Oranın çırağı benim yaşlarımda bir kız. Başka tezgâhta olmama karşın bana yardım ediyor, gösteriyor; o yaşıtım olduğu için onunla daha iyi irtibat kurabiliyorum. Bu kız Emine idi.”
“… Emine bir şeyler çiziyor, soruyor bana bu ne diye, orak diyorum. Biz onunla ot biçeriz. Gülümsüyor, doğru, diyor.”
“… Artık yavaş yavaş bana istihsal sürecini anlatıyorlar. Aman ustabaşı görmesin kovar, diyorlar mesela; bir şeyle ilgili burada ustabaşı ve işten atılma korkusunu hissediyorsun. Bana 25, sana 15 kuruş veriyorlar; oysa aynı işi yapıyoruz yahu. Çok etkileyici oluyor bu tarz konuşmalar.”
Tütün fabrikasına girdikten çok kısa bir süre sonra İdris o zamanın deyimiyle “partilendi”. Parti tarafından hücresinde teorik eğitime alındı. Bunun yanı sıra, yine parti tarafından sınıf mücadelesinde ihtiyacı olan yetenekleri edinmesi sağlandı. Başka partililerle beraber boks, şoförlük ve tesviye dersleri aldı. Tam bir disiplin içinde ve yasadışı koşullarda bu eğitimleri tamamlayan İdris, yaşamının büyük bir bölümünü 30’lu yıllarda çok az kişinin yapabildiği şoförlük sayesinde kazandı. Aldığı boks eğitiminin sonuçlarını kendisiyle beraber “patron beslemesi” çok sayıda ustabaşı da gördü. Parti evlerinin güvenliği Şoför İdris’e verilirken hiçbir tereddüt duyulmadı. Tesviyecilik sayesinde her gittiği bölgede hemen iş buldu. İşini iyi yapan bir komünist olarak çok sayıda işçinin örgütlenmesine emek verdi.
“… O vakitler sınıf bilinçli işçilerin yekûnu muhacir. Hak alma kavgasını Selanik’te, Kavala’da, Drama’da, şurada burada öğrenmişler. Bunlar getirdi hak alma kavgasını Türkiye’ye daha ziyade. Bu işçiler bizden 10-15 yaş büyükler. Kulüp kurmuşlar oralarda, çatışmaları olmuş. O mücadeleyi şimdi burada sürdürüyorlar. İstihsal aynı, sömürü aynı. Niye bizim kulübümüz, sendikamız yok diyorlar. Bunu açıktan söylemiyorlar henüz. Ketumiyet var. Patronun beslemeleri duymasın, hükümetin adamları duymasın.”
Oysa “hükümetin adamları”, çapını tam olarak kestiremeseler de, fabrikalarda genç işçilerin “istihsal ve istismar” üzerine gizlice konuştuklarını biliyorlar. TKP’nin birçok fabrikada hücrelerinin olduğunu, Kemalist iktidarının sınıf karakterini işçilere anlatmak amacıyla çalıştığını kestiriyorlar.
1929’da Takrir-i Sükûn yasasına ihtiyaç kalmadığı tespit edilip bu yasanın yürürlük süresi ortadan kalkarken, Mustafa Kemal yaptığı bir konuşmada komünist harekete karşı aldığı tavrını sertleştirdi. Eskişehir’de yaptığı konuşmada, “Türk milleti, kendisinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsid (fesatçı), sefil, vatansız ve milliyetsiz sebükmağızlarının (hafif beyinlilerin) hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir heyet değildir. Bu memleketteki komünistler, yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alakadar olacağım” dedi.
Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi ise, “Eskişehir ilan-ı harbi” başlıklı bildiride, “Türkiye burjuvazisi cumhur reisinin ağzıyla Eskişehir İstasyonu’nda TKP’ye harp ilan etti. Bu çoktandır, devam eden bir muharebenin burjuva devletinin en yüksek makamı tarafından resmen tasdiki demektir… Halk Fırkası’nın ve Halk Fırkası hükümetinin, BMM’nin cumhur reisinin yüzlerindeki maskeyi yırtmak ve şahısların nasıl burjuva müessesesi ve mümessilleri olduğu, emekçi sınıfına göstermek TKP’nin önünde duran en mühim meselelerdendir” diyerek yanıt verdi.
1 Mayıs’ı kutlamak için bildiriler dağıtılması üzerine TKP üyelerine dönük olarak 1930 yılında da İstanbul, İzmir ve Adana’da tutuklamalar oldu. Bu yargılamalar sonucunda, “askeri öğrenciler arasında örgütlenmede bulunmak, Kızıl İstanbul gazetesini yasadışı olarak yayınlamak, bildiri dağıtmak, Anayasa’yı değiştirmekle” suçlanan altı kişi iki yıl, aralarında 17 yaşında bir lise öğrencisinin de bulunduğu altı kişi de birer yıl hapis cezasına çarptırıldı.
“Sen işte otomatikman bu işin içinde oluyorsun. Kavganın, çatışmanın, çelişkinin içindesin, ortasındasın. Burjuva-işçi çelişkisi. Malı meydana getiriyorsun. Fazla-i kıymetini öğreniyorsun. Hemen o tezgâhın başında. O işin içinde. Kitaptan değil. Elle tutulur. Bu adamlar beni sömürüyor. Ben açım. Çoluk çocuğum aç. Benim hakkım bu heriflerin kasasına giriyor. Amele soruyor bu önder arkadaşlara: Devlet bu işe müdahale etmiyor mu? Hemen o uyanık önder işçi; işçi arkadaşım, diyor, devleti idare eden kim? O ağa, o ecnebi, o burjuva. Bunlar kaynaşmış. Neyi anlıyor işçi? Kendini bir sınıf, bunların devletle beraber bir sınıf olduğunu.”
CHP ile devlet aygıtının birçok alanda örtüştürülüp, “cumhuriyetin bir parti devleti” olduğunun açıklanmasından önce, 1932’de Başbakan Recep Peker, “Memlekette bir sınıf şuuru uyandıracak bir tahrikât hissediliyor. Biz bu zeminde uyanık olmak lüzumuna kaniyiz” diye açıklama yapıyor ve Meclis’e, “işçi mebusu” adıyla temsilci alınıyordu. Oysa aynı dönemde işçilerin işyerlerinde her türlü yayın okumaları yasaklandı. Bütün işçilerin parmak izlerinin alınması uygulaması hayata geçirildi. 30’lu yılların ortalarında çıkartılan grev ve lokavtı yasaklayan iş yasası bir süre sonra CHP programına da alındı. Buna göre, iş anlaşmazlıkları uzlaşma yoluyla, buna imkân olmazsa devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile çözülecekti. “Türkiye’de cins ve klâs (sınıf) fikirlerini yayma ve klâs kavgası ergesi (maksadı) ile cemiyet kurulmayacaktır.”
Takrir-i Sükûn saldırısıyla beraber Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’nın kapatılması sonucunda Türkiye’de 1930’a kadar, yalnız TKP’nin değil, hiçbir muhalefetin yasal olarak örgütlenmesine izin verilmedi. Tek parti yönetimi, emekçi halk üzerinde giderek artırdığı siyasal baskı ile sömürüye karşı oluşacak tepkileri engellemeye çalışırken, 1930’da Mustafa Kemal’in isteği üzerine eski başbakan ve Paris Büyükelçisi Fethi Okyar’a bir burjuva partisi kurdurarak tepkileri frenlemeyi hedefledi. Fethi Okyar tarafından 1930 yılında kurulan Serbest Fırka, İslamcı ve sol muhalefetin ilgisiyle karşılaşıp İzmir’de olaylara neden olunca, kurulduktan bir kaç ay sonra parti Mustafa Kemal’in emri ve yöneticilerinin oluruyla kapatıldı. Fethi Okyar’ın Eylül 1930’da İzmir’deki olaylı karşılanması sırasında İzmir’de bazı fabrikalarda grevlerin dahi yapıldığı kaydediliyor.
Kurulması zaten merkezi olarak planlanan burjuva muhalefetin susturulması sorun olmadı. Ancak işçiler kendilerini ifade etme olanaklarını TKP’nin aldığı kararlar doğrultusunda zorladılar. 1930 yılı içinde TKP tarafından Taksim Meydanı’ndan Tünel’e kadar işçilerin katıldığı bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüşün temel talebi, Fethi Okyar’ın kuracağı partiyle beraber emekçilerin yasal siyasi temsiliyetinin de sağlanmasıydı.
“Başladık yürümeye. İstiklal Caddesi’nden aşağı doğru. Ve birden başladık bağırmaya: Yaşasın Fethi Bey, varsın kursun partisini; biz de kuralım amele partimizi. Sloganı ilk kimin attığını, ilk kimlerin organize ettiğini göremiyorsun, bilemiyorsun. Konspirasyon. Yürüyor ve arada bir bağırıyoruz. Orada beyanname falan dağıtılmadı. Yürüyüş şekli kol kola da değil, karmaşa da değil. En önde tütüncüler, sonra tramvaycılar, denizciler, demiryolcular. Adım adım yürüyoruz… Tünel’e varınca her tarafın kesildiğini gördük. Oraya kadar Emine ile kol kola gelmiştik. Kitleyi orada ablukaya aldılar.”
Bu yürüyüşte gözaltına alınan işçiler üç gün karakolda tutulduktan sonra polisteki bir deftere işledikleri suç olarak “komünistlik istiyorlar” yazılarak serbest bırakılıyorlar.
1936’da CHP ile devlet idari aygıtının birleştirilmesi kararı alındı. Buna göre CHP Genel Sekreteri aynı zamanda İçişleri Bakanı ve valiler il başkanı oluyorlardı. İtalyan faşizmi belirlenimli bu örgütlenme biçimi, işçi sınıfı ve Kürt halkı için de “özgün” fikirler üretiyordu. 1936 yılında Ankara’da yapılan Umum Müfettişler Konferansı’nda komünist hareketin işçileri de kapsamaya başladığı, bunu engelleyecek güç olan polis teşkilatının yetersiz kaldığı ifade edilerek, yeni fabrika açılmaması dahi önerilmişti. Olası Kürt ayaklanmalarının engellenmesi içinse, Kürt illerine yol ve okul yapılmaması fikri savunuldu.
1936 yılında İspanya’da cumhuriyetçilerle faşistler arasında çıkan iç savaşta faşist Almanya ve İtalya’nın desteğini alan Franko güçleri İspanya’nın tüm ilerici güçleri tarafından oluşturulan cepheye saldırdılar. Avrupa’da yükselen faşizm tehdidiyle beraber düşünüldüğünde İspanya iç savaşı, tüm dünyadaki devrimcilerin, cumhuriyetçilerin enternasyonalist sınavı oldu. Çeşitli ülkelerden binlerce devrimci İspanya’ya faşistlere karşı savaşmaya gitti. Devlet müfettişlerinin komünist fikirlerin işçiler arasında yayıldığını söylemesi boşuna değildi. Parti, işçiler arasında İspanya cumhuriyetçileri için yardım toplamayı başarıyordu.
O dönemde bir tütün işçisinin yövmiyesi 25 kuruştu. Parti aidatı da buna mukayeseli şekilde 25 kuruş olarak belirlenmişti. Partinin üye işçilerden topladığı aidatların dışında, partili olmayanlardan da İspanya için 25 kuruş bağış toplanıyordu.
1936 yılında polisin Moskova’dan gelenlerle birlikte partinin işçi üyelerine yönelen operasyonunda Şoför İdris’le beraber bazı parti profesyonelleri ve tütün işçileri gözaltına alınarak iki ay boyunca ağır işkencelerden geçirildiler. Bu ağır işkencelerden komünist tavrını koruyarak çıkan Şoför İdris, ifade vermemesi üzerine tutuklanmaktan kurtuldu. Ancak eşi ve yoldaşı Emine işkence nedeniyle bozulan sağlığının bir daha düzelmemesi sonucu 1939 yılı başında genç yaşında öldü. Bazı parti üyeleri işkencelerin ağırlıklarına dayanamayarak çıldırdılar. Şoför İdris o günleri şöyle anlatıyor:
“Anlıyor benim kilit adam olduğumu. Polis yeniden yükleniyor bana. Bunun nerede olduğunu bilse bilse bir bu İdris bilir, diyor. Takın ellerine kelepçeyi, takın falakayı. Ben bağırıyorum: ‘Yaşasın Stalin, Yaşasın Dimitrov, Yaşasın TKP’li yoldaşlar’. Bir iki vurdular, yok artık, vurulacak yer yok, ben de artık alıştım zaten. Aldılar paltomu, attılar üstüme, oturdu biri üstüme, biri de yüzüme. Patlayacağım, boğuluyorum. Nefes alamıyorum. Konuşacağım, desem de diyemem, öyle bir haldeyim. İşte o anda, hiç kimseye değil kendi kendime, İdris yoldaşım gidiyorsun, dedim. Eğer ben bugün mücadele ediyorsam, taviz vermiyorsam, hıncımı alıyorsam, oradaki direnişten, o laftan alıyorum gücümü. Ben kendi değerimi biliyorum, ben işçi sınıfına kendimi adadığımı, yeminimi tuttuğumu, Emine yoldaşı muhafaza ettiğimi… İşte o anda üstümden kalktılar, ittiler köşeye. Bir kova su döktüler kafamdan aşağı üstüme.”
İkinci Dünya Savaşı’nın 1945 yılında 20 milyon Sovyet emekçisinin canı pahasına kazanılmasından sonra emperyalist blok, “faşizmin yenildiği, demokrasinin galip geldiği” demagojisi üzerinden kurguladığı bir egemenlik sistemini dayatmaya başladı. Bu ideolojik kurgunun temel amacı, sosyalizmin yayılma potansiyellerinin tümüyle kurutulması ve özellikle Sovyetler Birliği’ne yakın ülkelerin tam olarak ABD hegemonyasına alınmasıydı. Ekonomisi savaştan genişleyerek çıkmış ABD’nin Avrupa ülkelerine verdiği kredilerin yanında Türkiye de mali yardımdan payını aldı.
Bunun uluslararası ilişkilerde ve siyasi sistemde ödenmesi gereken bir “bedeli” vardı. CHP içinde büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını veri alarak geliştirilmeye başlanan muhalefet, çok partili sistem tartışmalarını da beraberinde getirdi. 1945 yılı içinde dört CHP milletvekilinin verdiği “dörtlü takrir” ile CHP’nin parçalanması kesinlik kazandı. “Milli Şef” İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’teki nutkunda, “artık başka partilerin de kurulması zamanının geldiğini” açıkladı ve dernekler yasasında yapılan değişiklikle, sınıf esasına göre dernek kurmak yasallaştırıldı. 1946 yılının 7 Ocak günü CHP’den atılan ve istifa eden milletvekilleri 1950-60 arası ülkenin kaderini belirleyecek Demokrat Parti’yi (DP) kurdular.
1946 yılı içinde DP dışında da partiler yasal olarak kuruluşlarını ilan ettiler. TKP’nin “yasal imkânlardan istifade etme” düşüncesi ilk kez hayata geçirilmeye başlandı. 14 Mayıs 1946’da TKP merkez yönetiminin verdiği karar doğrultusunda, kendisi TKP’li olmayan Esat Adil, TKP’nin vilayet komitesi sekreteri ve bir merkez komite üyesi ile birlikte Türkiye Sosyalist Partisi’ni (TSP) kurdu. TSP, kurulmasından hemen sonra işkolu esasına göre sendikalar kurmaya başladı. TSP’nin sendikaları işçi sınıfının geniş ilgisiyle karşılaştı. Binlerce işçi bu sendikalara çok kısa sürede kaydoldu. Bunun üzerine TKP yönetimi, TSP’nin kurulmasından yaklaşık bir ay sonra, yasal partinin kendi otoritesini sarsacağı düşüncesiyle Genel Sekreter Şefik Hüsnü Değmer başkanlığında Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ni (TSEKP) kurdu. TSP’nin aksine TSEKP birçok ilde hızla örgütlendi ve işyeri esasına göre sendikalar kurdu.
Ancak her iki parti açısından da yasal çalışma yapmanın sınırları düzen tarafından çizilmişti. Ayrımlarını tam olarak açıklayamadıkları bir polemiği emekçi sınıfların önünde yapmak zorunda kalmalarına rağmen, her iki parti de çok sayıda işçiyi gerek parti teşkilatlarında, gerekse sendikalarda örgütlediler. Ancak TSEKP ve TSP birleşme sorununu gündemlerine almaya hazırlandıkları bir ortamda, sıkıyönetimin yasal imkânlarını kullanan Milli Şef yönetimi tarafından 16 Aralık 1946’da kapatıldılar. Burjuva muhalefete dokunmayan saldırı sırasında, TSP ve TSEKP ile bu partilerin denetimindeki sendikalar ve yayın organları kapatıldı, yöneticileri tutuklandı ve haklarında davalar açıldı.
Sosyalist hareket çok kısa sürse de legal çalışma olanaklarını kullanabileceğini emekçi sınıfları örgütleyebileceğini gösterdi. Ancak bu deney, devrimci hareketin örgütsel sürekliliğini güvenlik altına almadığı her deneyin başarısızlığa mahkûm olduğunu tarih önünde bir kez daha kanıtladı.
TSEKP kurulduktan sonra Şefik Hüsnü Şoför İdris’i çağırarak, partinin Kocaeli örgütlenmesini yapmakla görevlendirdi. Şoför İdris ordudaki teknisyenlik görevinden hemen istifa edip legaldeki kadro imkânlarını kullanarak TSEKP’nin Kocaeli il örgütünü ve Kocaeli Sendikalar Birliği’ni kurdu ve kapatılana kadar da sekreterliğini yürüttü.
“Kocaeli’nde illegaliteyi tamamen tasfiye ettik. Ama İstanbul’da böyle olmadı. Orada illegal bir çekirdek korundu.”
“… Hemen bir bina buluyorum. Altı aylık peşin veriyorum. Para var, askeriyede biriktirmişim. Boya, badana, masa… En merkezi mevki. Müracaatımızı yapıyoruz. Tabelamızı asıyoruz.”
“… Tam Kocaeli’nin pazar gününe denk getiriyorum. Çünkü civar köylerden o gün kente pazara geliyorlar. Koca ağaçlar var. Benim koltuğumda afişler. Bir arkadaşta merdiven. Daya oğlum ağaca. Elimde çekiç. Çiviyle o afişleri ağaca çakıyorum. Bugün aklım olsa böyle şey yapmam. Başka şekilde yapıştırırım. Belimde şöyle tabanca, Fransız. Şefik Hüsnü bilse beni cezalandırır. Kendi insiyatifimi kullanıyorum. Müdahale edilirse… O da ayrı. Olay çıkacak. Daya oğlum şu ağaca. Dayıyor. Koltuğumda afişler. Bak onlara vermiyorum. Gelirlerse tevkifat olmasın. Hesaplı, taksirli olup her şeyi üstleneceksin. Bütün o ağaçları, pazaryerini güzelce donatıyoruz. O afişleri gören halk tabii şaşırıyor. Kendileri onlar. Partilerini kurmuşuz.”
“… Fabrikaya sokuyorum beyannameleri. Tam vardiya sırasında. Tezgâhın altından çıkarıyorum. Ve hızla dağıtmaya başlıyorum. Haydi arkadaşlar işçi sendikaları birliği etrafına. Yoksa akibet Hasan, Mehmet (iş kazası sonucu sakat kaldıkları için işten çıkartılan işçiler) gibi olursunuz. Şarlo gibi, yıkılıyorum, kalkıyorum hızlı. Alın, okuyun. Daha 25 günlük işçiyim orada. İşçiler kendi arkadaşlarının halini görüyorlar. Heyecan, hareket. Doğru yemekhaneye fırlıyorum. Bir şey kalmıyor beyannamelerden.”
“… Ben bu konuşmayı yaparken küt diye polisler geliyor. Beni sille tokat masadan indiriyorlar. Ve ben bağırıyorum, gelmeyin, gidin sendikayı kurun. Götürüp atıyorlar nezarete. Bu Kocaeli’nde ilk polise düşüşüm. Sicilim de gelmiş tabii. Sert bir adam olduğum yazılı orada. Beni öldürseniz de bana para etmez. Sille tokat döverlerken söylüyorum. Kanun var, çıkmış. Her yerde kuruluyor. Niye burada da kurmayacakmışız. Adamlar bana Sansaryan Han’daki gibi davranmıyorlar. Kaba dayak. Falaka yok. Neticede orada 2-3 gün kalıyorum. İstanbul’a falan soruyorlar herhalde, sonra da salıyorlar. Kir pas içinde çıkıyorum. Eve girmiyorum, sendikaya yöneliyorum.”
“… Aybaşı oluyor. Ben 25 günlükken atılmışım polisin alması ile. Maaşları alıyorlar. Ben gidip almıyorum. Böyle bir poşu içinde getirip önüme bir miktar para atıyorlar. Nedir bu. İşçiden toplamışlar. Buradan dayak yiyerek çıkan arkadaş için, diyerek.”
“… Çok iyi yaptınız. Benim mi bu para. Senin. Ben de bunu size teberru ediyorum. Derhal şurada bir masayı işgal edin bu parayla selüloz sanayi sendikasını kurun. Seçin temsilcilerinizi. Sonra sizin yardımınızla nakliyat işçileri sendikaları. Nakliyat işçilerinin paralarıyla tütün işçileri sendikalarını. Ve para böyle yürür.”
“… Her sendikaya ayrı bir bina tutmuyoruz. Büyük bir yer. Her sendikaya bir masa. Ve böylece Kocaeli İşçi Sendikaları Birliği. Sekreteri de beni seçiyorlar.”
Türkiye sosyalist hareketi 1946 tutuklamalarıyla ağır bir darbe yedi. TSP yöneticilerinin tamamı beraat ederken, TSEKP’nin, aralarında TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün de bulunduğu 41 yöneticisi bir ile dört yıl arası hapis cezası aldı. TSP beraat kararından sonra yeniden açılsa da, 1952 yılında bu kez DP yönetimi tarafından kapatıldı.
Şoför İdris TSEKP ile beraber TSP ve sendikaların kapatılması üzerine illegale geçti. Bir süre partiyle ilişki kuramadan, maddi olarak çok zor koşullarda yaşadı. Sokakta ya da işkence sonucu ölen Emine yoldaşının mezarında yattı.
“TSEKP kapatılınca ortada kimse kalmadı. Ancak benim gibi kaçak kadrolarla temas kurabilme imkânı olabilirdi. Şimdi hala faal olan Kadıköy iskelesinde başladım hamallık yapmaya. Asıl maksadım, öncelikle Mehmet Emin Rüşan olmak üzere, bir partili yakalamaktı. Bir de tabii karnımı doyurmam lazım. Geceleri orada burada, Emine’nin mezarında yatıyorum. Bir gün, çok perişan durumda olduğum bir gün, babama gitmeye karar verdim. Sabahın çok erken saatlerinde Unkapanı’nda şimdi tiyatro olan yerde, onun altında mahzenler vardı; babam orada kalıyordu. Analığım vardı evde, babamı sordum, az önce Aksaray’a doğru çıktığını söyledi. Ben hemen yetişeyim diye fırladım. Sabahın çok erken saatleri idi. Etrafta kimseler yoktu. Birden ileride bir çöp yığınının üstünde başında puşu gibi bir yazma sarılı bir adam gördüm. Bir baktım babam bu. Elindeki bir çantaya ekmek parçalarını topluyor. Baba sen ne yapıyorsun, dedim birden. O beni görünce şöyle bir bakıp süzdü beni. Aslında ben ondan daha perişandım. Üstüm başım kir pas, saç sakal karışmış. Açlıktan ne hale düşmüşüm. Babam bir ekmek parçası ısırdı, sonra bir parça ekmek de bana uzattı. Ye dedi, açsındır. Ben bir ekmek parçasına, bir babamın hala çöpleri karıştırmasına baktıktan sonra, ekmeği ısırdım, ben de yedim.
İşte bu olay aslında benim için bir trajedi idi. Ben, şoförlük yaparken, öğretmenlik yaparken, hiç babamın bu durumlarda yaşıyor olabileceğini düşünmemiştim. Babam aklıma bile gelmemişti.
Bu olayla ben şunu anladım. Varımı yoğumu mücadeleye, partiye veren ben, babasını da çöplükten ekmek toplamaya mecbur bırakıyordum. Ama ben, biz, bu kavgaya böyle bakıyorduk. Başka türlü bakanlar da vardı. Onlar giyimlerini, yemelerini, içmelerini, ev bark bilmem ne sahibi olmayı, kavga için, parti için feda etmemişlerdir. Etmedikleri için onlara kızmadım. Ama onlar öyle, ben böyle yaşadım. Kavgayı öyle anladım. Bu da bilinsin istiyorum.”
1946 sonrası TKP’nin ortaya çıkartılamayan bazı hücreleri Ankara ve İstanbul’da çalışmaya devam ettiler.
1950 yılında DP’nin ezici bir zafer kazanarak iktidara gelmesi sonrasında yeni iktidar da sosyalist harekete saldırı konusunda CHP’yi aratmadı. Kore’ye asker göndererek ABD’nin onayıyla NATO’ya girmenin planını yapan Türkiye burjuvazisi, önce 12 Mayıs 1950’de Behice Boran’ın başkanlığında kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti’ni, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesine karşı çıkan on binlerce bildiriyi dağıtmasının ardından Temmuz 1951’de kapattı. Derneğin yedi yöneticisi bir yıl üç aya, bir yöneticisi ise 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.
TKP kadroları 1951 yılında Türkiye komünist hareketinin o güne kadar yaşadığı en yoğun saldırı dalgasıyla karşı karşıya kaldılar. Sevim Tarı’nın Marsilya’ya gitmek üzere geldiği Galata rıhtımında yakalanmasıyla başlayan operasyonda, içlerinde TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün ve başka merkez komite üyelerinin de bulunduğu 167 kişi tutuklandı, 184 kişi hakkında dava açıldı. Bir kısım parti üyesi ve yöneticisinin ifade vermesine rağmen, bir kısım TKP’li ise ifade vermeyi reddederek operasyondan başları dik çıkmayı bildi. Yargılama sonucu 131 kişi suçlu bulunarak 10 yılla altı ay arasında hapis cezasına çarptırıldı. O zamanlar Türk Ceza Yasası’nda olan bir maddeye göre, hapis cezası alan sanıkların tamamı çeşitli sürelerde sürgün (zorunlu ikamet) cezası aldı. 1951 tevkifatı, TKP’nin uzun yıllar bir daha kendisini toparlayamaması ve yurtdışı eksenli çalışması sonucunu doğurdu.
Parti üyesi Şoför İdris de 1951 tevkifatında yakalandı. Uzun süre işkence görmesine rağmen konuşmadı. Yargılama sonucu beş yıl hapis ve bir yıl sekiz ay Bursa Mustafakemalpaşa’da zorunlu nezaret cezası aldı. Dava bitmeden tahliye olan Şoför İdris daha sonra yeniden tutuklandı. Hapis cezasını çeşitli cezaevlerinde, sürgün cezasını ise Mustafakemalpaşa ve İstanbul’da tamamladı.
“Önce getiriyorlar Sansaryan Han’a. Biri komisermiş, ben fark edememiştim, sivil. Eski polisler değil zaten. Bir tabureye oturtuyorlar. Birkaç polis, orada cıgara içiyorlar. Biri ikram ediyor cıgara, bir diğeri atılıyor, içmez o diye. Çay geliyor aynı, içmez. Canım sıkılıyor orada, onların öyle konuşmaları falan… Genç komisere dönüyorum: Yahu beni burada niye tutuyorsunuz? Hücreye mi kapatacaksınız, hapishaneye mi götüreceksiniz, dövecek misiniz, falakaya mı yatıracaksınız? Ne ise muamelemi yapın. Döndü bana dedi ki, bak İdris bizim elimizde değil, senin elinde bu. Nereyi istersen… Bak sen, demek, benim elimde. Hiddetlendim birden. İşte siz böylesiniz. Zavallı ameleyi sokakta yakalarsınız. Üç-beş tokat atarsınız, adam karşınızda tir tir titrer. Adam sizin şerrinizden kurtulmak için, Hasan’ı, Mehmet’i, İdris’i filanca yerde gördüm. Konuşuyorlar. Adam kendini kurtarmak için böyle yapar. Siz de o adamı salarsınız; düşersiniz söylediği adamların peşine. Ondan sonra da koca bir tevkifat yaparsınız. Kendinize iş çıkartırsınız. Siz böylesiniz. Bunu bırakın da benim muamelemi yapın siz.”
“Bütün arkadaşları Sultanahmet Cezaevinde toplamışlar. Oradan Adana’ya falan sevk edecekler. Beni de göndersinler, bunu istiyorum.”
“… Adam ifrit oldu. Dövsem ne olacak, dövmesem ne olacak, gibisinden bakıyor, anlıyorum. Attılar beni bir hücreye orada. Yaptılar muamelemi ertesi gün. Bindirdiler bir arabaya. Ben bekliyorum Sultanahmet’e atılmayı. Oradan nereye sevk edilirsem oraya sevk edilmeyi. Bir baktım adamlar getirdiler beni Toptaşı Cezaevi’ne. İndik arabadan. Kar yağıyor. Kimse bilmez benim burada olabileceğimi. Hatice bilmez. Arkadaşlar bilmez. İşte bir komünistin dramı. Ama umudum kırılmıyor. Biliyorum üstesinden geleceğim.”
“Attılar bir koğuşa. Ya idamlık, ya müebbetlik hepsi. Siyasi bir adamı atıyorlar bunların arasına. Hepsi adi suçlu. Bir de söylemişler, bir casus geliyor, diye. Sonradan öğreniyorum, Nazım da yatmış burada.”
“… Sabah dikkat çekildi. Herkes yine attı kendisini. Hazır ol. Ben kımıldamadım. O garibanlar dehşete düştü. Tam benim hizama gelince ben fırladım. Müdür Bey, adam böylece hem sıradan olmadığımı görürken, hem de ne olduğumu anlayamadı ilkten. Buranın hiç istihkakı yok mudur? Bu garibanların çoğunun yediği bir tas kurtlu mercimek ya da bulgur çorbası. Yerden izmarit topluyorlar. Yorganları yok. Soba hiç yanmıyor. Niye yanmıyor; istihkak verilmiyor mu? Geldiğimden beri böyle bu. Böyle mazlumca, rica eder gibi değil üslubum. Gayet sert ve cesurca. Çünkü her şeyi göze almışım. Gerekirse bir ton dayak yiyeceğim ama orayı karıştıracağım ve böylece de beni oradan atacaklar. Planım bu.
“Müdür şaşkın, bu ne cüret der gibi bakıyor; bir taraftan da ne yapacağını bilmiyor. Cümle 50-60 kişiyiz. En az 30 tanesi gariban sınıfından. Ağalar zenginler var içlerinde. Onlar rahat.”
“Müdür sert sert baktı. Gardiyanlar bir el işareti bekliyor üzerine atılmak için. Gelirlerse ben de vuracağım tabii. Baktı baktı, tek kelime etmeden gitti adam.”
“Herkes garibanlar doluştular ranzanın etrafına. Yaa, dediler, şimdi seni perişan edecekler. Birazdan gelir alırlar. Bakın arkadaşlar, benini ne olacağımı bırakın. Evvela beni öğrenin. Kimim ben? Kocaeli İşçi Sendikaları Birliği Sekreteriyim. İstanbul’da tütün işçilerinin mümessiliyim. Ben ne casusum, ne şu, ne bu. Komünistliktir benim suçum. Size beni casus olarak söylediler. Ben sizler için uğraşan bir insanım. Garibanlar için, ameleler için. Bugüne değin ömrümü vermişim.”
“Heriflerin bana bakışları, gözlerinden anladım, değişti biraz. Ama, dediler, şimdi gelip alacaklar seni. Ben de bu soruyu bekliyormuş gibi hemen, alsınlar, falakaya vursunlar. Öldürsünler. Ne olursa olsun, benim hayatım bu, vasfım bu.”
Şoför İdris TKP’nin Türkiye içinde bir varlık gösteremediği 60’lı yıllarda da devrimci mücadeleden kopmadı. Türk Solu dergisinde çalıştı. 68 devrimci gençliğinin eylemleri içinde yeraldı. Partisinin içinde bulunduğu kötü durum onun devrime olan inancını, mücadele kararlılığını azaltmadı.
“Bu yıllarda Şevki ve Vecdi’nin etrafındayım. Fadıl var. Etraf da gençlik. Eski gençlik değil, 68’in gençliği. Ben de onlarla beraber Türk Solu’ndayım. Orada başımdan geçen bir hadise var.
“Demirel’in bir beyanatı oldu o sıralarda. Solcuları ezeceğiz dedi. Burjuva talebeleri tahrik için. Ve gerçekten bu talebeler hümayişe geçtiler. Geldiler Türk Solu’na. Türk Solu nerede o zaman biliyor musunuz* Cağaloğlu’nda köşede binamız. Vecdi ile biz büroda değil de hemen yanındaki depodayız. Kırtasiye kâğıt var orada. Orada bir kavga. Muhasarada kaldık. Bağırıyor talebeler. Sizi şöyle yapacağız, böyle yapacağız. Vecdi sapsarı oldu, ne yapacağız diye. İşte o zaman Çapa’daki öğrenciler filan var. İbo da var. Nişanlıları ile beraber. Ve onlar da orada kalmışlar. Ve ben hemen geçiriyorum elime bir kâğıt kalem. O bozuk yazımla ağzıma ne gelirse. Sen, Demirel, iki gün evvel böyle böyle söyledin. Talebeleri tahrik ettin. Onlar şimdi bu eylemi yapıyor. Onları bizim üzerimize kışkırttın. Ama bir düşün, yarın o solcular özgürlük isteyen kitle, seni öyle bir sıkıştıracak ki, bavulunu toplamakta zorlanacaksın efendine kaçamayacaksın.”
Şoför İdris hep bir kavga adamı oldu. “İşçilerin haklarını arama” faaliyeti içinde ustabaşıları döverek örgütlenirken de, devrimci mücadelenin Şoför İdris’i belirleyen “temalarını” ortaya koyarken de kavgayı seçti. Partisine hep bağlı kaldı. Aslında sonuna kadar bağlı kaldığı TKP’nin yönetim kadrosu değil, parti fikrinin kendisiydi. Partinin fiili olarak var olmadığı zamanlarda bile o partililiğin gereklerini yerine getirdi.
Kutlu-Sargın ekibinin ihanetine rağmen partiden istifa etmedi. Hainlerin yüreklerinin, bir geleneğin tüm mirasını tahrip etmeye yetmeyeceğini biliyordu. Partiden istifa edenlere hep kızdı. “Militan partisinden istifa etmez, partiden atılır” diyordu. Söylediği, yaşlı bir adamın fosilleşmiş inadının ötesinde, partiye sahip çıkmanın icad edilmiş en yalın biçiminin dillendirilmesiydi. Bu nedenle defalarca Kutlu-Sargın davasını izlemek için Ankara’nın yolunu tuttu. Orada polisle itişip kakışırken hastanelik oldu. Yaratılmasında I928’dan beri emek verdiği bir tarihin kör bir bıçakla doğranmasına tanık oldu. Yine de partiden istifa etmedi. Yaşamının sonuna kadar “TKP’li” kaldı.
Ama en doğrusunu yapmaktan da geri durmadı. Partisinin likidasyonunun tamamlandığı bir aşamada, 1992 yılında Sosyalist Türkiye Partisi’ne (STP) girdi. Yaşamını bir parti organına bağlı olarak sürdürmenin önemi yanında, bu ülkede Marksist-Leninist geleneği temsil konusunda öne çıkan yapıyı gördüğünü söylemesi de önemliydi.
“Bir işçi olarak sonunda Sosyalist Türkiye Partisi’ni buldum. Zaten onlar gelip beni gördüler. Programlarını verdiler. Toplantılarına götürdüler. Ben o günden beri gömleğimin yakasında çark çekiçli rozetimle dolaşıyorum. Hiç kimseden de bir korkum yok.
“Ben neden STP’deyim? Bunun çok basit bir nedenini hanımıma da açıkladım. Herkesin partiye bir yardımı oluyor çeşitli zamanlarda. Biz de yapıyoruz. Ama biz bir şey daha yapıyoruz. Diğer yerlerde insanlar öğleyin gidip orada burada yemeklerini yiyor. Ama biz şimdi ne yapıyoruz. Yetkili arkadaş diyor ki, yemek molası verelim arkadaşlar. Haydin bir kollektif yapalım. Herkes elini cebine atıyor, verebileceği kadar veriyor. Kiminde para olur, kiminde olmaz. Hemen bir para toplanıyor. İki arkadaş gidip ekmek, peynir, domates alıyorlar. O ekmekleri kesiyorlar, içlerine peynir domates koyuyorlar ve herkese dağıtıyorlar. İşte ben bunu takdir ediyorum. Bu kollektif i seviyorum.”
“Bir de şunu belirtmek istiyorum. Ben bu Sovyetler’de olan şeyleri hiç aklımdan geçirmemiştim. Hiç hatırıma getirmemiştim. Biz bütün yolların Moskova’ya çıktığını söylerdik şaka yollu. Ama sonunda bu sistemin ayaklar altına alındığını gördük. Üzüldüm ama hiç umudumu yitirmedim. Bu insanlara tecrübe oldu. Ben kansız devrim olacağına inanmam. Bugün tanklar arasındaki gerçek Bolşevikler bunun hesabını soracaktır. Hiç bir şeyimizi yitirmedik. Hepimiz olanlardan ders aldık.”
“Bugün ülkemizin gündemindeki temel meselelerden biri de Kürt sorunudur. Benim bakışım şudur: Ben komünist felsefeyi içime sindirebildiysem bu meseleye enternasyonalist bakmam lazımdır. Bu mesele nereden başlıyor? Ne zaman Mustafa Kemal Kürtlerin haklarını vermedi, işte orada başlıyor. Bütün dünya bunların haklarını biliyor, biz tanımıyoruz. Eğer olaya enternasyonalist bakmazsak milli bakışa düşeriz. O yüzden Kürtlerin kendi hakları için yaptığı mücadeleyi doğru buluyorum. Burada bizim de suçumuz vardır. Bunu da söylemezsek gerçekçi olmayız.”
“Ben bir önder, bir lider, bir ileri gelen falan değilim. Merkezdekilerle kol kola kucak kucağa oldum ama, ben karar süreçlerinde yokum. Ben eylem ve kavga adamıyım. Neferim ben, ama inisiyatifli bir nefer. Eylemi yaratıyorum; zincirliyorum onu bir yere, halkalar takıyorum. Eylemin içinden yön, yol buluyorum. Eyleme eylem katıyorum. Ben iddia sahibiyim. Kalkarım şimdi binlerce işçiyi sokağa dökerim. Bu artık benim sanatım haline gelmiş. Bir fabrikaya gireyim, tamam. Tecrübelerim var. Karar alma, politika çizme entelektüelindir. Onların. Doğru versinler kararlarını. Ben militanım; kavgacıyım, eylem adamıyım.”
“Sosyalist İktidar Partisi’nde, şimdi bulunduğum partide beni üst düzeye getirmek istediler. Yok, dedim, katiyen, ben oturup sizinle fikir şeysi yapacak değilim. Ben döküleceğim sokağa, siz de döküleceksiniz. O aldığınız kararlar sokakta vücut bulacak. Kan orada, ölüm orada, hayat orada… Nazım’ın dediği gibi, sen yanmasan, ben yanmasam… Seksen yaşında kafayı yardıracağım ki, genç bundan ilham alsın; ben bunu yapmazsam o genç eylemsiz yetişir.”
Seksen yaşında gerçekten kafasını yardırdı. 1994 1 Mayıs’ında SİP korteji Çağlayan’da saldırıya uğradığında dayak yiyenler arasında Şoför İdris de vardı. Polis saldırırken “gelin gestapolar” diye bağırıyordu. Copla yaralanan birçok kişiyle beraber onun da kafasına dikiş atıldı. Yoldaşları dövüşürken bir köşede durmasını zaten kimse sağlayamazdı. Bu yüzden kimse onu korumaya kalkışmadı.
Çeşitli röportajlarda ideallerine kavuşamamanın kendisini ürkütüp ürkütmediğiyle ilgili sorular soruldu. “Komünizm idealine sağlığımda kavuşamamak hiç ürkütmüyor beni. Şundan ürkütmüyor. Sosyalizm daha son sözünü söylemedi ki! Ne Türkiye’de, ne de dünyadan sömürü kalkmadı ki! Kapitalizmin olduğu yerde sömürü vardır, sömürünün olduğu yerde de devrimci mücadele. Ben kişi olarak, yani İdris Erdinç olarak kavganın sonunu göremeyebilirim. Ancak yeryüzünde sömürü var olduğu müddetçe, benim davam divana kalmaz; er geç bu dünyada hallolur” diyerek yanıtladı hepsini.
İdris Yoldaş’ı 17 Ocak 1996 tarihinde kaybettik. Ondan dinlediklerimiz, Türkiye burjuvazisinin emekçi halka ve komünistlere saldırısının uzun bir tarihi olmasının ötesinde bir değer de taşıyordu. O, partili olma bilincimize çok şey kattı. Sağol yoldaş…