28 Şubat’tan itibaren bir süreci yaşıyoruz. Bu sürecin baş aktörü de, kimi zaman doğrudan, kimi zaman üstü örtük müdahaleleriyle ordu. Restorasyon sürecinin mimarı olarak tanımladığımız ordu, açıkçası tam anlamıyla siyasal analizlerin konusu durumuna gelmemiş durumda. Yapılacak siyasal analizler, sosyalistlerin kılıç atmasının arka planını oluşturması açısından işlevsel olmalıdır. Dolayısıyla yapılacak siyasal analizlerde en vurucu noktaların altı çizilmeli, burjuva siyasetine yön veren Asker Partisi’ni baş aktör yapan süreçler irdelenmeli ve buradan burjuva ideolojisinin yarattığı çatlaklar arasından sosyalist siyasetin ve işçi sınıfı siyasetinin sızması sağlanmalıdır.
Açıkçası şanslıyız, zira burjuva ideolojisinin bize sunduğu pek çok çatlaktan söz edebiliyoruz. Farklı konjonktürlerde farklı noktalardan zayıflık gösteren burjuva ideolojisi, değişen konjonktürlere göre yerinde, uygun siyaset yapan öznenin yarık haline getireceği çatlaklara yetiştirecek harç malzemesi bulamamaktadır. Birini kapatırken, başka bir noktadan açık veren burjuvazi ve onun siyasal öznelerinin girişimleri teker teker sonuçsuz kalacaktır.
Kolay mı bir dönem karşı-devrimci tahkimatı en üst noktaya getirecek, sonrasında onu geriletmeye çalışacaksın. Dinci gericiliği kendi ellerinle palazlandırıp, sonrasında onu başlangıçtaki noktasına çekmeye çalışacaksın. Kültürel yozlaşmayı körükleyip mafya-sanatçı kavramını yerleştirecek, sonra onu törpülemeye çalışacaksın. Faşist çetelere devletin tüm olanaklarını sunacak, sonra onlara karşı geriletme operasyonları yapacaksın. Ve tüm bu yapılanları, sosyalist bir öznenin ve sınıf hareketinin ülke gündemine ağırlığını koymadığı dönemlerde yapacak, çatlak üzerine çatlak yaratacak, onları yamayacak harç bulamayacaksın. Ve tüm bunları yapacak bir siyasal özne bulamayacak, ordunun siyasal yaşamda hakimiyetine yeniden başvuracaksın.
Yapacağımız siyasal analizlerin başlangıç noktası, teorik bir arka plana yaslanmak zorunda. Özellikle de, “ordu egemen sınıfın baskı aygıtıdır” ifadesinin ötesine geçilemediği bir ülkede. Ama marksist devlet teorisinde, devlet-sınıflar-siyasal özneler arasındaki ilişkilerde ordunun rolünün teorik arka planına değinmek için beni asıl tahrik eden, “sol” bir partinin “militarizmin tasfiyesi ve demokrasi için ordu güdümüne son” başlıklı kongre karar ve gerekçeleri oldu. Kısaca aktarıyorum:
“Toplumun yönetiminin halkın temsilcilerine devri ve Silahlı Kuvvetler’in tüm siyasal işlevlerinden arındırılması,
Bütün ordu mensuplarının siyasi partilere üyelik, seçme ve seçilme haklarına sahip olmak bakımından öteki yurttaşlarla eşit kılınmaları, askerlerin de serbestçe sendika ve dernek kurmalarının sağlanması,
Genelkurmay Başkanlığı’nın, Savunma Bakanlığı’na bağlanması,
MGK’nın anayasal statüsüne son verilmesi, geçmiş faaliyetleri konusunda yurttaşlara bilgi edinme hakkı tanınması,
Orduya iç güvenlikle ilgili herhangi bir görev verilmesinin yasal ve idari düzenlemelerle engellenmesi, ordunun iç güvenlik aygıtı içerisindeki uzantılarının tasfiye edilmesi, …” 1 [ÖDP Kongre kararları]
Her şey bir yana, siyasal bir kurum olan ordunun siyasal işlevlerinden arındırılması türünden bir “talep” beni iyice tahrik etti. Hele yazımın sonunda da ayrıntılı olarak değineceğim, ordunun iç güvenlikle ilgili görevlerden arındırılması talebi, “bu kadar da olmaz” dedirtti. İç güvenlikle ilgilenmeyen ordu nasıl olur? Hayal sınırlarımın zorlandığını hissettim. Bunlardan sonra da belki tekrar olacak ama, ordunun marksist devlet teorisi ışığında yerini yeniden belirtmek, teorik düzlemde sağlam bir pozisyon almak farz oldu.
Kapitalist toplumun ve burjuva devletin gittikçe karmaşıklaşan yapısı, marksistlerin devlet teorisinde büyükçe bir parantez açmasını zorunlu kılıyor. Aksi takdirde yanlış saptamalar, bir o kadar yanlış siyasal analizlere götürebiliyor ve devletin ve kurumlarının sınıfsal karakteri üzerine bir örtü de devrimciler tarafından atılmış oluyor. Biz bu yazıda ordu bağlamında sözü edilen paranteze birkaç girdide bulunmaya çalışacağız. TÜSİAD’a laf söylemeden, “MGK diktatörlüğü”nü baş düşman ilan eden, burjuva partileriyle ittifak arayışına girip haki rengi her fırsatta mahkum eden, “faşist diktatörlük ve eli kanlı ordu” diyerek burjuva cephesinde ittifak yapacak unsurlar arayanların olduğu bir ülkede, ordunun üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışacağız.
Burjuvazinin çıkarlarını kimler savunur?
Devrimin güncelliğinin buram buram hissedildiği zayıf halka ülkelerinde yaşanan krizler, burjuva öznelerin siyasal arenadaki sürekliliğinin önündeki en büyük engeldir. Hiçbir özne uzun bir süre, burjuvazinin genel çıkarlarını savunacak bir programla hükümette kalamaz. Türkiye’de de durum farklı olmamıştır. Siyasal krizlerin yaşandığı dönemlerde, kendi içinde tutarlılığını görece koruyabilmiş bir özne olan ordu ön plana çıkmıştır.
Sürecin nasıl işlediği insanın kafasını kurcalamaktadır. Ordu çıkıp nasıl burjuvazinin çıkarlarını savunmakta, burjuvazinin buna karşı tepkisi nasıl olmakta, devletin çeşitli kurumları ve burjuvazi arasındaki ilişkiler nasıl cereyan etmektedir? Bir yuvarlak masa çevresinde ordu devletin çeşitli kurumlarının temsilcileri ve burjuvazinin önde gelen temsilcileri her gün oturup, çeşitli konularda kararlar almamaktadır kuşkusuz. Gerçi devrimci kriz dönemlerinde örneğin Şili’de örneğin 12 Eylül öncesi Türkiye’de bu çizilen tablonun benzeri yaşanmış, aralarına ABD’li dostlarını da konuk etmişlerdir. Ancak genel itibariyle işler bu şekilde yürümemektedir. Aksi takdirde, marksist devlet teorisinde açacağımız parantezin içine dolduracak sanıyorum pek bir şey bulunamaz.
Özellikle Türkiye’de burjuvazinin kurumsallaşmasının geç kalmış ve eksikli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Gelişkin kapitalist ülkelerde görülen müdahale araçlarından yoksun olan Türkiye burjuvazisi için, devlet ve onun en önde gelen kurumu ordu, her zaman kendi çıkarlarının savunulması açısından bir araç görevi görmüştür. O ordu ki, bu ülkede “milli burjuvazi”nin yaratılmasında öncülük eden kemalist kadroları yetiştirmiştir. O ordu ki, tarihinde hiçbir dönem burjuva siyasetinin gerisinde kalmamıştır.
Giderek merkezileşen devlet aygıtının ve iktidarının çeşitli organları olan ordu, polis teşkilatı, yargı (Türkiye’de bir dönem Anayasa Mahkemesi’nin öne çıkması) genel anlamda bürokrasi ile toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerde doğrudanlıktan ziyade, devletin bütünlüğü o bütünlük dolayımıyla kurulan ilişkiler belirleyici olmaktadır. O bütünlük ki, burjuvazinin hiç bir tekil bireyi tarafından düşünülemeyen bilinç düzeyine çıkarılamayan ve çıkarılamayacak olan genel çıkarları temsil eder. Böylesi bir devletin özerklik alanı genişlemektedir ve onun gizliliği daha da perçinlenmektedir.
“Devlet, bağımsızlığını büsbütün yitirip sermayenin devleti durumuna gelirken, aynı anda toplumun tümünü birarada tutma görevinin ağırlaştığını da görecektir. Sonuçta, daha geniş yurttaş kesimine yönelirken göreli özerklik alanını biraz daha genişletecektir. Bu söylenenleri tek cümle ile özetlemek mümkün; bir bütün olarak sermaye sınıfına en iyi hizmeti göreli özerklik alanı genişlemiş devlet verecektir. Göreli özerklik, devletin sınıf temelini ve bağlarını zayıflatmak şöyle dursun bu temeli ve bağları güvenceye almanın zorunlu koşuludur” 2 [ÇULHAOĞLU Metin]
“Devletin krizini atlatmak ve gücünü artırmak yolunda verdiği üç temel refleksi var: Merkezileşme yayılma ve özerkleşme-demokratiklaşme. Reformist akım, devletin reorganizasyonunu üçüncü refleks yönünde zorlar ve programını buna göre belirlerken ilk iki reflekse karşı üretmesi gereken karşı-refleksleri ve tümüne (daha doğrusu tümünün oluşturduğu programa) karşı üretmesi gereken devrimci programı atlıyor” 3 [MERT Ali]
Kimi zaman devlet kurumlarınca üretilen bütünsel politikalarda, genellikle burjuvazinin belli bir kesiminin çıkarlarını arayan veya bu politikaların sermayenin birebir özel çıkarlarına göre belirlendiğini söyleyen yorumlar da bir o kadar yetersiz yorumlar olacaktır. Zira devletin özerklik alanı genişledikçe, onun veya onun organlarından herhangi birinin uygulamaya koyduğu politikalar, sermayenin özel çıkarlarından bağımsız görünecektir. Devletin onun organlarının politikalarında geniş bir özerklik alanında hareket ettiğini söylemek, kaba marksist determinist yorumlardan uzaklaşmayı ve önümüzü görmemizi sağlayacaktır.
Devletin en “tutarlı” organı olan ordunun dinci gericiliğe karşı uygulamaya koyduğu geriletme politikalarını, işbirlikçi, Avrupacı, ABD’ci büyük burjuvazinin devletinin islami sermayeyi geriletme ve pazarda payını artırma amacı şeklinde yorumlamak bu kaba determinizme bir örnek olacaktır. İtirazlar yükselebilir, islami sermayeye karşı gerçekleştirilen kimi operasyonlar, “büyük” sermayenin pazar payını artırmış olabilir, ancak geniş bir özerklik alanında hareket eden orduyu restorasyon politikalarını uygularken harekete geçiren tek saikin bu olmadığı çok nettir. Olaya biraz da tersten bakalım. Varsayalım ki, devlet emperyalist sistemle büyük ölçüde bütünleşen “büyük” sermayenin çıkarlarını birebir yansıtan bir organ. Böyle bir organın burjuvaların tekil çıkarlarının ötesini görebilmesi ne kadar mümkündür? Sermaye sınıfının bütününü kucaklaması, kendi meşruiyetini topluma empoze etmesi ne kadar mümkündür? Böyle kurgulanan bir devletin ve onun organı olan ordunun ufkunun fazla geniş olamayacağı, sermaye grupları arasında çatlaklara neden olacağı, bunun da toplumsal alanda büyük yarıklara yol açacağı aşikar değil midir?
“Bir kere devlet yalnızca ve yalnızca sermayenin yeniden üretimi bağ-lamında önem taşıyan bir kurum olsaydı bile her biri kendi dar ufuklu bencil çıkarlarının peşinden koşan ve bu anlamda birbiriyle ters düşen sermaye kesimleri karşısında belirli bir özerkliğe sahip olma zorunluluğunu duyacaktı. Ancak devlet sermaye birikiminin daha ötesinde sınıf mücadele-leriyle ilişkili bir kurumdur. Bu da devlete sermaye sınıfının gerçek üyelerinin başetmeleri mümkün olmayan ideolojik ve siyasal görevler yükleyecektir. Bu tür görevlerin devletin göreli özerklik alanını genişletmesi kaçınılmazdır” 4 . [ÇULHAOĞLU Metin]
Teorik arka planda söylenenler, genel itibariyle tüm kapitalist ülkeleri kapsamaktadır. Ancak farklı ülkelerde farklı roller, eşitsiz gelişim yasasının ordunun siyasetteki rolü konusunda billurlaştığı noktalardır. Sözgelimi, güçlü bir anti-emperyalist geleneğin ve güçlü gerilla hareketlerinin olduğu Latin Amerika ülkelerinde, ordunun çok net olarak “faşist” karakteri ön plana çıkmaktadır. Bu ülkelerde, ordu polisin işlevleriyle büyük ölçüde örtüşen işlevlere sahiptir. (Sözgelimi Uruguay’da 50 bin kişilik profesyonel ordu mevcuttur. Uruguay dört bir yanı düşmanla çevrili bir ülke değildir!) Bu ülkelere dönük ABD politikalarına ikinci bir Küba korkusu her zaman içkin olmuştur. 60 ve özellikle de 70’li yıllarda monetarist ekonomi politikalarının deney laboratuvarı haline gelen bu ülkelerde, sermaye ve ordu kimi zaman ortak toplantılar yaparak kriz yönetimi oluşturmuşlardır. Marksist Salvador Allende’nin devlet başkanı olduğu dönemlerde ordu komutanları, Şili’nin önde gelen sanayicileri, ITT vb. tekeller sürekli bir araya gelmişler ve sermaye düzeninin en iyi şekilde devamı için kanlı reçeteler üretmişlerdir.
Ordunun siyasal yaşama müdahalesinin çok net olduğu bir başka ülke Endonezya’da 500 kişilik parlamentoda 75 sandalye orduya ayrılmıştır, son zamanlarda tartışılan bir yasa tasarısı ile bu sayının 38’e düşürülmesi düşünülmektedir. Dünyadaki en kitlesel komünist partilerden birinin bir gecede beş yüzbini aşkın militanının katledildiği bu ülkede, 1947 yılında kullanılan şu ifade aynen geçerliliğini korumaktadır: “Hükümet her gün değişebilir ordu aynen kalır.”
İki kutuplu dünya nesnelliği zemininden beslenen Mısır, Suriye, Irak rejimleri, ordunun doğrudan siyasal yaşamın içinde olduğu kalkınmacı modernist kimliğinin öne çıktığı örneklerdir. Bu ülkelerde kapitalistleşme süreci ordunun eliyle bizzat yaratılmış, kimi zaman anti-emperyalist öğeler kullanılmıştır. Böylesi örnekler, bir ölçüde YÖN hareketinin ve MDD’ci asker-sivil-aydın zümre tezlerinin kimi yönlerden vücut bulduğu örnekler olarak sayılabilir. Kapitalizmin gelişkinlik derecesinin farklı dünya konjonktürünün ve ülkelerin farklı ideolojik atmosferlerinin orduyu farklı şekillerde öne çıkardığı saptanmalıdır. Ancak, saptanması gereken belki de en önemli şey, kapitalist bir ülkede orduların emekçi düşmanı anti-komünist karakteridir. (Örneğin Suriye Komünist Partisi yeraltında faaliyet göstermektedir) Ordular, burjuvazinin tarihsel korkusunun can simididir, burjuvazinin korkuları orduların beslenme zeminidir…
Farklı işlevler…
Buraya kadar söylenenler daha da genişletilebilir kuşkusuz. Ancak biz sermaye ile ordu arasında kurulan çok net ilişkilerle devam edeceğiz. Orduyu bir mit kendi içine kapalı bir kurum olarak gören, gerek “MGK diktatörlüğü” görüşlerine gerekse de “ordu sermayenin silahlı bekçisidir” görüşlerine karşı organik bağları vurgulamaya çalışacağız. İzleyenler bilirler, Costa Gavras’ın “Z” filminde bir sahne vardır. Hükümet binasına giren üst düzey komutanlar “geleceğin banka ve büyük şirket yöneticileri” olarak tanıtılmaktadır bir diyalogta. Sermaye ve ordu arasında bu diyaloğun altını çizdiği somut ilişkiler ağı vardır. Her üst düzey komutanın hayali, hayalden de öte emeklilik sonrası kendine terfi mevkii olarak gördüğü yer şirket yönetim kurulu üyelikleridir. Ordunun her bireyinin sermaye düzeni içindeki belirlenimleri bu kapitalist ilişkilerin dışında değildir kesinlikle.
İleriki bölümlerde tartışacağımız ordunun bir sermaye grubu haline gelmesi, (OYAK, TSK Güçlendirme Vakfı ve iştirakleri vb.) özellikle 60’larla başlayan bir süreçtir. Ancak bunların yanısıra ordunun her bireyinin kendini sermayenin savunucusu olarak görmesinin son derece somut pratik nedenleri mevcuttur. Orduda açılan ihaleler için şirketlerle görüşmeye giden ve kapılarda büyük saygıyla karşılanan şirket yöneticileriyle yemekler yiyen, günü geldiğinde onları birliklerine davet eden yüzbaşılar, binbaşılar, yalnızca egolarını tatmin etmemektedir. Onlar emeklilik günlerindeki yaşantılarına ilişkin düzenlemeleri de daha o günden itibaren düşünmektedirler. Yalnız üst düzey komutanlara değil orta kademedeki subaylara da gönderilen yılbaşı bayram hediyelerine kadar giden bir süreçtir bu. Sermaye açısından kurulması gereken somut pratik pragmatist ilişkiler, ordunun her bir bireyini emekliliğine kadar belirleyen süreçler olarak karşısına çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, profesyonel asker genç yaşta emekli olabilme şansına sahiptir. Her fiili hizmet yılına üç ay fiili hizmet süresi zammının eklenmesi, Harp Okulları fakülte ve yüksek okullar ile sınıf okullarında geçen sürenin emeklilikten sayılması nedeniyle, profesyonel askerlerin genç yaşta TSK’dan emekli olabilmeleri olanağı mevcuttur. Her kademede en son bilimsel ve teknolojik gelişmelerle içiçe olan yöneticilik vasıflarını kazanan askerler sermaye açısından bulunmaz nitelikte yöneticilerdir. Zaten artan askeri harcamalar da zorunlu olarak sermaye ile TSK arasında organik bağların kurulmasına neden olmakta, kendi şirketlerine yönetici olarak aldıkları askerleri iş ilişkilerinde de kullanmak istemektedirler.
“Özel sektör herhangi bir özel harcama yapmadan, çok iyi yetişmiş ve deneyimli iş gücüne sahip olmakta ve bu suretle üretim için kullandığı girdilerin maliyetini azaltmış olmaktadır…
Her şeyden önce özel sektöre geçen profesyonel asker, TSK ile endüstriyel sektör arasında köprü görevini görür. Özel sektör bakımından yeni pazarlama alanları ve imkanları ortaya çıkar… Özel sektörün TSK’dan ayrılmış kişilere kucak açması zamanla askerlerin ekonomi ve daha sonra da dolaylı bir şekilde siyasal süreç üzerinde sınırlı bir şekilde söz sahibi olmalarına yol açar” 5 [ÖZTÜRK Metin]
Endonezya’da yatırım yapan şirket yöneticileri, Endonezya ordusundaki orta ve üst düzeydeki komutanları “göbekli, gözlerinden güneş gözlüklerini eksik etmeyen, her biri pek çok şirketle ilişkisi olan ve paradan başka bir şey düşünmeyen kişiler” olarak betimlemekte ve ülkedeki yöneticilerine ilk olarak temasa geçecekleri kişiler olarak onları işaret etmektedirler.
Daha somuta mı inelim? Cavit Çağlar’ın Bankası İnterbank YK Başkan yardımcısı olan, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısında Jandarma Genel Komutanı olarak hazır bulunan MİT eski müsteşarı Org. Teoman Koman mı, yoksa Korkmaz Yiğit’e danışmanlık yapıp Koç Holding’in şirketlerinden birinde yönetim kurulu üyeliği yapan, Deniz Kuvvetleri eski komutanı Güven Erkaya mı? Erol Evcil’in Eşrefoğlu Holdingi’nde yönetim kurulu üyesi olan emekli Tüm. Gen. Salim Kukul mu, yoksa Hürriyet’teki köşesinde Gülçin Telci’nin tabiriyle Turgay Ciner’in Park Holding’inde ancak 3 ay dayanabilen(!) 28 Şubat sürecinin Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmet Özçörekçi mi? 12 Eylül cuntacılarından Tahsin Şahinkaya’nın ayyuka çıkmış dolaplarıyla, tüm sülalesini zengin etmesi de tüm bunlara eklenmeli bu organik bağın boyutları görülmelidir.
Aşağıdaki liste geçmişten bugüne komutanların Yönetim kurulu üyeliği yaptığı şirketlerin bir kısmını göstermektedir. Bu listenin uzatılması halinde yazımızın hacmi bu derginin boyutlarını aşacaktır!
Olgular sayılabilir, olguları yorumlamak için marksist yöntem gerekmektedir, marksist yöntem ve sınıfsal bakış bu ülkede mumla aranmaktadır. Yöntemin ışığında bakıldığında ortada onca karmaşık ilişkiler ağına karşın tek bir egemen bulunmaktadır: Sermaye. Sermaye diktatörlüğü, kendi partilerinin yetersiz kaldığı durumlarda sayılan ilişkiler ağının da ötesinde ideolojik belirlenimleriyle de sermayenin bizzat sözcülüğünü üstlenen ordunun hamlelerini güvenle takip etmektedir. Düzenin ilişkiler ağından bağımsız tepede bir ordu söz konusu değildir…
Neden Ordu?
Neden restorasyonun ve restorasyonların öncüsü ordu? Birincisi, bu kurumun Türkiye’de burjuva düzeninin kurulması sürecinde her dönem başat bir rolü oldu. Geç kalmış bir ulusal kurtuluş mücadelesi ile kurulmuş bir ülkenin kapitalizmin gecikmişliğiyle belirlenen bir ülkenin sermaye sınıfının örgütsüzlüğü ve cılızlığı sosyalist bir alternatifin yokluğunda devleti ve orduyu öne çıkardı. Ordu yalnızca bizde değil, pek çok zayıf halka ülkesinde modernizmin taşıyıcılığını üstlendi. Yerini giderek burjuva siyasal aktörlerine bıraksa da kriz dönemlerinde her zaman başvurulacak bir merci olarak görüldü ve işlevselliğini yitirmedi. Tarihsel süreç içinde bunu açıklamaya kimi dönemlerde ordunun sermaye düzeninin devamına dönük müdahaleleriyle örneklemeye çalışacağız.
İkincisi, daha doğrusu “neden şimdi ordu” sorusunun yanıtı da, 80 sonrası Türkiye’deki siyasal atmosferin burjuva siyasetinin yapısında aranmalı. Karşı devrimci güçlerin gereğinden fazla bir düzeye geldiği ve bunu geriletecek bir burjuva öznenin ortaya çıkamadığı durumda siyaset arenasına yeni bir parti çıkmak zorundaydı: Asker Partisi.
Üçüncüsü ise, dünya konjonktüründen bağımsız değil. Sosyalist sistemin çözülüşünün ardından kapitalist ülkelerdeki karşı devrimci gizli yapılanmaların tasfiye süreci başladı. Türkiye’ye bu rüzgar Kürt coğrafyasındaki savaştan dolayı rötarlı bir şekilde ulaştı. Restorasyonun iki ana hedefinden biri olan karşı devrimci tahkimatın devlet içindeki uzantılarının geriletilmesi de, burjuva siyasal öznelerin tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri kadar ağır bir görevdi. Bunu uygulamak için en azından “parti” olabilmek gerekiyordu. Bu partinin de NATO gibi üst belirleyenlerinin olması büyük avantajlar sağlıyordu.
Dördüncü yanıt tüm kapitalist ülkeler için geçerli olsa da, zayıf halka ülkeleri için daha büyük bir geçerlilik taşıyor. Ordunun düzenin “güvenlik” gereksinimlerine yanıt vermesi. Türkiye’de burjuva düzeni kuruldu kurulalı her zaman işçi sınıfına karşı özel bir duyarlılık gösterdi burjuvazi. Diğer ülkelerdeki sınıfdaşlarının deneyimlerinden pek çok şey öğrenen Türkiye burjuvazisi, “milli burjuvazi”yi yaratmaya soyunan İttihat ve Terakki, sonrasında kemalist kadrolar, her dönemde anti-komünist bir histeriyi tüm politikalarına içsel hale getirdiler. Krizden krize yuvarlanan Türkiye kapitalizminin işçi sınıfının karşısına çıkaracağı silahlı gücü oldu ordu. Gitgide daha da yetkinleşti, tarihsel süreç içinde toplumsal meşruiyetini sağlamlaştırdı ve “en güvenilir kurum” olarak bugüne kadar geldi. Kimse sanmasın ki, ordular dış tehditlere göre yapılandırılıyor, bu denli yoğun silahlanma harcamaları dış tehditler dolayısıyla gerçekleşiyor. Bu işin ideolojik boyutunu oluşturuyor. Orduların silah envanterlerinde yer alan hafif zırhlı araçlar, suikast silahları, helikopterler bu ülkenin emekçi halkına çevrilmeyi bekliyor. Siyaset sahnesinde boy gösteren, meşruiyetini perçinleyen ordu, gelecekte emekçilere devrimcilere sokaklarda mahallelerde fabrikalarda gerçekleştireceği operasyonların meşruiyetini bugünden sağlama alıyor.
Soruları şu şekilde sormak belki daha işlevsel olacak: “Neden ordu siyasal bir kurum olmak zorundadır?” Soruya ayrıntılı bir şekilde verilecek yanıtlar ile birlikte ordunun üzerindeki örtünün yavaş yavaş kalktığını göreceğiz. Ama tam anlamıyla kaldırmak ise en kalın örtü olan kapitalizmi kaldırmakla gerçekleşebilecek. Biraz uzun olması pahasına, bu üç başlık altında ordunun gerek geçmişteki gerek günümüzdeki politikalarına değinmeye çalışacağım.
Tarihsel süreç içinde ordunun rolü
Tarih yolculuğumuzu 1908 ile başlatmakta bir sakınca görmüyorum. Tanzimat’tan itibaren batılılaşma ve modernleşme akımlarının en fazla etkinlik kazandığı yer Harbiye oluyor. Türkiye aydını Harbiye’deki yurt odalarında ve Yalçın Küçük’ün ifadesiyle çeviri odalarında doğuyor. Devleti kurtarma misyonunu daha da içselleştiren askeri okul öğrencileri arasında pek çok arayış oluyor ve kendilerini Jön Türkler olarak ifade olanağı buluyorlar. II. Meşrutiyet öncesinde Jön Türkler’in ön ayak olduğu silahlı ayaklanmalar görülüyor. Kısa sürede Makedonya’nın bir çok kentinde iktidar ele geçiriliyor ve Meşrutiyet fiilen ilan edilmiş oluyor.
“Küçük rütbeli subayların yüzde 75’inin Jön Türkler’e katılmış olduğu dikkate alınırsa, askerlerin II. Meşrutiyet’in ilanındaki ve dolayısıyla o dönem Türk siyasal hayatındaki rolü daha iyi anlaşılacaktır” 6
Jön Türk hareketinin siyasal uzantısı olan İttihat ve Terakki, Osmanlı’nın son dönemlerine damgasını vuruyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan kadroları bağrından çıkarıyor. Döneme damgasını vuranlar hep askerler oluyor. Cemal, Enver, Kemal Paşalar Türkiye siyasal tarihinde önemli yerlere oturuyorlar.
O döneme, dönemin kadrolarını belirleyen ideolojik siyasal motiflere ilişkin pek çok çalışma var. İlgilisi için incelenebilir kaynaklar mevcut. Ancak ağırlığı dönemin kadroları üzerine başka bir ifadeyle, ordunun üzerine kaydıran yaklaşımın tarihe bakışında sınıfsallığın zaman zaman kaybolduğunu da belirtmeliyim. Yine de kısa bir özet geçmek gerekirse:
Dönemin asker kadrolarının sorunu devletin nasıl kurtulacağı sorunudur. Kapitalizmin geç girdiği burjuvazinin zayıf olduğu bir ülkede önüne “milli burjuvazi”yi yaratma hedefini koyan kadrolar, gözlerini batıya dikmişlerdir. Konuyla ilgili yapılan birçok tartışma olmasına rağmen ekonomik model olarak nesnelliğin dayatmasıyla, korumacı devletçi bir kapitalizm tercih edilmiştir. Dönemin kadrolarını belirleyen pozitivist, laisist, batıcı, modernleşmeci, ulusalcı kimlik, asker kadroların nasıl bir kapitalizm sorusuna vermeye çalıştıkları yanıtların sonucunda ulaştıkları kimliklerdir. Düzen yukarıdan aşağıya kurulacaktır. Bu ulaşılan sonuçlar dönemin kadrolarına “jakoben” bir kimlik atfedilmesini de doğurmuştur.
Görece geç giren kapitalizmin düzenin oturması için, Bismarck’a gereksinim duyduğu Almanya’ya benzer şekilde bu topraklar da Jön Türkler İttihat ve Terakki ve kemalist kadroları yaratmıştır. Sınıflarüstü bir devlet modeli tasarlayarak varolan sınıfları uzlaştırmaya ve “baba devlet”i yaratmaya çalışan ve devleti görece özerk bir konuma çekerek Alman burjuvazisinin hizmetine sunan Bismarck’ın aksine, İttihat ve Terakki kadroları cılız sermaye sınıfını yaratmak için açıkça devletin olanaklarını kullanmayı düşünmüşler, çoğu kez de asker ve bürokrat kadroları geleceğin burjuvaları haline getirme geleneğini daha o dönemde başlatmışlardır. Dönemin devleti için, Bonapartist devlet ve ordu için de o devletin öncülüğünü yapan kurum nitelemesi son derece yanlış olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde ordu
Ulusal Kurtuluş savaşını kazanan asker ağırlıklı kemalist kadrolar eliyle kurulmaya çalışılan düzen, batılı anlamda burjuva demokratik parlamenter bir sistemdir (kuşkusuz nesnellik hiç bir zaman batılı anlamda parlamenter demokratik bir sistemin kurulmasına elverişli olmamış, iktidar sahipleri “düzenin bekaasını tehdit eden unsurlar”ı her zaman enselerinde hissetmişlerdir). Bu dönemde asker kadroların yoğun olarak siyasette bulunması, Mustafa Kemal tarafından burjuva sistemin işleyişine aykırı bulunmuş ve meclisteki askerlerin görevlerinden ayrılmaları ve milletvekili olarak kalmaları istenmiştir.
“Anayasaya ve seçim kanununa göre askerler aynı zamanda milletvekili olabildiklerinden, Kurtuluş Savaşı sonrasında pek çok komutan aynı zamanda milletvekili idi. Savaş sırasında görüş ayrılıklarını en aza indirmek ve etkin bir yönetim sağlamak bakımından, Meclis’te ordunun ağırlığını duyuran komutan milletvekillerinin varlığı bir zorunluluk olarak görül-müştü. Savaş sonrasında da Meclis birçok önemli kararı (örneğin hilafetin kaldırılması kararını) güçlü ve etkili bir muhalefetin varlığına rağmen M. Kemal’in önderlik ettiği bu komutan milletvekilleri sayesinde almıştır”7 [ÖZTÜRK Metin]
Kriz ve savaş yönetimi dönemi geçtikten sonra, sıra burjuva parlamenter sistemin olağan işleyişini tesis etmeye geldiğinde ise ordu ve kolordu komutanlarına birer telgraf gönderilerek bunlardan askeri görevlerini bırakmaları ve milletvekilliklerinden ayrılmaları istenmiştir. Orduyu burjuva siyasetindeki asli işlevlerine çekme amacı taşıyan bu girişimin yanısıra, Mustafa Kemal gibi İttihatçı gelenekten gelen birinin ordu içinden kendisine karşı gelebilecek tepkilerin alacağı boyutu da tahmin edip, elini sağlam tutma amacının olduğu söylenebilir. İktidardaki kadrolarla arasında ihtilaf çıkabilecek bir ordu, yeni kurulan cumhuriyetin düzeninin oturmasında sorunlar yaratacaktır. Ancak ordunun doğrudan siyasetin dışında olması gerektiği, gerek kemalist kadroların gerek Mustafa Kemal’in kendisinin her zaman kafasındadır:
“…Subaylar İttihat ve Terakki Partisi’nde kaldıkları sürece ne güçlü bir parti ne de güçlü bir ordu oluşturabiliriz. Üçüncü Ordu’nun (Selanik) subaylarının büyük bir bölümü aynı zamanda partinin üyesidirler. Üstelik çok da güçlü oldukları söylenemez. Üstelik Parti de bu durumda halkı içine çekemiyor. Zira tek dayanağı ordudan kaynaklanıyor. Bugün burada karar verelim. Partide kalmak isteyen subaylar ordudan istifa etsinler. Ayrıca politikaya atılmak partiye girmek isteyen askerleri menedecek de bir kanun çıkaralım…” 8
‘24 Anayasası’nın kabulünden sonra uzunca bir süre Genelkurmay Başkanlığı yapacak olan Mareşal Fevzi Çakmak vasıtasıyla Mustafa Kemal, orduda tam bir hakimiyet sağlamış, ordu yeni kurulan burjuva cumhuriyetin kuruluşunda kemalist kadroların denetiminde görev yapmıştır.
Yanlış anlaşılmasın, ordu siyasetin dışına itilmemiştir. Hukuki olarak ordunun siyasetten uzak olduğu, hem ordu mensubu olup hem milletvekili olunamayacağı vb. uygulamalar ordunun siyasetten uzak olduğu anlamına gelmez. Kapitalizmin inşasında yeni genç burjuvazinin yaratılmasında uygulanan tüm politikalarda ordu ön saflardadır. Burjuva ideolojisinin bu topraklardaki yeniden üretimi anlamına gelecek kemalist ideolojinin, kırlarda hakimiyetini sağlamak düzen dışı unsurları denetim altına almak, başta Zonguldak olmak üzere ülkenin değişik yerlerindeki işçi direnişlerini bastırmak, erlerin zorla çalıştırılmasıyla grev kırıcılık yapmak, ordunun gereksinimleri dolayısıyla yeni burjuvaları semirtmek vb. uygulamalarda ordu merkezi bir roldedir. Bu uygulamaların hepsi de siyasaldır. Ordu bizzat siyasetin içindedir. Burjuva siyasetinin içinde bir parti gibi bir aktör olmaması, onun siyasetin dışında olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Yazımın başında beni tahrik eden ifadeler arasında yer alan “ordunun siyasal işlevlerinden arındırılması” talebi, bir ütopyadan başka bir şey değildir.
20’li yıllar ordunun baskı aygıtı rolünün ön plana çıktığı bir dönem olarak değerlendirilebilir. Kuşkusuz 30’lu yıllarda da bu devam etmiştir. Ancak 30’lu yıllarla birlikte ordunun ideolojik rolü de ön plana çıkmıştır. CHP’nin 1931 yılında yapılan kongresinde, daha sonra anayasaya konacak altı “temel ve değişmez” ilkenin kitlelere kabul ettirilmesinde özellikle de köylü kitle içinde ordunun rolü büyüktür. Düzenin pek çok kurumunun giremediği yere jandarma girmiş, kimi zaman kemalizme sonuna kadar inanmış yedek subaylar köylerde “jakobencilik” oynamışlardır.
Dinci gericiliğin geriletilmesinde iktidarın elindeki en büyük güç ordudur. Muhammed’in gölgesinin Mustafa Kemal’inkinden daha uzun olduğu, kırlara kemalizmin götürdüğü şey jandarma olmuştur. Bu dönemler ordunun iktidarın bir aracı konumunda olduğunu, tek başına bir özne gibi davranmadığını göstermektedir. Günümüzde burjuva siyasetinin taşıyıcılığını üstlenen ordu ile o dönemin ordusu arasındaki fark dikkat çekici olmalıdır (eğer bir benzerlik kurulacaksa Çiller’in başbakan ve Doğan Güreş’in Genelkurmay Başkanı olduğu dönem ile arasında bir benzerlik kurulabilir). Bir mit haline getirilmiş Fevzi Çakmak’ın ordu içinde itibarı, karizması oldukça sağlamdır. Bu dönemde Başkomutan olan Mustafa Kemal’e bağlı bulunan Genelkurmay direkt talimatları almakta ve uygulamaktadır. Keza, Fevzi Çakmak’ın otoritesi ordunun homojenleşmesini ve kemalist iktidara uygun kadroların yetiştirilmesini sağlamıştır.
“Türk subay heyetinin 1923-1938 arasında gittikçe homojenleştiğini Osmanlı-Cumhuriyet subayı ile cumhuriyet subayının birbirleri ile bütünleştiklerini, rejim içerisinde önemli bir yerinin olduğunun bilincinde olduğunu, yüksek bir özgüvene sahip olduğunu, eğitimin standart ve rejimin arzuladığı subay tipini üretmek ile beraber eğitim-teknoloji arasındaki karşılıklı kaçınılmaz ilişkinin de etkisi ile sahra eğitim seviyesinin Alman, Amerikan, Japon, Sovyet ve İtalyan subay heyetlerinin gerisinde kaldığı söylenilebilir” 9 . [ÖZDAĞ Ümit]
“Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetinin (genelkurmay başkanlığı – yn) herhangi bir yazılı emri olmamasına rağmen gazete ve okul yayınları dışındaki kitapların okutulması 1930’lardan itibaren yasaklanmıştır” 10 [ÖZDAĞ ÜMİT]
Keza, o dönemde müfredat tamamiyle askeri derslerden oluşmakta kültür dersleri verilmemektedir. Dönemin ordusu tamamiyle dışarıdan yalıtılmış, kemalist iktidarın aracı konumuna getirilmiş, onun baskı ve ideolojik yayılım gereksinimlerine hizmet eden homojen bireylerden oluşan bir topluluk görünümündedir. Böylesi bir topluluğa Fevzi Çakmak gibi bir mit yaratmak zor olmamış, M. Kemal Fevzi Çakmak vasıtasıyla orduyu tamamiyle denetimi altında tutmuştur. Ancak savaş yıllarından sonra dünyayı gören ordu mensupları geçmişe çok farklı bakacaklardır:
“Daha o günkü dar görüşümüzle, Türk ordusunun başındaki Mareşal’in yıllarla nasıl büyük bir gaflet içinde TSK’yı Milli Mücadeleyi yaptığı zamandan da daha ihmal edilmiş bir durumda bıraktığını idrak etmemeye imkan yoktu”11 . [SEYHAN Dündar]
Savaş yılları…
Bu dönemde ordu hâlâ Prusya ordusunun usüllerine göre eğitilip yönetilmekte ve teçhizat çağın oldukça gerisinde kalmaktadır. Türkiye’nin savaşa girmesi durumunda, hiçbir caydırıcılığının olmadığını herkes, en iyi de İsmet İnönü bilmektedir. 40’lı yıllarda iki milyona yakın asker silah altındadır. Tüm kaynaklar orduya seferber edilmiştir. Ancak bu kaynaklar daha çok ordunun barınma, beslenme vb. gereksinimleri için harcanmaktadır. Kullanılan silahlara bakıldığında hala Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılan teçhizatın ordunun envanterinde ağırlığının olduğu görülmektedir. Dünya ölçeğinde belli bir emperyalist odağın hegemonyasını ilan etmediği durumda, herhangi bir emperyalist ülkenin Türk ordusunu kendi standartlarına göre yapılandırması da söz konusu değildir. Zira güçler dengesi netleşmemiş ve her emperyalist odağın amacı bu güçler dengesini netleştirmektir. Bu netleşmedikten sonra dünya ölçeğinde orduların belli bir standardizasyona gitmesi de söz konusu olmayacaktır. Bu dönemde ordunun gereksinimlerinin karşılanması için yapılan harcamalar, burjuvazinin sermaye birikiminin artmasına ve yeni burjuvaların da palazlanmasına yol açmaktadır. Tüketimin kısıtlı olduğu, yapılan kamu yatırımlarının da daha çok orduya dönük olduğu bir dönemde, sermaye birikimi sağlayan burjuva kesimi orduyla iş yapan kesimler olmuştur.
Pax Americana…
Savaş sonrası dünyada sosyalist bir sistemin ortaya çıkması, emperyalist blokun önderliğinin ABD tarafından temsil olunması ile güçler dengesi değişmeye başlamıştır. Tercihini “hür dünya”dan yana yapan, Türkiye’nin dünya sistemiyle ilk etapta uyumlulaştığı nokta askeri alandır. ABD bu dönemde kapitalist ülkelerin ordularını emperyalizmin çıkarlarına göre yapılandırmaya başlamıştır. Türkiye’ye pek çok ABD’li uzman gelmiş ve eğitim amacıyla pek çok asker de ABD’ye gitmişlerdir. Bu yeniden yapılanmanın, orduda çatlaklar açacağı açıktır. Yıllar yılı söylenegelen yenilmez Türk ordusu imajı tamamıyla yıkılmaya başlamıştır ABD ordusunu disiplinini silahlarını gören özellikle genç subaylar arasında huzursuzluklar ortaya çıkmıştır. Huzursuzlukların ana sloganı, “bizi bu hale getirenler utansın” şeklinde olmakta ve mektepli subaylar tepkilerini “alaylı” subaylara yöneltmeye başlamaktadırlar. Genel olarak ordunun modernizasyonu isteği, diğer ordulara karşı duyulan aşağılık duygusu, bu dönemde yavaş yavaş ortaya çıkan gizli örgütlenmelerin kıvılcımını çakan noktalar olmuştur. 30’lu yıllarda, dışa kapalı kemalizmin en güvenilir dayanağı ve politikalarının uygulayıcısı homojen, inanmış, misyoner ruhuna sahip bireylerden oluşan ordu, yerini “bizi nasıl da kandırmışlar” diyen subaylardan oluşan homojenliği kırılganlıklar gösteren bir orduya bırakmıştır. 30’lu yılları görmüş, bugünle kıyaslama olanağı bulmuş ve yabancı ordularla ilişkiye geçmiş subaylar rahatsızlığı en fazla yaşayan subaylardır. Bunlardan biri olan Dündar Seyhan hayal kırıklığını şu şekilde anlatmaktadır:
“Ordudaki subaylık hayatım 10 seneye varıyordu. Ne umut etmiştim. Neler bulmuştum. Adeta bezgin bir ruh taşımaya başlamıştım” 12
Dikkat edilirse, rahatsızlıkların düzen dışına itme potansiyeli son derece zayıf gözükmektedir. Zira ordunun bu durumunda CHP’yi sorumlu olarak gören subayların büyük bir kısmı, DP’yi bir umut olarak beklemişlerdir. 40’lı yılların “huzursuz” subayı DP iktidarının ordunun bu durumuna çözüm getireceğini düşünmüş, DP iktidarından da rahatsızlık duyan subaylar ise 50’li yılların ortalarından sonra çok farklı arayışlara girmişlerdir.
40’lı yıllara ilişkin ilginç bir noktayı daha aktarmak yerinde olacaktır. TSK’da yaşanan huzursuzlukların ve gizli teşkilatlanmaların benzerleri, azgelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmında daha yaşanmıştır. Örnek olarak, Latin Amerika orduları Mısır, Portekiz, İspanya vb. ülkeler verilebilir. Bu türden rahatsızlıkların yaşandığı ve belli arayışlara girildiği ülkelerin ordularının tümünün ortak özelliği Pax Americana dönemi ile yeniden yapılandırılan ordular olmalarıdır. Kuşkusuz her ülkede farklı belirleyenler olmuştur. Ancak ABD’nin, orduları tek tip hale getirme çabasının, yalnızca bizde bu türden rahatsızlıklar yaratmadığı zayıf halka ülkelerinde ortak bir özellik olduğu saptanmalıdır. Rahatsızlıkların kaynağı yalnızca bu değildir kuşkusuz. Ordu içinde tam anlamıyla bir yığılmadan söz edilebilir; keza maaş ve ücretlerin azlığı bu tıkanıklıkları aşmaya dönük olarak orduda yapılan tasfiyelerin yarattığı huzursuzluklar vb. olgular 50’li yılların gizli örgütçülüğünün kökenlerinin bu yıllarda aranması gerektiğinin kanıtlarıdır.
Çok partili dönem öncesinin önemli gelişmelerinden biri de, 5 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı kanunla Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa bağlanmasıdır. Başkumandanlık kurumunun işlevini yitirmesi, savaşın galibinin kim olacağının belirginlik kazanması ve savaş sonrası “demokratik dünya”ya uyum sağlama çabası olarak görülebilir bu kanun. Süreç izlenirse, çıkarılan kanunların ülkedeki ordu ağırlığının azaltılmasına dönük adımlar olduğu görülecektir. Örneğin, 1946’da ve 1950’de seçim kanunu bütün subayları askerleri ve Harp Okulu öğrencilerini oy kullanma hakkından yoksun bırakacak şekilde değiştirildi. Ayrıca:
“Mayıs 1949’da Meclis’ten geçen kanunla Genelkurmay başbakandan çok savunma bakanına karşı sorumlu hale getirildi. Bu şekilde Türkiye’deki pratik pek çok demokratik ülkedeki pratikle bağdaşır hale getirildi. Bakan-lık istihbarat tatbikatlar eğitim ve levazımla ilgili ordunun bütün işlerini genelkurmay başkanı vasıtasıyla yürütecekti. Genelkurmay başkanı savunma bakanının önerisiyle başbakan tarafından atanacak ya da görevden alınacaktı. İnönü başta kaldığı sürece bu yeni yasa ordunun siyasi konumunda çok az değişiklik yapabilirdi; çünkü orta rütbeli subayların ve askeri şeflerin büyük çoğunluğu Atatürk’ün silah arkadaşı olan cumhurbaşkanına ezici bir sadakat duygusuyla bağlıydılar. Ne var ki 1959’dan sonra komutanların statülerinin önemsizleştirildiği duygusuna kapılmalarına ve dolayısıyla orduda genel bir hoşnutsuzluğa pekala yol açmış olabilir. Kuşkusuz bu konu sonraki yıllarda Türkiye’nin tartışmalı bir sorunu olarak kalacaktı” 13 .[HALE William]
Uzunca alıntıdaki bir ifadeye dikkat çekmek gerekiyor. Yapılanlar “pek çok ülkedeki demokratik pratikle bağdaşır” girişimlerdir. Hiç kimse bu yapılanların ordudan korkulduğu için onun ileride yapacağı darbeler için alınan önlemler olduğu şeklinde bir yoruma yönelmemelidir. Zira dünyada esen “demokratikleşme” rüzgarları, Türkiye egemen sınıflarını da etkisi altına almıştır. Mustafa Kemal’in daha 20’li yıllarda düşündüğü burjuva demokratik parlamenter sistem düşü, esen rüzgarların da etkisiyle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Nasıl ki bu rüzgarlar, çok partili sistemi zorunlu kıldıysa Genelkurmay’ın önce başbakan sonrasında savunma bakanına bağlı kılınmasını, aktif siyasetten uzak tutulmasını da zorunlu kılmaktadır. Bunu salt dışsal etkenlere bağlayıp, Türkiye burjuvazisinin emperyalist sistemin bir parçası olmak için “sözde” demokratikleşme adımları attığını söylemek de yanlıştır kuşkusuz. Burjuvazinin her zaman rüyası olan, kendi hukuk normlarına uygun bir şekilde seçim parlamento sistemiyle “kuvvetler ayrılığına” dayalı burjuva demokrasisi düşünü gerçekleştirmek için, dünya konjonktürü de elvermiştir o kadar! Bundan tabii ki ordu da payını almıştır. Ancak, zayıf halka ülkesinde böylesi lükslere yer yoktur ve “maalesef” ordu her dönem burjuva siyasetinin aktif bir öznesi olmak durumunda kalmıştır…
50’li yıllar; çatlaklar büyüyor…
DP iktidarı, orduda tam anlamıyla bir coşkudan ziyade belirsizlik biçiminde karşılanmıştı. DP’nin iktidara gelmesinden önce, CHP iktidarını hedef alan örgütlenmeler DP iktidarıyla birlikte uykuya yatmışlardır. CHP iktidarını hedef alan örgütlenmeler arasında en büyüğü Albay Cavit Çevik tarafından İstanbul’da kurulan örgüttür.
“Albay Cavit Çevik başkanlığındaki bu örgütte kendisinden rütbece büyük olan o günlerin genç generali Cevdet Sunay da yer almış; örgütün başkan yardımcılığını da sonradan benzeri örgütlenmelerde adı sık sık geçecek ve milletvekilliği de yapacak olan o zamanki Kurmay Binbaşı Kenan Esengil yapmıştır. Örgüt kendisine yüksek rütbeli bir önder aramış; o zaman Gelibolu’da Kolordu Komutanı olan Fahri Belen’e giden örgütçüler Gelibolu’dan elleri boş dönmüşlerdir. Ancak ordudan ayrılan Fahri Belen Paşa, 1950 seçimlerine DP saflarında milletvekili adayı olarak katılmış ve asıl önemlisi Fahri Belen Paşa daha önce DP Başkanı Bayar’ı ziyaret ederek seçime hile karışması halinde ordunun müdahale edeceği yolunda kendisine güvence vermiştir” 14 [ÖZTÜRK Metin]
Bu erken ihtilalci çekirdeğin iktidara doğrudan müdahale etme niyetini bir kenara bırakıp, orduda etkin görevler üstlenerek siyasal ve ekonomik bir güç edinme tercihi yaptıkları ve sonrasında örgütlerini dağıttıkları söylenmektedir.
50’li yılların kuşkusuz en önemli gelişmesi, Türkiye’nin 16 Şubat 1952’de NATO’ya girmesidir. Kraldan çok kralcı olduğunu göstermeye çalışan Türkiye burjuvazisi, NATO’ya giriş biletinin yüzlerce emekçi çocuğunun kanını binlerce kilometre uzakta komünizme karşı savaşta dökülmesi karşılığında kesileceğini düşünmüştür. Kore Savaşı olmasa da, Türkiye’nin NATO’ya gireceğini belirtmek gerekiyor. Yeni yapılanan dünya dengelerinde yerini alamama korkusu içindeki egemen sınıfın bu aşırı isteği, emperyalizm tarafından takdir edilirken, diyet her zaman olduğu gibi emekçi halka kesilmiştir. Kore Savaşı, gerek toplumda gerekse de ordu içinde anti-komünist histerinin kök salması açısından da son derece işlevsel olmuştur. Savaşı anlatan filmlerde gözü dönmüş caniler olarak gösterilen Kuzey Kore emekçileri ve partizanları kahraman mehmetçiğin kanını dökmektedir, ayrıca müslüman oldukları gerekçesiyle de en ağır işkenceleri Türk askerlerine yapmaktadır (Şimal Yıldızı filmi örnek olarak gösterilebilir).
NATO üzerinde, ilerleyen başlıklarda durulacak. Ancak NATO’nun tek işlevinin Sovyet tehditine karşı bir yapılanma olmadığı, kapitalist ülke emekçilerine dönük bir üst örgüt olduğu gerçeği görülmelidir. Her ülkede komünizme karşı mücadele merkezileştirilmek istenmekte ve bunun için de orduların belli standartlara oturtulması planlanmaktadır. Bu planlar doğrultusunda, ülkeye gelen ABD’li askeri yetkililer, askeri eğitim sisteminde de köklü bir reformu öne çıkardılar. Diğer birçok teknik konuların dışında, kara kuvvetlerinde uçaksavarlar, sinyaller, tıp, askeri yönetim, taşıma ve mühendislik konularında; deniz kuvvetlerinde denizüstü ve denizaltı savaşları konusunda ve hava kuvvetlerinde pilot eğitimi radyo havacılığı ve meteoroloji konularında özel eğitim veren yeni okullar açıldı. 1950’den önce orduda gerçekleştirilen personel indirimi, özellikle bu dönemde büyük bir sayıya ulaştı. Ordunun toplam büyüklüğü 700 binden 400 bine indirildi; subaylar ve astsubaylar eğitim için yurtdışına gönderildi; terfileri salt kıdemden çok eğitim ve yeteneğin kanıtlanmasına bağlı hale getirmek amacıyla, Genelkurmay’da yeni bir personel bölümü kuruldu. Silahlı kuvvetlerin zirvesindeki komuta yapısı bugüne kadar korunan bir modele uygun olarak modernleştirildi. Genelkurmay Başkanı’nın hemen altında dört kuvvet komutanlğı oluşturuldu. Orduda eski müfettişlikler kaldırıldı, yerlerine coğrafi olarak konuşlandırılmış dört ordu kuruldu.
Daha yoğun bir şekilde gerçekleştirilen reorganizasyonun, ordu mensuplarında farklı tepkilere yol açtığı açık. Hale’in ifadesiyle:
“Prusya tarzı hiyerarşik otorite geleneğinin devam ettiği Türkiye’de, izin verilenden daha fazla bireysel inisiyatif alanı tanıdıklarını ve diğer NATO ordularındaki ücret ve yaşam koşullarının kendilerininkinden çok daha iyi olduğunu görmeleri kaçınılmazdı. Mesleklerinin ilk günlerinde ülkenin en uzak ve yoksul kesimlerinde çalışmışlardı. Köylülüğün ilkel yaşam tarzı kendilerini sarsmış ve siyasi liberalizmin ülkenin sorunlarını halledemeyeceğine inandırmıştı. Bu subaylar bazen daha radikal ve otoriter bir seçeneğe -sağ mı sol mu olduğu çoğunlukla açık değildi- gerek olduğuna inanır oldular. Sonuç yerinde bir ifadeyle “yükselen beklentiler devrimi” olarak betimlenmişti” 15 [HALE William]
Yükselen beklentiler devrimi veya beklentilerde devrim kavramı, paylaşım savaşı sonrasında insanların refah düzeyi yüksek bir yaşam tarzını umut etmelerini, böylesi bir haklarının olduğunu anlatan bir kavram. Dündar Seyhan’ın ağzından dinleyelim:
“İçlerinde hayat standardının birbirinden pek farkı yoktu. Fakat dış görünüş itibariyle doğudakiler, bir çamur saman tezek yığınıdır. Bunlar da meydanda olanları… Bir de toprağın altına gömülmüşcesine yok olanları vardı. Mağara devri insanı belki daha insana yakışır olanında yaşadı. Fakat ne iyi insanlardı onların içinde yaşayanlar ne görmüş geçirmiş ne mütevekkil… Ne olgun… Ne dürüst bir gelişimin çocuklarıydı onlar...” 16 [SEYHAN Dündar]
27 Mayıs’ta yurt dışında olan Talat Aydemir’e destek verip başarıya ulaşamayan Dündar Seyhan’ı 12 Eylül’de arkadaşları Haydar Saltık’a ve Süreyya Yüksel’e destek verirken buluyoruz. İnsana inanmışlık, orduya devlete inanmışlığa dönüşünce emekçilerden uzaklaşınca savrulmalar kaçınılmaz oluyor. Askerler hiç bir zaman emekçileri sevmiyor, düzeni, düzenliliği, istikrarı, ordularını ve devletlerini seviyor. Bağlanmışlık doğrudan yurtlarına, onun insanlarına değil, devlete ve onun kurumlarına oluyor…
50’li yıllar, askerlerin beklentilerine yanıt vermiyor. DP’ye verilen destekler çekiliyor. Zaten ordu içinden üst rütbeli subaylar arasından DP’yi destekleyenlerin büyük bir kısmı milletvekili olarak DP saflarında siyasete atılıyorlar. Bekleyiş 50’lerin ortalarına kadar bile sürmüyor ve arayışlar başlıyor.
50’li yıllardaki gizli örgütlenmelere belli bir yöntemle bakmak, bir zorunluluk olarak kendini dayatıyor. Çünkü bu döneme ilişkin bilgiler genelde kişilerin anlatımları ve deneyim aktarımı üzerine inşa edilen bir tarih yazımından ibaret. Yazılı belge sayısı son derece kısıtlı tanıkların gözlemleri üzerinden, tarih kurgulanmaya çalışılıyor. Halbuki bizim elimizde son derece önemli ve işlevsel bir araç var: Yöntem. Marksist yöntem bize bütünsel ve sınıfsal bakmamızı söylüyor. Bu şekilde bakıldığında sis perdesi aydınlanmaya başlıyor, olgular bizi boğmuyor. Ordunun tarihsel süreç içindeki konumunu analiz etmek gibi kritik bir başlıkta bolca olgudan sözederken, böylesi hatırlatmaları yapmak gerekiyor. “Komplo teorisyeni” olmamanın, günümüzde ordunun kılıç atmasını, siyasal açılımlarımız doğrultusunda tarihsellik boyutuyla birlikte düşünüp çözümlemenin garantisini marksist yöntem veriyor.
60 öncesi orduda gizli yapılanmalar
Menderes iktidarının ikinci döneminden itibaren, DP yönetimine karşı tepkiler artmaya başlamıştı. Daha önce sözünü ettiğimiz siyasallaşmaya yol açan olgulara, DP yönetiminin orduyu hafife alması ve hor görmesi neden oluyor. Keza geçim sıkıntısı da subayların düzene bağlanma noktalarının zayıflamasına neden oluyor.
“Fahri Belen Suphi Karaman ve başka muhalif subaylar, anılarında ‘maişet (geçim) derdiyle gece şoförlük yapan’ subayları ‘kuru ekmeğini çaya batırarak gıdasını sağlayan’ emekli albayları bu yaşama koşulları ile her mahallede bir milyoner yükselmesi ordu efradının eski kışlalardaki hayatıyla iktisadi devlet teşekküllerindeki lüks hayat arasındaki tezat’ın genç kuşak subaylar arasında doğurduğu öfke ve nefreti çarpıcı sözlerle dile getirirler” 17
Menderes’in hesabı basitti. Ordunun üst düzey komutanlarını iktidara yakın tutarak, çeşitli bağlanma biçimleri yaratarak ,ordunun tamamını kontrol altına almayı düşünüyordu. Gizli örgütlerin de her zaman üst düzey komutanlarla temas arayışları olmuştur. Çünkü üst düzeyde komutanların desteklemediği herhangi bir girişim, emir komuta zinciri içinde başarısızlığa mahkum olacaktı. Ancak ordu mensuplarının onurunu kırıcı ifadelerde bulunan DP’liler, üst düzey komutanlar arasında da huzursuzluklara yol açıyorlardı. Açık olan şu ki üst ile ast arasındaki rahatsızlık düzeyi arasında büyük bir fark vardı ve bu açının küçük olduğu komutanları bulmak teşkilatlar için bir elzem halini almıştı.
Menderes’in bu basit hesabı bir taraftan da orduyu küçümsemeyi beraberinde getiriyordu. Zira ordu onun için CHP’yi İnönü’yü temsil ediyordu kimi zaman. Ordunun küçümsenmesi subaylarda yaptıkları işlerin önemsiz görüldüğü gibi mesleki bir tepkinin yanısıra prestij sorunu ve aşağılık kompleksi yaratmıştı.
1950’lerin ortalarına doğru Harp Akademileri’nin subayları ‘genel bilgi ve kültür’ ile donatmak yerine, ABD modeline göre eğitim sürelerinin kısaltılarak, personeli daha dar askeri-mesleki uzmanlık alanlarında yetiştirecek şekilde yeniden örgütlenmesinin, DP iktidarınca tasarlanmaya başlanması da ordu içinde huzursuzluk yarattı. Böylesi girişimler, subaylığın normalin ötesinde vasıfsız bir memurluğa indirgenme çabaları olarak algılanmaktaydı. DP iktidarının CHP’nin organik dayanakları-müttefikleri arasında gördüğü askeri bürokrasiyi geriletme kaygısıyla (kısmen bilinçli kısmen içgüdüsel) aldığı birtakım statüsel ve sembolik tavırları bu tepki potansiyelini besledi büyüttü. Başbakanın, bakanların, yüksek rütbeli subayların selamını almaması, yurt ziyaretlerinde askeri erkanı ve birlikleri ziyaret geleneğini çiğnemeleri, yüksek rütbeli subaylara çanta taşıtmaları, radyo haberlerinde ve protokolde Genelkurmay Başkanı’nın, örneğin il emniyet müdürlerinden sonra anılması; Menderes’e atfen ‘ben de bu generalleri bir şey sanıyordum bunlar en basit usullü müzakereyi dahi bilmiyorlar’, ‘bunlar Battal-gazi ordusu’ ‘Ben orduyu yedek subaylarla da idare ederim’ gibi sözlerin popülerleşmesi; tepki ve huzursuzluklara neden olan bu olaylardan yalnızca birkaçı olarak sayılabilir. Bu anılan gelişmeler ile birlikte “Ekim 1955’te İstanbul’da Harp Akademisi’nde genellikle kurmay ya da kurmay adayı subaylar arasında beliren Orhan Kabibay, Dündar Seyhan, Faruk Güventürk, Nuri Hazer, Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı vb.’den oluşan ilk çevreyi 56’da Ankara’da Sezai Okan, Osman Köksal, Talat Aydemir’in başını çektiği ikinci ve Sadi Koçaş, Kenan Esengin vb.’lerinin oluşturduğu üçüncü bir çevre izledi. Birbirinden bağımsız ve habersiz olarak kurulan çevreler ‘56 boyunca Necdet Üruğ Ahmet Yıldız gibi sonraları önemli siyasal roller üstlenecek olan genç subayları da aralarına alarak genişlemeyi sürdürdüler. Birbirlerinden habersiz olarak örgütlenen, ilk iki çevre tek tek temaslar yoluyla yeni üyeler ararlarken Orhan Kabibay çevresi, varlığını farkettikleri Talat Aydemir çevresinin içine sızarak önce onu denetimi altına aldı; ardından da iki çevre zorunlu olarak birleşti ve Atatürkçüler Cemiyeti adını aldı” 18
Bu birleşik örgütlenmenin merkezi 25 kişiyle kısıtlanıyor. Daha önce de belirtildiği gibi, her örgütlenmenin kendisine üst düzey komutanlar arasından meşru bir önder arayışı mevcut. Bu örgütlenme, İsmet İnönü ve kendilerine yakın Menderes’e de soğuk hissettikleri DP’li savunma bakanı Şemi Ergin’e teklif götürüyor. Talepleri iki kez reddediliyor ve bu arada bir ihbarla ‘teşkilat’ın 9 subayı açığa çıkıyor. İhtilalciliğin hamurunda var. Teşkilatların hepsi son derece sıkı bir şekilde gizlilik kurallarına uyuyor, açığa çıkmamak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Hücre esasına göre yapılanan örgütlenmeler, yeni bir subayla temasa geçtikleri zaman bunu üstlerine (askeri rütbe olarak üstlerine değil kendi örgüt hiyerarşisindeki üstlerine) iletiyorlar ve kendisi hakkında her türlü bilgiyi düzenli olarak aktarıyorlar. Güvenilir olduğuna kanaat getirildiğinde, en az iki örgüt mensubunun onayı ile kendisine örgütün varlığı açıklanıyor ve örgüte alınıyor. Dönüp geriye bakıldığında, ihtilalci romantizmi görmemek mümkün değil; birbirlerine çok sıkı bağlanan güveni ve güvensizliği aynı anda yaşayan ama ortak düşünceleri gerçekten iyi niyetli bir şekilde Menderes’i yıkmak ve Atatürk’ün cumhuriyetini yeniden ayaklarının üzerine dikmek olan subaylar duygusallıklarıyla da ihtilalci romantizmlerini ele veriyorlar:
“(1954 yılı Kasım Ayı) Neden bir akıntıya kürek çekelim? Orhan Konuşmayı bırakalım, işi fiiliyata dökelim. Mücadele edelim. Cemiyet iki kişiden doğar. Birleşelim teşkilat kuralım. Mücadele edelim mücadele”19
Bu konuşmanın ardından Seyhan ve Kabibay birbirlerine sarılıp ağlamaya başlıyorlar, artık bu dünyada yalnız olmadıklarını düşünüyorlar ve birbirlerine sıkıca bağlanıyorlar. Sonraki aşamada ise kendileri gibi düşünen subayların peşine düşüyorlar. Cemiyet gerçekten iki kişiden doğuyor ve daha en başından beri iktidarı düşlüyor. İki kişi bile iktidar perspektifi ile hareket ediyorlar cemiyetlerinin varoluş nedeni olarak bunu görüyorlar.
Hücre esasına göre çalışan örgütlenme(ler) içinde, sorguda konuşmak da en büyük suç olarak görülüyor ve cezası ölüm olarak saptanıyor. Örneğin Dokuzlar olayında yakalananların işkenceye ve baskıya dayanıklılığı örgütün çözülmesini önlüyor. Tabii bunun yanısıra, `teşkilat’ın sorgucular, yargıçlar ve generaller arasındaki nüfuzunun sağladığı kolaylıklar da gözardı edilmemeli. Komplo ihbarıyla yakalanan 8 subay, Cemal Tural başkanlığındaki askeri mahkemede beraat ederken, onları ihbar eden 9. subay Samet Kuşçu ‘orduyu isyana teşvik’ suçundan iki yıl hapse mahkum ediliyor. İlk iki çevredeki subaylar yurtdışı görevlere atanırlarken, birleşme görüşmeleri sırasında kendisine güvensizlik belirtilen üçüncü grubun önderi Sadi Koçaş’ın darbeciler arasındaki etkisi artmaya başlıyor. Sadi Koçaş Ankara’da kurulan ve birleşmeye katılmayan grubu temsil ediyor. 9’lar olayından sonra ordunun siyasal süreçlere müdahalesinin arttığı söylenebilir. Şu da eklenmelidir, bu örgütlenmenin açığa çıkarılması açıkçası Menderes’i tatmin etmiştir. Ordudaki örgütlenmelerin büyük bir kısmından haberdar olan ABD artık kurtulmak istediği Menderes’e istihbarat aktarmamaktadır…
“Ordu içindeki subayların oluşturduğu gizli örgüt kümelerinin, CIA bağlantıları araştırılmaya mutlaka değerdir. Ancak bu bağlantıların önemi ABD’nin içini rahat tutmaya hizmet etmeleri ölçüsündedir. Washington bu çatışmaların sonucunda Türkiye kapitalizminin yara almayacağına kani olmuştur. Ayrıca nasılsa darbenin ertesinde şekillenecek olan yeni üstyapının, dünya kapitalizmiyle daha uyumlu ilişkilere yönelmesi yine ABD’nin devrede olduğu bir sürecin işi olacaktır”20 [GİRİTLİ Aydın]
1959 kışında 3. Ordu Komutanı Org. Cemal Gürsel, ihtilalcilerin önerisini kabul ediyor ve önderlik arayışı sona eriyor. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerinin Kızılay Yürüyüşü gerçekleşiyor (Ancak bu yürüyüşte öğrencilerden çok subayların olduğu söylenir.) 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir Havaalanı’nda Menderes’i karşılayan subayların, saygı duruşu sırasında, Menderes’e arkalarını dönmesiyle ordu iktidara tamamiyle arkasını dönüyor.
Olaylar büyük bir hızla gelişiyor, olgular arasında farklı kaynaklar arasında boğulmamak mümkün değil. Bir restorasyon gereksinimi var ve o koşullarda tüm risklere karşın ordu bunu üstleniyor. Karşımıza homojen, programı, perspektifi olan, bir ordu çıkmıyor. Hele hele Batı Çalışma Grubu gibi, pek çok grubu ile birlikte güncel olayları günü gününe değerlendiren profesyonel bir parti kesinlikle çıkmıyor. 27 Mayıs “Türkiye tarihinde devrimci demokrasinin ordu içinde bir operasyona tepeden dahil olabildiği ağırlık koyabildiği son siyasal olgu” olarak tarih sahnesine çıkıyor. Tamamlanmamış taleplerini geleceğe miras bırakarak:
“1940 yıllarından başlayarak, tökezleye tökezleye ilerleyen gizli örgütçü subaylar, programlarını 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştiremiyorlar. Bu program daha sonraki yıllarda TİP YÖN ve Demokratik Devrimciler’den oluşan üçgenin kütlesel atılımıyla gerçekleşme sürecine giriyor. Bu dönem 1950 dönemi değil, Türkiye’de demokratik durumun tadılmaya başladığı bir dönem oluyor; 12 Mart ile önlemleri alınıyor” 21 . [KÜÇÜK Yalçın]
27 Mayıs ve sonrası
Ordu açısından hareketli, sermaye açısından oldukça riskli dönemlerdir. Zira “ordu ‘ne olacak bu memleketin hali’ sorusuyla yatıp kalkan, ideolojik olarak bir kurtuluş fikrine tam anlamıyla bağlanmış genç jakobenler üretmektedir. Bu devrimci demokrat kuşak yüksek rütbelilerin alınmadığı gizli örgütler yaratmaktadır”. Ancak 60 sonrasında ortalığın dinginleşmesi gerekmektedir ve bu noktada üst düzey komutanların ağırlıkta olduğu Silahlı Kuvvetler Birliği, sürece ağırlığını koyar. Ordu içindeki huzursuzlukları restorasyon amaçları doğrultusunda kullanan burjuvazi için daha ileriye gidilmesi, hem gereksiz hem de risklidir. Ordunun tamamlayamadığını tamamlamak, tamamlanmamış bir burjuva devrimini tamamlarcasına Türkiye soluna düşecek bir hedeftir.
Silahlı Kuvvetler Birliği, ‘60 Kasımı’nda üst düzey komutanlar arasındaki bir oluşumdur, bir istikrar arayışıdır, emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin 60 sonrası çalkantıya müdahale kanalıdır. İçinde çelişkiler barındıran MBK’nın restorasyon sürecini tek başına sürdürmesi gibi riskleri almak istememektedir Türkiye burjuvazisi. Genelkurmay Başkanı Sunay’ın SKB’ye katılmasından sonra, bu birliğe ait yemin bir emir şeklinde bütün TSK’ya tebliğ edilmiştir. 6 Haziran 1961’deki Tansel Olayı, SKB’nin bütün gücü elinde topladığının bir işaretidir. Bu olaydan sonra MBK gücünü kaybetmiş, perde arkasındaki SKB etkin bir rol oynamaya başlamıştır. Perde arkasında olan restorasyon oyununun suflörleri, emperyalizm ve Türkiye burjuvazisidir. Riskler birer birer bertaraf edilmektedir, ancak korku devam eder. 21 Ekim ve Çankaya protokolleri hep istikrar arayışının ordunun “hizaya sokulması” perspektifinin uzantılarıdır.
Talat Aydemir üzerine
Tarihsel uğraklarda sürece nasıl gelindiği önem taşısa da, son kertede kimin çıkarına olduğu kimin kazançlı çıktığı önemlidir. Kazanan bellidir, sonraki süreçlerde “aşırılıkları” törpülemek, “aşırılıklara” yol açmayacak bir ordu yaratmak gerekmektedir. Çünkü ordu tehlikeli bir şekilde “emir-komuta” zincirinin dışında hareket etmektedir. MBK’da yüzbaşılar generallere kafa tutabilmekte22 birliklerin kimin tarafında olduğu tartışmaları ortalığı sarmaktadır. Silahlı Kuvvetler Birliği’nin sürece müdahale etmesi genç subayları tatmin etmemiştir ve bu subayların da bir miti vardır: Talat Aydemir.
Aydemir hakkında çok şey söylenebilir. Ancak net bir programı olmayan ihtilal sırasında yurt dışında olmasının da etkisiyle kendi iktidar hırsı ile genç subayların tatminsizliğini birleştirerek, burjuvazinin başını ağrıtan biri olarak tanımlanabilir. Ancak tehlike arzetmektedir, hakkında pek çok rivayet söylenegelen birinci girişimindeki başarısızlığı, aslında ordu içinde ne kadar da büyük bir güce sahip olduğunun göstergesidir. 22 Şubat 1962 tarihindeki birinci girişiminden sonra, Genelkurmay Başkanı’nın yakınındaki lojmanda oturan Aydemir’in lojmanının önünde biriken ve lehinde slogan atan Harp Okulu öğrencileri bu tehlikenin boyutlarını göstermektedir. Bu tehlikeler ordu içindeki tasfiyeleri zorunlu kılmış, suç ortaklığı yaptıklarından kuşkulanılan 69 subay anında görevinden alınmıştır. Ancak egemen güçler, Aydemir’i idam etmeye hatta hapis cezası vermeye bile cesaret edememektedirler. Güç dengeleri hesaplanmakta ve hesabın sonucunda net veriler birikmemektedir. Net verilerin birikmesi, 20 Mayıs 1963 tarihli ikinci darbe girişimi sonrasını beklemiştir. Denge hesaplarından emin olan ordunun üst düzey komutanları ve burjuvazi, Aydemir ve arkadaşlarının idam fermanını yazmıştır. Restorasyon dönemleri korkuyla içiçe gelişir. Çelişkiler yumağı kapitalizm her zaman egemen sınıf için korkular yaratır. Bu korkuların en net ifadesi ise burjuva politikacılarında görülür. Aydemir’lerin asılması için İsmet İnönü’nün isterik talepleri bu korkunun çok net ifadesidir. Henüz mezar kazıcı sınıfın siyaset sahnesine ağırlığını koymadığı bir dönemde burjuvazi, kendi restorasyon programının gediklerinden böylesine korkmaktadır. Korku, burjuva ideolojisine içsel bir olgudur…
Kuşkusuz korkular, daha doğrusu net bir programın ortaya konamaması, Milli Birlik Komitesi içinde farklı alternatifleri gündeme getirmektedir. Ancak burjuvazinin programında seçimlerin hemen yapılması burjuva parlamenter sistemin olağan işleyişine geçmesi bulunmakta, geçmişten kalan taşların etekten dökülmesi istenmektedir. Bu alternatifi savunanların ağırlığının artması hiç de sürpriz olmayacaktır. Örneğin, faşist Türkeş’in içinde bulunduğu 14’ler önemli reformların yapılacağı güne kadar askeri rejimin devamından yanadır. 14’lerin de homojen bir düşünceye sahip olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır, kimisi reformlar sonrasında seçimleri düşünürken, kimisi parlamenter sistemin Türkiye için uygun bir sistem olmadığını savunmaktadır. Burjuvazi istikrar istemektedir istikrarsızlık yaratan unsurlar tek tek temizlenecektir Nitekim 14’ler, yurtdışı görevlere gönderilerek tasfiye edilirler. İçlerinden NATO ile de öncesinde çok sıkı ilişkileri olan biri daha farklı roller için hazırlanmaktadır, bu rol geleceğin faşist parti liderliğidir…
Şu açık olmalıdır: Gelişmeler sonucunda restorasyon rayına girmekte, Türkiye emperyalist sistemin istikrarlı bir unsuru olmaya başlamaktadır. Anti-emperyalist bağımsızlıkçı “riskler” bertaraf edilmiştir.
“Bazı subaylar, belli belirsiz de olsa askeri diplomatik bakımdan belki NATO-VARŞOVA Paktı sistemleri arasında bir orta yol tutturulabileceği yönünde zihin idmanları yapabiliyorlardı. Ancak, NATO ve esasen ABD denetimine egemenliğine karşı subayların tepkileri hiçbir zaman (örneğin Mısır’daki kadar) radikal bağımsızlıkçı hele anti-emperyalist bir programatige kavuşmadı. 27 Mayıs’ın ilk radyo duyurusunda, NATO’ya bağlıyız mesajının verildiği hatırlansın. Bu tepki ağırlıkla subayların genel toplumsal konumlarının/prestijlerinin sarsılmasına karşı duydukları tepkiyle birleşen mesleki niteliği baskın bir tepkiydi.”
27 Mayıs sonrasında yapılan icraatlar, tamamen NATO’nun perspektifleriyle uyum içindedir. Ordu anti-komünist histeriyle donatılmaya başlamış, emekçi düşmanlığı ön plana çıkmaya başlamıştır. 27 Mayıs sonrasında Ankara Radyosu’nda yayınlanan kamu yararına bazı spotlar oldukça ilginçtir: “Vatandaş dikkat su uyur komünizm uyumaz” “Komünizm Türk ve Müslüman kıyafetine bürünerek arana girer” “Komünizm tatlı dille arkadan sokan bir yılandır”. Bunların yanısıra CIA tarafından hazırlanan ve Türkçe’ye aynen çevrilen anti-komünist programlar da radyolarda sık sık boy göstermektedir. Ordunun yeni misyonları sadece Türkiye’de değil, kapitalist blokta yer alan tüm ülke ordularında uygulanan merkezi politikalar tarafından belirlenmektedir. Örneğin “Ayaklandırmaları Bastırma Hareketleri-Teorik Pratik” isimli kitap aynen çevrilmiş ve ‘65 yılında Genelkurmay tarafından basılarak askeri birliklere dağıtılmıştır. CIA görevlisi David Galula tarafından yazılan kitapta ayaklanma kavramının kapsamına “memlekette düzen değişikliği isteyen her görüş ve eylem” sokulmuş, Ordu’nun ayaklanmaları bastırmak için uygulaması gereken yöntemler konusunda pratik tavsiyelerde bulunulmuştur. 65’lerin ortalarından itibaren Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ın emriyle yayınlanan “Cuma emirnameleri” ile ordu komünizme karşı cihada hazırlanmaktadır. Bu emirnamelerde bütün kötülüklerin bir komünist ihtilal hazırlığından kaynaklandığı belirtilmekte, ordu mensuplarının bulundukları her yerde komünist avı yapmaları emredilmektedir. Keza, NATO çerçevesinde yapılan ikili anlaşmalar kamuoyunca bilinmemekte, üst düzey komutanlar bile bu anlaşmaların içeriğinden haberdar olmamaktadır. Sonrasında, Genelkurmay ikinci başkanlığı yapmış olan Refit Tulga’nın bir anısı oldukça öğreticidir:
“Açıkça söyleyeyim ki, ikili anlaşmaların mahiyetini pek iyi bilmiyorduk. 1963 yılında 3. Ordu komutanıydım. Yaz günü Trabzon’daki tugayı denetlemeye gittim. Tugayda “Komutanım yukarıda ABD üssü var ziyaretiniz isteniyor gider misiniz” dediler. Üs ziyaret programına dahil değildi fakat bir ikinci sefer üssü ziyareti kararlaştırdım. Üs komutanı Amerikalı albay bizi büyük merasimle karşıladı. Albay kantin kulüp yemekhane mutfak gibi tesisleri gezdirdi. Biraz ötedeki etrafı demir kafesle çevrili gerçek üsse doğru ilerledim. Amerikalı albay yolumu kesti:
-Giremezsin. Buraya ancak Amerikan uyruklu yetkili kişiler girebilir.
-Ben ordu komutanıyım bulunduğunuz bölge bana aittir albay. Giremeyeceğim yer olamaz.
-Emir böyle…
-Bu hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi
-Ama ikili anlaşmalar var. Bir viski almaz mısınız sayın paşam” 23 [TULGA Refik]
Ordu içindeki sorunlu tüm unsurlar yavaş yavaş temizlenmekte, 27 Mayıs öncesi büyük sıkıntısı görülen “emir-komuta” zinciri yeniden güçlü bir biçimde tesis edilmeye çalışılmakta, ordu karşı devrimci misyonlarına hazırlanmaya çalışılmaktadır. Kuşkusuz daha önce altını çizdiğimiz ordu içindeki devrimci-demokrat damar tam anlamıyla yok olmamıştır, ancak “1960 öncesinde ihtilal örgütleri sadece askerlerden kurulu olduğu halde… 65’ten sonra bu tür örgütler asker-sivil koalisyonuna dönüşmüşlerdir” 24
71 kopuşu öncesi devrimci demokrasi, ordu ile güçlerini sağlamlaştırma ittifaklar zincirini tahkim etme niyetindedir. Teorideki yanlışlık ayrı bir tartışma konusudur, ancak her şey bir yana ne 50’li yılların dünya konjonktürü ne o yılların ordu yapısı ne de tekil bireyler anlamında o dönemin subayları mevcuttur. Sermaye sınıfı tarafından gerekli önlemler alınmış, ordu ile sermayenin organik bağları kurulmuş, hatta ordu bir sermaye grubu haline getirilmeye başlanmıştır. MDD, 9 Mart cuntası hayalleriyle bir tokat yemiş, dahası 12 Mart’ın sağ mı sol mu olduğunun anlaşılması için devrimcilerin işkencehanelere tıkılması beklenmiştir. Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı, Doğan Avcıoğlu’nun başbakan (hatta Mehmet Barlas’ın da dışişleri bakanlığı için adı geçmektedir!) olacağı sol cunta hayalleri NATO patentli “Devleti Kurtarma Planı”na toslayacaktır. 12 Mart’ın tek nedeni olarak, “sol cunta gelecekti, onun için yapıldı” demek tarihe ve burjuvazinin mezar kazıcısı sınıfa büyük bir hakaret olarak görülmelidir. Sahnede artık Türkiye işçi sınıfı vardır, eksiğiyle fazlasıyla TİP vardır, belli bir programa sahip olsun olmasın devrimciler vardır ve siyasete sol damga vurmuştur. Bu damgayı kazımak için yapılmıştır 12 Mart, yetmemiştir, ortalığın düzlenmesi için 12 Eylül beklenmiştir…
Ordu Holding ve orta sınıf subaylar
Zayıf halka ülkesinde orduyu kapitalizmin devamındaki en güvenilir güç yapan unsurlar arasında yalnızca ordunun NATO gibi bir üst örgüt kapsamında karşı devrimci misyona angaje edilmesini saymak eksikli olacaktır. Her şeyden önce ordunun her bireyi, kendini bu düzene ait hissetmeli, bu düzenle organik bağları bulunmalıdır. Subaylar geçim sıkıntısı içine düşmemeli, orta sınıflara özgü tüketim kalıpları olmalı, emekçi kimliğe giderek uzaklaşmalıdırlar. Burjuva saflara yalnızca ordunun üst düzey komutanlarını entegre etmek, ordu içindeki çatlaklara yol açacaktır. Emekçi sınıfların sırtından bir miktar pay, subaylara aktarılmak zorundadır. Keza tüketim kalıplarının değişmesine ve orta sınıfların düzen dışına kaymasına en iyi sübaplardan biri de kredi mekanizmasıdır. ABD ordusunun yalnızca teknik askeri yönleri değil, yaşam standartları da tüm NATO ordularına olduğu gibi TSK’ya da empoze edilmiştir. 60 öncesinin giderek yoksullaşan, düzenle çelişkiye düşen, toplumsal muhalefetin müttefiki haline gelebilecek bireylerden oluşan ordusu, 60’lardan sonra kabuk değiştirmeye başlamıştır.
Subayların ideolojik olarak devlete ve dolayısıyla kapitalist sınıfa bağlanması yetersiz olduğu için bunun “maddi” boyutu da uygulamaya konmalıdır. “Yokluk içinde yaşayan” çok sayıda subay, yerine refah durumu düzgün az sayıda subaydan oluşun bir mekanizma son derece işlevseldir. Bu doğrultuda atılan ilk adım, 1 Mart 1961 yılında çıkartılan 205 sayılı yasa ile “TSK mensuplarının sosyal güvenliklerini sağlamak” üzere kurulan OYAK’tır. Subayların ve astsubayların maaşlarının yüzde 10’unun kesilmesiyle toplanan paralarla ayrıca istedikleri zaman askerlere ev araba kredisi verilebilmekte ve faizleri oldukça düşük olmaktadır. Başlangıçta subay ve astsubaylara ucuz fiyatla tüketim maddeleri ve hizmet sağlamak gibi işlevsel bir amaçla ortaya çıkan OYAK, özellikle AP döneminde yerli ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kuran büyük bir finans holding haline dönüşür ve böylece subaylar fiilen artı değer paylaşımına ortak edilirler. Bu gibi uygulamaların pek çok zayıf halka ülkesinde de uygulandığını belirtmekte yarar vardır. Örneğin, Mısır’da askeri lojmanlar genellikle şehir dışlarına uydu kentler biçiminde inşa edilmekte bu kentlerde subayların gereksinimleri için her şey bulunmaktadır. Dolayısıyla subaylar ve aileleri yaşadıkları ülkeden koşullardan soyutlanmaktadır. Şu anda şehir içinde kalsa da Türkiye’de de askeri lojmanlar şehir dışlarına kurulmakta içlerinde son derece ucuz tüketim mallarının yanısıra her türlü sosyal tesis bulunmaktadır. Keza, en güzel sahillerde kurulu yaz kampları lüks tatil köylerini andırmaktadır. Günümüzün Ataşehir, Bahçeşehir gibi uydukentleri ve çeşitli tatil köyleri aslında çok çok öncesinde askeri lojmanlar ve yaz kamplarıyla hayata geçirilmiştir.
OYAK ise 65’lerden sonra iyice palazlanmaya başlamış, yerli ve yabancı şirketlerle girdiği ortaklıklar ile Türkiye’nin en büyük üçüncü sermaye grubu haline gelmiştir. OYAK iştiraklerinin büyük bir kısmının vergiden muaf olması, kapitalist pazarda büyük bir avantaj sağlamaktadır.
OYAK’tan önce de sermaye ile ordu arasındaki ilişkiler mevcuttur. Örneğin “Milli İthalat ve İhracat AŞ Adana’da un, pamuk, çırçır fabrikası işletmekten inşaat-taahhüt işlerine kadar pek çok ticari ve sınai alanda faaliyet göstermektedir. Şirketin asker kökenli idare meclisi üyeleri arasında İstiklal Mahkemesi Başkanı Kılıç Ali ve Ali Çetinkaya, Atatürk’ün yaveri Salih Bozok gibi isimler vardır” 25
Bugün birçok alanda iştirakleri, gayrimenkulleri, finans kurumu (İrlanda’nın başkenti Dublin’de açılmıştır) ve dünyada belki de tek örnek olarak bankası olan OYAK’ın ordu ile sermaye arasındaki ilişkilere iyi bir örnek olduğu söylenir eksiktir. OYAK ordunun bir sermaye grubu olarak hareket ettiğinin üst düzey komutanların bizzat sermayedar gibi hareket ettiğinin somut bir delilidir 26
Böylesi büyük bir sermaye grubunun pay sahiplerine de artı değerden belli bir pay vermemesi olanak dışıdır. 22 yıl içinde 40 bin üyesine ev kredisi açan, 130 bin üyesine de borç veren (genellikle araba kredisi), subaylara yüzde 15’e varan indirimli alışveriş olanakları sunan OYAK, subaylara emekliliklerinde iki anahtar vaadeden ve bunu gerçekleştiren bir kurumdur. 50’li yıllarda sevgililerine yalnızca gazoz ısmarlayabildikleri için “gazozcular” diye anılan genç subaylar ucuz bir lojman ev ve araba kredisi olanakları sunan ordusuna ve kapitalizme daha da bağlanmaktadır. Borsa’da oynayan finans piyasalarını takip eden, siyasal gelişmelere yalnızca “vatanın bölünmez bütünlüğü için” değil mali piyasaları etkiledikleri ölçüde ilgi duyan orta sınıf bireyler (subaylar), zayıf halka ülkesi Türkiye’de düzenin sübaplarını oluşturmaktadır.
Yalnızca OYAK mı?
OYAK’ın iştiraklerine bakıldığında, genellikle savunma sanayiinin dışındaki sektörlerde olduğu görülüyor. Ancak ordunun sermaye haline gelmesinin diğer sermaye grupları ile ilişkisinin bir boyutunu da Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı oluşturuyor. Başta Aselsan, Havelsan, İşbir vb. anonim ortaklıklara sahip olan vakıf, 1987 yılında kuvvet vakıflarının birleştirilmesiyle tek bir çatı altında toplanıyor. Silah sanayiinin kapitalist ekonomiler içinde motor gücü teşkil ettiği biliniyor. Özellikle, Kürt coğrafyasındaki savaş ile birlikte elindeki silahları denemek için deneylere tatbikatlara gerek duymayan ordu yabancı yatırımcılar için oldukça iyi bir ortak haline geliyor. NATO üyesi olan ülkeler arasındaki sermaye birleşmeleri için bir çatı görevi görüyor. Örneğin, Stinger füzesi üretiminde Aselsan, NATO konsorsiyumu içinde en yüksek üretim payına sahip. Tusaş Motor Sanayii General Dynamics firmasının da aralarında bulunduğu F 16 üretiminde yüzde 3’lük bir paya sahip. Keza, uçak modernizasyonu ve arge çalışmaları yapan Tusaş Havacılık ve Uzay San. AŞ de aralarında yüzde 42’lik Locheed ve yüzde 7’lik General Dynamics payı olan konsorsiyumda yer alıyor. Netaş ve Mercedes Benz ile yapılan ortaklıklar da yabancı sermaye ile ilişkilere iyi birer örnek sunuyor. Restorasyon süreciyle birlikte uyuşturucu ticaretinin “çetelerin” kontrolünden çıkartılıp merkezileştirilmesiyle birlikte savaş sanayii yatırımları artıyor burada ordu “ihale dağıtan” ve düz(en)lemeleri yapan bir konumda bulunuyor.
Kuşkusuz yukarıda söylenenlere pek çok olgu eklenebilir. Özellikle zayıf halka ülkelerinde orduların siyasal süreçlerin yanısıra, modernleşme ve sanayileşme girişimlerinde oynadığı role de değinmek gerekiyor. Her şeyden önce zorunlu askerlik süreci işsizliğin bir süre de olsa gecikmesi ve bu süre içinde ucuz işgücü anlamına geliyor. Askeri yatırımlar yalnızca silah sanayiini de kapsamıyor, enerji nakil hatları, kanalizasyon şebekeleri, köprüler, yollar, askeri hastaneler, lojmanlar, telefon tesisatı ve bakımı gibi pek çok konuda ordunun yatırımları bulunuyor. Bunlardan bir kısmı ordunun kendi olanaklarıyla yapılırken, büyük bir kısmı da ihale usulüyle gerçekleştiriliyor ve orduyla ilişkileri iyi olan sermaye kesimlerine bir rant kapısı oluyor. Mısır, Endonezya gibi ordularda da TSK’ya çok benzer şekilde ülkenin inşasına dönük yatırımlar gerçekleştiriliyor. Örneğin Mısır’da “yeşil” sermaye kimi zaman “haki yeşili” sermaye ile dengelenebiliyor.
Ordu özelleştirmelere karşı!
Harb Akademileri Komutanlığı tarafından yayınlanan özelleştirmeler konulu kitapta, ordunun özelleştirmeleri uluslararası sermayenin ulus devletlere karşı giriştiği bir tezgah olarak nitelendirmesi, özelleştirmelerin bağımlılık ilişkilerini daha da güçlendirdiği gibi ifadeler yer alabiliyor. Öte yandan, ‘97 yılında hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde ise özelleştirmelerin hızlandırılması talebi yer alıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Org. İlhan Kılıç’ın TÜSİAD’a yönelik gezi programının ardından patronlarla ortak düzenlediği değerlendirme toplantısında söylenenler de bu belgede söylenenleri güçlendiriyordu. Ordunun POAŞ’ın özelleştirilmesinde pay ya da söz sahibi olması gerektiğini söyleyen Kılıç 2000’li yıllara yönelik planları arasında özelleştirmelerin de bulunduğunu belirtiyordu. Özellikle bakım ve idame birimlerinde özelleştirmelere gitmek ve fabrika bakım alanını özel sermayeye açmak istediklerini açıklayan Kılıç’ın endişesi işçilerin greve gitmeleriydi. İstanbul 1. nolu dikimevinde ve muazzam bir anti-emperyalist mücadele veren İncirlik direnişinde de ordunun tavrı herhangi bir sermaye grubunun tavrından farklı değildi. Üstelik yapılan özelleştirmeler ile çimento sektöründeki payını yüzde 18’e çıkaran da aynı orduydu. Yine özellikle büyük şehirlerdeki yerleşim yerlerindeki gayrimenkullerini ve arsalarını satılığa çıkarmayı tasarlayan ve büyük rant sahaları için sermayeye davetiye çıkaran da o:
“Doğrudan katkı sağlayacak kaynaklara verilecek örneklerin başında silahlı kuvvetlerin elinde olup kullanım fazlası olan taşınmazlar ile özellikle büyük şehirlerde meskun bölge içerisinde sıkışıp kalan arazi ve tesisler gelir… Dikkatli bir planlama ile elde mevcut birçok bina ve/veya arazi ihtiyaç fazlası hale getirilebilir” 27 [BEYAZIT Doğan]
Peki durup dururken, özelleştirmelere karşı çıkmak da neyin nesiydi? Sorunun yanıtını restorasyonun ekonomi politiğinde bulmak hiç de zor değil. Türkiye kapitalizminin çıkış için bel bağladığı sektörlerin başında savunma, enerji ve telekom gibi sektörler geliyor. Bu sektörler üzerinden “bölgesel” açılımları da içeren planlar var. Ancak büyük oynandığında yani bölgesel hesaplarla anlam taşıyan bu planlarda hakemliği devlet veya Asparti yapacak. Keza artık merkezileşen “kara para”nın özellikle silah sanayiine aktarılması ve buradan da ulusal bir sanayi kurmak gibi bir perspektifle hareket eden askerler özel sektörün girişeceği büyük yatırımların alt yapısını devletin hazırlaması gerektiğinin bilinciydeydi. Silah sanayinin ne kadar ulusal olduğunu tartışmıyorum, önceki paragraflarda bunlardan biraz sözedildi. Keza, isteyen yabancı sermayenin silah sanayiindeki yatırımlarını inceleyebilir. Ancak değersizleşen sermayenin kendine karlı yatırım alanları bulma arayışına ordu, savunma sanayii kanalını açarak yanıt veriyor. Yerli sermayenin bu alanda öne çıkması kriz içindeki sektörler düşünüldüğünde, neredeyse zorunlu hale geliyor. Askerler burada bağımsızlıkçılık yapıyor ve ayrıca restorasyon süreci ile ayrı bir kanal olarak ortaya çıkan “ulusal sol”a da değerli argümanlar sunuyorlar. Ulusal solcuların yayın organlarında ordunun ne kadar da bağımsızlıkçı olduğuna dair sevinç nidaları atılıyor. Generaller silah üretimini büyük çaplı ve karlı bir iş haline getirmek ve böylece sermayedarlara yeni bir açılım kanalı sağlamak konusunda kararlı. Böylesi bir açılım kanalı için de devletin “ön yatırım” yapması bir o kadar zorunlu. Yine Türk Telekom’un özelleştirilmesi konusunda “telekomünikasyon sektörü gibi stratejik öneme sahip sektörlerde özelleştirmelerin mümkünse yerli sermayedarlar tarafından yapılması” isteniyor ve devletin mutlaka altın hissesi olması gerektiğinin altı çiziliyor. Bu argümanın altında başka şeyler yattığını da yeri gelmişken belirtelim. “Telekomünikasyonda Özelleştirme” kitabının yazarlarından Funda Başaran’ın bu konuda söyledikleri oldukça önemli:
“Fakat biz mesela şunu kaçırmışız; 1980’lerle beraber NATO bir proje dahilinde Türkiye’nin askeri iletişimini kamu iletişiminden ayırmış zaten. Askerler farklı bir yerden iletişim kuruyorlar artık yani bizimle aynı hatları kullanmıyorlar. E şimdi böyle olunca zaten stratejik bir önemi kalmıyor. Onun dışında küreselleşmeyle beraber MGK milli siyaset belgesini hatırlarsınız, zaten dış düşman diye bir şey tanımlamıyorlar bir iç düşman iç güvenlik problemi tanımlanıyor. Bütün bunlar gözden kaçan ayrıntılar oldu”28
Taşlar yerine oturuyor. Bağımsızlıkçılık yapacak, yerli sermayeye kanal açacaksın, bölgesel amaçlar da içeren ve güvenilir bir “ortak” (devlet) güvencesi sunacak ve özel sermayeyi çekeceksin, “kamuculuk” yapacak, özel sermaye yatırımlarının altını döşeyeceksin. Her şey bir yana, ordunun ülke ekonomisindeki ağırlığını görmek gerekiyor. Yayınladığı bildirilerle, irticaya destek veren kuruluşlarla, hiçbir ilişki kurmayacağını açıklayan ordu “serbest piyasa ekonomisi kuralları”na uymuyor! İşin siyasal boyutu var, tartışılıyor, tartışılacak ama örneğin “yeşil” sermaye olarak nitelendirilen Ülker’in pazardaki en büyük rakibi de ordunun pay sahibi olduğu Eti Grubu ve Tam Gıda oluyor. Eli silahlı sermaye baskın çıkıyor, Ülker TSK’ya 1.5 milyon dolar bağış yapıyor. Batma noktasına gelen Unilever’e bağlı Calve çorbayı toplu alımlarla batmaktan kurtarırken de şefkat elini uzatıyor.
Ordu AŞ, bir anlamda ekonomik alandan giderek çekilen devletin yerini alıyor. Yaptığı açıklamalarla piyasayı düzenliyor, özelleştirmeler konusunda perspektif üretiyor, altyapı yatırımlarıyla özel sermayenin önünü açıyor, açtığı ihalelerle özel sektöre kaynak aktarımında bulunuyor. Sermayenin çıkarları doğrultusunda ekonomik krize karşı silah sanayii kartını ortaya çıkarıyor. Özellikle son aylarda kokusu çıkan özelleştirmelerle “çete” sermayesinin önünü kesiyor, Koç Nurol gibi holdingleri ihya ediyor. Ekonomik krizle birlikte zaten bitme noktasına gelen ve ağırlığını islami sermayenin oluşturulduğu KOBİ’lere de krizden kurtuluş perspektifi sunuyor: Siyasal olarak geri çekil, benimle iş yap. Pay kapamayacağını anlayanlar ise, direnen islami kesimlerin kasası konumundan çıkmıyor. Restorasyonun ekonomi politiği incelendiğinde tüm sermaye kesimlerine hizmet ettiği görülüyor. “Ordu egemen sınıfa hizmet ediyor” sözü tüm bu söylenenlerden sonra yerine oturuyor…
Parti olabilmek “halkla ilişkiler”i bilmekten geçiyor
Darbelerin toplumsal meşruiyetinin olduğu siyasal krizlerde, “sokaktaki adam”ın “ordu gelsin halletsin” dediği bir ülkede yaşıyoruz. Bu genel onayın arkasında hiç de sanıldığı gibi “Türklerin ordu-millet” olduğu veya “bizdeki güçlü devlet-ordu geleneği” yok. Kuşkusuz ülkenin ideolojik ikliminde “sokaktaki adam”ın düşünceleri bu kavramlarla da sürekli belirlenebiliyor hatta geçmişte ve günümüzde cuntacı sol da buna katkıda bulunuyor. Ancak yaratılan bu ideolojinin bilinçli bir şekilde yaratıldığını görmek gerekiyor. Tabii ki bu ideolojik motifin maddi boyutlarını da görmek şartıyla…
Özellikle 27 Mayıs’tan sonra şu görülüyor: Ordu, Türkiye’de siyasal süreçlere darbe de dahil olmak üzere müdahale edecek bir öznedir ve öyle olmalıdır. Bunun toplumsal onayını özellikle kırlarda da yerleştirmek gerekmektedir. 27 Mayıs’a karşı köylerden gelen cılız tepkiler bile egemen güçleri bu konuda tedbirler almaya zorluyor ve oldukça bilinçli ve sistemli bir şekilde “halkla ilişkiler” faaliyetleri başlıyor. Asker denince aklına jandarma baskısı gelen Türkiye kırlarına, ordu çok farklı ve işlevsel kanallarla ulaşmaya başlıyor onay mekanizması harekete geçiyor…
Aslında, süreci Türkiye’nin NATO üyeliğine girmesiyle başlatmak mümkün. Tüm dünyada kapitalist ülkelerde kalkınmacılığın öne çıktığı bir dönemde, kalkınmanın ve kütlesel eğitimin yürütücüsü olarak orduların işlevi öne çıkmaya başlıyor. Gerek yetişmiş işgücü yetiştirmek gerekse de azgelişmiş bölgeleri kapitalist ilişkilere daha hazırlıklı hale getirmek için, okuma yazma kursları teknik kurslar başlatılıyor ve bunun için de en uygun ortamın zorunlu askerlik hizmeti dönemi olduğu saptanıyor. Her vatandaşın zorunlu olarak yapması gereken bir görev olan “askerlik hizmeti” dönemi, kitlelerin bir anlamda burjuvazinin aygıtı tarafından teslim alındığı bir dönem oluyor. (Zaten askerliğe başlamak için birliğinize gitmenize de “teslim olmak” adı veriliyor.) Bu dönemde başlayan okuma yazma kursları kıtalardaki ideolojik eğitimler ve genel bilgiler ile sermayenin istediği vatandaşlar yetiştiriliyor. Hayatında okul görmemiş insanlar, “ordunun şefkatli kucağında” “iyi” vatandaş olmayı öğreniyorlar. Ayrıca ordu içinde verilen teknik kurslarla da kapitalist ekonomiye ucuza işgücü yetiştirilmiş oluyor. 1960 yılından sonra ‘67 yılına kadar her yıl 70 bin er bu teknik kurslardan geçiriliyor. Kursların ordunun gereksinimlerine dönük olmadığı, gerek kursların verildiği dönem (terhisten önceki iki ay) gerekse de kursların içeriğinden (Motorlu araçlar, traktör operatörlüğü, arıcılık ve tavukçuluk tarım ve meyvecilik vs.) anlaşılıyor. 60’lı yıllarda bu kurslar arasında en çok tarım ve meyvecilik besi hayvancılığı, arıcılık ve tavukçuluk kurslarına kursiyer alınıyor. Türkiye kapitalizmi ithal ikameci dönem öncesinde tarımda eğitimli işgücünü, ordu vasıtasıyla kazanıyor.
Bu anlatılanlar işin bir boyutu. “Sokaktaki adam” açısından boyutu ise, terhis olduktan sonra meslek sahibi olmak orduda iyi ilişkiler kurduğu subaylar vasıtasıyla bir işe girmek veya kendi işini kurmak şeklinde gerçekleşiyor. “Sivil yaşama dönen erlerin bu kurslar sonucunda iş sahibi olması halinde, saygı gösterilecek ustasının yerini ordu alacaktır kaçınılmaz olarak”29
Bu çalışmaların yanısıra ordunun ağaçlandırma ve tarım alanındaki çalışmaları, kardeş köy uygulamalarıyla birleşerek, kapitalizmin en ücra köşelere bile girmesini sağlıyor. Egemen ideolojinin kırlara empoze edilmesi için son derece planlı bir biçimde hayata geçirilen kardeş köy uygulamaları ile askeri birliklerin yakınlarında bulunan köylere giyecek, para yardımı, okul, çeşme, su yolu, ışıklandırma, sağlık, onarım, ağaçlandırma hizmetleri götürülüyor.
“Siyasal alanda yürütülen faaliyetlerin sağlayamadığı meşruluk, bu alan üzerinden sınırlı da olsa sağlanır. Yukarıdan devrim sürecinde kapitalizmden yana olanlar, köylülüğü karşı-devrimciler için bir potansiyel olarak gördü. Köylülük ve Kemalizm arasında sürekli bir gerginlik yaşanmasına karşın, Kardeş Köy uygulaması ile tersi bir süreç yaşandı ve kapitalizmin genişlemesi üstelik gönüllülük zemininde kurulan ilişkilerle sağlandı” 30 [ŞEN Serdar]
Hemen hemen tüm zayıf halka ülkelerinde gerçekleştirilen bu girişimler ile kitleler devlet kalkınma ilerleme kavramlarıyla “ordu”yu özdeşleştirebiliyor, geri kalmışlıklarının faturasını “baştaki siyasetçiler”e çıkarabiliyor ve ordu kanalıyla düzene bağlanıyor. Askerler yalnızca silah zoruyla değil, bu gibi mekanizmalarla da kırları kapitalist ideolojiye tabi kılıyorlar. “Devlet baba” kendisini asker kılığında gösteriyor, sermayenin devleti kapitalist ilişkiler ağını toplumun tüm hücrelerine sokuyor.
Çağdaş “halkla ilişkiler”
“Halkla ilişkiler”de çağı yakalayan ordunun, medya boyutunu da gözardı etmiyor ve politikalarını en iyi medya aracılığıyla kitlelere aktarıyor. Bunun için de basın yayın kuruluşlarıyla ilişkilerini işlevsel bir biçimde kurgulamak gerekiyor. Her biri sermaye grubu haline gelen medya kuruluşlarının çıkarları ordunun politikalarıyla örtüşüyor. Burjuvazinin dönemlik politikalarına (başka bir ifadeyle Asparti’nin açılımlarına) ters düşen gazetecilerin görevine son verilebiliyor. Kapitalizmin ve yaşadığımız kokuşmuş düzenin eleştirisinin kıyısından bile geçmeden, kimi zaman Asparti’nin açılımlarıyla ters düşen köşe yazarlarının görevlerine son verilebiliyor (ancak burada acı olan şu ki salt kimi politikalara eleştirel yaklaştıkları için Asparti tarafından tu kaka ilan edilen liboşların, kimi sol çevreler ve ulusal hareket tarafından demokrat aydın olarak nitelendirilmeleri. Dönemin “ulusal sol” “MGK sözcülüğü”, “ordunun rahatsızlıklarına duyarlı gazetecilik”, “mehmetçik gazetecilik” dönemi olduğunun farkında olan ancak gelecek dönemlere yatırım yaptıkları için Asparti ile ters düşebilen liboş kalemlere karşı gerçekten “duyarlı” olmak gerekiyor).
Yayınladığı bildirilerle sürekli haber bültenlerinde ilk sıraları alan ordu, artık daha da ileri giderek Hasan Tahsin Basın Bilgi Merkezi’ni hizmete açıyor. “TSK ve faaliyetleri konusunda basın yayın kuruluşlarını daha hızlı olarak bilgilendirme” amacıyla kurulan merkez siyasal süreçlere doğrudan ve hızlı bir şekilde enformasyon aktarıyor. Açıkçası, Asparti’nin halkla ilişkiler boyutunu takdir etmek gerekiyor. Kendi politikalarına eleştirel yaklaşan kalemlere üniforma giydirip, Güneydoğu turlarına çıkaran verdiği brifinglerle sürece damgasını vuran, düzenledikleri resepsiyon ve kokteyllerle mesajlar veren ordu, burjuvazinin kurumlarınının yapamadığını çoğu kez yapıyor. Açıkçası, bu tür süreçlere daha askeri lise yıllarında hazırlanıyorlar. Askeri liselerde, kokteyllerde, resepsiyonlarda, brifinglerde neler yapılması gerektiği “kadehin nasıl tutulacağı”na kadar ayrıntılarıyla öğretiliyor. Meclis tavanına çiğ köfte fırlatan burjuva siyasetçilerinin yapamadığını, “çağdaş” subaylar gerçekleştiriyor. Bu “çağdaşlık“ askerlerin dış görünüşlerine ve tavırlarına da yansıyor:
“Kimi pet şişelerden suyunu içiyor, kimi teneke kutulardan Coca-Cola’sını yudumluyor. Somun ve karavana seferde yerini sandviçler hamburgerlere çikolatalara bırakmış. Hemen hemen hepsi çakı gibi… Sanki ABD’nin savaş filmlerinden kesitler izliyoruz” 31 . [ERCAN ÖZCAN]
Emperyalizmin NATO aracılığıyla üye ülkelere empoze ettiği imajı izliyoruz, başka birşey değil. Bu “çakı gibi” subayların kapitalist düzenin koruyucuları olduğunu, durumdan görev çıkardıklarını, emperyalist politikaların güvenilir uygulayıcıları olduklarını izliyoruz. Seçime girememenin dışında her şeyi ile bir burjuva partisi olan orduyu izliyoruz. Ordunun kitlelerde yarattığı imajın siyasal arenada boy göstermesiyle birlikte, ne kadar da önem kazandığını görmek durumundayız. 12 Eylül sonrasının “askerlerin partisi” olarak bilinen MDP başkanının yarattığı antipati, Kenan Evren’in pervasızlığı ve patavatsızlığı, Doğan Güreş’in kişiliksizliği, yerini Karadayı’lara, Çevik Bir’lere bırakıyor. Asparti, siyaseti siyasal süreçlere “yumuşak” müdahaleleri, halkla ilişkileri, medyanın işlevsel kullanımını bir anda öğrenmedi. Zamanla bu en gelişkin örgütlülüğe sahip parti, burjuva partilerinin çare olamadığı siyasal krizlerin ardı sıra geldiği dönemlerde, salt silaha dayalı siyaseti bir kenara bırakıyor, siyaset tarzı evrimleşiyor. Asparti’nin günümüzde tüm sermaye sınıfının temsilciliğini üstlenerek, kendisini düzene “balans ayarı” yapma misyonuyla birlikte biçimlendirmesi böyle bir zorunluluğu da beraberinde getiriyor…
“Küreselleşmenin ve diğer uluslararası siyasal gelişmelerin, Türkiye’deki düzenin asıl harcını oluşturan modernist resmi ideolojiyi kimi yönlerden yıprattığı doğru olabilir. Ne var ki, Türkiye kapitalizminin böyle bir ideolojiye mutlak gereksinimi vardır. Varolan burjuva siyasal partiler, bu ideolojinin dışına düştüklerinde ya da itildikleri partikülarist ilişkiler zemininde, aynı ideolojiyi kendi bütünlüğü içinde savunamaz duruma geldiklerinde, boşluk devletin asli kurumları tarafından doldurulmaktadır. Türkiye’de ordunun bu ideolojiden hareketle genel olarak sermaye sınıfının de facto temsilciliğini (zaman zaman) üstlenebildiğini söylemekte bir sakınca yoktur” 32 . [ÇULHAOĞLU Metin]
Daha önceki bölümlerde orduyu bir bütün olarak siyasal süreçlerde burjuva politikalarının uygulayıcısı olma durumuna getiren pek çok süreci incelemeye çalıştık. Askerleri belirleyen ideolojik maddi süreçlere değinmeye çalıştık, ancak bu yeterli mi Değil kuşkusuz belli bir potansiyel üzerine kurgulanabilecek belirlenim ilişkilerinde o potansiyeli yaratmak da büyük önem kazanıyor. Sözü edilen potansiyel üzerinde işlenen ideolojik motifler, her askeri istesin veya istemesin sermayenin kolluk kuvveti haline getiriyor. Potansiyel eğitim ile yaratılıyor, hiç bir emekçi çocuğunun ulaşamadığı koşullarda en iyi şartlarda liseden itibaren başlayan eğitim süreciyle…
“Görev çok net şekilde saptanmamış ise sizler durumdan görev çıkaracaksınız. Herşeyin emirle önünüze gelmesini beklemeyeceksiniz…” 33
Askerlerin eğitimlerinde en önemli üzerinde durulan nokta, bu “durumdan görev çıkarmak”. Zayıf halka ülkesinde kriz durumunda çıkarılan görev, sermaye düzeninin restorasyonu oluyor. Fazlasıyla büyüyen karşı devrimci bloka karşı “görev”, törpüleme oluyor. Ülkenin bölünmez bütünlüğüne karşı “görev”, savaş oluyor. Her zaman bir durum bulunuyor ve görev çıkartılıyor, bu görevi çıkarmak bir askerin eğitim sürecinde içselleştirdiği en önemli motif oluyor.
Kimi zaman bir araya gelen durum değerlendirmesi yapan askerlerin bu davranış tarzı, daha liseden itibaren onlara öğretilen bir hareket tarzına işaret ediyor. Burada sistemli bir düşünme yönteminin her asker tarafından içselleştirilmesine dikkat ediliyor. Homojen hareket eden, belli bir yöntemle durumlara yaklaşan, askerler kendilerini belirleyen maddi ve ideolojik süreçler de göz önünde bulundurulduğunda, hiçbir burjuva politikacısının çıkaramadığı görevleri çıkarıyorlar. Burjuva partilerinin aksine, sermaye ve/veya sermaye gruplarıyla partikülarist ilişkiler üzerinden değil de, devlet dolayımıyla daha bütünsel ilişkiler kuran ordu ve onun her bireyi siyasal süreçlere tepeden bakma avantajına da sahip oluyor. Sistemli düşünme ve tepeden bakma, homojen davranabilme ve güç kullanabilme ile birleştiğinde krizlere en kısa sürede en bütünlüklü müdahale etme yeteneği en üst düzeyde kendini gösteriyor. “Kriz yönetimleri”ne muhtaç olan bir ülkede, “kriz yönetimi” ordudan soruluyor. Ancak bu müdahale yeteneğini abartmamak, düşmanı devleştirmemek gerekiyor. Çözümlerin tıkandığı bir ülkede ileri derecede miyop olan burjuvazinin ve politikacılarının yapamadığını belki miyopluk derecesi biraz daha düşük olan askerler yapıyor bu ülkede düzen güçlerine gözlüklerin hiçbiri uymuyor.
Aspartinin “militanları” nasıl yetişiyor?
Orduların en büyük avantajları, kısa sürede karar verebilme yeteneğine sahip olmaları ve tek vücut davranabilmeleri. Kuşkusuz devrimci durumlarda büyük çatlaklar ve yarıklar görülüyor ancak ordular giderek bu çatlakların oluşma riskini azaltmaya çalışıyorlar. Bunun yolu da eğitimden geçiyor. Liseden itibaren yukarıda anılan “potansiyel”i yaratmak üzere yoğun bir eğitim alan bir askerin, devrimci kriz dönemlerinde düzen dışına kayma riski de minimuma indiriliyor.
Herşeyden önce askerlerin ideolojik olarak “temiz” olmaları isteniyor. Faşist ideolojinin en fazla kullandığı motiflerden biri olan “ne sağ ne sol ideoloji, tek yol vatan sevgisi” Türkiye nesnelliğinde yoğun bir şekilde ideolojilerden bağımsız kendinden menkul herşeyin anahtarı “Atatürkçülük” ideolojisi olarak kendini gösteriyor. Liberal görüşlerin bile kendine alan bulamadığı askeri okullarda sol düşünce ise “vatan hainliği” ile özdeş hale getiriliyor emeğin yanında yer almak kışkırtıcılık bölücülük olarak kafalarda yerleşiyor. Sülalesinde herhangi bir solcu olan bir asker veya asker adayının bile sonu kapı önüne konmak oluyor. Bu şekilde daha önce ordunun içinde yaşanan çatlakların önüne büyük ölçüde geçilmeye çalışılıyor, riskler giderek azaltılıyor. Özellikle, 80 sonrasında subay adaylarının seçimine ve eğitimine daha da büyük önem veriliyor. Zira Harp Okulları tarihinin de en büyük tasfiye dönemlerinden biri olan 77-84 dönemi, 12 Eylül’ün dışarıdan görüldüğü kadar da kolay yapılmadığını gösteriyor. Bu yıllar arasında Kara Harp Okulu, hem kendi içinden hem de mezun olmuşlar arasından yaklaşık 1200’ünü elemiştir. Her geçen gün önlemler artıyor eğitim programları nitelik değiştiriyor.
“1950-60’larda okullarda verilen derslerin ağırlığı askeri konuları kapsıyordu. Ders saatlerinin yüzde 70’i askeri, yüzde 30’u akademik ağırlıklıydı. 27 Mayıs olaylarının getirdiği hava ile okullara liberal fikirler daha kolaylıkla girebildiği gibi, Harp Okulları üç yıldan dört yıla çıkarıldı ve 1974’ten sonra da bu ders oranı değiştirilip ODTÜ’nün programı uygulanmaya başlandı. Bu defa okutulan derslerin yüzde 70’i, askeri konulara ayrıldı.
Fakat bu değişiklik kısa bir süre sonra Genelkurmay açısından önemli bir sakınca yaratmaya başladı. Zira, kıtaya çıkan teğmen askeri bilgisinin yetersizliğinden dolayı bocalar, okullara da ideolojilerin girmesiyle sıkıntılar duyulur oldu. 1978 döneminde olayların en yoğun zamanlarında bu sistemle mezun veren Harp Okulları’ndaki durum, Genelkurmay’da alarm zillerinin çalmasına yol açtı… Hemen ardından da yeni bir değişiklikle ders oranı yüzde 56 askeri (spor dahil), yüzde 44 de akademik olarak saptandı. Liberal akımlara kesin bir set çekildi”34 [BİRAND Mehmet Ali]
Günümüze bakıldığında, askerlerin yöneticilik kriz yönetimi, sistem yönetimi gibi konularda eğitimlerinin yanısıra, ekonomik ve sosyal süreçlere ilişkin de yoğun dersler aldığını görüyoruz. Ancak bir farklılık, ikinci kısımda yer alanların özellikle Akademiler’de yer alması. Zira akademiler “seçilmiş” askerlerin, devlet yöneticisi, parti yöneticisi! olarak yetiştirildikleri yerler olarak görülebilir. Subayların bütününün yerine, düzene bağlığını her aşamada kanıtlamış subayların “siyasallaşması” daha verimli oluyor ve bu yapı 2000’lere giderken devlet yönetiminde ağırlığını hissettiriyor. Akademilerde ekonomi politik, devletlerarası, hukuk, strateji, jeopolitik vb. konularda yoğun eğitimler yapılıyor. Bu eğitimler, askeri eğitimin gerektirdiği bilgilerin çok üzerine çıkıyor. Daha da ötesi Silahlı Kuvvetler Akademisi ile yılda ikişer dönemden 75’şer kurmay subay dünyada “askeri” yönden sorunlu bölgelerdeki durum, strateji, yeni konsept ve doktrinler vs. üzerine eğitim görüyor. Birliklerine dönen bu subayların “yeni konsept”leri astlarına “anlatmaları” gerekiyor. Keza Milli Güvenlik Akademisi’nde yılda bir dönem 20 sivil (kamu ve özel sektör yöneticileri) ve 10 üst düzey subay stratejik eğitim alıyor. Akademilerde verilen eğitim ayrıntısıyla incelenebilir. Ancak söylenmesi gereken şudur: Burjuva devletin kurumsal kazanımlarının güçlü olmadığı, krizlerden krizlere yuvarlanan, çözümlerin birer birer tükendiği bir ülkede, burjuvazinin ve onun temsilcilerinin yapamadığının ordu tarafından üstlenilmesi ve tüm yapılanmanın buna uygun bir şekilde oluşturulması ilginç değil, bir gereksinim bir zorunluluk…
Restorasyon kavramını siyasal analizlerimizin eksenine yerleştirdiğimiz ve onun öncüsü olarak Aspartiyi tarif ettiğimiz bir süreçte, bu partinin üzerinde daha da fazla durmak gerekiyor. Biz de Kürt coğrafyasındaki savaşın, değişen NATO’nun tüm dünyada çeşitli düzeylerde yürütülen restorasyon süreçlerinde orduların işlevlerini tartışmaya ve günümüzde Aspartinin açılımlarını mercek altına yatırmaya devam edeceğiz. Karşımızdaki yapının kırılgan ve zayıf noktalarını daha da net göreceğiz.
Dipnotlar ve Kaynak
- ÖDP 1. Olağan Konferansı ve Büyük Kongresi Kararlar Kitabı, Aralık 1997, sayfa 29
- ÇULHAOĞLU Metin; Bin Yıl Esiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınevi, Eylül 97, sayfa 192
- MERT Ali; Türkiye’de Devlet Ne Kadar Gizli?, Gelenek 57, sayfa 136
- ÇULHAOĞLU Metin; age, sayfa 192
- ÖZTÜRK Metin; Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları 1993, sayfa 153-154
- ÖZTÜRK Metin; age, sayfa 42
- ÖZTÜRK Metin; age, sayfa 57-58
- Mustafa Kemal’in 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki Partisi Kongresi’nde yaptığı konusmadan aktaran BİRAND M. Ali; Emret Komutanım, Milliyet Yayınları, 1987, sayfa 152
- ÖZDAĞ Ümit; Ordu Siyaset İliskişi, Gündoğan Yayınları, sayfa 117
- ÖZDAĞ Ümit; age, sayfa 112-113
- Dündar Seyhan’dan aktaran KÜÇÜK Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler, Cilt 3, Sayfa 91
- Dündar Seyhan’dan aktaran KÜÇÜK Y.; age, sayfa 90
- HALE William; Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Hil Yayın, 1994, sayfa 82
- ÖZTÜRK Metin; age, sayfa 65
- HALE William; age, sayfa 93
- Dündar Seyhan’dan aktaran KÜÇÜK Y.; age, sayfa 107
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, İletişim Yayınları, sayfa 1970-1971
- age, sayfa 1971
- İPEKÇİ Abdi, COŞAR Ömer Sami; İhtilalin İçyüzü 1965, sayfa 15
- GİRİTLİ Aydın; Bitmeyen Tartısma 27 Mayıs, Gelenek 52, sayfa 34-35
- KÜÇÜK Yalçın; Türkiye Üzerine… sayfa 89
- MBK’da konusma sırası gelen bir yüzbası sözlerine müdahale eden Madanoğlu’na şöyle diyor: “ …Burada herkesin rütbesi ve sıfatı eşittir ve birdir; İhtilal Meclisi üyeliği…”. Aktaran KÜÇÜK Y.; age, sayfa 99
- İhanet Anlaşması SİA, Bilim Yayınları, 1980’den aktaran Düsünce Eylem Brosürleri, Terör Örgütü NATO
- ÖZTÜRK Metin; age, sayfa 78
- PARLAR Suat; Silahlı Bürokrasinin Ekonomi Politiği, sayfa 76
- Daha ayrıntılı bilgi için PARLAR Suat; age ve OYAK’ın web sitesine bakılabilir
- Savunma için mali kaynak yaratmak, Em. Org. Doğan Bayazıt Ulusal Strateji, sayı:4
- Sendikalara Çok İş Düşüyor, Sınıf Tavrı, sayı: 8, sayfa 40
- ŞEN Serdar; Silahlı Kuvvetler ve Modernizm, Sarmal Yay., 1996, sayfa 137
- age, sayfa 144-145
- 21. Yüzyıl, Değişim ve Ordu, Özcan Ercan, Savunma Dergisi, Sayı:2, sayfa 14
- ÇULHAOĞLU Metin; age, sayfa 205
- BİRAND M. Ali; age, sayfa 74
- age, sayfa 66