“1789’a bütün milletçe ihtiyacımız var tarihte atlama olmaz; hepsi sırayla sahneye konulmalı. Canım küçük burjuvaları kıralın boyunduruğundan kurtarmalıyız ki cici karılarını kollarına katarak Eşitlik Meydanında Bağımsızlık Parkında ve Kardeşlik Aile Bahçesinde dolaştırabilsinler; bak sevgilim bizim için buralarda birtakım deliler kanlarını döktüler diye dedelerinden kalan kahramanlık mirasiyle gururlansınlar. Bu mirasın doğması için önce mülkiyet gerekli mülkiyet.”
Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar
Modern çağı yaratan ve sonrasında sürükleyen süreç olarak modernleşme hiç şüphesiz kapitalizmle doğrudan ilişkilidir. Kapitalist gelişme yalnızca birtakım maddi olgulardan hareketle gözlenebilen ekonomik ve siyasi bir süreç değildir.
Toplumsal formasyonun tamamında ideolojik alan da dahil olmak üzere kökten değişikliklerle kendini gösteren kapitalistleşme süreci bir bütün olarak kendi ürünü olan insanı yaratmıştır. Modernleşme yaşantısıyla dünyaya bakışıyla ilişkileri ve davranışlarıyla kapitalizmin insanını yaratan bütünsel değişimin tam da kendisidir.
Marksizm ile modernizm arasındaki ilişki de marksizmin kapitalist gelişmenin görece erken yıllarında ortaya çıkması ve kapitalist gelişmenin ürünü olan iki modern sınıfın proletarya ve burjuvazi arasındaki antagonizmayı veri alması nedenlerinden dolayı sorunlara gebe bir alan. Ancak sorunların marksizmin modernizmi kavrayışından kaynaklandığı düşünülmemeli; bu alanın problemler yaratıyor olması bahsettiğim nedenlerin marksizmin dışından gelen eleştiriler tarafından istismara açık olması.
Özellikle son yıllarda postmodernizm adı altında modernizme dönük yapılan eleştiriler bu istismarın dozunu fazlasıyla arttırdı. Öyle ki bazıları ciddi ciddi marksizmi basbayağı modernist bir ideoloji olarak nitelendirmeye başladı.
Aslolarak modernizme değil marksizme yöneltilmiş bir saldırı olan postmodernizmi karşılamaya çalışan marksistler de belki biraz da haklı olarak marksizmin bir modernizm eleştirisi olduğunu öne çıkartmadılar. Postmodernistlerin modernizm ve marksizmi aynı düzleme koyup çökertmeye çalışmaları marksist cenahta saldırılara karşı üretilen yanıtların bir kısmının aynı bağlamı kullanmasına yol açtı. Bu marksizm açısından ciddi bir talihsizlik oldu.
Dahası modernizm konusunda marksizmin iki somut sıkıntı kaynağı daha vardı. Birincisi ilk sosyalizm deneylerinin hem yaşama geçtiği coğrafya hem de zaman bu deneylerin kalkınma ve ilerleme gibi birtakım temaları öne çıkartması zorunluluğunu doğuruyordu.
İkincisi kapitalist gelişme yoluna sonradan giren ülkelerin komünist hareketleri de siyasi mücadelenin gereklerine uygun olarak değişik tonlarda yine aynı vurguyu yapıyordu.
Bu noktada da marksistlerin bu vurgu kaymasının yarattığı ideolojik boşluğu yeterince dolduramadığını kabul etmek gerekir. Ancak marksizmle modernizm arasındaki ilişkinin sorunlu kavrandığı da bir başka gerçektir.
“Marx için sorun modernizm değil kapitalizmdi. Dolayısıyla Marx’a göre kapitalizmin sorunları ancak daha fazla modernizm yani sosyalizm ile çözülebilirdi. Marx’ın önerdiği çözüm daha fazla planlama daha bilinçli müdahale daha fazla katılım öngörüyordu.” 1
Marksizm için öncelikli sorunun modernizm değil kapitalizm olduğunu daha sonra da Marx’ın kapitalizmin sorunlarını ancak daha fazla modernizmle aşılabileceğini söylediğini iddia etmek aslında basbayağı teorik bir hiledir. Öncelikle marksizmin birtakım kavramlara yüklediği anlam ile kapitalizmin veya modernizmin yükledikleri anlam ve işlev arasında büyük fark vardır. Yalnızca örnek olsun pazar ekonomisinin varolmadığı koşullarda sosyalist planlama ile kapitalist devletin bir pazar ekonomisine planlama ile müdahale etmesi arasındaki fark ilkinin daha fazla “planlamacı” mı olmasıdır Sosyalist iktidarın bilinçli müdahalesi ve katılım mekanizmaları ile kapitalizm koşullarında iktidarın benzer eylemleri arasındaki fark bir nicel katsayıya bakıp mı incelenecektir
Elbette hayır…
Ancak bu yöntemin marksizm ile modernizm arasındaki ilişki incelenirken temel yöntem olduğu unutulmamalıdır: Kapitalizmin ilerleme ve kalkınma anlayışı ile sosyalizmin ilerleme ve kalkınma anlayışı aynı kefeye konur yalnızca aslında gizli bir pozitivist tavırla nicel farklılıklara işaret edilir planlama veya başka örnekler için de durum farklı değildir.
Oysa meseleyi uzatmadan yalnızca bir temel farklılığa işaret etmek bile yeterlidir. Sosyalizmde üretici güçlerin gelişimi ve bu gelişimle ilgili tüm diğer olgu ve yöntemlerde esas olan bir sınıfın diğer sınıfı sömürmesini engellemektir. İşçi sınıfı iktidara kendisinin ve tüm diğer sınıfların sonunu hazırlamak için gelecektir.
Eşitlik kardeşlik bağımsızlık gibi burjuvazinin ilericilik dönemine ait ideallerin de marksizmde aynı içerikte kullanılmadığı bu kavramların bambaşka anlamlara gelecek şekilde yeniden üretildiği unutulmamalıdır.
Dahası bugün bu kavramlar kullanıldığında hatırlananlar bunların saf modernist anlamları değildir. Marksistlerin sürdürdüğü ideolojik mücadele bu kavramlara bugün yüklenen anlamlarda sosyalizmden yana kaymalar sağladıysa bu durum marksizmin modernist olduğu anlamına gelmez. Tersine marksizmin kavramların ne kadar sağlıklı anlaşıldığına bağlı olarak başarısına işaret eder. Durum kalkınma ilerleme ve planlama gibi maddi olgular için de çok farklı değildir. Bugün bu olguların insanlara biraz olsun sosyalizmi çağrıştırması marksizmin modernist projenin doğrudan devamı olduğunun değil marksizmin modernizmi aşma yetkinliğinin ispatıdır.
Hem kalkınma ve ilerleme gibi olgularla uğraşmanın bir Batılı aydın fantazisi olduğu da hatırlanmalıdır. Afrika’nın Orta Doğu’nun Asya’nın fakir ve mazlum halkları için bu eleştirilerin ne kadar anlamı vardır Türkiye’de bile kendi kendilerine bunları tartışan entelektüelleri bir kenara bırakalım halkın önüne çıkıp kalkınma ve ilerleme hedefinden vazgeçiyoruz demek mümkün müdür Bu gerçekler marksizmin bu olgularla olan ilişkisinin sürmek zorunda olduğunu göstermektedir. Elbette marksizmin bu kavramlarla olan ilişkisini doğru tarif etmeye mümkün olduğu kadar özen göstermek şartıyla…
Marksizm şu ana kadar ortaya konan en kapsamlı modernizm eleştirisidir. Bunu da daha fazla modernist bir tutum almasına değil doğrudan modernizmin temellerine saldırmasına bu temelleri yıkarak bambaşka bir alternatifi yaratabilmesine borçludur.
Marksizm sonrasında ortaya konan eleştirel sistemlerin hiçbiri bunu başaramayacaktır. Çünkü bu eleştirilerin hiçbiri sistemli ve bütünsel bir kapitalizm karşıtlığı yapmayacaktır.
Marksizmin sistemli ve bütünsel yapısı planlama kalkınma gibi maddi olgulara ve hatta yalnızca doğuşu itibariyle burjuvaziye ait birtakım ideallere indirgenemez. Bu yapının bir sınıfsız toplum ütopyası içerdiği de unutulmamalıdır.
Dolayısıyla marksizm kalkınma ve ilerleme gibi olguların hâlâ bir gerçeklik taşıyor olmasından hareketle modernizm eleştirisinden vazgeçemez. Bu alanı tamamen postmodernistlere veya başka alternatif toplumsal hareketlere terk edemez. Marksizmin modernizm eleştirisi bu kavramların nasıl anlamlandırdığını içerecek bu anlamlandırmayı somut örneklerle besleyecek ama kapitalistleşme sürecinin yaşantısıyla dünyaya bakışıyla ilişkileri ve davranışlarıyla yarattığı insanın değerlendirilmesini de mutlaka barındıracaktır.
Marksizm modernizmin ideolojisiyle hesaplaşmayı sürdürecek. Bu hesaplaşma Türkiye gibi ülkelerde doğal olarak modernizmle ilginç bir ilişkisi olan islamcı ideolojiyle olan mücadeleyi de belirleyecek.
Söz konusu olan Türkiye olunca elbette işin içine Doğu ve Batı gibi kavramlar da girecek.
Ama Doğululuk ve Batılılığın yalnızca Türkiye’de değil hem Doğulular hem de Batılılar için her yerde bir sorun olduğu muhakkak. Tabii ki farklı şekillerde…
Batılılar için Batılılaşma diye bir kavram söz konusu değil mesela. Bunu duymak insana ilk başta garip gelebiliyor. Bir Batılı için Batılılaşma neden söz konusu olsun bu soru neden sorulsun diye tepkiler de ilk bakışta çok anlamlı görünebiliyor.
Oysa Batılılaşma diye adlandırılan sürecin biraz daha ayrıntılı incelenmesi aynı sürecin basbayağı “Batılı” diye nitelendirilebilecek bir ülke için de geçerli olabileceği ortaya çıkarıyor.
Ama kapitalizmin batıda doğmuş olması ve bir dünya sistemi özelliği arz etmesi nedeniyle Batılı ülkeler Batılılaşmıyor ama kapitalistleşiyor.
Doğulu ülkelerin birkaç istisna hariç neredeyse tamamı için ise bir süreç olarak Batılılaşmadan söz etmek mümkün. Çok farklı yollar izleseler de bir kısmının Batılılaşma süreci sosyalist veya üçüncü yolcu uğraklardan geçse de ülkelerin dünya sistemi olarak kapitalizme entegrasyonu hiçbir zaman yalnızca bir üretim tarzının yerini diğerinin alması sınıfsal kompozisyon ve iktidar ilişkilerinin bununla uyumlu biçimde değişmesi şeklinde gerçekleşmedi. Bu ülkelerde kültürel iklim ideolojik atmosfer ve tabii günlük yaşam biçimleri de bu değişikliklerle eşzamanlı olmak zorunda olmasa da eşgüdümlü bir şekilde farklılaştı. Batılı bir sistem olarak kapitalizme uyum sağladı. Daha yaygın kullanılan ifadeyle Batılılaştı.
Bu süreç söz konusu olduğunda her ülkenin kendi özgünlükleri vardı elbette hâlâ da var. Çünkü Doğu ve aslında kapitalist sistemin hiyerarşisinde aşağılarda yer alan ülkeler ve halklar söz konusu olduğunda bu ülke sistemlerinin emperyalizme entegrasyon şemaları uluslararası sermayenin uzun vadeli yönelimleriyle uyumlu bir biçimde değişmeye devam ediyor.
“Doğulu” ülkenin uluslararası sisteme entegrasyon şeması değiştikçe de ülkenin Batılılaşma macerasında yeni bir merhaleye giriliyor.
Dahası uluslararası sistemin bugünkü halini almasının aslında oldukça yeni bir gelişme olduğu da unutulmasın. Sistemin iki kutuplu olduğu günlerde elbette Batılılaşma olarak adlandırılan süreç bu yapıya özgü karakteristikleri de barındırıyordu.
Türkiye Batılılaşma söz konusu olduğunda pek çok açıdan ilginç bir ülke.
Batı’nın ve Doğu’nun tanımları konusunda tartışmaların sonu olmasa da Türkiye’nin Batı’nın hemen dibindeki Doğulu bir ülke olduğu söylenebilir belki. Ama Türkiye’nin Batılılaşma macerasını sırf bu nedenle başka ülkelere kıyasla sancılı geçirdiğini iddia ederken aceleci davranmamakta fayda var.
Aslında Türkiye’nin bu konudaki sancılarını abartmanın da bir sınırı olmalı. Mısır veya İran daha mı az sancılı Batılılaştı Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülke olmasını bir kenara bırakırsak “Batılılaşırken” bambaşka bir yola giriveren Rusya’nın geçirdiği sürece sancısız diyebilir miyiz Hindistan’ın kapitalistleşmesini “Batılılaşma” bağlamında nasıl değerlendirmeliyiz Sorular arttırılabilir. Ancak tüm bu verileri ortaya koymadan etraflıca bir değerlendirme yapmaksızın Türkiye’nin özgünlüklerini öne çıkartmak her zaman sayısız tuzaklar barındıran bir iştir.
Ama tüm bunlar Türkiye’nin müslüman nüfusa sahip ülkeler arasında kendine özgü bir seküler deneyim yaşadığını görmemize engel olmamalı mesela…
Hem tam da AKP gibi islamcılıkla liberalizmi melezlemeyi başaran bir partinin ülke siyasetinin tartışmasız en güçlü partisi haline geldiği bu günlerde bu özgünlük üzerinde biraz daha durulmayı hak ediyor.
AKP’nin iktidarındaki Türkiye’nin koşar adım Avrupa Birliği’ne doğru ilerlemesi Türkiye’nin Batılılaşma macerasına bir kez daha göz atmayı belki de gerekli kılıyor. Bu göz atış ve kısa değerlendirme Türkiye solunun Batılılaşma ile ilişkisinin tarihini değil ama bugününü ele almayı zorlayacağından biraz ilginç bir hal alıyor.
Kapitalizm öncesi dünyanın doğusu batısı var mı?
Öncelikle Doğu ve Batı kavramlarının zaman içinde nasıl değişiklik gösterdiğinin üzerinde durmak gerekiyor.
Çünkü kapitalist üretim tarzı bir kez egemen üretim tarzı haline geldikten sonra hakim sınıf olan burjuvazi kendi tarihini yazarken bu kavramlara da amaçlarına uygun bir tarih yazabiliyor.
Madem böyle bir “yeniden yazma” çabası var Batılılaşma olgusunu kapitalizmle birlikte ele alabilsek de Doğu ve Batı kavramlarını ya da söylendiği şekliyle Doğu-Batı karşıtlığını kapitalizm dönemine sıkıştırmak ne kadar mümkün Geçmişte bu “yeniden yazım” işinde burjuvazinin elini güçlendirecek ne kadar veri var
Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler Doğu’nun Batılılaşma yoluyla Batı’yla ilişki kurmasından çok öncesine dayanıyor elbette. Ama bu ilişkiler hep bir karşıtlık çerçevesinde mi tanımlandı Hem madem Doğu ve Batı’dan söz ediyoruz bir Batılı için Doğu nerede başlar Ya bir Doğulu için Doğu nerede biter
Bu soruları yanıtlamak o kadar kolay olmasa gerek. Sınırları belirlemeye çalıştığı anda aslında birden fazla Doğu ve birden fazla Batı olduğunu anlayabilir insan. Doğu’nun ve Batı’nın mutlak tanımları ve sınırları yoktur: Zamana dolayısıyla o zamana ait ekonomik ideolojik ve siyasi koşullara bağlı olarak değişen sınırlar ve tanımlar söz konusudur.
Coğrafya kuralları da çoğu zaman geçersizdir. Batı için Doğu’nun en doğuda olan olduğunu kimse iddia edemez mesela. Yüzyıllar boyunca Doğu ile kastedilenin Türkiye ve Ortadoğu olmasının tek nedeni nesnel bir bilgi yetersizliği uzak ülkelerin insanlar tarafından bilinmemesi değildir. Çin Hindistan ve Japonya’nın Batılının yaşamına girmesinden sonra dahi Doğu doğuya kaymamış aynı yerde kalmıştır. Çin ve Japonya artık Batı literatüründe “Uzak Doğu”dur.
Batı’nın batıya kayışı da bir coğrafi harekatın Batılının kendisi için yeni bir kıtaya ayak basmasının ve ardından bir kıtanın vahşi bir şekilde fethedilmesinin doğal sonucu değildir. Bir dünya sisteminin hegemonik gücünün bir dünya savaşının ardından değişmesi beklenecektir bu kayış için.
Hem Batı’nın tamamı da kaymamıştır. Avrupa olmaksızın bir Batı düşünmek hâlâ mümkün değildir. Ama artık tersi de doğrudur; ABD olmaksızın bir Batı tahayyülü imkansızdır.
Görüldüğü gibi Batı ile Doğu arasındaki sınırlar değişmez çizgiler değil. Batı-Doğu ikiliği de pek çok şey gibi zamana bağlı olarak incelenebiliyor. Peki öyleyse bu karşıtlığın tabii eğer varsa tarihi nereye kadar uzanıyor
Özellikle Batılı literatürde bu konunun fazlasıyla belki de gereğinden fazla ele alındığı iyi bilinir. Ancak bu konunun didik didik edilmesinin nedeni elbette tek başına Batılılıların Doğu ilgisi değildir.
Kapitalist üretim tarzının Batı ülkelerinde görülmeye başlamasıyla kurulmaya çalışılan bağımlılık ilişkilerinin ideolojik kurgusunu oluşturma ihtiyacı Batılıyı farklı saiklerle bu ilişkinin geçmişte köklerini aramaya itmiştir.
Dahası Batılı Doğu’ya bakarak kendisini tanımaya çalışırken Doğu’yu bir araç olarak kullanmaktadır.
Ama bağımlılık ve egemenlik ilişkisinin ideolojisine katkı sağlarken bir yandan da bir kavram olarak “Doğu”nun araçsallaşması Batı literatüründe hem “Batı” hem de “Doğu” kavramlarını her niyete yenen bir yemek haline getirmiş mesele bu literatüre sadık kalınarak işin içinden çıkılması olanaksız bir hale gelmiştir. Ancak yine de Batılı gözünden “Doğu-Batı”ya bakışın Batılılaşma süreçlerinin bugününü anlamak açısından hiçbir ipucu içermediğini iddia edemeyiz…
Batılıların penceresinden bakarsak isteyen bu tarihi çok bilinen bir efsaneye kadar uzatmakta serbest: Hani şu Europa’nın Zeus tarafından kaçırılmasının hikayesine…
Okeanos’un kızlarından olan tanrıça Europa Zeus tarafından aldatılıp baştan çıkarılır ve daha sonra tanrının çocuğunu doğurmak için yaşadığı Asya topraklarından bir hayvanın sırtında Girit’e uçurulur. Kardeşi Asia geride kalacaktır. Efsane bu semboller yetmemiş olacak ki Europa’nın kaçırılmadan bir gece önce gördüğü düşle daha da zenginleşir. Düş bir kehaneti içermektedir: İki toprak Asya ve karşıdaki topraklar güzel Europa için çekişmektedir.
“Çağdaş” yorumcular için bu öykü gerçekten bir hazine değerinde… Medeniyetin beşiği Asya’dan tanrısal bir soyu başlatmak için Yunanistan’a kaçırılan Europa’nın öyküsü burnu büyük Batı’nın kimliği ve kökleri konusunda yarattığı ideolojiyi beslemek için fazlasıyla uygun.
Balkanlar gibi talihsiz bir bölgenin tam ortasında yer alan ve bölgenin tarihi talihsizliğinden bir türlü azade olamayan Yunanistan’ın özel konumunu vurgulaması bile öykünün bugünkü gücünü anlamak için önemli bir veri teşkil ediyor. Batı Yunanistan’la sorunlu ilişkisini çözmek için tarihi Avrupa Birliği’nden çok önceye dayanan bir efsaneyi kullanıyor.
Madem Europa Yunanistan’a kaçırıldı ve Yunanistan Avrupa’nın öncüsü olarak ilan edildi artık bir Doğu Batı karşıtlığı yaratmak için her şey hazır gibi. Yine keyfe bağlı olarak Yunanistan ile zamanın diğer ulusları arasında yaşanan savaşları Batı uygarlığının öncüsü olarak Helenler ile Doğu’nun barbar ulusları arasında geçen öncül Doğu Batı çarpışmaları olarak almak mümkün olabilir mesela.
Ancak Aristoteles dahi sizinle aynı fikirde olmayabilir:
“Soğuk bölgelerde yaşayan ırklar ve Avrupa’dakiler cesaret ve tutkuyla doludurlar fakat beceri ve beyin güçleri biraz kıttır; bundan ötürü genellikle bağımsız kalabilmelerine karşın siyasal birlikleri ve başkalarına egemen olma yetenekleri yoktur. Öte yandan Asyalı ırkların hem beyinleri hem de becerileri vardır ama cesaret ve iradeleri eksiktir; bu nedenle hep köleleştirilir ve uyruk olarak kalırlar. Coğrafyaca orta bir durumda olan Helen ırkı ise her ikisinden de bir ölçüde pay almıştır. Dolasıyle en iyi siyasal kurumlara sahip olarak özgürlüğünü sürdürüyor ve tek bir anayasa altında birleşse bütün öteki ülkelere egemen olabilecek yetenekte.” 2
Filozofun beceri ve beyin güçlerinin kıt olması nedeniyle Avrupalıları siyasi birlik sağlama konusunda umutsuz vaka olarak görmesinin bugünkü Avrupa Birliği tartışmaları içerisindeki yerini bir kenara bırakırsak Avrupa ile Helen uygarlığını birbirinden net bir şekilde ayırdığını görebiliriz. Asyalı ve Avrupalı ırkların en iyi özelliklerini kendilerinde toplayan Helenler Aristoteles’e göre ne Asyalı ne de Avrupalıdır.
Bir başka deyişle Batı uygarlığının öncülü olarak görülen Yunanistan ne Doğulu ne de Batılıdır. Çağdaş veya yakın zamanlı karşıtlıkları geçmişe taşımakta acele etmemekte sonsuz fayda vardır. Doğu Batı karşıtlığının da ezeli ve ebedi bir karşıtlık olduğunu düşünmenin hiçbir nesnel temeli yoktur:
“Asya acı çekmektedir; ama acı çekerken bile Avrupa’yı tehdit etmektedir: Ezeli belalı sınır klasik çağdan beri neredeyse değişmeksizin varlığını sürdürmektedir Doğu ile Batı arasında.” 3
Klasik çağda o sınırın varolduğunu iddia edenler Said’in eleştirdiklerinden başkası değildir. Ama Said aslında öfkesinin değil yönteminin ona hazırladığı tuzağa düşüp söylemin uçsuz bucaksız yayılımının büyüsüne kaptırmıştır kendisini.
Metinlerin gücünün sınırsızlığına inanmak aslında kolaydır: Bazı metinler akademisyenlerin eğitim kurumlarının ve hükümetlerin gücünü de arkasına alarak yalnız bilgi üretmekle kalmaz betimlemek üzere ortaya çıktıkları gerçekliğin kendisini de yaratabilirler. Öyle ki bu bilgi ve gerçekliğin ürettiği “söylem” bu söylemden üreyecek metinlerden sorumlu hale gelir; yazar bile gölgede kalmıştır artık. 4
Bu yöntem sayesinde Doğu ile Batı arasındaki sınırın ezeliliği bir gerçeklik kazanabilir. Hem de gerçekten orada olup olmamasından bağımsız olarak. Çünkü söylem artık bir gerçekliği yaratabilecek kadar güçlüdür.
Oysa kavramların da kendilerine özgü bir tarihleri vardır. Ancak bu tarih maddi gerçeklikten bağımsız veya bu maddi gerçekliği baştan aşağıya yeniden kuracak bir güce sahip değildir.
Kavramların kendine has tarihi bu kavramlara dönemsel olarak yüklenen anlamlar bu kavramlar aracılığıyla tarif etmeye kalkıştığımız tarihselliği değiştiremez. Tam tersine içinde yaşadığımız dönemin şartlarında her defasında yeniden üretilen kavram üretildiği zaman ile tarihsellik arasındaki gerilimi içinde barındırır.
İşin tuhaf ve çekici yanı şimdiki zaman ile tarihsellik arasındaki gerilim eşitsizdir. Kavramlar da ilişkide oldukları maddi gerçekliğin eşitsiz gelişiminden nasibini almaktadır. Aynı gerçek tarihsel zaman içinde toplanan ayrık tarihlerin ifadesindeki gerçek zorluktur bu. Çünkü kavramların üretim süreci de aynı gerçek tarihsel zaman içinde toplanma sonucunda ortaya çıkan bütün tarafından ideolojik olarak belirlenmektedir.
Bu belirlenme süreksizliği ve farklı anlamlar yüklemeyi olanaklı kılmaktadır. Ama bu farklar ve süreksizlik maddi gerçekliğin kendisini değiştiremez.
Bugünün Doğu-Batı karşıtlığı antik çağa taşınamayacağı gibi bu karşıtlığın günümüzdeki kullanım yaygınlığı bu karşıtlığa yapılan atıfların sıklığı onun tarihsel yolculuğunu değiştiremez onu ezeli yapmaz mesela…
Dilsel bir kurmaca gerçeği anlamamıza yardımcı olurken gerçeğin yerini alamaz. Kelimeler ve şeyler arasındaki sınır kalıcıdır.
Bu sınır ihlal edildiğinde kelimeler veya kavramlar gerçekliği algılamamıza değil onu hayal etmemize veya yaratmamıza hizmet eder.
Peki ama bu sınırın ihlalinin Doğu-Batı karşıtlığı özelinde ne gibi sakıncaları vardır
Her şeyden önce Doğu ile Batı’nın ilişkisinin yüzyıllardır benzer dinamikler sergilediğini kalıcılığını iddia etmek bu ilişkinin hangi dönemlerde ne gibi değişiklikler yaşadığını önemsizleştirme tehlikesini barındırır. Bu yaklaşımı biraz zorlayarak da olsa mantıksal sonuçlarına götürmek bizi bu dönemleri birbirine bağlayan ortak noktayı aramaya itebilir.
Elbette kimse örneğin kapitalizmin ortaya çıkışının ve daha sonra kapitalizmin farklı bir aşaması olarak emperyalizmin görülmesinin hele de konu ezilen halklarla sömürüyle yakından ilişkilendirilebilecek Doğu Batı karşıtlığıysa önemsiz olduğunu iddia etmeyecektir.
Ama varolan bir ezeli ilişkinin biçim değiştirmesi ile bu ilişkinin belki de baştan sona yeniden yaratılmasının arasında çok fark vardır. İlkinin kapitalizmin de aslında hep varolduğunu yalnızca ortaya çıkmak için uygun koşulları beklediğini söyleyen tezlerle arasındaki mesafe şaşırtıcı derecede kısadır. 5
Oysa kapitalist üretim tarzının dünya üzerinde görülmeye başlanması ile dünya eskisinden çok daha farklı bir hale gelecek ve aslında bugün üzerinde durulan Doğu-Batı kavram çifti kapitalizmle birlikte bir anlam kazanacaktır.
Ancak kapitalist üretim tarzı ile birlikte anlamlı olacak karşıtlıkları zaman içinde bir yolculuğa çıkartmak bu karşıtlığın nereye oturduğunun anlaşılmasını güçleştirdiği gibi bu üretim tarzının varoluşundan önce olmayan izlerini aramayı teşvik etmektedir. Oysa kapitalizm insanoğlu için başı ve sonu olan bir dönemdir.
Doğu ve Batı’nın arasındaki sınırın üretim tarzlarından bağımsız bir ezeliliği olduğu iddiasının bu sınırın nerede çizilmesi gerektiğine dair tartışmaya da pek bir faydası yok.
Kapitalizm koşullarında çizilen sınırların Avrupa’nın feodal üretim tarzının hakim olduğu yılları için ne kadar anlamı olabilir mesela?
Dahası feodal üretim tarzının çözülmeye kapitalist üretim tarzının görülmeye başlamasıyla birlikte çökmek için yükselişe geçen mutlakiyetçi monarşilerin birbirleriyle uğraşmaktan doğularındaki devlet ve topluluklarla uğraşmaya vakti olmuş mudur acaba Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişinde bu ara dönemin etkisi nedir Böylesi bir dönem için ezeli bir Doğu Batı karşıtlığından söz etmek ne kadar doğrudur?
Bu soruların yanıtları üzerinde uzun uzadıya durulabilir. Ama dönemin Avrupa’da en çarpıcı gelişmesi olan Osmanlı’nın batıya doğru ilerleyişinden dahi bir Doğu Batı kavgası yaratmak mümkün değildir.
Müslümanlar daha önce Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek batıdan zorladıkları Avrupa’yı bu defa doğudan sıkıştırmaktadır. Sorun elbette tehlikenin hangi yönden geldiği değil. Farklı zamanlarda Doğulu iki kavim – Türkler de öyle mi – Batılı toplulukları – Balkan halkları Batılı mı – tehdit etmektedir.
Hem doğudan gelenler müslüman batıda bekleyenler ise hıristiyandır. Oysa 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın ve İslam dünyasının krizi ortak ve dinden bağımsızdır: Zengin güçlü geniş topraklara sahip soylular sınıfıyla sayıları her geçen gün artan sefalet içindeki insanların arasındaki kutuplaşma yoğunlaşmaktadır. Bu sınıf mücadelesinin yoğunlaşması bambaşka bir üretim tarzının doğuşunu sağlayacaktır. Ancak her ülkenin ve bölgenin özgün koşulları bu geçişlerin hem zamansal olarak hem de nitel olarak farklılaşmasını sağlayacaktır.
Adını koymak gerekirse bu krizin belirleyiciliği altında tüm farklılıklara rağmen tıpkı daha önce olduğu gibi o yüzyıllarda da müslümanların ve hıristiyanların oluşturduğu tek bir Akdeniz vardır.
Başka bir deyişle Doğu ve Batı olarak iki Akdeniz yoktur ama birçok Avrupa vardır: Batı ve Doğu Avrupa Balkanlar Katolik ve Protestan Avrupa Osmanlı hakimiyetindeki çeşitli bölgeler… Bu bölgeleri farklı kriterlere dayanarak çeşitli gruplara ayırmak mümkündür ancak hepsini kesen bir Doğu-Batı sınıflandırması yapmak doğru değildir.
Yanlış anlaşılmaların önüne geçmekte fayda var: Tek bir Akdeniz olduğunu iddia etmek ne bu ülkeler ve halklar arasındaki farkları önemsizleştirmek ne de yine bu ülke ve halklar arasındaki gerginlikleri savaşları ve bu savaşların sonucunda değişen hakimiyet ilişkilerini görmezden gelmek anlamına geliyor. Yalnızca tüm bu olgu ve olayların basit bir Doğu Batı karşıtlığı çerçevesinde anlaşılmasının olanaksız olduğunun bu kronolojinin tamamını Doğu Batı ekseninde tekrar okumanın yanlışlığının altını çizmek gerekiyor.
Doğu ile Batı arasındaki sınırı ararken doğru ile yanlışın arasındaki sınır sıklıkla geçiliyor.
Bu durum dinin bu karşıtlıktaki rolünü incelerken de çok farklı bir görünüm arz etmiyor.
İslam’ın 7. yüzyılda bir din olarak Arap yarımadasında doğmasından sonra hızla yayılması hıristiyan aleminde kendisinden sonra gelen ve aslında kendisini yanlışlayan bir din olarak islama karşı bir refleksin doğmasına yol açtı: İslam sapkın bir dindi ve yayılması engellenmeliydi. Bu eğilim Avrupa’da üretilen metinlere de yansıdı elbette. Ancak zaman geçtikçe doğrudan dinsel karşıtlık yerini başka nedenlerin dinsel olanla süslenmesine bıraktı. Düşmanlık ve çekişmelerdeki dinsel ton yer değiştiriyordu.
Aslında dinselliğin yerinin değişmesi üretim tarzındaki zorun rolünün farklılaşması ile de yakından ilgiliydi. Kendi hakimiyet alanında artık ürüne el koymak için dinsel ögeleri kullanmak zorunda olan egemen sınıf aynı ögeyi dışa karşı da savunmak zorunda kalacaktı. Ancak kapitalizm öncesi üretim tarzlarının çözülüşü doğal olarak dinsel olanın da farklı bir alana çekilmesini zorunlu kılıyordu.
Ama işin ilginci dinselliğin hâlâ merkezi konumunu koruduğu dönemlerde bile Doğu ile Batı arasındaki sınır yine Batılılara göre müslüman alemi ile hıristiyan alemi arasındaki sınır değildi. Tarihsel köklerin bulunduğu Yunanistan dahi Avrupalı için sınırın öte yanındaydı. Önce Doğu Roma’nın elinde bulunan bu bölge daha sonra Osmanlılar tarafından fethedilecek yaşayan insanların çoğunluğunun dininden bağımsız olmak üzere Avrupa’nın bir parçası olarak görülmeyecekti. Bu konuda belki son ve kalıcı darbeyi de İstanbul’un fethi vurdu. 6
Doğu ile Batı arasındaki sınıra dair bir süreklilik yanılsamasından kaçınarak Doğu ile Batı Roma’yı daha sonra Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa’yı hemen hemen aynı sınırın ayırdığını bu sınırın ise aşağı yukarı Balkanlar’ı Avrupa’dan ayıran sınıra denk düştüğünü vurgulamakta fayda var.
Zaten Batılılaşma söz konusu olduğunda Balkan halklarının kaderinin aslında Anadolu halklarıyla birlikte çizileceğini de eklemek gerekiyor.
Bugünden geriye bakan Batılı için hareket noktası da tam olarak buydu. Kapitalistleşme yoluna geç giren ülkeler ile daha erken kapitalistleşen ülkeler arasındaki sınır bu bölgenin önemli bir kısmının Osmanlı hakimiyeti altında olması gerçeğinden hareketle kalınlaşıyor tarihte ileriye ve geriye doğru yolculuğa çıkabiliyordu.
Dahası Balkanlar’ın bir kısmı İkinci Savaş’ın ardından sosyalizmi seçerek başka bir Doğu’nun parçası olmayı tercih edince Batı ile aralarındaki mesafeyi büyütmüşlerdi. Soğuk Savaş döneminin eserlerinde Balkanlar ile Avrupa arasındaki farklılıkları bulmak için tarihsel kanıtlar arama çabası daha da belirgindir. Bu farklılıklar Doğu ile Batı arasındaki farklılıklar olarak da okunabilir. 7
Doğu ile Batı arasındaki mesafe kapitalizm dönemine ait bir mesafedir. Sınır da kapitalizmin sınırıdır. Ondan önceki dönemde birden çok Doğu birden çok Batı vardır. Bunların aralarındaki ilişkinin de karmaşık olmadığı iddia edilemez elbette. Ancak sorun kapitalizme özgü yapıların karşıtlıkların ideolojik amaçlarla geçmişte yeniden üretilmeye çalışılması bugünün kavramlarının geçmişe yönelik olarak izinin sürülmesidir.
Buna en güzel örneklerden birisi Doğu ile despotizmi tarihsel olarak da eşleme çabasıdır. Aydınlanma düşünürlerinin kendi ülkelerinde değişmesini istediklerini Doğu’ya malederek anlatma alışkanlıkları ile başlayan Doğu’nun despotizmle anılması eğilimi ihtiyaçlara uygun bir şekilde “totalitarizm” kavramının yürürlüğe sokulmasıyla günümüze kadar devam etmiştir. Aydınlanma düşünürleri pek de tanımadıkları Doğu’yu etiketlerken kendi ülkelerindeki sorunlara parmak basmaya çalışıyorlardı belki ama SSCB ve diğer sosyalist ülkelerdeki rejimlerin “totaliterliğini” Doğu despotizminin sürekliliğiyle açıklamak neyin nesi peki? 8 Yapıldı mı bilmiyorum ancak Küba’nın Doğulu karakteri üzerine yapılmış veya yapılacak incelemeleri düşününce insan heyecanlanıyor doğrusu…
Kavramlar üzerindeki tüm oynama çabalarına karşın kapitalizm öncesi dönemde insanlığın gündeminde bugünkü anlamıyla bir Doğu-Batı karşıtlığı yoktur. Dolayısıyla kapitalistleşme öncesinde bir Doğu da yoktur Batı da…
Burjuvazinin devrimci döneminde Avrupa’da ortaya çıkan bir olgu olarak “Batı” burjuvaziyle aynı hızda ve zamanda kirlendi. Aydınlanma emperyalizmle evlenince aydınlanmanın güzel yüzlerinden biri olan “Batılı değerlerin” de aydınlanmaya ait tüm diğer olgular gibi emperyalizmin emellerine alet olması kaçınılmazdı.
Batı önce sömürgelerin bulunduğu yer olarak Doğu’ya Ekim Devrimi’nden sonra ise sosyalizmin Doğu’suna karşı emperyalizmin Batısı’ydı. Kendisine aitmiş gibi gösterdiği aydınlanmayla özdeşleşmiş değerler de onun değildi artık… Aydınlanmanın Batı’sı tüm günahlarını Doğu’ya yüklerken suçluydu belki ama kendi günahlarından ve suçlarından arınma çabası içinde bir değerler sistemi yaratmaya çalışırken masumdu en azından.
Burjuvazinin ilericiliğine elveda demesinin ardından emperyalizm döneminde bu değerler sistemi tamamen çökecek enkazın altında kalanlardan birisi de “Batı” imgesi olacaktı…
Geriden gelerek Batı’yı takip edenlerin bir başka deyişle Batılılaşanların işte bu “Batı” imgesiyle yetinmekten başka çareleri yoktu.
Osmanlı’da icab-ı asra intibak
Doğu ile Batı arasındaki sınır kapitalist üretim tarzının hakim üretim tarzı haline gelişi sırasında belirtildiği gibi Balkanlar’da ortaya çıktı.
Balkan halklarının büyük bir kısmı Osmanlı hakimiyetinde yaşıyordu ve nüfus dinsel ve kültürel olarak çeşitlilik sergiliyordu. Hem Osmanlı hakimiyetinde somutlanan ortaklık hem de Balkan halklarının renkli demografik yapısı Balkanların “Batılılaşması”na damgasını vuracaktı.
Ancak tam bu noktada Osmanlı modernleşmesi veya Osmanlı Batılılaşması adına ne dersek diyelim sürecin Osmanlı ön adıyla adlandırılmasının önemini vurgulamak gerekiyor. Özellikle de Türkiye söz konusu olduğunda…
Çünkü neredeyse Cumhuriyet dönemine kadar saf haliyle “Türkiye modernleşmesi”nden söz etmek mümkün değildir. Doğrusu Osmanlı modernleşmesi veya Batılılaşmasıdır. 9
Emperyal bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme farklı halkların ortaklaşa yaşadığı bir süreç olmuştur. Sürecin ilerleyen aşamalarında bu halkların kuracakları ulus devletlerle bağımsızlaştığı görülecektir. Ama Balkan ülkelerinin Batılılaşması bir üstbelirleyen olarak Türkiye’nin Batılılaşmasına değil ama Osmanlı Batılılaşmasına tabidir.
Her şeyden önce Rumeli ve Balkanlar’da üretim tarzı bir bütün olarak değişim işaretleri vermektedir. Dahası sürecin önemli bileşenleri olarak aydınlar da hep aynı tebaadan gelmemektedir.
Osmanlı tarihini 20. yüzyıla kadar bir halk değil Osmanlı İmparatorluğu’nun halklarının tamamı yapmıştır.
Elbette bu halklar arasında öne çıkan kimi unsurlar vardır. Yunan halkı Avrupa ile daha önce de değinilen özel ilişkisi ve bir tür süreklilik gösteren kültürel kimliği nedeniyle Balkanlar’da öne çıkar. Ayrıca Balkanlar’ın slav kökenli kavimlerinin uyanışını da Rusya etkisi nedeniyle Avrupa kökenli Yunan aydınlanmasından ayırmanın faydası olabilir. Dahası aynı onyıllar Türk kökenlilerin Osmanlı idaresinde etkilerini arttırdığı yıllardır. Ancak tüm bunlar bu gelişmelerin Osmanlı modernleşmesi olarak adlandırılan bütünün diyalektik bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu durumla uyumlu biçimde aynı dönem bugünün tanımlarıyla değil ama o gün için Osmanlı aydını diye nitelendirebileceğimiz farklı etnik kökenli aydınların ortaya çıktığı dönemdir. Bu aydınların arasından kendi uluslarının öncü aydınları çıkacaktır.
Osmanlı’da icab-ı asra intibak’ın batıdan Balkanlar’dan başlamasının elbette birçok nedeni var. Öncelikli olarak söylenmesi gereken elbette bu bölgenin üretim tarzının gelişkinliği açısından Osmanlı hakimiyetindeki diğer bölgelerden oldukça ileri olmasıdır. Bunun belki de tek istisnası farklı özellikleri nedeniyle tartışmalı bir örnek olan Mısır’dır. Ayrıca daha sonra Fransa ve Britanya etkisi altına giren Suriye-Lübnan ekseni farklı bir gelişme rotası izleyecektir. Aslında bu nedenlerle Osmanlı İmparatorluğu için kapitalistleşme sırasında tek bir pazarın oluşumundan söz etmek oldukça güçtür. Misak-ı milli tek pazar sorununu da çözecek bir adımdır.
Coğrafi olarak kapitalistleşen Avrupa’nın hemen yanında olan Balkanlar ulaşım kolaylıkları gibi birtakım doğal ve maddi nedenlerle de yeni büyümekte olan Avrupa sermayesinin kolay yayılabileceği bir bölgedir.
Balkanlar’ın Osmanlı İmparatorluğu açısından önemi yalnızca bu toprakların Avrupa’ya komşu olmasından veya Hıristiyan tebaanın çoğunlukla burada yaşıyor olmasından da kaynaklanmamaktadır. İmparatorluğun demografik merkezi son yıllara kadar Avrupa kıtasında kaldı. Rumeli ve Balkan eyaletlerinin nüfus yoğunluğu Anadolu’dakinin iki katı Irak ve Suriye’nin altı katı Arabistan yarımadasının on katıydı. 1850’de Balkanlar ve Rumeli’nin toplam nüfusu Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam nüfusunun yarısıydı. 10
Aslında Balkanlar ve Rumeli’den söz ederken imparatorluğun yarısından söz ettiğimizi unutmamalıyız. Balkanlar’ın kaybına ve bu kaybın Osmanlı’da yarattığı derin şoka da bu gözle bakılmalıdır. Osmanlı yöneticileri de Balkanlar’ın kaybını Bugün özellikle islamcıların iddia ettiği gibi hıristiyanlara kaybetmiş olmanın dinsel temelli üzüntüsüyle değil imparatorluğun maddi olarak yarısını kaybetmenin paniğiyle değerlendirmiş olmalıdır.
Balkanlar imparatorluğun demografik merkezi ekonomik olarak gelişkin bölgesi olmasının yanı sıra siyasi olarak da en hareketli topraklarıdır.
Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa’nın çekişme bölgesi olan Balkanlar’da II. Viyana kuşatmasında Osmanlı ordusunun aldığı yenilginin ardından siyasi olarak bir türlü düzen sağlanamamıştır. Siyasi düzensizlik üretim tarzının gelişimi açısından ilginç bir gelişmeye yol vermiş Osmanlı’nın Balkan eyaletlerinde merkezi iktidarın güçlenmesine paralel olarak feodalizm bir yükseliş yaşamıştır. Merkezileşme yeniçerilerin ilgası gibi birtakım cesur adımların atılmasını kolaylaştırıp kapitalizmin merkezi olarak önünü temizlerken feodalizmin Balkanlardaki yükselişi klasik şemaya uygun olarak aynı feodalizmin çözülüşünü de kolaylaştıracaktır.
Ama Balkanlar’ın da homojen bir iktisadi ve siyasi yapıya sahip olduğunu iddia etmek anlamsızdır. 11 Balkanlar’ın özelliklerinden söz ederken de tüm ayrıntıları kapsamaya çalışan ve aslında kurulması mümkün olmayan yargılarla değil ana hatları belirlemeye yönelik saptamalarla hareket edilmelidir.
19. yüzyılda gözlenen sayısız ayaklanma da Osmanlı sınırları dahilinde sınıflar mücadelesinin hiç de dingin olmadığının ispatıdır sanki. Bu ayaklanmalar elbette aynı dönemde kıta Avrupası’nda veya İngiltere’de görülen proleter karakterli ayaklanmalarla aynı özellikleri sergilememektedir ancak köylü isyanlarından ulusal temelli hareketlere uzanan geniş bir yelpazede Osmanlı’nın batı eyaletlerinde sınıfsal kompozisyonda bir yeniden yapılanmanın habercisidirler.
Osmanlı kapitalistleşmesi bu karmaşık tablo çerçevesinde oldukça geniş bir alanda ileri geri gel gitler yaşayan bir süreçtir. Ancak son tahlilde tarımsal büyümeyi garanti altına alamayan Osmanlı İmparatorluğu çapında bir ülkenin 19. yüzyıl şartlarında kapitalistleşmesini ideal ve doğrusal bir çizgide sürdürmesi mümkün değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toprak rejiminin küçük köylülüğün yaygın olduğu bir tarım sektörünün doğması için uygun bir yapı oluşturduğu doğrudur. Ama mutlakiyetçi rejimin özellikleri ve sınıf mücadelesinin dinamikleri gereği küçük köylünün hakim olduğu bir tarımsal yapıyla Fransa kapitalistleşebilmiştir. Parçalanmakta ve sayısız sorunla uğraşmakta olan bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu ise sanayileşmenin yükünü zorlama yöntemlerle esnafın daha doğrusu küçük burjuvazinin sırtına yüklemeye çalışacak ve elbette başarısızlığa uğrayacaktır.
Osmanlı modernleşmesi bu zorlamadan da anlaşılacağı üzere pragmatiktir. 12 Bu özellik Türkiye modernleşmesine de aynen devredilecek bugünü belirleyen önemli karakteristik yanlardan biri olarak varlığını sürdürecektir.
Bu pragmatiklik felsefe edebiyat tarih gibi alanlardaki yine Türkiye modernleşmesinin de ayırt edici yanlarından birisi olan olağanüstü kısırlıkta da kendini göstermektedir. Kemalizm de öncüllerinden farklı bir performans sergilemeyecektir. Ne Osmanlı İmparatorluğu’nun ne de takipçisi Türkiye Cumhuriyeti’nin lider kadroları Batılılığa teorik planda hazırlanmamışlardı.
Ancak bu pragmatizmin sınıfsal temeli asla ihmal edilmemelidir. Önce Osmanlı Devleti’nde daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde pragmatizmin asıl kaynağı egemen sınıfın hakimiyetini devam ettirme güdüsüdür.
Modernleşmeyi belirleyen pragmatik karakter Batı ile olan ilişkilere de damgasını vuracaktır. Türkiyeli hakim sınıflar Batı ile olan ilişkilerinde de kuşkucu ve pragmatiktir.
Türkiye modernleşmesi ve İslamcılık
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye modernleşme süreci için çok etnisiteli bütünselliği ve pragmatikliğinin yanısıra saptanabilecek üçüncü özellik siyasi yanın hep ağır basmış olmasıdır.
Bu husus özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun uluslararası alanda devamlı güç ve toprak kaybettiği dönemlerde bile siyaset yapabilme gücüne malik olması açısından etkileyicidir. Osmanlı bir devlet olarak emperyalist devletlerin etkisinde kalmış olsa da son ana kadar tüm abartıların aksine bir veya iki devletin siyasi tekeli altında kalmamış bir denge politikası çerçevesinde bile olsa kendi siyasi hattını takip edebilmiştir. Bu görece “bağımsız” siyasi hat Osmanlı Devleti’nin örneğin Ortadoğu ülkelerine nazaran modernleşme açısından nispeten daha başarılı olmasının nedenleri arasında da sayılmalıdır.
Bu siyaset muktedirliğinin iç yansımaları da en az dış akisleri kadar önemlidir. Osmanlı modernleşmesi içerdeki siyasi akımların yeşermesi ve büyümesi açısından da oldukça verimli bir dönem olmuştur.
Hem islamcılık hem de ulusçuluk Türkiye’de bir siyasi akım olarak Osmanlı modernleşmesinin çocuklarıdır.
Ancak bunların arasında islamcı ideolojinin ulusçuluğu öncelediği belirtilmelidir. Ulusçuluk Türkiye’ye Balkanlar’dan gelmiştir.
Oysa 18. yüzyıl islamcılığın bir siyasi akım olarak doğuşunun yüzyılıdır. İslamcılığın güçlenmesi Osmanlı padişahlarının da aynı yüzyılda ilk kez halifelik kurumuna ve ünvanına büyük önem vermesi gibi gelişmelerle de desteklendi. 13
Ama islamcılığın modernizmle ve Batılılaşma ile ilişkisinin yalnızca bir karşıtlık ilişkisi olduğu düşünülmemelidir. Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşmesi veya Batılılaşmasına bir tepki olarak doğmamıştır islamcılık.
“Avrupalılar için zararlı olduğu muhakkak iken bizim için helak edici olacağı mülahaza olunanlarına rağbet etmemeliyiz. Bu ise seçme ve aktarma ile mümkün olur. Ancak seçme ve aktarma her şeyden evvel belli bir gaye ve sağlam usül ile yapılabilir. Seçme ve aktarma yerine taklit ile kanaat edersek terakki ve tekamül mümkün olamaz.” 14
İslamcılık Türkiye’de modernizme hem karşı durmuş hem de ondan beslenmiştir. İslamcı ideoloji köken itibariyle de Türkiye’de modernizmin dengeleyici faktörüdür Batılılaşmayı Anadolu’da ıslah eden parametredir.
Türkiyeli bir pencereden Doğu-Batı karşıtlığının en anlaşılmaz noktası burasıdır. İslamcılık hep Batılılaşmanın tam karşısına yerleştirildiği ölçüde Türkiye’de islamcılığın modernleşmeyle olan ilişkisi kavranamaz.
“Büyük Doğu o mefkurenin ismidir ki kökümüzle birine ve dallarımızla öbürüne ilişik olduğumuz Doğu ve Batı dünyaları arasındaki mahsup sırrını ruh ve kafa ağlarında örgüleşmiş bulacak ve Türk milletini alacağıyla vereceği ortasında tam bir asliyet ve şahsiyet ahengine ermiş görecektir.” 15
Bu satırlarda radikal bir Batı karşıtlığı değil bir uzlaştırma hevesi vardır. Büyük Doğu’nun teorisyeninin zaten hiçbir zaman kemalizmin sınırlarının dışına düşmediği söylenebilir. 16 Ancak kemalizmin sınırlarının dışına düşenlerin de birebir kemalizmle özdeşleştirilemeyecek modernizm hattının içinde kaldığını unutmamak gerekir.
Türkiye’de kemalizmin modernleşmenin başat ve sürükleyici ideolojisi olması modernizmle kemalizmin bire bir eşlenmesi sonucunu doğurmuştur. Oysa kemalizm Türkiye’de egemen ideolojinin kendisiyle bire bir eşitlenemeyeceği gibi Türkiye kapitalizmini daha bütünsel olarak kavrayan modernizmle de eşitlenemez.
Dolayısıyla islamcılık ile kemalizm arasındaki sahici gerilim ve karşıtlıklar aynen islamcılık ve modernizmin arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanılamaz. Hem islamcılığın sınıfsal temeli asla unutulmamalıdır.
Türkiye’de İslamcılık Batı’ya karşı çıkışın değil Doğu’lu özün korunmasının ideolojisidir. İster özel olarak kemalizmle uzlaşarak isterse uzlaşmayarak…
Günümüzün islamcı ideologları için de durum çok farklı değildir. Kemalizmle daha kökten hesaplaşmaları ve daha gelişkin tezlerle modernizm eleştirisi yapıyor olmaları modernizmin çizdiği çerçeveyi aşıyor olmaları anlamına gelmiyor. Modernizmin çerçevesini aşamamaları onları elbette kemalist yapmıyor mesela. Ancak kapitalizmin çizdiği sınırlar islamcılığın hiçbir dönemde kapitalizmi bütünsel olarak karşısına alamaması nedeniyle islamcılığın modernizm eleştirisindeki ulaşılabilecek son noktayı gösteriyor.
Günümüz islamcı ideologlarının kapitalist sistemi ikiye ayırarak tekelci kapitalizm ile serbest rekabetçi kapitalizm arasında tercihlerini ikincisinden yana kullanmaları da herhalde modernizmin bir ironisi olsa gerek. Hele de bu tezleri devlete karşı yönelttikleri sivil toplumcu eleştiriyle beraber düşünürsek. 17
Durum bu minvalde olunca önce Osmanlı modernleşmesinin ama daha önemlisi sonra Türkiye modernleşmesinin lider kadroları Batılılaşmanın bir çocuğu olarak islamcılığı tam boy karşılarına almadılar. İslamcılığın da kendi içinden çıkardığı aslında önemsiz birtakım fraksiyonları dışarda bırakırsak Batılılaşmayı cepheden karşısına alma niyeti olmadı.
En azından Batılılaşma ekseninde Türkiye kapitalizmiyle sorunlu olduğu düşünülen islamcılığın 1960’lardan sonra Türkiye’de sola karşı bu denli kolayca bir silaha dönüşmesi de çoğu kişi için garipti. Ordunun islamcılıkla olan gerilimli ilişkisi de özellikle 12 Eylül döneminde bazıları için şaşırtıcı oldu. Aslında bugün de islamcılığın ana gövdesini içinde barındıran AKP ile Türkiye kapitalizminin arasındaki bağ da kimileri için hâlâ gizemini koruyor.
Dinin egemen sınıfın elinde hep bir silah olması kapitalizmin hakim sınıflarının bu denli güçlü bir ideolojik aracı hiçbir zaman ellerinden bırakmayacak olmaları olgusunun üzerine islamcılığın Türkiye modernleşmesi ile varolan ontolojik bağı eklendiğinde tüm gelişmeler aslında oldukça berraktı.
Tabii tüm bunlar islamcılık ile modernleştirici irade arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca yaşanan gerilimlerin hiçbirini önemsizleştirmiyor. Ama bu gerilimin sınırlarına işaret ediyor. Bu gerilimin sınırları ve aradaki ontolojik bağ yalnızca islamcılığın bu memleket için çizdiği perspektifin ufuklarını değil Türkiye modernleşmesinin aydınlanmacı ve ilerici karakterinin sınırlarını da belirliyor.
Osmanlı modernleşmesinin bugün hatırlanması gereken dördüncü özelliği ise bu sürecin bir imparatorluğun çöküşüne eşlik etmesidir. Elbette modernleşme ulus-devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir dönem olarak başka imparatorlukların da dağılmasına eşlik etmiştir. Ama Osmanlı modernleşmesi bu çöküş ve dağılışın diğerlerine göre daha şiddetli yaşanmasıyla başka örneklerden ayrılır. Hem başka imparatorluklar 20. yüzyılda dahi birtakım sömürgeleri ellerinde tutmayı başaracak ve bu yolla sürecin şiddetini hafifletecektir.
Osmanlı modernleşmesi birden fazla etnik grubun dahil olduğu ama sonrasında bu grupların tamamının uluslaşarak kopuşunun gözlendiği bir süreç olarak bugün de kendisini imparatorluğun sahibi olarak gören Türkler için bir çöküş ve dağılış retoriğiyle birlikte anılmaya mahkumdur. Dahası bu bakış Osmanlı modernleşmesinden kendisini ayırmak için yoğun bir çaba harcayan kemalizmin çabalarıyla da beslenmiştir.
Modernleşme ile birlikte ortaya çıkan bir diğer siyasi akım olan ulusçuluk da islamcılık da bu çöküş ve dağılış retoriğini zaman için yeniden üretmekten kaçınmadılar. Farklı tarzlara sahip olsalar da her iki akımda da gözlenen rövanşizm ve irredentizm görünüşteki modernizm eleştirisinin de bir parçasıydı. Radikal bir modernizm eleştirisi yapmaları yapısal olarak mümkün olmayan her iki akımın da bakışı imparatorluğun devamı sağlanabilir miydi Anadolu’ya hapsolma engellenebilir miydi sorularına yoğunlaşacaktı.
Sürecin belirleyenlerinden olan pragmatizm ve entelektüel kısırlık ulusçu ve islamcı akımların modernleşme karşıtı olmasa da en azından alternatif bir modernleşmeyi savunan senaryolarının da zenginleşmesinin önünde en büyük engeldi. Ancak bu konuda devletin islamcı özü korunarak bir modernleşmenin Batılılaşma olarak da okunabilir mümkün olduğunu düşünen islamcıların yaratıcılık açısından milliyetçilerden en azından bir adım önde olduğunu kabul etmek gerekir.
Ancak ortak nokta her iki kardeş akımın da Türkiye’de radikal bir Batı karşılığı yapmamış ve yapamayacak olmalarıdır. Türkiyeli aydın solcuları dışarda bırakırsak kendisini Batı’nın bir parçası olarak görme eğilimindedir. İslamcılar da bu grubun bir parçasıdır. Batı’ya karşı bir tutum alınırken bile Batı’nın neden Türkiye’yi veya Türkiyelileri dışarıda bıraktığı eleştirilir.
Milliyetçi için bu daha çok hayal kırıklığı hissiyle açıklanırken islamcıda hıristiyan alemine karşı beslenen aşağılık kompleksi hakimdir. Her iki akımda da varolan geçmiş mirası ister Türk olsun ister Türk-İslam olsun yüceltmeye dönük girişimler dahi Batı ile kendisini aynı zeminde tanımlama çabasıyla ilgilidir. İslamcı da milliyetçi de bizim de bir geçmişimiz var derken bu geçmişten hareketle radikal bir kopuşun mümkün olduğunu vurgulamamakta tam tersine Batı’nın geleneğine ve üzerinde yükseldiği mirasa referansla bizim farklı bir geçmişimiz var belki ama sizin gibiyiz demektedir.
Özellikle Cumhuriyet döneminde islamcı ideolojinin geride kalması da Osmanlı modernleşmesi ile islamcılığın özel ilişkisinden hareketle açıklanabilir.
Modernizmin bir bileşeni olarak islamcılık İttihat ve Terakki iktidarından Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar belki etkisini kaybetmiştir ama bu geri çekiliş modernleşmenin kitle tabanını garanti altına alacaktır.
Mesele Türkiye’de islamcılık aracılığıyla geniş kitlelerin modernleşmeyi veya Batılılaşmayı özümsemesi bu kitlelerin doğrudan modernist saflara kazanılması değildir elbette…
Ancak kendi ideolojisini doğru dürüst üretemeyen ürettiğini kitlelere mal etmeyi başaramayan kemalist iktidarın yapamadığını aslında onun temel ilkelerini farklı bir rotada takip etmekte olanlar yapacaktır. Sonuç olarak kitlelerin Türkiye kapitalizminin Batı’ya dönük rotasında değişikliklere yol açabilecek bir hareketlenmenin içine girmesi engellenecektir aslında önemli olan da budur.
Bu çizginin her durumda Türkiye burjuvazisinin yönelimleriyle tam uyumlu olarak hareket ettiği elbette düşünülmemelidir. Türkiye kapitalizminin seküler eğilimi bu konudaki temel engellerden birisidir. İslamcılık da tarihi boyunca kendi içinden radikal uçlar çıkaracaktır. Ancak hem bu uçlar hem de ana gövdenin yaşadığı sarsıntılar döneme uygun araçlarla kimi zaman gayet bilinçli ve iradi müdahalelerle kimi zaman da tarihin doğal akışının içinde etkisizleştirilecektir.
Osmanlı modernleşmesinin imparatorluğun çözülüşüyle birlikte anılıyor olması Avrupa Birliği sürecinin tetiklediği tartışmalar ve marksizm eleştirilerinin postmodernist yönelimlerle desteklenmesi Türkiyeli liberalleri de modernizm bağlamında imparatorluk meselesi üzerine düşünmeye kışkırttı:
“Bütün uyrukların eşit vatandaşlık haklarının bulunduğu etnik ve bölgesel otonominin tanındığı anayasal bir düzen imparatorlukları yok olmaktan kurtarabilirdi böylece dünya milliyetçilik ve ulus-devletin aşırılıklarını yaşamak zorunda kalmazdı.” 18
Bahsedilen imparatorluğun idealize edilen bir Avrupa Birliği’nden esinlendiği açık olsa gerek. Kapitalistleşme yaşanacak modernleşmeyle insanlığın gündemine girmiş eşit vatandaşlık hakları gibi kazanımlar burada kullanılan “eşitlik” kavramının fazlasıyla tartışmalı içeriği şimdilik bir kenara bırakılırsa insanoğlunun hanesine yazılacak ama nasıl olacaksa insanlık bu bütünsel gelişmenin en önemli belirleyeni olan ulus-devletin bir şekilde üzerinden atlayacak… Osmanlı modernleşmesinin entelektüel kısırlığının islamcılığı ve milliyetçiliği etkilediğini söylerken liberalleri liste dışında bıraktığımızı kim söyledi..
Her şey bir yana Avrupa Birliği projesinin bazı insanları keşke AB benzeri bir oluşum çok daha önce çıksaydı dedirtecek kadar heyecanlandırmasını anlamakta güçlük çekiyorum.
Ancak Avrupa Birliği’nden esinlenilerek üretilen alternatif modernleşme senaryolarının Türkiyeli versiyonlarının öyle ya da böyle bir imparatorluk mirasının üzerinde yükselmiş bir ülke için ilginç siyasi kesişmelere gebe olduğunu görmek gerekiyor.
Osmanlı İmparatorluğu yaşayabilir miydi sorusu Türkiyeli islamcı ve ulusçu akımlar için de yeni bir soru değildi zaten. Ama başka bir yol izleyen modernleşmenin veya Batılılaşmanın imparatorluğu çöküşten kurtarma olasılığını sorgulayan tezin liberaller tarafından daha açık ifade edilmesi özellikle islamcıların Batı karşıtlığı adı altında nasıl Batıcılık yaptıklarını göstermesi açısından oldukça güzel bir örnek.
Her iki kesimin de benzer tezlerle savundukları senaryoda liberaller islamcıların koymadıkları ismi koyarak kendilerini farklılaştırmaya çalışsa da çok başarılı olamıyorlar. Eskiden liberallerin imparatorluğu kurtarmak konusunda bu denli hevesli olmamaları ve şimdi AB’nin verdiği heyecanla onların da imparatorluk söylemi konusunda en az diğerleri kadar heyecanlı olmaları elbette pek çok konuda iki akım arasında farklılıkların önemsiz olduğunu göstermiyor. Ama her iki ekip de modernleşmenin veya Batılılaşmanın Osmanlı için kaçınılmazlığında ortaklaşıyor.
Bu senaryonun ne ölçüde mümkün olduğunu tartışmanın teorik bir anlamı bulunmuyor. Ama bu tür spekülatif tartışmaların maddi zeminini oluşturan Balkanlar’da o dönemde faaliyet gösteren ulusçu akımlarının yapısına bakmak bugüne dair bir siyaset dersi içerdiği için anlamlı olabilir.
Evet Balkanlar’da o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndan tedrici ve evrimci bir yaklaşımla kurtuluşu benimseyen gruplar da organik çözümü savunan hareketler de mevcuttur. 19
Her zaman olduğu gibi devrimci çözümü savunanlar o dönemde de fazlasıyla radikal ve marjinal olarak nitelendiriliyorlardı. Kitle destekleri de organik çözümü savunan gruplara kıyasla yetersizdi. Ancak uzun vadede tarihi yapan devrimci alternatif oldu. Cesaret elbette önemli bir faktördü. Ama devrimci alternatifi savunanlar aslında en gerçekçi çözümü yaşama geçebilecek tek senaryoyu savundukları için izledikleri yöntem ne olursa olsun tarihin dinamiklerini kavramayı başardıkları için cesurdular.
AKP iktidarı ve Batılılaşma
AKP’nin 20 ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesinin ardından biraz da heyecanla yapılan değerlendirmelerde Cumhuriyet paradigması ile AKP iktidarının arasındaki açıya işaret ediliyordu: AKP’nin seçim zaferi Cumhuriyet’in rotasındaki değişikliğin göstergesiydi.
Yanlış anlaşılmasın bunu yalnızca kemalistler söylemedi. Liberaller ve islamcılar da farklı çıkış noktalarından hareket etseler de kimi sessiz çoğunluğun iktidarından kimisi “öteki Türkiye”nin iktidarı Cumhuriyet’in seçkinlerinin elinden alıyor olmasından yola çıkarak 1923 ile 2003 Türkiyesi’nin arasındaki köklü farkların altını çiziyordu.
Elbette kemalistlerin bakışındaki olumsuzluk liberal ve islamcı çevrelerin yüzlerinden okunan mutlulukla taban tabana zıttı. Ama herkes bir şeylerin değiştiğinde ortaklaşıyordu işte.
AKP’nin Türkiye kapitalizminin 1923 ve hatta daha öncesinden bugüne gelen genel doğrultusunda bir değişiklik yapmayacağı bir süre sonra görüldü elbette. Kemalistler nispeten rahatladı. AKP tartışmaları AKP’nin merkezinde durduğu laik-islamcı gerilimleri önemsizleşmedi ama doğal olarak daha uzun vadeli bir çerçeveden kısa vadeli bildik ve alışıldık güncel siyasi çerçeveye kaydı.
Liberallerin ve islamcıların bu konuda da pek fazla bir şikayeti olamazdı. Çünkü olması gerekeni tarif edecek bir perspektifleri yoktu. Soyut bir halk-devlet karşılaştırmasının siyasi karşılığını bulmak zaten çok zordu. Hem AKP de iki tarafı memnun edecek adımları atıyordu.
Ancak AKP iktidarının Türkiye’de neleri değiştireceği sorusu aslında yanlış bir mecrada sorulmuş cevabı da yanlış yerde aranmıştı.
AKP iktidarının Türkiye’nin Batı’ya doğru çizilmiş genel doğrultusunu değiştirmesi zaten mümkün değildi. AKP hakkında yöneltilen soru bu olanaksızlık etrafında yapılandırıldığı için bu olanaksızlığın farkedilmesi çok uzun sürmedi.
Oysa bu bağlamda yanıt aranması gereken soru AKP iktidarının Türkiye’nin Batılılaşma macerasında özel bir yere oturup oturmamasıyla ilgiliydi.
Cumhuriyet paradigmasında radikal bir değişiklik anlamına gelmeyen AKP iktidarının bu paradigmanın yerleşik dengeleri açısından hiçbir anlamı yok muydu mesela Özellikle de bu paradigmanın verili Doğu-Batı ekseni göz önüne alındığında…
Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne yaşanan modernleşme sürecinin temel özellikleri bu konuda pek çok ipucu barındırıyor.
AKP Türkiye’nin modernleşme sürecininin Doğu-Batı eksenini Batı’dan yana olmak üzere yeniden çizmiştir. Türkiye kapitalizmi için hep olduğu iddia edilen Doğu Batı çekişmesi şayet var idiyse bile AKP’nin iktidara gelmesiyle kesin olarak Batı’nın lehine çözümlenmiştir.
Bu eksenin yeniden yapılandırılması modernleşme paradigması içerisinde Doğu-Batı ağırlık merkezlerinin yeniden tanımlanması elbette bir siyasi hareket olarak islamcılığın da ana koordinat sisteminde birtakım oynamalara yol açacaktır.
Türkiye modernleşmesinin bir bileşeni olarak islamcılığın modernleşmenin radikal yönelimlerine karşın süreç içerisinde kitlesel bir sübap vazifesi üstlendiği hatırlanacaktır. Kitlesel bir destek kazanamayan Batılılaşma aslında islamcılık aracılığıyla ilginç bir yöntemle kitleleri etkisizleştirerek yoluna devam etmişti.
28 Şubat’ın ardından islamcı harekette yaşanan kırılma ve sonrasındaki yeniden yapılandırma bu yolculukta yeni bir evreye girdiğimizi gösteriyor: İslamcılık Batılılaşmanın gizli ortaklığından açık ortaklığına terfi ediyor.
Bu durum Türkiye’de islamcılığın modernleşme ile ilişkisinde radikal bir dönüşü değil tam tersine varolan ilişkinin daha da derinleştiğini gösteriyor.
AKP izlediği son derece aleni ABD ve Avrupa yanlısı politikayla tavizsiz liberal ekonomik anlayışıyla Türkiye modernleşmesinin liderliğine oynuyor. Liderlik meselesi elbette biraz daha karışık ve Türkiye burjuvazisi ile arasındaki güven ilişkisinin gelecekte nereye doğru gideceği ile yakından ilişkili.
Ancak AKP’nin bu atağı islamcı hareketin modernizm karşıtlığını türban ve imam hatip okulları benzeri konulara sıkışmış bir alanda tarif edeceğini Batılılaşmaya içsel bir karşıtlık tarif ederek Batılılaşmaya yardımcı olmuş bir hareketin bu paradigma içi karşıtlıktan bile vazgeçeceğinin ispatı sanki.
Bu noktada bir soru işaretinin doğması kaçınılmazlaşıyor: Türkiye kapitalizminin paradigmanın içinde Batı karşıtlığı yaparak modernleşme dinamiklerini siyasi olarak dengeleyen islamcılığın konumunun değişmesini tolere edecek kadar Batı’yla olan ilişkiler konusunda kendine güveni nasıl açıklanabilir
ABD’nin somut katkısıyla yürürlüğe konmuş Avrupa Birliği projesi şimdilik hatırı sayılır bir kitlesel desteği arkasına almış olsa da bu rol değişiminin sancılarını azaltmaya tek başına yeterli olur mu mesela Tüm Türkiye Avrupa Birliği’nin peşinde Batı’ya doğru yol alabilir mi
Hem de böylesi bir dönüşümün entelektüel planda hazırlığı da birkaç cılız üretim dışında her zamanki gibi yapılmamışken… Türkiye’de modernleşmenin hiçbir zaman böylesi bir derinliğe sahip olmadığı zaten hatırlanacaktır. Her zamanki gibi pragmatik kaygılarla hareket edilmektedir.
Öncelikle kapitalizmin ortaya çıkışından sonra Batı imgesinin emperyalizmle zorunlu evliliğinin bu imgeyi nasıl değiştirdiği hatırlanmalıdır. Dolayısıyla Batı karşıtlığının kendisini bir noktadan sonra emperyalizme referansla tanımlaması ideolojik bir zorunluluktur.
Zaten Türkiye’de islamcılığın modernizm içi muhalifliği bu ideolojik zorunlulukla da yakından ilgilidir. İslamcılığın köklü ve gerçek bir emperyalizm karşıtlığı yapamayacak olması ile emperyalizm karşıtı tonları içinde barındırması iki ayrı olgudur.
İslamcı hareketin 28 Şubat’tan bugüne evrimi aleni Batıcılıkla somutlanan ideolojik ve siyasi tercihi bu tonların tamamen kullanışsız olacağının habercisidir.
Zaten samimiyetsizlerdi zaten gerçekten emperyalizm karşıtı değillerdi demek ile boşalan alanın ciddiyetini kavramak arasında dağlar vardır.
Yine bugün Batı değerlerinin aydınlanma değerleri ile arasındaki mesafe sabit ve değişmezdir. İslamcı hareket aslında bu mesafenin kendisine sağladığı hareket özgürlüğünden de faydalanmaktadır.
Batının güncel olarak vazettiği “çağdaş” değerlerin ilericiliği “özgürlük” paradigması da dahil olmak üzere fena halde şüphelidir. Dahası bu değerler arasında sekülerizm de istenilen yöne çekiştirilebilen bir araca dönüşmüştür. AKP’nin ve dolayısıyla islamcı hareketin daha seküler bir kimlik edinmesi ne AKP’yi ne de kemalistleri rahatsız edecektir.
Öyleyse islamcılığın daha Batılı bir görünüm sergileyecek olması ilerici ve aydınlanmacı kimliğin birtakım bileşenlerinin islamcılık tarafından kirletilmesi anlamına gelmemektedir. Bu konuda duyulacak korkuların yersiz olduğu şimdiden görülmelidir. Yalnızca islamcılığın değil burjuva modernizminin tüm bileşenlerinin emperyalizm çağında aydınlanmacılığın ilkelerine sahip çıkmasının önünde yapısal engeller vardır.
Türkiye solu AKP iktidarı ile modernleşme veya Batılılaşma arasındaki gerilimin üzerine düşünürken işte bu iki nokta üzerinde yoğunlaşırsa bu gerilimden siyasi olarak faydalanmayı başarabilir.
Yoksa ne AKP iktidarının Batılı karakterine bakıp endişeye mahal yokmuş diyerek rahatlamak ne de olmayan bir karşı devrim senaryosunun üzerine hayali kurgular yapmak Türkiye’de solun işi değildir.
Marksizm modernizmi her yönüyle aşmayı başaran tek siyasi ve düşünsel akımdır. Ancak bu aşkınlığın günlük siyasete tercümesi doğrusal ve düz bir çabanın ürünü olamaz.
Modern bir sınıf olarak işçi sınıfının burjuva modernizmiyle arasındaki ilişkiyi daha doğrusu solun temsil ettiği değerlerle burjuva aydınlanmasının değerleri arasındaki farklılıkları işçi sınıfının gözünde somut bir tercihin nesnesi haline getirmek siyasetin en çetrefilli işlerinden birisidir. Özellikle de Türkiye gibi eşitsiz gelişimin dinamiklerinden muzdarip geç modernleşen bir ülkede siyaset yapıyorsanız…
Türkiye solu “demokrasi” “özgürlük” “sekülerizm” gibi evrensel birtakım temalarla geç modernleşmenin tanımladığı mayınlı alanda hesaplaşmak zorundadır.
Ama AKP iktidarıyla somutlanan islamcı hareketteki bu dönüşüm Türkiye işçi sınıfının modernizmle olan ilişkisini parçalamak ve sonra yeniden tarif etmek için bir olanak barındırmaktadır. AKP islamcı hareketin ana gövdesinin yönünü aleni bir şekilde batıya çevirirken Türkiye işçi sınıfının modernizmle ve Batılılaşma ile ilişkisini tekrar kurmak için sola bir fırsat vermektedir.
Sol Türkiye işçi sınıfının Batısını ve Doğusunu tarif edebilecek güce sahip olduğu bir noktaya doğru gidebilir.
Türkiye Batı’yla olan ilişkilerinde tarihi boyunca çok kriz yaşadı. Avrupa Birliği süreci ABD ile ilişkiler bölgesel gelişmeler gelecekte başka krizlere gebedir. Kimse bu başlıklarda sorunsuz ilerleneceği varsayımıyla hareket etmemelidir.
Çoktan devre dışı kalmış milliyetçilik ve Batıcılık konusunda kararlı bir islamcılığın belirlediği bir ideolojik ortamda Türkiye solu elbette kendi “Batı”sını ve “Doğu”sunu tanımlayabilir.
Yeni bir Batı yeni bir Doğu yaratmanın vaktidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Haldun GÜLALP, “Kimlikler Siyaseti: Türkiye’de Siyasal İslamın Temelleri”, Metis Yay, İstanbul, 2003, s.134.
- Aristoteles, “Politika”, çev. Mete Tunçay, Remzi Yay, İstanbul, Altıncı Baskı, 2002, s.207.
- Edward W. SAİD, “Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları”, çev. Berna Ülner, Metis Yay, İstanbul, Üçüncü Basım, s.261.
- a.g.e., s.104-105.
- Bu tezlerin ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. Egemen ASLAN, “Kapitalistleşme Sürecinde Tarımsal Yapılar”, Gelenek 75, Kasım-Aralık, 2002.
- “Batı ile ünyon hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Fatih’in İstanbul’u fethi Batı ile entegrasyon projelerine bir daha canlanmamak üzere son verdi. İstanbul’un fethinden sonra Katolik ve Ortodoks dünyaları birbirinden yıkılan Konstantinopol Surları ile yeniden ayrıldılar.”, Bkz. Yalçın KÜÇÜK, “21 Yaşında Bir Çocuk: Fatih Sultan Mehmet”, Tekin Yay, İstanbul, İkinci Basım, 1990, s.245. İstanbul’un fethinden önce tartışılan Doğu Batı ayrımı Doğu Roma ile Batı Roma arasındaki ayrımdır. Fetih tartışmayı sonlandırmıştır. Ama tartışma kaldığı yerden hıristiyanlık ile islamı karşı karşıya getiren dinsel bir tonda devam etmeyecektir.
- Balkanlar ile Avrupa arasındaki gerilimin daha ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Egemen ASLAN, “Balkanlar’da Devrimci Olmak”, Gelenek 78, Mayıs-Haziran, 2003.
- Voltaire’den Montesquie’ye bu konuda daha ayrıntılı bir okuma için bkz. Thierry HENTCH, “Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı”, çev. Aysel Bora, Metis Yay., İstanbul, 1996, s.147-156. Özellikle SSCB ve Çin örnekleri için bkz. a.g.e., s.151. Başka örnekler için bkz. Stephane YERASİMOS, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!”, Türkler: Doğu ve Batı İslam ve Laiklik, ed: Stephane YERASİMOS, çev. Temel Keşoğlu, Doruk Yay., Ankara, 2002, s.30-37.
- Bu noktada Osmanlı modernleşmesine dair düşülmesi gereken ilginç bir not ise sürecin II. Meşrutiyet’e gelene kadar “Batılılaşma” adıyla anılmamış olmasıdır; kullanılan isimler arasında “Islahat Devri” “Tanzimat” “Usul-ü Cedid” vardı ama “Batılılaşma” yoktur. Bkz. İlber ORTAYLI, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”, İletişim Yay., İstanbul, Ondördüncü Basım, 2003, s.17.
- Nüfusla ilgili rakamlar için bkz. Donald QUATAERT, “Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922”, çev. Ayşe Berktay, İletişim Yay., İstanbul, 2002, s.173.
- Örneğin Maria Todorova Bosna ve Arnavutluk’ta bulunan büyük çiftliklerin Balkanların geri kalanında olmadığına işaret ederken haklıdır. Ancak bu veri Balkanlarda o yüzyılda feodalizmin yükselişi ile Osmanlı’daki merkezi iktidarın güçlenmesi arasındaki gerilimin ve aynı gerilimin Osmanlı modernleşmesi üzerindeki etkisinin önemini azaltmamaktadır. Bu tür verilerin belirleyici olan genel eğilimi değiştirme gücünden değil, bu eğilimin her bir bölgede nasıl tekil sonuçlar doğurduğu üzerinde durmak hem daha anlamlı hem daha verimli olacaktır. Bosna Arnavutluk ve benzer başka örnekler için Bkz. Maria TODOROVA, “Balkanlardaki Osmanlı Mirası”, İmparatorluk Mirası: Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, ed. L. Carl BROWN, çev. Gül Çağalı Güven, İletişim Yay, İstanbul, İkinci Basım, 2000, s.83.
- “Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyye’mizin bidayet-i zuhurundan beri ahkam-ı celile-i Kuraniyye ve kavanin-i şeriyyeye kemaliyle riayet olunduğundan Saltanat-ı seniyyemizin kuvvet ve meknet ve bilcümle tebaasının refah ve mamuriyyeti rütbe-i gayete vasıl olmuşken yüz elli sene vardır ki gavail-i müteakibe ve esbab-ı mütenevveiaya mebni ne şer-i şerif’e ve ne kavanin-i münifeye inkıyad ve imtisal olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet ve mamuriyyet bilakis zaaf ve fakra mübeddel olmuş …” Osmanlı modernleşmesinin en önemli belgelerinden Tanzimat Fermanı’nın ilk satırları da “pragmatizm” bahsi açısından elbette Osmanlıca-Türkçe bir sözlük kullanarak okunabilir… Sözlük kullanma konusunda sabrına ve tabii Osmanlıcasına güvenenler cümlenin devamı ve fermanın tümünü merak ediyorlarsa eğer bkz. “Tanzimat Fermanı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.1, ed. Mehmet Ö. ALKAN, İletişim Yay., İstanbul, Dördüncü Baskı, 2002, s.449.
- Halifeliğin bu tarihten once Osmanlı İmparatorluğu’nda etkili bir kurum olmaması ve yine aynı tarihten sonra nasıl öne çıkarıldığı için bkz. Henri LAURENS, “Türkler ve Araplar”, Türkler: Doğu ve Batı İslam ve Laiklik, a.g.e., s.72. Ayrıca bkz. İlber ORTAYLI, a.g.e., s.73, Donald Quateart halifeliğin bir kurum olarak 18. yüzyılın sonlarında öne çıkarılmasını aynı dönemde Osmanlı iktidarını ve meşruiyetini tehdit etmeye başlayan Arabistan yarımadasındaki Vahhabi hareketine de bağlıyor. Bkz. Donald QUATEART, a.g.e., s.92. Elbette nedenlerin arasında vardır. Ancak temel nedenin ne olduğunu söylemese de en azından bu olduğunu zaten Quateart’ın kendisi de iddia etmiyor. Temel neden islamcı ideolojinin Osmanlı modernleşmesinin bir bileşeni olarak yükselmesidir.
- Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi “Hangi Felsefe Ekolü Kabul Etmeliyiz”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslam Düşüncesinde Arayışlar, ed. İlyas ÇELEBİ – Ziya YILMAZER, Rağbet Yay., İstanbul, 1999, s.12. Aynı kaynaktan farklı dönemlere ait islamcı ideologlara ait örnekler için bkz. Halim Sabit ŞİBAY, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, a.g.e., s.205. Ayrıca Ahmet Hamdi AKSEKİ, “İslam Dini Medeniyet-i Hakikiyyenin Ruhudur”, a.g.e., s.269. Ve İsmayıl Hakkı BALTACIOĞLU, “Terbiye ve İman”, a.g.e., s.402. İslamcı kanadın ilginç isimlerinden İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun kemalizmle ilişkisi hakkında bir değerlendirme için bkz. Yalçın KÜÇÜK, Aydın Üzerine Tezler, C.4, Tekin Yay., İstanbul, İkinci Basım, 1990, s.326-342.
- Necip Fazıl KISAKÜREK, “Büyük Doğu”; Yalçın KÜÇÜK, “Aydın Üzerine Tezler”, C.5 içinde, Tekin Yay., İstanbul, İkinci Basım, 1997, s.199.
- Yalçın KÜÇÜK, a.g.e., s.234.
- Bu doğrultuda çok sayıda örnek için bkz. Haldun GÜLALP, a.g.e., s.135-147. Gülalp bu örnekleri islamcılığın modernizm eleştirisi yaptığı genel kabuluyle uyumlu bir biçimde kullanmaktadır. Ancak Haldun Gülalp’ın islamcılığı postmodernizmle birlikte ve onla paralel bir modernizm eleştirisi yaptığı iddiası yanlıştır. Ayrıca unutulmasın postmodernizm modernizm eleştirisi değil nihai olarak bir marksizm eleştirisidir.
- Çağlar KEYDER, “Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne”, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s.22.
- Bu hareketlerin kısa bir değerlendirmesi için bkz. Maria TODOROVA, a.g.e., s.80-81.
- AKP’nin islamcılığın tek temsilcisi olmadığı doğru. Ancak AKP’nin bugün Türkiye’de islamcılığın ana gövdesi olduğu da bir başka doğru. Çok sayıda eğilimin bir araya geldiği heterojen bir toplamdan ve onun eğilimlerinden söz ediyor olmamız islamcılığın genel doğrultusunu anlamak için bir dezavantaj değil tam tersine önemli bir avantajdır. AKP’nin değişen yönelimlerine bakıp bunlar islamcı değil artık demektense islamcılığın değişimi üzerine kafa yormak daha sağlıklıdır.