Ali Mert1 Aydemir Güler2 Mesut Odman3 Metin Çulhaoğlu4
Metin Çulhaoğlu: Arkadaşlar ben yine her zamanki gibi bir sunuşla başlayacağım. Sanırım şöyle bir giriş yaparsak üzerinde yürümeye elverişli bir zemin yaratabiliriz: Daha gerilere gitmeden, 1960’lı yıllardan başlayarak günümüze kadar uzanan yaklaşık 45 yıllık tarihte Türkiye’de kültür, sanat ve edebiyat alanında hangi ana eğilimleri, hangi ana çizgileri saptayabiliriz? Eğer bir ana çizgi belirlersek, bu ana çizginin kırıldığı, farklı yöne evrildiği özel uğraklar var mı? Bunları değerlendirelim.
Konuya yöntemsel açıdan yaklaşacak olursak iki ayrıma gitmemiz mümkün. Bir tanesi şu: Şöyle ya da böyle herhalde sanat-kültür-edebiyat dediğimiz alanın bir takım iç dinamikleri olduğunu söylememiz mümkün. Yani dış faktörlerden görece bağımsız biçimde bu alandaki bilgi birikiminin, bu alandaki ürünlerin, bu alandaki tartışmaların birtakım yeni yönlere evrilen bir iç dinamik taşıdığını söyleyebiliriz. Bir de, ikinci bir etmen olarak Türkiye’deki siyasi süreçlerden; sanat, edebiyat ve kültür alanının başlıca aktörleri konumunda olan aydın diyebileceğimiz kesimin yaşadıkları deneyimlerden, karşılaştıkları dar boğazlardan ve bunları aşma çabalarından söz edebiliriz.
Bir iki ek daha yapıp sözü size bırakacağım. Biraz karikatürize ederek söyleyecek olursak ve bu konuya en indirgemeci bazda yaklaştığımızda, bizim kuşağımız lise yıllarında bir soruyla karşılaşırdı ve bu konuda münazaralar düzenlenirdi: “Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi”
Tabii bu çok kaba bir şey oluyor, ama bu kabalığına rağmen daha sonraki tartışmaların biraz da bu minvalde yürüdüğünü söylemek mümkün. Yani daha içrek diyebileceğimiz bir sanat anlayışı ile daha dışa dönük sanat anlayışı arasındaki gerilim bence bu 45 yıllık sürecin ana çizgisini yansıtıyor.
Yine tarihsel boyutuyla bakacak olursak bana öyle geliyor ki, 1960’lı yıllarda daha yaygınlaşan sanat-edebiyat etkinlikleri ve tartışmalarının oturduğu bir zeminin olduğunu, kendisini önceleyen bir zeminin olduğunu söylememiz mümkün. Adlarını şimdi ben sıralamayacağım, ama 1960’lı yıllardan önce yayımlanan bir takım edebiyat dergileri var. Artı, 60’lı yıllarda belirli bir kuşağı temsil eden sanatçılar ve edebiyatçılar bir de Milli Eğitim Bakanlığı’nın dünya klasiklerinin çevirisi gibi bir birikimin üzerine oturuyordu. Ondan sonra bu birikimin üzerine yeni toplumsal dinamikler geliyor ki, onlara da atıfta bulunabiliriz. Örneğin 60’lı yılların sonuna doğru Halkın Dostları gibi bugün hâlâ önemli bir referans olabilecek edebiyat dergileri çıkıyor. Hatırladığım kadarıyla 70’li yılların başında sürekli okuru olan 18 kadar sanat-edebiyat dergisi yayımlanırdı. 80’li yılların ikinci yarısında da Edebiyat Dostları önemli bir çıkışı temsil ediyordu. Sonuçta, bir kendi iç dinamikleri açısından; ikincisi de siyaset alanındaki süreçlerle ilişkisi açısından sanat, edebiyat ve kültür alanının son 40-50 yıllık gelişimine nasıl bakabiliriz Mesele bu.
Ali Mert: Asıl konuya geçmeden eklenebilir belki; 60’lardaki dergiler dediğimizde, sırf dönemin kültür sanat dergileri değil, aslında o dönemin siyasi dergilerinde de, örneğin Yön‘de, Sosyal Adalet‘te, Ant‘ta ve diğerlerinde sanat alanından gelen insanların yazılarına ve üstelik sırf sanat alanında da değil, her alandaki katkılarına ağırlıklı olarak rastladığımızı söyleyebiliriz sanırım.
M. Çulhaoğlu: Tabii, ben bunu unutmuştum. Hatta şunu söyleyebiliriz, 60’lı yıllarda gerek Yön olsun gerek Ant olsun o dönemin en önemli, en yaygın okunan sol dergileri, sonlara doğru iki sayfalık bölümlerini sanat-edebiyata ayırırlardı. Ayrıca, benim anımsayabildiğim kadarıyla Yön dergisi Türkiye’de Nazım’ın şiirlerine yer veren ilk yayındır.
A. Mert: Sorunları bu şekilde içsel ve dışsal boyutlarıyla değerlendirmek, her birinin basıncını tayin edebilmek ufuk açıcı olacaktır sanırım. Daha önce yine Ankara’da katıldığım “gerçekçilik tartışması” konulu bir panel içerisinde, sonradan Kavram Karmaşası içinde de yayımlandı, dışsal boyutu, yazarın tavrıyla, eserinin yayımlandığı mecrayla ve bugün itibariyle “piyasa koşulları”yla birlikte değerlendirmek gerektiğini söylemiştim. Siyasetin müdahalesi ya da devreye girişi daha çok bu alanla ilgili, yoksa gerçekçilik tartışmasının edebi eserin doğasından kaynaklanan içsel boyutlarıyla ilgili değil elbette. Burada da sanat eserinin yayıldığı mecrayı, onun eleştirel bilinci ne derece etkilediğini ve bize geri dönüşünü, biraz sermaye belirlenimli olan bu sürecin genel olarak 80’li 90’lı yıllar boyunca nasıl bir evrim geçirdiğini incelemek gerekiyor. İşte çok sözü edilen yozlaşma, çürüme, dekadan, geriye düşüş vb. kültürel yoksullaşmayı yansıtan ortamın, sermaye müdahalesiyle gerçekleşen bölümünü deşifre etmek, işte bu markalaşmaya kadar varan pazar gerçeğinin ve onun sanatın içeriğine dönük geri dönüşünü anlatan bir “dış dinamiğe” karşı neler yapılabilir diye.
Şimdi bir de müdahale alanına dönük, buradaki girişimlere dönük bir karşılıklı ilişkiden bahsetmek gerekiyor. Birbirini uyaran, eleştirel aklı geliştirip kışkırtan, üretkenlik zemininde birlikte yol alan geliştirici müdahalelerin karşılıklı etkilerinden söz edebilirsek, bu “dışsal alandaki” iç gelişimi de anlayabiliriz. Yoksa yapıp ettiklerimizin “çıkıntılık” olarak kalma ihtimali yükselir.
M. Çulhaoğlu: Pardon Ali, ben burada hemen bir şey söyleyeyim. Ben kırılma noktaları dediğimde, bazı önemli dönemeçlerden söz ettiğimde, sermayenin müdahalesini büsbütün dışarıda bırakıp alanın salt kendi iç dinamiklerinden söz edelim demek istememiştim. Gerçekten de uzunca bir süre Türkiye’de sanat-edebiyat alanındaki yayınlar sermayenin doğrudan ya da hatta belki de dolaylı bir müdahalesi olmadan, karınca kararınca insanların kendi ceplerinden para vererek çıkarttıkları ürünlerdi. Sanıyorum 80’li yıllarda başladı bu sermayenin doğrudan müdahalesi. Belki de bunu son 45 yılın en önemli dönemeç noktalarından biri sayabiliriz. Kestim özür dilerim, sen devam et.
A. Mert: Yok, ben de aslında bir şekilde bunu ifade edecektim. Yani 60’ların 70’lerin tartışmalarının aşılması ya da bugün yeni bir bağlama taşınması diye bakıldığında, temel nokta, “kültür çalışmaları” denen alanda yoğunlaşıp 80’lerin 90’ların kendi iç kaynaklarına dönük olgucu bir araştırmaya girişmek değil ama bir yandan bu araştırmayı da derinleştirirken, asıl olarak o büyük dış müdahaleye işaret etmek ve tüm süreci sermaye müdahalesi bağlamında, onun ürünlerini ortaya koyarak tartışabilmek.
Mesut Odman: Şimdi sözünü ettiğiniz, sermayenin müdahalesi diye adlandırılabilecek konu ile ilgili birkaç değinmem olacak. Gerçekten de, 60’lı yılları düşünecek olursak, o zaman sermayenin sanat edebiyat ortamına müdahale bir yana, epeyce ilgisiz kaldığını söyleyebiliriz. Şöyle hatırlıyorum: O sıralar, bir kere genel olarak yayıncılık dünyası dediğimiz alan, deyiş uygunsa, küçük işletmelerden oluşmaktaydı; hatta, belki işletme bile demekte zorlanacağımız, insanların bir araya gelerek, bir araya bile gelmeden, tek başlarına, üç beş kuruş koyup başlattıkları yayıncılık işleri vardı. Bunun daha da uç örneği olarak, yazarlar yahut kitap yazan insanların kendi ceplerinden para koyarak kitaplarını bastırmalarına filan sıkça tanık olunurdu. Bir de bu 60’lı yılların başlarından itibaren bazı yazarların, şairlerin yayınevi kurduklarını da görürdük. Kısacası, “yayıncılık” denilebilecek bir sektöre yatırılmış kayda değer miktarda sermayeden söz etmek doğru değildi. Büyük sermaye gruplarının sektöre girmesiyle kendisini gösteren ve başka uzantıları da olan bir müdahale ise hiç yoktu. Böyle demek, herhalde yanlış olmaz. Sermayenin bu alana müdahalesinin aşağı yukarı hangi tarihsel anda ya da anlarda ortaya çıktığını, hangi gerekçeler ya da güdülerle ortaya çıktığını da belirlemek mümkün elbette.
Ama, şimdi, bu 60’lı yıllara dönecek olursak, o sıralarda yayımlanmaya başlayan birkaç dergiden daha söz etmek yerinde olabilir. Örneğin, bir tanesi şu anda tam hatırlamıyorum ama ilk çıkışı 1964’deydi herhalde, Nâzım Hikmet’in üvey oğlu Mehmet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi‘dir. Öyle devrimci bir tutumu olmamakla birlikte, o yıllar için epeyce uzun süreli ve son derece düzenli olarak çıkmış, eli yüzü düzgün bir dergiydi. Bu derginin, ya da çevrenin diyelim, etkisi 70’li yıllarda çok azalmış; 12 Eylül’den sonraki dönemde ise yeniden artmış ve bu kez olumlu özelliklerini yitirerek geriletici olmuştur.
Burada değinebileceğim, daha ileriki yıllarda, 1966’dan başlayarak şair Cemal Süreya’nın çıkardığı, elbette tek başına değil, ama onun adına yazılmış Papirüs dergisi de var; hatırladığım kadarıyla, orada daha özgün sözler edilmiş, daha yaratıcı bir hava egemen olmuştur. Bunlar hem belli bir yaklaşımı anlatmaları bakımından hem de epeyce etkili olmaları bakımından adları anılabilecek iki dergi; kültür sanat, özellikle de edebiyat ve şiir alanında. Ayrıca, sadece ya da ağırlıklı olarak sanat ve edebiyat konularında kitaplar basan bazı yayınevleri de ortaya çıkmaya başlamıştı. Biraz önce değindiğimiz bir nokta daha var önemli olan. O zaman çıkan siyaset dergilerinde de edebiyatla ilgili, bir yandan yazıların ve eleştirilerin yayımlandığını, bir yandan da, farklı edebiyat ürünlerine, özellikle de şiirlere yer verildiğini görüyoruz. Metin az önce Yön‘de Nazım’ın şiirlerinin yayımlanmasından söz etti. Gerçekten, o Yön dergisinde, Nazım’ın şiirleri Türkiye’de ilk kez legal olarak yayımlanıyordu uzun bir aradan sonra. Hem de Doğan Avcıoğlu, hatırlayacaksınız, Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları‘nın içinden bir bölümü Kurtuluş Savaşı Destanı ismiyle yayımlamıştı. Ben çok eski soL‘da yazdığım Doğan Avcıoğlu ile ilgili bir yazıda da değinmiştim: Bence, Doğan Avcıoğlu’nun hem ülkemizin kültür hayatına hem de bir anlamda siyasi hayatına yaptığı önemli katkılardan biridir bu. Hatta onunla yakın ilgisi olmuş çevrelerde şöyle söylenir: Doğan Avcıoğlu yayınevini, ismi Yön Yayınevi’ydi galiba, sırf Nazım’ın kitaplarını basabilmek için kurmuştur. Bu önemli bir durumdu; 60’ların ortasına doğru Nazım tekrar yayımlanmaya ve okunmaya başlamıştır. Gerçekten çok okunuyordu. Ne kadar genelleştirebiliriz, bilmem ama, ben kendi hayatımdan bir örnek verebilirim. O zaman lise öğrencisiydim ve çantamda gezdirirdim Avcıoğlu’nun bastırdığı Nazım kitabını; okulda hocalardan, evde babamdan gizli gizli okurdum. Sürekli çantamda, ders kitaplarımın arasında dolaştırırdım. Buna benzer durumların çok da küçümsenemeyecek bir yaygınlığa ulaştığını söyleyebilirim. O dönem önemli bir etkisi olmuştur.
Kültür sanat alanının bir ölçüde dışından bir faktör olarak bir de şuna değinmek lazım 60’lı 70’li yıllarla ilgili: 60’lı yılların ortalarına doğru ve bundan sonra, Türkiye’de solcu olmayan aydın yoktu dersek, biraz abartma payı ile birlikte, bir gerçeği dile getirmiş oluruz. Dışsal etkenler bir yana, aydınları ve denebilirse potansiyel aydınları etkileyen iki büyük toplumsal olay vardı: Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu 1961’de ve hızlı sayılabilecek bir gelişme gösterip solculuğun dağa taşa yayılmasında etkili olmuştu. İkincisi, 60’lı yılların ikinci yarısında, gerçekten Türkiye’de daha önce ve daha sonra benzeri görülmemiş diyebileceğimiz bir devrimci gençlik hareketi ortaya çıkmış ve üniversiteleri neredeyse egemenliği altına almıştı.
Aydemir Güler: 1960’lı yılları daha detaylarıyla, yayınlarla, isimlerle mercek altına almış, taramış olduk. Şimdi 1970’lere geleceksek, yöntemi biraz değiştirip kimi temalar üzerinden yol alabiliriz.
Konumuz siyasal-toplumsal dinamikler ile sanat-kültür alanının ilişkisi. Az önce Ali Mert siyasal alandan sanat-kültür alanına, girdi anlamında “eleştirel aklın uyarıcılığı” biçiminde bir formülasyon yaptı. Bu formül kapsayıcı bir anlamda kullanılabilir ve içinde bir dizi varyant barındırabilir. Ama genel olarak belirgin biçimde bir dolayımlılık ifade ediyor. Siyasetin doğrudan müdahalesi değil, eleştirinin kültür alanının içinde yaratacağı uyarıcı etki biçiminde bir dolayım.
Tabii, toplumsal pratikte siyaset ile sanatın mesafesinin çok daha kısa olduğu örnekler de var. Az önce bu çeşitliliği 1960’lar Türkiyesi için örneklemiş olduk. Başka örnekler de akla geliyor. Devrim sonrası Sovyetler Birliği’nde bir uyarma dolayımı değil, adeta doğrudan bir örgütlenme modeli söz konusu olabiliyordu. Siyaset, sanat-kültür alanına model sunuyordu. Başka zamanlarda başka yerlerde farklı somutluklar yaşandı.
Sanırım, doğru olan bu modellerden herhangi birini diğerine göre daha meşru veya gayrı meşru saymak, böyle bir tasnif yapmak değil. Her bir farklılaşan modelin kendi nesnelliği olduğunu düşünmek ve bu nesnelliği kavramaya, açığa çıkartmaya çalışmak daha doğru olacaktır. Elbette sanat-kültür alanı ile siyasal-toplumsal dinamikler arasında, bugünden geleceğe doğru, sağlıklı bir iletişimin nasıl kurulabileceği sorusuna yanıt aramak amacıyla…
Yani iki alan arasında tarihte kurulan herhangi bir somut ilişki türünü daha meşru ilan etmemekle birlikte, bu iletişimin, sanat-kültür alanıyla siyasal-toplumsal dinamikler arasında nasıl sağlıklı bir biçimde kurulabileceğini tartışmaya, belirlemeye çalışacağız.
Temalar üzerinden yol alabiliriz demiştim. Bir denemede bulunayım. Bilmem katılır mısınız, şimdi siyasal süreçler söz konusu olduğunda daha “kopuşçu” davranmak daha sağlıklı ve sakıncasız olmanın ötesinde, kimi zaman gerekli olabiliyor. Sol siyasette atılım demek mevcut verili yapıdan kopmak demektir. Ama öbür taraftan sanat-kültür alanında “kopuşçuluğun” barındıracağı özgün riskler var. Sanat-kültür alanında kopmak yerine, daha önce oluşmuş yapıyı, verili koşulları aşan ilave taşlar koymaktan söz etmek gerekiyor. Bu genel olarak böyle.
Ancak öbür yandan, bugün Türkiye’de, kültür-sanat alanında bir yandan bir içeriksizleşme, yoksullaşma, diğer yandan piyasalaşma yaşanıyor. Bu içeriksizliği ve piyasalaşmayı şiddetli biçimde reddetmeden sanat-kültür alanında fazla bir şey yapmak mümkün gibi gelmiyor bana. Genel olarak kopuş siyasete, evrim sanata yakışırken, bugünkü koşullarda kopuş sanat-kültür için siyasal alanda olduğu kadar meşruluk kazanmış, gerekli hale gelmiştir; diyebilir miyiz Böyle bir soru ortaya atarak bitireyim.
M. Çulhaoğlu: Aydemir’in sorusuna yanıt vermeye çalışarak devam edeceğim. Bu sorunun çok somut ve eksiksiz bir yanıtı olduğunu zannetmiyorum ama. Şimdi burada işi biraz siyasileştirebiliriz. 12 Mart 1971’i izleyen iki yıl içinde, sanat ve edebiyat çevrelerinde iki temel kopuş yaşandığını ben hatırlıyorum. Bu ilginçtir. Bunlardan biri, Yansıma dergisinde bir ozanımız Nazım’ı da aşan, çok büyük ve benzersiz bir ozan olarak lanse edildi. Benim görebildiğim kadarıyla önü tıkanan aydın nerede yanlış yaptığını ararken, daha önceki edebiyat-kültür birikimini de sorgulamak gereği duyuyor ve önünü arkasını çok da düşünmeden “hadi hemen bir çıkış yapalım, putları yıkalım vb.” diyor. Nedir bu, burada Nazım Hikmet’tir, diğerinde başka bir şeydir.
Gene aynı dönemde buna benzer bir şey daha hatırlıyorum ben. O da, bu “ulusalcı sinema akımının” temsilcilerinin aşırı yoğun Kemal Tahir övgüleridir. O kadar ki, Tahir dışında Türk edebiyatının “kesekağıdı” olduğunu söyleyenler bile çıkmıştı. En fazla güme giden de Orhan Kemal idi. Sanıyorum şöyle bir psikoloji söz konusu: “Biz şimdiye kadar belirli kalıplara fazla esir olduk, bunları sorgusuz sualsiz değerli ürünler olarak kabul ettik; şimdi bunlara isyan bayrağı açıyoruz.”
Bir başka örnek vereyim; ‘80’li yılların ikinci yarısında, yani o sermayenin doğrudan müdahalesinin başlamasından sonraki dönemde, Ertuğrul Özkök Elveda Başkaldırı adlı kitabında “Oh, çok şükür, artık edebiyat dünyamız Ana ve Kızıl Süvariler gibi şeylerden kurtulup dünyanın değerli edebiyat ürünlerine açılmaya başladı” diye seviniyordu. O da kendi aklınca bir kopuş yaşıyor veya yaşadığını sanıyordu.
Şimdi burada Aydemir’in dediğine dönecek olursak, gerçekten de sanat-edebiyat alanında, ben Aydemir’in dediğine biraz başka türlü bakacağım, siyasi çizgilerde belli kopuşlar çok çok gerekli olabilir, bu kopuşlar çok da uçta yapılabilir. Ancak bu, sanat-edebiyat alanında daha riskli bir şey, çünkü altının dolmaması, gerisinin gelmemesi ve yapılan şeyin bir tek kendi avangartlığıyla baş başa kalma riski çok daha yüksek. Siyasette sorumluluklar çok daha fazladır. Birisi kalkıp “artık zamanı geldi, ben şu siyaseti bir toplayıvereyim” diyemez. Ama sanat-edebiyat alanında aklıevvel birisi kalkar, “Ben şunu yıkıyorum, şunu reddediyorum” diyebilir, ama dediğiyle kalır. Burada asıl önemli olan, en fazla kendi cürmü kadar yer yakabilecek bu tür bireysel çıkışların sermaye müdahalesi dediğimiz olayla bütünleşmesi; o zaman daha fazla yayılıyor, riski de artıyor. Örneğin, 60’lı ve 70’li yıllarda pek “uçuk çıkış” olmamıştır, ama olsaydı da sermaye bu tür işlere o zaman pek ilgi duymuyordu. Şimdi daha riskli.
Son olarak şunu söyleyeceğim. Bir şeyi hâlâ anlayabilmiş değilim. Dört-beş yıl önce siyasette gerçekten aktif, örgütlü ve özverili olan insanların iş edebiyat alanına geldiğinde “ben zinhar Orhan Pamuk’a laf söyletmem” dediğini biliyorum. Yani insanların hayatında bir ayrışma var, “ben siyasetimi yaparım, görevlerimi yerine getiririm, ama Orhan Pamuk zevkime de kimse karışamaz” gibisinden bir ikilik oluşabiliyor.
A. Mert: Burada sözünü ettiğimiz kopuş aslında çok katmanlı bir soruna işaret ediyor. Bir yandan sermayenin kopuşunu ya da Ertuğrul Özkök tarzı bir kopuşu anlatan, yani o seksenli yılların ortasına denk gelen “Elveda Proletarya, Elveda Başkaldırı” “Yönteme Hayır”, “Tarihin Sonu” ve benzeri isimlerle de takip edilebilen, üstelik buradaki “kopuş”larla birlikte, ilerlemeden, aydınlanmadan, ulusal birimden vb. de kopulan ve o kesitin sanatsal yansıması diyebileceğimiz post-modernizmle doruğuna ya da genel şemsiyesine ulaşan bir süreç… Evet, post-modernizmin genel şemsiyesi altında bu tür şeylerden kopuldu, Ertuğrul Özkök gibi medya temsilcileri de bunun daha popüler ve sıradan görünümleri için çalıştı.
Ancak kopuşun başka katmanlarına bakıldığında da, belki sanat-kültür çevreleri içerisinde devrimci bir enerji yaratmaya çalışan bu hesaplaşma kültürü içerisinde, o genel ortamdan, onun bunalmışlığından hareketle, geliştirebilecekleri olanakların epey az olmasının da sancısıyla, çok uzun soluklu olamamalarından vb. kaynaklı olarak, bazı dergi çevreleri diyelim, bir başka kopuşu denediler. Bu ismi de kullanan, sermaye bulaşıklığını temsil eden, estetik çürümeyi temsil eden isimlerin üzerine çarpı atarak çıktı, Nazım Hikmet’in putları yıkma çıkışının ‘80’lerin sonunda, ‘90’ların başında yeni denemesi olarak çıktı. Hem burada sözünü ettiğimiz kısıtlar yüzünden, hem de siyasal mücadeleyle, onun ideolojik uzanımlarıyla bütünlüklü bir ilişki kuramadığı için bugüne pek bir şey bırakamadı.
Bugünün kopuşuna bakarsak; kültür-sanat alanında sermaye tahakkümünden bahsettik ama, bunun yansımaları var. Liberal atmosfer var diyelim ya da AB’ye dönük bir demokrasi, aydınlanma beklentisi içinde gelişen bir genel akış var. Buna karşı bir kopuşu zorlayabilecek, kopuş dediğim, o ilişkiyi sertleştirecek, emperyalizmin saldırılarına karşı mücadele edecek, karşılıklı uyarılardan bahsettik ya, hem “bizim” uyarılarımızı dinleyecek hem de kültür-sanat alanında üretkenliği yakalayarak bugünkü kopuş çizgisini oluşturabilecek bir dinamikten söz etmeliyiz. Bu bir tür kopuş olabilir.
Bir başka boyutu da, Sovyetler’deki süreçlerden bahsederken atlanmaması gereken bir nokta, umutsuzluk dalgasının bugün vardığı nokta. Bugün dünyada genel bir gericileşme toplumun tüm dokularına yayılırken, mistik sisin en derinlemesine yayıldığı alanlardan, ideolojik etkisini en sinsice sunduğu alanlardan biri de kültür sanat alanı oluyor. Mistik öğelerin sanatın her alanında yayılması diyelim, neredeyse belli standartların bile gelişmesine yol açtı. Yani mistik roman yazmanın ya da o tür eğilimlerin vulgarize edilebilecek belli standartları bile gelişti; şu kadar muska, bu kadar tavşan bacağı ve büyü… Müzikte de var bu standartlar, sinemada da var, yani genel olarak popüler kültüre de sinmiş ama belli düzen içinde kendini her alanda yeniden var eden bir eğilim. Toplumun dokularına işleyen bu genel gericileşme başlığının önemli bir özelliği, televizyonla da yayılabilen, popüler kültür anlamında da izlenebilen bu pisliğin hem çomak sokularak hem de daha kapsamlı müdahalelerle bertaraf edilmesi gerektiği. Yani bugün eşitlikten, aydınlanmadan, ilericilikten yana duran “üreticiler”in toplu bir müdahalesi zorlanabilir diye düşünüyorum.
A.Güler: Kopuşun ne yöne doğru olacağı elbette karışık. Ben ne ifade etmek istediğimi biraz daha açayım bu noktada. Elbette ‘60’lara dair konuştuğumuzda, o konjonktüre damga vuran kültür-sanat üretiminin solculaşması, sol siyasetle solcu dinamiklerle temas kurması. Böyle bir ortamda “kopuşçuluk”tan bahsedeceksek, Nazım’dan kopuş gibi birtakım ek tartışmalar da gündeme gelebilir. Bugün ise farklı. Kopuş deyince ilk önce gündeme gelmesi gereken, mevcut durumdan kopmak olmalı. Mevcut toplumsal olguda ne var Ali Mert’in işaret ettiği gibi mistisizm var. İçeriksizleşme, sanatın inkarı var. Örnek olsun; çok yeni bir şey, daha dün haberlerde vardı, bir özel üniversitede arabesk şenliği düzenleniyor. Özel üniversite yani güya toplumun zengin kesimlerinden gelen kültürel tüketime hiç olmazsa daha yatkın kesimlerinden gelen gençler arabesk şenliği yapıyor. Başka ne var Bu televizyon kültürü, dizi film kültürü… Şimdi burada televizyonun daha iyisi olur mu, olabilir. Dizinin iyisi, o da olabilir. Ama sanırım bu tür bir “mevcut durumu tedricen aşmaya” dönük perspektiflerin alabileceği fazla bir yol yok. Bugünkü tablo, sanatçılar, kültür insanları için kopulması gereken bir tablo. Bana kalırsa tiyatro sanatının dizilerden kopması gerek. Müziğin arabeskten… Genel olarak sanatsal kültürel üretim de kopuşçuluğun içerdiği risklerin bugün minimize olduğunu düşünüyorum. Arabesk şenliği düzenlenen okulda, bunun tam karşısına geçilmesi, bir tür kitap kurtluğunun örülmesi lazım. Tekrarlayayım, bence bugünkü içeriksizlik, içeriden, durumu veri alarak, bir anlamda kabul ederek aşılmayı değil süratle ve şiddetle kopulmayı hak ediyor.
Diğer konu, sermaye müdahalesi. Sermaye müdahalesi aslında eskiden de vardı. 1970’lerde de Milliyet, Gösteri gibi büyük basın kuruluşlarının sanat-edebiyat-kültür dergisi çıkarttığını hatırlıyorum. O zaman sermayenin sanat dergileri kendilerini sola benzetmeye çalışırlardı. Ama şimdi karşımızda bir saldırganlık var. Burjuvazinin doğrudan çıkarttığı bugünkü dergilerden biri kendini “popüler olanla olmayan arasında ayrım yapmayan dergi” olarak tanıtıyor. Bu saldırgan bir üslup. Sermaye başka alanlarda olduğu gibi kültürel alanda da saldırgan şekilde çıkıyor. Ya da sermaye kuruluşlarının, bankaların yayıncılık faaliyetleri eskiden beri var olabilir. Ama eskiden örneğin bankalar bir tür prestij yayıncılığı diyebileceğimiz, uzman yayıncılık yaparlardı. Şimdi ise bir tarafta yoksullaşan popüler kültür alanı var, öbür tarafta da nitelikli diyebileceğimiz bir kültürel üretim alanını sermaye başıboş bırakmıyor, onları da satın alıyor. Mali bağlarla kendisine bağlı hale getiriyor. Sermayenin aydınlara sunduğu bu yapıdan da kopuş yaşamak gerekiyor. Başka zamanlarda başka yerlerde, kapitalizmin sanatı, kültürü de piyasalaştırdığı koşullar yaşanıyor olabilir, ama örneğin aydınlar bu piyasa ilişkilerini yalnızca eleştirmekle yetinebilirler. Denebilir ki, “ne yapalım kapitalist bir ülkede yaşıyoruz, sermaye bizim alanımıza da giriyor, bu bizim gerçekliğimiz, vb”. Ve bu somut piyasa ilişkileri genel kapitalizm eleştirisi çerçevesinde bir yere oturtulabilir.
Ya da bu başlık öncelikli bir mücadele başlığı olarak işlenir. Bugünkü piyasalaşma çok boyutlu bir saldırı niteliğinde. Bundan kopmak gerek.
Bir örnek daha geliyor aklıma. Bugün gençlik okumuyor. Dolayısıyla aydınlar kolay okunur şeyler üretsinler, popüler kültüre yakınlaşsınlar demek mi doğrudur, yoksa tam tersine kültürel birikimi güçlendirerek, bu birikime yaslanarak, bu birikimi somutlayarak mevcut geri yapıya bir kuvvet uygulamak mı doğrudur
Biraz önce söylenenler, birkaç yıl önce yürüttüğümüz Nazım kampanyasını hatırlattı; çıkıntılık yapan doğrudan siyasi öznenin kendisiydi bu örnekte. Hatta somut olarak edebiyat-sanat alanında çıkıntılık yapan bir siyasi özne. Şimdi o örnekte gerçek anlamda öznel bir müdahale var, dolayısıyla bu müdahalenin ve üretilen örneğin ne kadar kültür-sanat alanının içine oturduğu, oraya ait olduğu tartışmalı. Yani o örnekte sanatçıların, aydınların kültür üreticilerinin değil siyasetin kopuşçuluğu var.
Dolayısıyla sanat kültür alanına ilişkin bir soru işareti ortada duruyor. Bugünkü popüler kültüre, kültür alanının piyasalaştırılması ve yoksullaştırılmasına karşı, kültür sanat alanında kopuş öngören bir tutum, böyle bir tutumun taşıyıcıları, aydın-sanatçı kadroları nereden beslenecekler? Sanırım bu sorunun yanıtını, sanat-kültür alanının içinde siyasete, siyasi özneye her zaman olduğundan daha geniş bir yer ayırmadan veremeyiz. Bugün sanat-kültür alanında bir kopuş gerekiyorsa, bu alanın siyasallaşmasına da özel bir önem ayırmak gerekiyor.
A. Mert: Sermaye tahakkümüne ya da onun kültürel alandaki bu hegemonyasına karşı mücadeleyi öne çıkaran özneyi, aynı zamanda bu duruşun “taşıyıcısı ne kadar olmuş” diye sorgulamak ne derece doğru Sırf siyasi özne diye bakıldığında, karşılıklı beslenme ilişkisi olarak düşünülmediğinde, ne kadar ileri götürülebilir ki
M. Çulhaoğlu: Siyasi öznenin tutumu gündeme geldiğinde, yine sanat-edebiyat alanıyla ilgili, ama tamamen o alanla sınırlı kalmayan bir noktaya değineceğim. Bence siyasi özne oraya oklarını yöneltmelidir. Bugün Türkiye’de şu deyiş sorgusuz sualsiz kabullenilmeye başladı: Aydın, her zaman her şeye muhalefet eden kişidir… Bu aydın tanımı neredeyse resmileştirildi. Aydını böyle tanımladığımız sürece yani başka özellikleri ile değil de her şeye muhalefet eden insan olarak tanımladığımız sürece her tür uçukluk aydınlığın şanından sayılacak, rağbet görecektir. Üstelik, bu tür “muhalifliklerin” düzeni ve sermayeyi pek rahatsız etmediği de ortada.
İkinci değineceğim nokta şu arkadaşlar. İnsanlarda şöyle bir kanı var; siyasetle sanatın bağlantısı, siyasetin sanata, sanatın siyasete girdi vermesi gibi şeylerden bahsettiğinizde biraz ilkel bir şey canlanıyor insanların gözünde. Sanki sanat-edebiyat ürünleri hem örgütü hem de örgütlü insanı dönüştürüp başka ve daha ileri yerlere taşıyacak. Bana göre sanat-edebiyat ürünlerine böyle bir işlevcilik tanımak yanlış. Önemli olan, sanat-edebiyat ürünlerinin, dünyamızı, içinde bulunduğu ortamı ve insanlarını ne kadar derinlemesine verebildiği, bu ortam ve insanlarda olup da örgütlü siyasetle uğraşan kişilerin bilmeleri gereken neleri anlattığıdır. Örneğin Şolohov’un Durgun Don’u tam da bunu yapar. Rusya’daki iç savaşın, sıradan insanı nereden alıp nereye götürdüğünü anlatır. İnsanların, en basit insanların bile içindeki fırtınaları anlamamızı sağlar. Bunu verdiği için de edebiyat önemli.
A. Güler: Ben zaten siyasal öznenin kadrolarından ziyade sanat-kültür insanlarının yaşamaları gereken kopuştan söz ettim.
M. Odman: Biraz başta da değinmiştik, sermayenin bu alana müdahalesi 60’lı yıllarda pek görülmüyordu diye… Oysa şimdi, çok farklı bir durumla karşı karşıyayız. Şimdi büyük tekellerin işin içine girmesi, ciddi ve kalıcı etkilerinin ortaya çıkması, hatta bir tür hegemonyanın kurulması söz konusu… Kapitalizmden söz ettiğinizde, burada bir endüstri ortaya çıkmıştır. Bugünlerde benim dikkatimi çeken bir rakam vereceğim, Ali Mert daha iyi bilir, yanlışsam düzetsin, 2004 yılında Türkiye’de 180-200 dolayında yerli roman basılmış; hepsi de yeni kitap, ikinci basım falan değil. Bu inanılır gibi bir şey değil arkadaşlar, hayatımız roman oldu… Ayrıca, bunlar, işte o 60’lı yıllardaki, insanların küçük yayınevlerinde kimileyin parasını kendi ceplerinden vererek bastırdıkları kitaplar da değil; koskoca, “tekel” dediğimiz şirketlerin bastığı kitaplar.
Ama bu romanlar konusunda söylenmiş bir söz var, çok sert bir eleştiri kimin, söylediğini es geçerek aktarayım. “Bu kişinin kitabını okumaya çalıştım; ama okuyamadım, ancak 10 sayfa okuyabildim. Bu kişi niye yazarlık yapıyor? Gitsin kiremit satsın.” Böyle diyor. Belki çok aşağılayıcı, ama gerçeği yansıtıyor. İktisadi doktrinler tarihinden hatırlarız; bir kanun vardır, bize “Say’ın Mahreçler Kanunu” diye öğretirlerdi. Kısaca şöyle anlatılabilir: “Her arz kendi talebini yaratır.” Herhalde bu yasanın evrensel bir geçerlilik taşıdığına inanıyorlar ve habire roman diye yazılmış metinleri çoğaltıp piyasaya arz ediyorlar. Öte yandan, başlarken konuştuğumuz 60’lı yılara göre, nüfus çok arttı, daha önemlisi, genç nüfus ve onun içindeki üniversiteli nüfus da üniversite sayısı ile birlikte arttı; bu arada, hemen hemen bütün büyük kentlerde “kafe-kitabevi” diyebileceğimiz bir dükkan türü ortaya çıktı, gençler oturup yiyip içiyorlar, genellikle çok kötü müzikler dinleyerek vakit öldürüyorlar ve bu arada, anlaşılan, piyasaya sürülmüş o ürünlerden satın alıyorlar. Yoksa, o tekeller mekeller niye üretip arz etsinler o malları?
A. Mert: Sırf edebiyatla sınırlı değil ama sinemadaki, müzikteki kadar, kitapta, yayıncılıkta ve romanda da bir kutuplaşmaya doğru gidiliyor. Gerici havayı yayan, akılları bağlayan, çok doğrudan müdahaleler de var. Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki Yazarlar İnisiyatifi toplantısında Ayten Mutlu’dan dinledim. Pen Yazarlar Derneği’nde bir seminer yapacaklar, onun maliyeti için, alt yapısını hazırlamak için sponsor arıyorlar. Bir banka sponsor oluyor; “ama konuşmacıları biz belirleriz” diyor. Sermayenin medyasında çalışmak ya da aynı mantık ve ekonomik tehditle kurulmuş bir yayınevinden kitap çıkartmak gibi şeylerin sansür-oto sansür mantığı içinde bakıldığında ciddi bir etkisi var. “Ne fark eder ki” diyen bir genel kolaycılık da var ya hani “ne var yani, yayınevi işte, ben romanımı yazıyorum, veriyorum” denen ilişkinin aslında bir geri dönüşü olduğunu bilmeden çok yol alamıyoruz sanki. Yani sermayenin ideolojik anlamda, düşünsel anlamda aslında bir kısıt koyduğu şeyin artık daha fütursuzca yapıldığı örnekler de var. O mecrada kendini ifade etmenin daha gizli ve dolaylı yüklerinden vazgeçtik, doğrudan sponsor müdahaleleri var artık.
Bugünkü kültür sanat ortamı bazı yönleriyle çok umutsuz bir tablonun da çizilebildiği, hem popüler kültür alanında hem daha geniş ve büyük bir ideolojik kuşatma anlamında hem de bir şey yapmaya çalışanların müdahalelerinin yetersizliklerinden hareketle bir tür içe kapanma ya da dönem dönem öne çıkma ama sonrasında sonuçlarını görememekten kaynaklanan bir tıkanıklığa düşmeleri diye bakıldığında çıkışsızmış gibi gözüküyor. Biraz önce sözünü ettiğimiz diğer nedenler de bir tıkanıklığa yol açıyor. Ama tabii burada bir durum saptaması yapıp umutsuzluğu belirleyip kenara ayırmak da doğru olmaz. Onun bileşenlerini iyi tahlil edersek belki daha etkin müdahaleleri, daha ilerici çıkışları nasıl yapabiliriz, yine sözünü ettiğimiz kopuşların olanaklarını nasıl zorlayabileceğimizi daha iyi belirleyebiliriz diye bakmamız lazım. Ama ondan önce değinmeliyiz, bugünkü eğilimlerden biri olarak, bir taraftan iyi niyet de barındırarak bir şeyler yapmaya çalışan, hani eleştiri alanında olsun, sanatsal üretimin kendi daha iç alanlarında, edebiyatta, sinemada, müzikte çalışmalar yürüten insanlarda olsun, bir tür kinizm, genel bir tavır olarak öne çıkıyor. Hani biraz devrimci umudun 60’lara 70’lere oranlara yitmiş olmasından kaynaklanan, yani “biz iyi işler yapabiliriz, iyi işler de yapıyoruz bazen, ama bunun karşılığı nedir ki” sorusuyla, yanıtı çok göremediği, hissedemediği için bir tür alaycılığı, ironiyi hem bir eleştiri silahı olarak geliştirirken bir taraftan da boş vermişliğinin bir zemini olarak döşeyebilen bir zayıflık var sanki. Bu 90’larda kalem oynatan genç kesimde ağırlıklı gözüküyor bence. Umudu taşıyacaksak biraz hani devrimin somutluğunu, sıcaklığını, güzelliğini içinde hissettirebilecek bir aydınlık zihne, berraklığa da ihtiyaç var. Biraz ileri düşünceyi taşıyanlarla ileri sanat eseri verenlerin buluşması diyebileceğimiz bir tıkanıklıktan da kaynaklanıyor; yani iyi ürünler de veriliyor ama piyasada öyle bir kuşatma var ki onun okuruyla, yeniden üretecek aklıyla buluşmasında bir tıkanma var. Türkiye’de iyi film de, iyi müzik de, iyi roman da üretiliyor. Bu arada geçen yıl 360 roman yazıldı; bence 3-4 tane yazıldı diyeyim, ama o 3-4 tanenin 360 içinde erimesi onu yazanları da bir tür ümitsizliğe sevk ediyor. Genel olarak siyasal öznenin genç ağırlıklı okur-yazar olması gereken kesiminden bir ilgisizliğin, meraksızlığın da belli oranlarda bunda payı var belki. Biraz genç devrimcilere yönelik bir uyarıcılığı da bu anlamda harekete geçirmek belki anlamlı olacaktır.
M. Çulhaoğlu: Ben burada hem bir açıklama yapacağım, hem de bir soru yönelteceğim sizlere. Şimdi bir tarafta siyaset alanı ve siyasal özne var. Öbür tarafta da bugünkü haliyle sanat, edebiyat, kültür dünyası dediğimiz bir başka bölme var. Benim görebildiğim kadarıyla, hani karşılıklı alış-verişten söz ediyoruz ya, siyasal öznenin sanata ve edebiyata da dokunacağı için iki şeyi zaten kendi varlık nedeniyle yapması lazım. Bunlardan birincisi, bir şeylerin değişebileceğine ilişkin, bu ülkede işlerin eski tas eski hamam gitmeyeceğine ilişkin bir imaj yaratması gerekir. Bu, tek başına şu veya bu siyasetin ortaya konması ve uygulanması demek değildir. Bunun üzerine bir de genel bir hava, bir atmosfer, bir duygu yoğunlaşması yaratılması gerekir. Yani bu ülkede bir şeyler değişebilir! Bir bu mesajı verecek.
İkincisi siyasi özne, örnek bağlanmış aydından ziyade, örnek bağlanmış ve kendini geliştiren işçi tipolojisini ürettiği oranda, örnek siyasi bağlanma içindeki aydına göre öbür cenaha daha fazla motivasyon ve esin sağlayacaktır gibime geliyor. Örneğin, İstanbul’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi açıldığı sırada Kadıköy Belediye Başkanı konuşmuş, oradaki işleri yapan bir ustabaşı konuşmuş. Ali Usta. Orada herhangi bir aydın açılan merkezin işlevini anlatacak çok derinlikli, oturaklı, kallavi bir konuşma yapabilirdi. Ama oraya çıkan işçinin hafif utangaç, sade, ama aynı zamanda da çok duygulanmış hali oradaki insanları daha fazla etkiledi. Şimdi bana göre böyle bir açık var. Yani oradaki sanat, edebiyat çevresinin insanları, kendini az çok aşmış, salt işte “ben işçiyim arkadaş değerleri ben yaratıyorum” türü söylemlerin ötesinde gelişkin bir işçi, emekçi tipi gördüğünde, kendi ironik ve mesafeli yaklaşımını daha fazla sorgulayacaktır. Daha açığı, örnek işçi, mesafeli aydını, örnek aydından daha fazla etkileyecektir.
Bu işin bir yanı. İşin diğer yanına ve soracağım soruya gelecek olursak: Şimdi bu edebiyat, sanat dünyası kendi mecrasında gelişirken, benim az önce sözünü ettiğim dış etkilenimlerden bağımsız, salt kendi iç dinamikleriyle bir doyum noktasına gelinme, bu dünyanın kendi içinden “yeter artık” diyen radikal bir kopuş çıkma ihtimali var mı
A. Mert: Diğer kulvarda ise yok herhalde. Biraz önce Mesut Abi’nin anlattığı artık çıkar mekanizmalarına dayanmış bir durumda yoktur herhalde ya da yeni formlara bürünecektir.
M. Çulhaoğlu: Siyasi kanal az önce sözünü ettiklerimizi ne kadar başarılı biçimde yaparsa, öbür tarafın masum kesiminin geldiği tıkanıklığı da açıcı bir işlev görecek. Orada bir geçişme yada karşılıklı beslenme noktası yaratacak gibime geliyor benim. Çünkü öbür türlüsü, senin de dediğin gibi, salt kendi dünyası içinde alacak olursak, orada fışkırma aşma, kendini yenileme gibi bir şey olmayacak herhalde.
A. Mert: İşin doğasından kaynaklanan bir bireysel üretim boyutu var tabii ki. Hani sinemada, müzikte, edebiyatta, ekol ya da okul, ya da kolektif diyelim, eyleyiş ve davranış biçimlerini bu “bireysel doğa” da kesiyor biraz. 60’larda daha fazla kolektif biçimde davranan aynı platformda üreten yazarların bir araya gelerek bir ekol olarak beraber mücadele etmesi, süreci erozyona uğradı. Biraz da kadro sorunu bu ya da kendini kadro olarak görüp öne atma. Tabii sanatsal üretimin kendi iç doğasından kaynaklanan aranışların varabileceği, işte geçmişteki fütürizm örneği gibi kendi içinde sağı da solu da yaratabilen ama tavrını asıl olarak sanatsal alanda koyan, daha çok şekle dayanan okullar oluşabilir ama bizim tartıştığımız o değil.
M. Odman: Bu konuyla ilgili olarak şu geliyor aklıma. Aşağı yukarı kapitalistleşmiş bir sanat, edebiyat dünyasından söz edebiliyoruz. Bu böyle kendi yatağında akacaktır. Ali’nin dediği gibi başka yerlere de evrilebilir; ama kendi mantığı içerisinde. Oralardan bu dünyayla sorunu olan, bu dünyaya itiraz eden, başkaldıran sanatçıların, sinemacıların, şairlerin, yazarların çıkabileceğine de pek ihtimal vermiyorum, çok düşük bir olasılıktır. Ama işin şöyle bir boyutu daha var: Bu dünyanın dışında küçük, ama şimdilik küçük çevreler, dünyalar oluşuyor. Benim bildiğim kadarıyla, sadece büyük kentlerde değil taşra dediğimiz yerlerde dergiler filan çıkıyor. Bu dergilerin çevresinde bir araya gelen insanlar var. Yazıyorlar, çiziyorlar. Öte yandan, sözgelimi, tiyatro yapıyor insanlar. Üniversitelerde, siyasi çevrelerde yapan insanlar var. Basbayağı tiyatro grupları oluşturuyorlar. Bunların bazıları epeyce siyasallaşmış durumda. Bazıları yaptıkları tiyatroyu sokağa da taşıyabiliyorlar. Eylemlerde şurada burada… Bir tür sokak tiyatrosu yapıyorlar. Buralardan gerçekten bir devrimci sanat, edebiyat çıkabilir diye umabiliriz. Tabii bunun siyasal mücadelenin gelişmesiyle de çok ilgili olan bir yanı var. Aynı zamanda bunun siyasal mücadeleye bazı girdileri, katkıları da olabilecektir.
A. Mert: Sermaye egemenliğiyle ilgili boyutundan devam edersek; masum ya da bağımsız diyebileceğimiz kanallar sinemada da var. Örneğin Danimarka’da üç yönetmen bir araya geliyor ve teknolojiyi Hollywood gibi kullanmayacaklarını, kamerayı şu açıdan kullanacaklarını, profesyonel oyuncu oynatmayacakların vb. deklare eden hem teknik hem estetik ve ideolojik ama nihayetinde “dogmatik” kurallar belirliyorlar. Adlarını da “dogma” koyuyorlar. Yani her şeyin laçkalaştığı bir ortamda biz dogmalarla hareket edelim diyorlar, ama bağımsız kanal başka bir bütünlüğe kavuşmayınca şimdi ya Hollywood işi yapımlara yöneliyor ya da reklam filmi çekiyorlar. Müzikte de var. Yani daha devrimci müzik yapmaya çalışanlar kendi düzenekleriyle kaset çıkarmaya çalışıyorlar. Ya da dijital kameralarla film çekiyorlar; bunlar da hızla ticarileşip o kanalı satın alan tekellerin güdümüne girebiliyor. Yani bağımsız diyebileceğimiz kanallar, bir şekilde sermayeye mahkum olan genel kültür sanat ortamı düşünüldüğünde o muhalifliklerini hızla eritebilecekleri zemine kayabiliyor, yine piyasa işine doğru evrilebiliyorlar. Dediğin umudu taşıyabilecek güçler oralarda da birikiyordur diye düşünüyorum, ama siyaset ve sanatın geçişkenliği diyebileceğimiz bir zemini zorlamadan, bağımsız ya da alternatif çıkışlar tıkanabiliyor.
M. Odman: Ben bunun için konuşmalarımızı somut ya da somut olmasa bile öneri benzeri noktalara taşıyabilir miyiz diye konuyu açtım. Bunu belki de şuraya bağlamak gerekebilir. Ne önerilebilir böyle bir durum karşısında Benim aklıma gelen, çok da söylenmiştir ve herhangi bir yenilik taşımıyor belki ama, insanlara örgütlenmelerini önermektir. Örgütlenmek ve bu örgütlenmeleri sermayeden, sermaye sınıfından bağımsız kılmaya en büyük özeni göstermek.
Bu tür bir konu gündeme gelince, yıllar önce düzenlediğimiz bir panelde konuşulanları hatırladım. Ali Mert de vardı, 2000 yılındaki Nazım Şenliği çerçevesinde Kadıköy’de gerçekleştirilmişti. Orada da gene böyle örgütlenen sanatçılardan, yazarlardan, birtakım kolektiflerden söz edilmişti. Genellikle işin olumsuz yanlarına vurgu yapıldığını hatırlıyorum. Az önce Metin’in hatırlattığı “Yazko” gibi fiyasko örnekleri vardır geçmişte. Ama burada, belki de, şöyle bir avantajdan da söz edebiliriz. Yaşanmış bu tür olumsuzluklar elbette kötü ve cesaret kırıcı örneklerdir; ama bunları bizim yaşımızdaki insanlar dışında bilen ya da hatırlayan pek olmaz. Biraz önce değindiğim deneylerin içindeki insanlar, genç insanlar; bir yerde okumamışlarsa, bilmezler. Bunların çok fazla yazılıp çizildiğini, bugün el altında bulunduğunu da sanmıyorum. Dolayısıyla, bazı kötü örneklerin, zamanın kemirici etkisine uğrayarak, etkileme gücünü az çok yitirdiklerini düşünebiliriz. Ayrıca, uzak ya da yakın geçmişte, hangi olumsuzluklar yaşanmış olursa olsun, örgütlenmenin önemi ve eninde sonunda ulaşılacak çözüm anahtarı olma özelliği ortadan kalkmaz. İnsanlar örgütlenebilirler ve böylece elde edebilecekleri imkanlarla ürünlerini basıp dağıtabilirler, tiyatro yapabilirler, vb. vb… Sinema tabii daha zor, sermaye ile daha çok içli dışlı; demin Ali’nin verdiği örnek de gösteriyor. Başka bazı alanlardan da söz edebiliriz; müzik diyorsun söz gelişi. Bugün müzik yapanlar ve müziğin alıcısı olanlar, eskiye oranla olağanüstü artmış durumda. Başka türlü söylersek, değişik müzik türlerinde, diyelim 20-25 yıl önce, bugün ya da son 5-10 yıldır olduğu kadar böyle konserler, etkinlikler, tırnak içinde böyle bir “canlılık” var mıydı? Yoktu; ama ülkemizin müzik hayatına bunun nasıl bir katkısı vardır bilemiyorum. Çok da olumlu bir cevap veremiyorum. Ama müzikte de demin dediğim genç insanlar olsun küçük gruplar olsun, dikkate değer işler yapıyorlar. Müziğin de siyasal eylem, siyasal mücadele ile daha doğrudan bir ilişkisi bir bağlantısı var. İnsanlar müzik yapıyorlar; onları siyasal eylemlerde, gösterilerde, siyasal yönü ağır basan etkinliklerde paylaşıyorlar. Bunlar arasında ilkel denebilecek müzik yapanlar olduğu gibi, işini bilerek yapanlara da rastlanıyor. Bunları dinleme şansına çok fazla sahip olduğumu söyleyemem; ama bazı durumlarda, dinlediğimde hayret ettiğim gelişkinlikte ürünler yaratabilmiş insanlarla da karşılaşıyorum. Şunu önerebiliriz o alanda çalışan, o alanda üretken olan insanlar için: Bütün sanat alanlarında, ama özellikle müzikti, tiyatroydu daha çok kolektif üretime açık sanat dallarında, sermaye ideolojisi ile düzenine karşı ve emekten yana bir tutum içinde yaratıcılık gösterenler, yapıp ettiklerini belli bir örgütlülük içinde toplumsal mücadelenin çeşitli zeminlerinde sergileyebilirler. Bunun hem kendilerine, hem mücadeleye ve o mücadelenin içindekilere küçümsenemeyecek katkılar sağlayacağı açıktır. Öte yandan, örneğin, edebiyat daha bireysel yaratıcılığa dayanan bir alan; ama orada bile, değişik kolektiflerde örgütlenecek yaratıcıların, şimdi olduklarından daha üretken ve birçok güçlüğü aşmak bakımdan daha donanımlı duruma gelebileceklerini söylemek, herhalde yanlış olmaz.
A. Mert: Yapmaya çalıştığımız, yaptığımız şeyler de var. Kültür merkezlerinde yürütmeye çalıştığımız… Muhakkak eksikleri de var tabii ki. Paylaşımı daha ileri taşımak anlamında olanaklarımızı artırmayı başardıkça, bazı alanlarda ön açıcı gelişmeler yaşanıyor. Ürünler düzeyinde de ilişki ve açılımlar düzeyinde de kimi çıkışlarımızı daha ileri platformlara taşıyabiliyoruz. Tabii niteliğe dair, içeriğe dair yapılanları sürekli geliştirme kaygısıyla. Estetik düzeye dair uyanık bir bilince, sürekli bir uyarıya her zaman ihtiyaç var.
A. Güler: Şöyle bir toparlama deneyebilir miyim Birincisi, bu sermaye tahakkümüne direnen, korunaklı kimi alanlar var, bunların ilelebet korunaklı kalmaları için hiçbir neden, garanti yok. Tam tersine kendi haline bırakıldığında sermayenin buraları da ele geçirmesi beklenir. Dolayısıyla bunun karşısında bir örgütlenme gerekiyor. Ama bu örgütlenmenin post-modernizm gibi sanat kültür alanında tırnak içinde üretim yapan akımlara karşı ve sermayenin akıl yürütmesine karşı bir dirence sahip olması lazım. Dolayısıyla bu örgütlenmenin başlarda konuştuğumuz o siyasal-toplumsal dinamiklerle daha bitişik durması lazım.
İkincisi, Metin’in o konuşma yapan işçi diye örneklediği, Ali Mert’in kültür merkezi olanakları diye örneklediği kimi cesaretlendirici, motivasyon besleyici girişimler, pratikler var. Bu kimi zaman kültür merkezi açılışında konuşma yapan işçi örneğinde olduğu gibi ortaya konabilir; kimi zaman kültür evi, kültür merkezi gibi mekanlarla, üretmek için olanak yaratma şeklinde. Bu mekanlar sanatsal-kültürel üretimle siyasal dinamiğin bitişikliğini temsil edecektir. Kimi zamansa siyasal mücadelenin kendi kültür-sanat kadrolarını üretmesi şeklinde.
Ama sanıyorum bütün bunların sonunda Türkiye’de sadece kültür-sanat alanının değil doğrudan siyasal alanın da bazı sarsıcı, öncü çıkışlara ihtiyacı olduğunu, ben düşünüyorum. Popüler kültürün, mistisizmin yayıldığı, üniversitede arabesk şenliğinin yapıldığı bir dönemde veya yerde Aziz Nesin gibi çıkışlara ihtiyacı var bu ülkenin. Sözünün devamını, gerisini çok önemsemeden, doğruculuk yapacak cüretli çıkışlara ihtiyaç var. Bu tür çıkışların sarsıcılığı sadece sanat-kültür alanında yalıtık kalmayacak, dönüp siyasal alanın kendisini de motive edecektir kuşkusuz.
Ancak biraz önce şu anki kültürel ortamdan böylesi ileri çekici iç dinamiklerin kolay kolay çıkmayacağı saptaması yapıldı. Bu durumda bugün için çok başında olduğumuz bir alandan, sanat-kültür alanı ile siyasal dinamiklerin bitişik, iç içe durdukları etkileşim alanlarından bu tür örneklerin çıkabileceğini düşünebiliriz. Öncü örnekler kanımca siyasetle sanatın en çok etkileşime girdiği alandan çıkacak.
M. Çulhaoğlu: Aydemir iyi bağladı, sanırım bunun ötesinde bir şey söylemek mümkün değil.
M. Odman: Hiç çağrı yapmadık bu konuşmanın başından beri. Gerçi, örgütlenme ile ilgili olarak bu anlama gelebilecek sözlerimiz oldu; ama açık bir çağrı yapmadık galiba. Bitirmeden önce, bir çağrı yapılabileceğini sanıyorum. Eskiden beri siyaset-sanat ilişkisi konusunda anlamlı ve anlamsız, yığınla laf edilmiştir. Bunların en anlamsızlarından biri, belki, hiç de anlamsız değil, tam tersine, pek bilinçli olarak söylenmiş olanlarından biri, aşağı yukarı şöyledir: Siyaset sanata bulaşırsa eğer, sanat ve sanatçı siyasete bulaşırsa, her iki yönü de söylenmiştir, iyi olmaz; sanat, sanat olmaktan çıkar. Aslında bundan 25-30 yıl önce böyle bir şartlanma ya da yanlış yaklaşım, önemli ölçüde kırılmış durumdaydı. Ama o zamandan beri ülkemizde ve dünyada yaşananlar, başka konularda olduğu gibi, bu noktada da bir geriye dönüşe yol açtı. O yüzden, eskiden söylediğimizi tekrar edebiliriz, tekrar etmeliyiz. Sanatla uğraşan bir insanın siyasetle uğraşmaması, siyasetle haşır neşir olmaması ve sanatını siyasetten uzak, ondan arı, ondan temiz tutması gerektiği çok eskilerden beri söylenmiştir ve hâlâ da söylenmektedir. Hatta, diyebiliriz ki, şimdilerde pek de söylenme gereği duyulmamaktadır; çünkü, birincisi, artık bunun iyice bellendiği düşünülmektedir ve ikincisi, ilkiyle çelişik olarak, bugünün dünyasında makbul sanatçıya uygun siyasetin yolları açık tutulmaktadır. Bana sorarsanız, çok ilkel ve son derece gülünç bir aldatmacadır bu. Böyle bir öğüt ya da öneri, sanatçılara dokunulmazlık verme görüntüsü altında onları aşağılamaktır; onları ebleh yerine koymaktır. Has sanatçıya şunu demek anlamındadır: Kardeşim senin aklın ermez böyle şeylere, sen anlamazsın; ayrıca, senin sanatını da bozar; sen güzel bir kelebeksin, sana dokunan olursa ya da sen böyle örseleyici takıntılara değersen, ölürsün. “Has sanatçı” dedim; öyle olmayanlar içinse zaten, siyasetin yolları açık tutulmuştur. Oysa, bugün nasıl herhangi bir insanın, herhangi bir emekçinin siyasetle uğraşması, siyasallaşması gerektiğini haklı olarak söylüyorsak, sanatçının da siyasallaşması, siyasetle ilgilenmesi, siyasetten etkilenmesi ve siyaseti etkilemeye çalışması gerektiğini de söylemeliyiz. Bu, sanatın özünde var olan bir gerekliliktir; çünkü, sanat ilkel dönemlerinden bu yana insanın asli uğraşlarından biridir ve bugün, öteki insan uğraşları gibi, birtakım sınıflardan oluşan ve onlardan bazılarının yöneten yahut ezen bazılarının yönetilen yahut ezilen konumunda bulunduğu toplumlarda gerçekleştirilmektedir. Siyaset beni ilgilendirmez demek, içinde yaşadığım toplum nasıl olursa olsun ve kimler tarafından yönetilirse yönetilsin fark etmez demekle aynı anlama gelir. Böyle düşünene sanatçı demek, isterseniz genellemeyi biraz yumuşatabiliriz, has sanatçı demek mümkün mü?