Tarihi yorumlamak her kişinin harcı değil. Dünü ve bugünü okurken dikkatli olmalıyız. Özellikle söz konusu olan tarih, ideologlar tarafından yazılan ve amaçlı olarak saptırılan bir tarih ise daha da dikkatli olunmalı. Modern kapitalizmin kitleler nezdinde meşrulaşmasında, safsatalar ve hurafelerle dolu sapkın tarih yazımının rolünü küçümsemek mümkün görünmüyor. Tarih yazarının yerini uzun zaman önce ideolog, ‘roman’ yazarı alıyor. Kurgu olan ile gerçek olan arasındaki farkı ayırt etmek okuyucunun titizliğine ve ilgisine bırakılıyor.
Gündelik hayatın içine kadar sızmış, sözde herkesin ne olduğunu bildiği, ya da bildiğini zannettiği tarihsel kavramların gerçekte neyi ifade ettiklerini araştırmak yine bizlere düşüyor. Tarih yazımı gibi, tarihsel kavramların da içleri boşaltılıyor, tarihsizleştiriliyor. Gündelik hayatı işgal eden, içeriklerinden uzaklaştırılmış kavramların arkasındaki gizli gerçekliği deşifre etmek, dün olduğu gibi bugün de komünistlerin gündeminde yer almalı, alıyor.
Bugün küreselleşme, dünya sosyalist hareketinin gündemini yerli yersiz nedenlerden dolayı meşgul etmektedir. Sol içi popülerliği artan, üzerinde düşünülmeden ithal edilen kavramlar, popülerleştikleri ölçüde sosyalistlerin iktidar perspektiflerini zayıflatmaktadır. Bu noktada, dünya kapitalist sisteminden radikal bir kopuşu öngörmeyen her türlü kavramlaştırmaya şüphe ile yaklaşılmalıdır. Dünya kapitalist sisteminin yepyeni bir eğilimi olarak öne sürülen ‘küreselleşme’, gerçekte geçmişle bağları sıkı sıkıya kuvvetli, azgın bir çizginin daha usturuplu ifade edilen, ama hiç de daha az azgın olmayan yeni adıdır. Refah devleti politikalarının kendini yeniden üretememe krizi, dünya kapitalist sisteminin global yapılanma projesi olarak, yeni liberal, yeni sağ politikalarla yavaş yavaş kendini bulmuştur. Sosyalist Blok’un çözülmesiyle birlikte kendine güveni artan sermayenin, işçi sınıfının kazanılmış haklarına günbegün daha cüretkâr saldırısı, her vakit yayılmacı, baskıcı emperyalizm, bu kez ‘küreselleşme’ olarak karşımıza çıkarılmıştır.
Bugünün sorunu, küreselleşme kavramına kimlerin ve neden teşne olduğu değil, gerçekte kavramın neyi yansıttığıdır.
Karşımıza kaskatı, yakıcı bir gerçeklikmiş gibi çıkan küreselleşmenin çözümlenmesi, ancak varsayımlarının geçerliliğine yapılan eleştiriyle olanaklıdır. Bu noktada, küreselleşme ideologlarının üç temel varsayımını belirtmek durumundayız.1
·Küreselleşme tamamen yeni bir dünya sistemidir. Dolayısıyla, insanlık tarihinde daha önce eşi görülmemiş bir kopuşun adıdır.
·Tamamen nesnel, kaçınılmaz bir süreç olan küreselleşmeye karşı mücadele anlamsızdır.
·Bu nesnel ve kaçınılmaz süreç, ulus devletlerin sonunun habercisidir.
Anlaşılacağı üzere, ulus devletlerin varlık nedeni bir kez daha tartışılmakta, dolayısıyla serbest piyasa ekonomisi yeniden fetişleştirilmektedir. Modern kapitalizmin kurucu ve düzenleyici unsurlarından biri olan ulus devlet, kendisine geçmişte biçilen misyonların tasfiyesi adına yeniden masaya yatırılmaktadır.
Ulus devletin dünden bugüne tarihsel gelişmesi, değişen ve dönüşen görevleri ve günümüzdeki yeri bu yazının çerçevesini oluşturacaktır. İddia şudur: Ulus devlet, sonu bir yana, bugün dünden daha can alıcı bir gerçeklik olarak karşımızdadır. Bugün kapitalist devletin göreli özerkliği konusundaki tartışmalar anlamını yitirmiştir. Bugün kapitalist devlet, ulusal ve uluslararası çıkarları çakışan sermaye sınıfının doğrudan müdahale aracıdır.
Ulus devletin tarihsel evrimi, sınıf içi ve sınıflar arası mücadelenin boyutları, sermaye birikim biçimleri, ekonomik kriz dinamikleri ve uluslararası güç dengeleri ekseninde incelemeye tabi tutulacaktır. Ulus devletin, kapitalizmin hangi ihtiyaçlarına karşılık ortaya çıktığının cevabı verildikten sonra, evrimi üç ayrı tarihsel dönemeç itibarıyla incelemeye alınacaktır.
1.Uluslararası piyasa ekonomisinin kurulması (1834-1914)
2.Uluslararası kapitalist sistemde duraklama ve yeniden yapılanma (1914- 1970)
3.Yeni liberal uluslararası yapılanma (1970-….)
Yukarıdaki dönemlendirmenin başlangıç ve bitiş tarihleri önemlidir. Derinlemesine bir incelemeye girmeden önce, seçilen tarihlerin neden önemli olduğu konusunda açıklamaya ihtiyaç vardır. Örneğin birinci dönemde, modern kapitalist devletin kurumsallaşması, olgun bir dünya sistemi haline gelmesi esas alınmıştır. Emek, para ve meta piyasalarının uluslararası yapılanması bu dönemde tamamlanmıştır. Bundan sonraki dönemlerde süreli duraklamalar ve biçimsel farklılıklar olmasını karşın, öz aynı kalmıştır. Sonraki dönemlerde, uluslararası serbest piyasa ekonomisinin kurucu ve düzenleyici kurumları niteliksel olarak değişmemiştir. İkinci dönemde ise, yıkım ve yapım diyalektiğinin getirdiği duraklama esas alınmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının üretici güçler ve sermaye cephesinde yarattığı daha önce görülmemiş yıkımın ardından, üretici güçlerin ve sermayenin sınıf mücadelesi dolayımıyla yeniden yapılanması, ilk bakışta bir zıtlık sergilese bile, birliği de içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nı sürükleyen otarşik, faşist devlet ile İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti, kapitalizmin uluslararası bunalımının ikiz evlatlarıdır. Üçüncü döneme gelindiğinde, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte uluslararası güç dengesinin sapması önemli bir dönemeçtir. Buna karşın, 1970’lerde somutlaşan refah devleti bunalımı, yeni yöneliminin doğrultusunu refah devleti politikalarının tasfiyesiyle belirlemiştir. Kısacası Sovyetler Birliği’nin varlığı, kapitalizmin yeni yönelimini yalnız biçimsel olarak etkilemiştir; doğrultuyu asıl belirleyen, kapitalizmin kendi bunalımıdır. Sosyalist ülkelerin çözülüşüyle birlikte yeni liberal yönelimin ölçeği artmış, güven tazelemiş, daha cüretkâr, hızlı adımlarla aynı yolda ilerlemeye devam etmiştir.
Ulus devletin kökeni
Modern kapitalizmin yükselişi ile ulus devletin kuruluşu birbirine paralel gelişmelerdir. Burada sorulması gereken soru şudur: Ulus devlet, kapitalizmin hangi ihtiyaçlarına tekabül etmektedir?
Kapitalizm öncesi Avrupa’nın özgün karakteri, devletin merkezi gücünün ticari kent yönetimlerine parçalanmasından kaynaklanmaktadır. “Kent yönetimlerinin parçalı askeri, siyasi ve hukuki güçleri köylülerden çıkartılan artığın aracı oldu.”2 Kent yönetimlerini ellerinde bulunduran tüccarlar, kentlerin ekonomik ilişkilerine getirdikleri sınırlamalarla, rekabetin, dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin gelişmesine engel teşkil etmişlerdir. Daha büyük ölçekli, birleşmiş ulusal piyasanın yerine, küçük, rekabetçi olmayan yerel piyasalar kapitalist ilişkilerin gelişmesine gerçekten engel oluşturmaktadır. Kapitalizmin temelinde ucuza alıp pahalıya satmakla elde edilen ticari kâr değil, üretimden gelen artık değer yatmaktadır. Üretimden gelen ekonomik güç ile ticaretten gelen siyasi gücün parçalı ve çelişen yapısı, her ikisinin tek bir merkezde toplanması için gerekli olan tarihsel zemini yaratmıştır. Özet olarak, ulus devlet, kapitalizmin siyasi ve iktisadi gücü tek merkezde birleştirme çabasının ürünüdür. Siyasi ve iktisadi gücü devlet iktidarında somutlaşan sermaye sınıfı, ulus devleti, sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmada, kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlamada zorlayıcı, merkezi bir güç olarak kullanmıştır. Burada kaçırılmaması gereken nokta, devletin sınıf içi (rekabet) ve sınıflar arası (sermaye ve işçi sınıfı) mücadelenin boyutları dolayımıyla müdahalelerde bulunmasıdır. Sınıf mücadelesinin yoğun, kesin dönemeçlerinde, kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağlamak adına devletin ‘göreli özerk karakteri’ genişleyebilir. Devletin kapitalist üretim ilişkilerini sürdürebilme, üretici güçleri yeniden yapılandırma çabası devlet iktidarının sınıfsal karakterini gizleyebilir. Buna karşın, sınıf mücadelesinin zayıfladığı, şiddetini ve yoğunluğunu yitirdiği dönemlerde devletin sınıfsal karakterini perdeleyen engel ortadan kalkar. Devlet, sermaye birikimi önündeki engelleri kaldırmanın doğrudan ve görünür aracı haline dönüşür. Her iki durumda da devlet, sermaye sınıfı adına sınıf mücadelesinin şiddetini ve yoğunluğunu denetleyen ve düzenleyen en işlevsel vasıtadır.
Uluslararası piyasa ekonomisinin kurulması (1834-1914)
Bu dönemde ulus devlete biçilen misyon, uluslararası sermaye, emek ve meta piyasalarının yapılandırılması, kısacası sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Dünya kapitalizminin öncüsü İngiltere’de yaşanan gelişmeler, bu döneme damgasını vurmuştur. İngiltere ,dünya kapitalizminin liderliğini Birinci Dünya Savaşı’nın arifesine kadar korumayı bilfiil başarmıştır. Uluslararası çıkarları çakışan sermaye sınıfı, 1834’den 1875 kadarki dönemde zorunlu olarak, ulusal kapitalist ekonomileri kurmak ve rekabetçi gücünü arttırmak adına, İngiltere’nin siyasi ve iktisadi hegemonyasını kabullenmiştir. 1875’den sonra İngiltere’ye rakip ekonomilerin (Özellikle Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri) gelişmesiyle birlikte, sermayenin sınıf içi çelişkileri şiddetini artırmış, ekonomik rekabet keskinleşmiş, İngiltere’nin ekonomik liderliğini kaybettiği fakat askeri gücünün tartışmasız üstünlüğüyle uluslararası siyasi hegemonyasını sürdürdüğü, serbest piyasanın yerini yüksek gümrük vergilerine ve tekellere bırakmaya başladığı bir döneme girilmiştir. 1890 yılına gelindiğinde ise, dünya, emperyalist güçler tarafında paylaşılmış, İngiltere iktisadi liderliğini Amerika Birleşik Devletleri’ne kaptırmıştır.
Şekil 1: İktisadi liderlikteki değişmeler (Toplam üretime katılan emek saati bazında)
Kaynak: Maddison A. Phases of Capitalist Development Oxford University Press 1991 s. 31.
İngiltere Parlamentosu 1834 yılında Speenhamland Yasaları’nı, Yeni Yoksulluk Yasaları ile düzenlemeye tabi tutmuştur. Her ne kadar hedeflerine ulaşamasa da Speenhamland yasaları, geçimini sağlamakta zorluk çeken yoksul İngiliz vatandaşlarına tahıl fiyatlarına endeksli yoksulluk yardımı sağlamayı, endüstri devriminin yıkımından korumayı amaç edinmiştir.
“Endüstri Devriminin en faal dönemi boyunca,1795’den 1834’e kadar, bir emek piyasasının İngiltere’de oluşması Speenhamland Yasaları sayesinden engellendi.” 3
1834 Yeni Yoksulluk Yasaları çerçevesince, yoksul yardımları çok ağır, insanlığı aşağılayan şartlara bağlanmıştır. Sonuç olarak ‘serbest’ emek piyasası önündeki en önemli engellerden birisi, ulus devletin iktidar odağı İngiliz parlamentosu tarafından ortadan kaldırılmıştır. Böylelikle, ilk önce üretim araçlarından yoksun bırakılan nüfus, ‘serbest’ piyasanın belirlediği ücretten emeğini satmaya mecbur bırakılmış, başka bir biçimde yaşamını devam ettirmesi devlet eliyle olanaksızlaştırılmıştır. İngiltere’de ulusal ölçekte yaşanan bu tarz zorunlu yapısal değişimler, henüz yapılanmakta olan kapitalist ekonomiler tarafından taklit edilmiştir.
Emek piyasalarında eşik atlatan gelişmeleri, uluslararası sermaye ve meta piyasalarında gerçekleşen yapısal düzenlemeler takip ediyor. 1844 yılında İngiliz parlamentosundan geçen yasayla birlikte, İngiltere Merkez Bankası, ulusal paranın uluslararası değerini ve dolaşımda olan miktarını kontrol eden tek kurum haline dönüşmüştür. İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleşen ve ticari partnerlerine dayatılan değişmelerle birlikte ulusal paraların değerleri ulusların sahip olduğu altın rezervleri miktarıyla ilişkilendirilmiştir. Tarihte Altın Standartları olarak geçen bu dönem, Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, Savaş sonrası İngiltere’nin ısrarları üzerine yeniden Altın Standartlarına geçiş yapılmaya çalışılsa da Altın Standartları 1931 yılında sürükleyicisi İngiltere tarafından bir daha dönüş olmamak üzere terk edilmiştir. 1890 ile 1914 yılları arasında biriken sermayenin, sınıf içi ve sınıflar arası çelişkileri, ulus devletleri ulusal sermayenin, tekellerin çıkarlarını koruyan savaş makineleri haline dönüştürmüştür. Ardı sıra gerçekleşen iki dünya savaşının akıl almaz yıkımı ve sınıf mücadelesinin keskin virajları, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeniden yapılanmasının zeminini oluşturmuştur.
Uluslararası kapitalist sistemde duraklama ve yeniden yapılanma (1914-1970)
Bu dönemin özgün karakterini, uluslararası rekabetin dayatmasıyla dışa kapanan ulusal piyasalar belirlemektedir. İki dünya savaşı arasındaki dönemde uluslararası rekabetçi gücünü artırmak, yeni piyasalara (sömürgelere) açılmak isteyen, sosyalizm karşıtı militarist kalkınma programları kendini aşırı merkeziyetçi, baskıcı, faşist ulusal rejimlerde somutlaştırmıştır. Bu dönemi, ikinci dünya savaşı sonrası dönemden ayıran noktayı, sınıf mücadelesinin boyutları ve sosyalizmin başarısı belirlemektedir. Aşırı baskıcı rejimler önce işçi sınıfının ilerici unsurlarını devlet eliyle mas etmiş, daha sonra da milliyetçi ideolojilerin, ‘sınıf üstü’ ulusal uzlaşmanın illüzyonuyla toplumları savaş makineleri haline dönüştürmüştür. Savaşın insanlığı aşağılayan yıkımının milliyetçi ideolojilerin illüzyonunu dağıtmasıyla birlikte kapitalizm ‘altın’ çağına adım atmıştır. İki alternatif dünya arasında kalan ulusal ekonomiler, kapitalist üretim ilişkilerini yeniden kurabilme, üretici güçleri savaşın getirdiği kütlesel yıkımdan sonra yeniden ayağa kaldırabilme adına, yeni bir uzlaşmanın, uluslararası ‘kardeşliğin’ ulusal kalkınmacı refah devleti haline dönüşmüşlerdir. Kaçırılmaması gereken en önemli nokta şudur: Refah devleti, milyonlarca insanın ölü bedeni, dünyayı kuran asırlık insan emeğinin külleri üzerine kurulmuştur. İster uluslararası rekabet, ister askeri gücünü artırmak, ister ise üretici güçleri yeniden yapılandırmak adına olsun, içine kapanan savaş öncesi ve sonrası kapitalist kalkınma modellerinin özü aynıdır. Biçimsel konjonktürel farklar sınıf mücadelesinin ve sosyalizmin uluslararası kazanımlarından kaynaklanmaktadır. Refah devleti, kapitalizm kendini sürdürebilme çabası ve kapitalist dünya savaşının yıkımının eseri olduğu kadar, Sovyetler Birliğinin dünya gözündeki meşruiyetinin ve başarısının da eseridir.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonraki dönemde, yeniden yapılanan üretici güçleri kapitalist dünyanın yeni lideri ABD yardımlarıyla ayağa kalkan ulusal ekonomiler, yetmişlere gelindiğinde geçmişi anımsatan ‘yeni’ liberal politikaların uygulama alanları haline dönüşmüştür. Refah devletinin kriziyle birlikte ulusal ve uluslararası çıkarları bir kez daha ortaklaşan sermaye sınıf,ı sadık temsilcisi ulus devlet dolayımıyla yeni siyasi programını dünya çapında uygulamaya sokmuştur.
“Bu okumada, dünya savaşlarından ve global depresyondan kurtulma bir kez tamamlandıktan sonra gerçekleşen yeni bir başlangıç değil eski bir eğilime geri dönüştür.” 4
İkinci Dünya savaşından sonra gerçekleşen bir başka uluslararası yeniden yapılanma ABD önderliğiyle kurulan, ulusal kapitalist ekonomileri birbirine bağlayan kurumlardır. Daha önce ulusal ekonomileri birbirine bağlayan Altın Standartları sisteminin, Londra merkezli uluslararası sermaye piyasasının ve İngiltere Merkez Bankası’nın görevlerini Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu devralmıştır. Birinci dünya savaşı öncesi sıkı sıkıya ulusların altın rezervlerine bağlanan ulusal paralar, bu kez ABD dolarına endekslenmiştir. Yeni kurulan uluslararası finans sistemi bir takım biçimsel farklılıklar gösterse de öz itibariyle aynıdır.
Yeni liberal uluslararası yapılanma (1970-….)
Süreli bir duraklamanın ardından, bu dönemde ulus devlete biçilen misyon dışa kapalı, devlet eliyle örgütlenmiş piyasaların tasfiyesi ve sermaye sınıfı adına yeniden yapılandırılmasıdır. Keynesyen arz yönetimi, yüksek ücret politikalarının, dışa kapalı yerel pazarların yerini, ihracata yönelik üretim, düşük ücret politikaları ve açık pazarlar almıştır. Refah devleti politikalarının global krizinin ardında kapitalizmin ekonomik krizi yatmaktadır. Dolayısıyla, 1970’lerin kriz dinamiklerini ve bu krizi aşmak için ulus devlete biçilen politik görevleri marksist kriz kuramının ortalama kâr oranlarının azalma eğiliminin ışığında incelemeye tabi tutulacaktır.
Kâr oranlarını etkileyen dört ana faktörü şöyle sıralayabiliriz:5
1.Sermayenin organik bileşimi
2.Artı değer oranı
3.Sermayenin yenilenme (devir) hızı
4.Kâr oranlarındaki düşüşe karşı koyan kuvvetler (emperyalizm, sınıf mücadelesinin şiddeti ve boyutları, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, savaşlar gibi)6
Sermayenin organik bileşiminde ve artı değer oranındaki azalma sermayenin devir hızındaki yavaşlama, emek sömürüsünün artmasına karşı koyan toplumsal siyasal faktörlerin (reel sosyalizmin kazanımları, ‘68 olayları, ulusal kurtuluş mücadeleleri, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinde yükseliş gibi) hepsi kâr oranlarının azalmasına sebebiyet verebilir.
Altmışların sonlarına gelindiğinde, üretici güçlerini yeniden yapılandıran gelişmiş ekonomilerin emek üretkenliğindeki artış sınıra dayanmıştır. Reel ücretlerdeki azalma ile dengelenemeyen emek üretkenliği artışındaki azalma, sermayeye kâr oranlarını, artı değer oranını azaltan bir darbe olarak geri dönmektedir. Dışa kapalı ekonomiler arasında sıkışan iç piyasası, doyan, dolayısıyla yeni piyasalara aç sermayenin kendini yenileme hızı yavaşlamıştır. Uluslararası anti-emperyalist mücadelelerdeki yükseliş, reel sosyalizmin varlığı gibi dünya çapındaki toplumsal ve siyasal mücadelelerin ölçeğini ve yoğunluğunu artırması, sermaye sınıfının kâr oranlarındaki azalma eğilimine karşı siyasal mücadelesini sınırlamıştır. Sonuç olarak, 1970lere gelindiğinde kapitalizmin azalan kâr oranları krizi, ulusal sermayedarların çıkarlarını ortaklaştırmış, ‘sınıf kardeşliği’ gelişen sermaye sınıfı uluslararasılaşmıştır. Bu dönem itibariyle başlayan, ‘küreselleşme’ dalgasının arka planında sermaye sınıfının çıkar ortaklığı, uluslararasılaşması yatmaktadır.
Bu dönem sonrası, ulus devlet, uluslararasılaşan sermayenin çıkarlarının doğrudan, göreli özerk maskesini kaybeden temsilcisi konumuna gelmiştir. Sermaye birikiminin önünde engel teşkil eden dışa kapalı ulusal piyasaların uluslararası serbest piyasa ekonomisine geçişi ulus devletler eliyle gerçekleştirilmiş, sermayenin uluslararası temsili ve teminatı ulus devletler tarafından sağlanmıştır. Ulus devletler bundan önceki dönemde ulusal sermayeye verdiği desteği aynı esaslarla uluslararası sermayeye vermek zorundadır.
Uluslararasılaşan sermayenin çıkarları, devlet eliyle uygulanan yapısal uyum programlarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu programların içeriğini üç temel yönelim oluşturmaktadır.
·Uluslararası finans piyasalarında devlet denetiminin kaldırılması.
·Yönetişim (Devletin düzenleyici gücünün ekonomiden siyasete kaydırılması),
·İşçi sınıfının tarihsel mücadelesinin kazanımlarının tasfiyesi.
Ulus devletlere dayatılan yapısal uyum programları, sermayenin uluslararası krizine, dolayısıyla azalan kâr oranlarına karşı mücadelenin hattını oluşturmaktadır. Uluslararası finans piyasalarında devlet denetiminin kaldırılması ve devletin düzenleyici gücünün ekonomiden siyasete kaydırılmasıyla birlikte sermaye sınıfına yeni kâr mevzileri açılmış, sermayenin kendini yenileme hızı artmıştır. Dün devlet eliyle örgütlenen (siyasetin dışında kalan) her alan (eğitim, iletişim, sosyal sigorta, sağlık, maliye, enerji sektörü, ulaşım vb.) bugün aynı elden sermaye sınıfına peşkeş çekilmektedir. İşçi sınıfının tarihsel mücadelesinin kazanımları, dışa açılmak zorunda bırakılan, uluslararası rekabetçi gücünü artırmaya çalışan bütün ulusal ekonomilerin önündeki en önemli engeli oluşturmaktadır. Avrupa merkezli ulusal ekonomilerde daha usturuplu ve yavaş gelişmekte olan ulusal ekonomilerde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının daha hızlı ve radikal tasfiyesi ulus devletler tarafından gerçekleştirilmektedir. İşçi sınıfının tarihsel kazanımlarına saldırı, esnek üretim adı altında ‘bilimsel’ bir kisveye bürünmüş emek sömürüsünü, dolayısıyla artı değer oranını artıran yönelimi beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte, sermayenin uluslararası yeniden örgütlenmesinde yer kapmaya çalışan az gelişmiş ulusal ekonomilere taşınan emek yoğun sektörler sermayenin organik bileşenini artırmıştır. Bütün bu gelişmelere ek olarak, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte ABD’nin askeri iktisadi ve siyasi tek uluslararası güç haline gelmesi, uluslararası sosyalist hareketlerdeki ve işçi sınıfı mücadelesindeki gerileme gibi toplumsal ve siyasal gelişmeler kâr oranlarının artmasının önündeki engelleri zayıflatmıştır. Özetle, kâr oranlarını artırmaya yönelik yürütülen her türlü gelişmenin arkasında, sermayenin doğrudan temsilcisi ve sermaye birikimin teminatçısı olan ulus devletler bulunmaktadır.
Sosyalist mücadelenin ölçek sorunu
Bugün dünya kapitalist sisteminin geldiği nokta daha önce benzeri görülmemiş iç çelişkileri ve uluslararası kapitalist sistemden kopuş dinamiklerini beraberinde getirmektedir. Dün olduğu gibi bugün de kopuşun ölçeği ulus devlettir. Çelişkileri küresel ölçekte artarak biriken kapitalist sistem, bugün daha zorlayıcı, baskıcı uluslararası kurumlara ve bu kurumlarının daha sadık ulusal uygulayıcılarına ihtiyaç duymaktadır. Yeni dünya düzeni olarak bilinen sermayenin yeniden yapılanması, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği gibi sermayenin uluslararası çıkarlarını koruyan kurumlar olmadan sürdürülemez. Bununla birlikte bu kurumlar tarafından dayatılan emperyalist politikalar ulus devletlerin katkısı olmadan uygulanamaz.
Sermayenin yeni piyasalara açılma, yeni sömürü biçimlerini uygulama eğilimi kısa süreli duraklama döneminden sonra daha yakıcı, daha cüretkâr biçimde bir kez daha kendini göstermektedir. Yeniden serbest piyasacılık yüceltilmekte, insanlığın kaderi çok uluslu şirketlerin, tekellerin ellerine terk edilmektedir. Küreselleşme kisvesi altında sermayenin uluslararası kurumları, çok uluslu şirketleri ve ulus devletleri eliyle yeniden yapılanması dünyadaki sefaletin, açlığın, savaşların ve ölümlerin nedeni değil, kapitalist üretim biçiminin geldiği son noktadır. Gelinen noktada kaçırılmaması gereken husus şudur: Kapitalizm çok uluslu şirketlerin, tekellerin uluslararası emperyalist odakların eliyle yönetildiği için değil, kâr artırmayı ve rekabeti insani değerlerin önüne koyduğu için adaletsiz eşitsiz ve geleceksiz bir sistemdir. Sadece kapitalizmin emperyalist odaklarını hedefleyen çok uluslu şirketler ve emperyalist odaklar olmadan adil bir kapitalist sistemin varlığını varsayan siyasal mücadeleler insanlığın önündeki asıl engelin kapitalizmin kendisi olduğunu gözden kaçırmaktadır. Ulus devlet dün olduğu gibi bugün de kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan birincil kurumdur. Bu sebepten dolayı sisteme karşı yürütülecek örgütlü sosyalist mücadelenin erişilebilir ana kaynağıdır. Kapitalist sistemin bütününe karşı yürütülecek, topyekûn kopuşu hedefleyen siyasal mücadele bugün dünden daha olanaksızdır.
Bugün ulus devletlere biçilen misyon ulusal ekonomilerin sermaye sınıfının uluslararası çıkarları gözetilerek yeniden yapılandırılmasını gerçekleştirmektir. Ulus devletler işçi sınıfını örgütsüzleştirmekle birlikte, ulusal sermaye ile uluslararası sermayenin çakışan çıkarlarının, sınıf kardeşliğinin bağlarını kurmak ve güçlendirmekle sorumludur.
Ulus devletlerin özgün karakterlerini ve ulusal tercihlerini gözden kaçırmadan, ulus devletlerin sermaye sınıfının egemenliğini pekiştiren dünya kapitalist sisteminin kendini yeniden üretmesine destek veren en merkezi güç olduğu unutulmamalıdır. Modern kapitalizm ile ulus devletlerin kuruluşu tarihsel olarak birbirine paralel gelişmelerdir. Modern kapitalizm başlangıcından beri ulus devletin ekstra yaptırım gücüne, merkezileşen ekonomik siyasi ideolojik ve askeri gücüne sınıf mücadelesinin artan çelişkilerini bastırmak, özel mülkiyet ilişkilerini korumak ve dünya kapitalist sisteminin hiyerarşik yapısının sürdürmek için ihtiyaç duymuştur.
Ulus devletler sahip oldukları merkezi zorlayıcı, yaptırım güçleriyle sermaye birikiminin zorunlu koşullarını yeniden yapılandıran ve sürdürebilirliğini sağlayan en güvenilir kurumlardır. Sınıf mücadelesinin keskin virajlarında, sermaye sınıfının gündelik çıkarları (kârı maksimize etmek) ile ekonomik yapının sürekliliğinin sağlanması çelişebilir. Dünya savaşları ardından, refah devleti döneminde olduğu gibi ekonomik yapının sürekliliğinin sağlanmasının ağır bastığı dönemlerde devlet göreli özerklik illüzyonunun arkasında kapitalist üretim ilişkilerini yeniden yapılandırarak sermayenin uzun erimli çıkarlarını kollar, doğrudan sınıf karakterini gizleyebilir. Kapitalist üretim ilişkileri ulusal ölçekte yeniden yapılandğı, ulus devletler tarafından garanti altına alınan dönemin ardından, sermayenin gündelik ve uzun erimli çıkarları çakışır, devletin sınıf karakteri doğrudan görünür kılınır. Unutulmaması gereken nokta şudur: Ulus devletler sermaye sınıfın gündelik çıkarlarını değil, uzun erimli uluslararası çıkarlarını örgütleyen, kapitalist üretim biçiminin uluslararası sürekliliğine ulusal ölçekte katkıda bulunan kurumlardır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu üç varsayımın değeri tartışma götürür savunusu için, Ohmae, K. (1990), The Borderless, World U.S.A: Harper, Business, Ohmae, K. (1995), The End of the Nation State, New York: The Free Press, Krugman P. R. (1996), Pop Internationalism, Boston: MIT Press Guéhenno, J. M. (1995), The End of the Nation State, Victoria Elliott (trans.) Minneapolis: University of Minnesota Press, kaynakları incelenebilir.
- Wood, E. M., “Unhappy Families: Global Capitalism in a World of Nation-States”, Monthly Review, 1999, sayı: 51, Konu 3, s. 4
- Polanyi, K., The Great Transformation. Boston: Beacon Press 2001, s. 81.
- Tabb, W. K., “Globalization Is An Issue, The Power of Capital Is The Issue”, Monthly Review, 1997, Vol. 49 Issue, 2 p. 23.
- Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Mandel, E. Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, Yazın Yayınları, 1991.
- Üretimden gelen bunalım dinamiklerini ilk olarak Thomas Malthus vurguluyor. David Ricardo ile karşılıklı yürüttükleri tartışmanın odak noktasında üretilen metaların (başta tarımsal ürünler olmak üzere) toplam arzı ile talep arasındaki niceliksel fark yatmaktadır. Ricardo’nun tarımsal sektördeki ekonomik bunalım dinamiği, üretimden çok bölüşüm ilişkilerinden kaynaklanıyor. Ricardo’nun iktisat bilimine kazandırdığı, tarımsal üretimde azalan kazanç oranları kuramını ve Malthus’un genel denge koşuluna (toplam arzın her zaman toplam talebe eşit olduğuna) yaptığı eleştirel yaklaşım, Marx’ta aşılarak emek-değer kuramı merkezli ‘ortalama kâr oranlarının azalma eğilimi’ kuramında somutlanıyor. Bu kuramın da arka planında, kimi zaman Marksizm’in ‘fıkıh’ alanı olarak tabir edilen, Marksist Emek-Değer Kuramı yatmaktadır. Emek-Değer Kuramı hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Edip Aktar, “Marksist iktisadı kenar süsü mü yapmalı” Gelenek, sayı 82, Ekim 2004.