Şubat 2005’te TKP Merkez Komitesi’nin yayınladığı çağrının ardından oluşmaya başlayan Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe’nin pratiğine ve siyasi anlamına dair çeşitli yayınlarda yeterince yazıldı. Yazılmaya da devam edecek kuşkusuz. Mesafe kat edildiği ölçüde pratiğin yönlendirilme gereksinimi, sorunları ve dersleri değişim gösterecek. Siyaset üretimi bununla yarışacak.
Örneğin 9 Temmuz 2006 tarihinde toplanacak olan Yurtseverler Kurultayı bu tür siyasal katkılara, eklere sahne olacak. Gelenek’te söz konusu siyasal açılımı başka bir açıdan ele alacağız. Güncel gereksinimlerin ötesinde Yurtsever Cephe’nin daha geniş bir plana nasıl yerleştirilmesi gerektiğini tartışacağız. Kurultay tarihinde okuyucusuna ulaşmış olacağını umduğumuz Gelenek’te böyle bir girişin işlev göreceğini umuyoruz.
Emek sorunlarını örtmek
1990’lı ve 2000’li yıllarda uluslararası ilişkiler disiplininin bu denli güçlenmesi ve aynı zamanda avamlaşması ilgi çekicidir. Ortalık uluslararası ilişkiler uzmanlarından geçilmemekte,“uzmanlık” borsa analizi veya iş hukuku için de gereklilik halini almakta, öte yandan uluslararası ilişkiler uzmanları birer siyasal strateji üreticisi olarak da iş görmektedir. Bu kadar çok satıcının olduğu bir piyasanın düzey kaybına uğraması kaçınılmazdır.
Ancak sonucun nedenleri sahicidir. Burjuva ideolojisinin küreselleşme adını taktığı bu dönemde, emperyalizmin dünya ölçeğinde harekete geçirdiği ve yönlendirdiği dinamiklerin ulusal ölçekli süreçlere baskın çıkmasının ürünüdür bu tablo.
Artık tekil kapitalist ekonomilerin kriz eğilimlerinin ulusal pazarlar çerçevesinde analiz edilmesi mümkün değildir. İdeolojiler çok daha hızlı yolculuk yapmaktadır. “Küreselleşme” olgusunun geçmişte olduğu gibi iç dinamik-dış dinamik kavram çiftine başvurarak yorumlanması da güçleşmiştir…
Öte yandan emperyalizmin bağımlı ülkeler açısından bir “iç dinamik” haline geldiği çoktandır Marksistlerin gündemindedir ve üstelik kapitalizmin bir dünya sistemi olma niteliğini tahkim etmesi de Marksist analizi yalnızca doğrulamaktadır. Ama tek tek toplumların gündeminin dış faktörler tarafından bu denli istila edilmesi yine de çarpıcıdır.
Bu dış dinamik istilası, işçi sınıfı ve sol açısından bakıldığında, kuşkusuz reel sosyalizm sonrasına özgü bir yenilgi sendromudur. Bir bilim olarak Marksizmin kapitalist uluslararasılaşma olgusunu açıklama yeteneği, siyasal hareket olarak Marksistlerin bu yetenekle övünmelerine el vermemektedir.
Emperyalist basıncın dünya ölçeğinde artmış olması ve buna bağlı olarak siyasal gündemlerin ülkelerin iç toplumsal/sınıfsal süreçlerinden ziyade uluslararası ilişkiler tarafından belirlenir hale gelmesinin arkasında emeğin yenilgisi var.
Kapitalizmin çelişkileri dünya ölçeğinde eşzamanlı ve eş ağırlıklı görüntü vermez. Çelişkiler, genel bir keskinleşme ortamında, özel olarak kimi bölge ve ülkelerde -“zayıf halka” kavramlaştırmasına yataklık eden coğrafyalarda- yoğunlaşır. Sermayenin ve kapitalizmin nesnel uluslararasılaşma yönelimi aynı zamanda zayıf halkalara karşı burjuvazinin öznel bir “güvenli su” arayışıdır. Reel sosyalizmin çözülmesi ile sermayenin elde ettiği zafer, gerek nesnel yönelimin, gerekse öznel arayışın önünü açtı. Emperyalist sermaye daha önce zorlandığı hatta tasfiye edildiği sayısız ülkeye açılma olanağı bulurken, dünya çapında hareket yeteneğini defalarca arttırdı. Siyasal düzeyde ise dünya kapitalizmi hiyerarşik bir ülkeler toplamı olmaktan emperyalist bir merkezileşmeye kaydı. Benzetme uygun görülürse, 20. yüzyılın büyük bölümünde bir piramit olarak yapılanan dünya kapitalizmi yüzyıl sonunda gecekonduların arasında yükselen bir gökdelen fotoğrafı vermeye başlamıştır. Piramidin her kademesi karmaşık güç dengeleri, bölgesel ağırlıklar vb. ile karakterize olurken gecekondular değersizleşiyor, önemsizleşiyor…
Bunun adı “ulus-devletin aşılması” olarak konmaktadır ve ulus-devletin aşıldığı ilan edilen dünyada Birleşmiş Milletler üyesi devlet sayısının her yıl nasıl olup da arttığını açıklamak burjuva akademisinin etrafından dolanmayı tercih ettiği bir olgu olarak kalacağa benzemektedir. Ulus-devlet bir siyasal mücadele birimi olarak, işçi sınıfının iktidar mücadelesi yürütmesini sağlayacak zemin olarak önemini yitirmemekle birlikte, iç dinamik-dış dinamik dengesinin ikincisi lehine değiştiği de açıktır. Kendi ekonomik krizini üretme ehliyetini bile yitiren, yasaları uluslararası hukukun, parlamentosu uluslararası anlaşmaların hükmü altına giren ülkelerin burjuvazilerinin de çürüyen iç dinamiklere tutunmak yerine modaya uymaları kaçınılmazdır. Bağımlı ülkelerin egemen sınıfları kapitalizm tarihinin işbirlikçilik rekorunu kırmaktadırlar.
Burjuva ideolojisi bu noktada ek bir operasyonu daha devreye sokmakta ve ülke içi gündem maddelerini iradi bir tercihle dış gündemin belirlenimi altına sokmaktadır. Türkiye’de -AKP hükümetinin çıktığı 2002 sonbahar seçimlerinin çok öncesinden başlayarak- hangi konuya el atılsa gözlerin ve aklın dış dünyaya kaydığını saptayabiliyoruz.
Kimi örneklerde bu bağlantının makul gerekçeleri vardır. Örneğin Kürt sorununu ABD’nin Ortadoğu planlarından ve -giderek daha hafif kalsa da- AB’nin hesaplarından ayrı ele almak gerçekten de imkansızdır. Ama başka örnekler tümüyle uyduruk olabilmektedir. Örneğin Türkiye halkı AB üyeliği sayesinde ülkeye fon yağacağına, bir anda kişi başına düşen milli gelirin ikiye katlanacağına, isteyenin Avrupa’nın herhangi bir yerinde iş bulabileceğine inandırılmıştır. Gündemin içeriden dışarıya kaydırılması bizde aşırı biçimler almakla birlikte Türkiye’ye özgü bir ayrıksılık değildir. Uyduruk örnekler burjuvazinin egemenliğini pekiştirmek için bu yola kasten başvurduğu anlamına da gelmektedir.
Adını koyalım; burjuvazi emekçilerin kimi taleplerle belirli düzeylerde hareketlenmesi olasılığını dış dünyaya dönük beklentileri körükleyerek (de) kesmektedir. Beklentiler fos çıkarsa fatura da dışarı kesilecek, yerli kapitalizme halel gelmeyecektir! Yani burjuvazi düpedüz emek sorunlarının üstünü abartılı ve yer yer yapay bir dış gündemle örtmektedir.
Bu saptama solun stratejisini ele alırken iki farklı kapıya açılır:
Bir: Madem burjuvazi emek sorunlarının üstünü abartılı ve yapay dış gündemlerle örtüyor, sol bu başlıkların emekçilerin zihninde oluşturduğu karartıları temizlemeye, silmeye; halkı kapitalizmin yoksulluk, işsizlik, sömürü gerçekleriyle yüzleştirmeye ağırlık vermelidir.
İki: Madem ki emperyalizm her delikten içeri sokulmaktadır, bu durum emekçilerin sınıfsal kimlik ediniminde özel olarak anti-emperyalist bilinç ve mücadelenin değerini arttırır. Sol yerini buna göre saptayarak anti-emperyalist bir eksene ağırlık koymalıdır.
Sınıfın önünü açmak için
Bizim tercihimizin hangi yönde olduğu açık. Burada iki gerekçe kategorisine değinebiliriz.
Birincisi yukarıda belli ölçülerde girilen boyut::emperyalist etkenin ağırlığının 1990’larla birlikte katlanarak artmış olması.
Yalnız dikkat: Küreselleşme ideolojisini veri olarak kabul etmek, bir anlamda dünyanın “bundan sonra böyle” döneceğini söylemek başka bir şeydir.
Emperyalizmin insanlığın motor gücü anlamında mücadelenin eksenini sınıfların arasından kaldırıp merkez ve çevre ülkeler arasına taşıması, marksizmin sınırlarını fazlasıyla zorlayan eski bir tez olmanın ötesinde, 1990 sonrası için dile getirildiğinde günün mutlaklaştırılması, hele uluslararası sermayenin iddialarını kabullenerek mutlaklaştırılması da olacaktır. Bu tür bir mücadele modellemesi emperyalizmin arkasındaki kapitalist çıkarı işaret etmeye devam etse de, karşı tarafta emekçi sınıflar faktörünün üzerini bazen ulus bazen halk görüntüsüne bürünen “mazlumlar”la örtmüş olacaktır.
Marksist zeminde yürütülen siyasal mücadelenin sorunu ve arayışı, yani bizim sorunumuz ve arayışımız ise işçi sınıfının önünü yeniden açabilmekte düğümlenir.
Emperyalist etkenin ağırlığını veri olarak kabul etmenin diğer türü, alternatif küreselleşme veya küreselleşme karşıtı orta sınıf hareketleridir. Bu devinim alanında işçi sınıfının mücadelesi çiftçilerin, öğrencilerin, yerel yönetimlerin, hayvan hakları savunucularının, kadın hareketinin vb. mücadelelerinden virgülle ayrılır. Sınıf mücadelesinin üstünün örtülmesi operasyonu son derece barizdir.
Hayır; yukarıda yapılan saptama Marksistler açısından bu uçlara açılmamalı, sınıftan kaçışın bir kilometre taşı haline gelmesine izin verilmemelidir. Bu ayarlamanın incelikleri kuşkusuz daha ayrıntılı bir tartışmanın konusu olmalıdır. Burada doğruda durmanın kritik bir unsuruna vurguda bulunabiliriz ancak. Ele aldığımız sorun açısından Marksistleri ayırt edecek olan, emperyalizmin kazandığı ağırlığın betimlenmesi değil,bu ağırlığa karşı verilecek mücadelenin programı ve hedefleridir.
Bu program işçi sınıfı merkeze alınarak mı tasarlanmıştır, hedef işçi sınıfının siyasal iktidarı mıdır?
İşçi sınıfının yerine genel olarak halkı veya ulusu, ya da alternatif küreselleşmenin öznelerini ikame ettiğinizde işçi sınıfı iktidarı da gündeme giremeyecek, çözüm kaçınılmaz olarak kapitalizm içi reform arayışına gömülecektir. İşin tuhaf tarafı “küreselleşme çağında” alanı son derece genişleyen küreselleşme reformizminin emekçi sınıflar, genel olarak ezilen kitleler açısından gerçekçiliğinin dibe vurmuş olmasıdır. Geçmişte, gelişmiş kapitalist ülkelerde örgütlü işçi sınıflarının, kazanılmış sosyal hakların ve burjuva demokrasisinin; azgelişmiş ülkelerde ise emperyalist ve sosyalist sistemler arasında dengeci politikalar gütmekten Sovyet destekli kalkınma programlarını izlemeye uzanan bir alanın varlığı sayesinde, “reformculuk” hafife alınamayacak bir uygulama alanı bulabiliyordu. Bugün sermayenin, huruç harekatı koşullarında kapitalizm içi reform programları bir şakadan ibaret hale gelmiştir.
Emperyalizmin ağırlık arttırdığı bir dönemde işçi sınıfını merkeze alan Marksist-Leninist çizginin tarihsel geçerliliği azalmamıştır; tersine… Ancak geride kalan 15 yılı aşkın sürede sol siyaset bir bütün olarak gerilemiş ve yer yer çözülmeye uğramış, boşluğu emperyalist hegemonyayı bir sabit olarak düşüncesine içselleştiren akımlar doldurmuştur. Bu durumun komünist hareketin canlanmasıyla düzeltilmesinden başka yolu yoktur.
Anti-emperyalist mücadelenin altını daha kuvvetle çizmenin ikinci gerekçesi ise metodolojik olacak.
Siyasette baskın bir konum kazanan bir olgu veya görüngüyü bir tür “aslına dönüş” ile aşmak mümkün değildir. İşçi sınıfına bilinç taşıma Leninist tezi de bu değildir.
Emekçilerin “yapay” gündemlerden koparak emek sorunlarına dönmek doğrultusunda içsel bir dinamizm taşıdıkları varsayımının geçerliliği çok kuşkuludur. Bir an için solun kitleleri “sizi Avrupa Birliği ile uyutuyorlar” gibi bir propagandaya ikna ettiğini, “kurtuluşun dışarıdan geleceği” örtüsünün sıyrılmaya başladığını varsayalım. Örtünün altından açığa çıkıp serbest kalacak olan gerçek sınıfsal çıkarlar mı olacaktır, yoksa burjuva ideolojisinin başka formları ve aletleri mi? Kitleler kendi öz güçlerine güvenmeye mi başlayacaklardır, yoksa ilk önce yeni kurtarıcılar aramaya mı yöneleceklerdir?
Kuşkusuz her tür burjuva ideolojisi ve düzen aygıtının etkisini zayıflatmak için verilecek mücadeleden vazgeçilemez ve bu görev ertelenemez. Ancak konumuza dönersek, işçi sınıfı adına siyaset üreten solun yapması gereken, olgu ve görüngüler arenasında ideolojik ve siyasi bir kavgaya girmektir. Marksizmin görüngülerin ardındaki gerçekleri kavramak ve deşifre etmek yolundaki bilimsel iddiası, komünistlere siyasal mücadele alanını by-pass etme yetkisi vermeyecektir. Leninist bilinç taşıma ise işçilerin gündelik sömürü gerçeğiyle yüzleştirilmelerinden daha karmaşık bir süreçtir. “Kendisi için” sınıf bilinci, emekçilerin toplumsal gündem maddelerinin karşısına kendine özgü çıkarlara sahip kolektif bir bütün olarak çıkma ehliyetidir. Emperyalizm ülkeyi sömürgeleştiriyor ise işçi sınıfının önündeki görev bu olgunun ortaya attığı soruların karşısına “emek sömürüsü” ezberiyle çıkmak değil, tam da bu olgu karşısında kolektif bir pozisyon ve mücadele geliştirmektir. Aslında işçi sınıfı bunu yapabildiği ölçüde sömürü mekanizmalarını kavrayabilir ve aşma yolunun keşfine çıkabilir. Yoksa sol açısından mücadele emekçilere artı-değer sömürüsünü anlatmaya indirgenebilirdi!
Türkiye solu ve ilke
Türkiye solunun Marksist ve işçi sınıfı merkezli bir konumu ilke edindiğini söyleyebilecek durumda değiliz. Tersine Marksist solda ideolojik ve politik taktik açılımlar söz konusu olduğunda Marksizm ve işçi sınıfı ekseni birer “esneme” konusu sayılagelmiştir. Teorinin hayata olduğu gibi taşınamayacağı işin abecesidir, ama bunun pratiğin teoriyi durmaksızın delmesi olarak anlaşılması saçmadır. Gündelik değil ama tarihsel bir pratiğin verili teorinin sınırlarını zorlaması sağlıklı bir gelişim yolu olarak görülebilir; bunda bir sağlıksızlık yoktur. Ama toplumların tarihini ve yaşamını sınıflar arasındaki mücadelelerin belirlediğini ezberleyip sonra bütün siyasal pratiğini sınıfların uzlaşması üzerine bina etmek makul bir esneme sayılabilir mi?
Delme girişimleri geleneksel olarak hep demokrasi başlığında hayata geçirilmiştir. Kitapta demokrasinin de sınıfsal bir kategori olduğu yazılıdır, ama iş siyasete geldiğinde bu ilkesel konum kütüphane raflarına terk edilir ve sol tam da burjuva ideolojisinin vazettiği sınıflar üstü, genel geçer bir demokrasi tarifine fit oluverir!
Son yirmi beş yılda önce sivil toplumculuk sonra küreselleşme karşıtlığı, ilkeler kitabını rafta unutturdu. Modern çağın iki temel sınıfı olduğunun, her şeyin buna göre tasnif edilmesi gerektiğinin anlatıldığı bir eğitim seminerinden çıktığında, Türkiye solunun çoğu kesimi, sanki kitapla inatlaşıyordu ama bunu politikanın gereği bir esneklik sayıyordu.
Yurtseverliğe soldan gelen itiraz ve eleştirileri veya ifade edilen tereddütleri, bu koşullarda Marksist teori referansıyla anlamlandırmak bize hiç samimi gelmiyor. Marksizmin sınıf ilkeselliği sivil toplum açılımlarında akla gelmiyor ama anti-emperyalist konumlar karşısında hatırlanıyorsa, tartışmanın zemini hemen değiştirilmelidir.
Yurtseverlik konusunda, yeri geldiğinde dünyada yaşanan değişikliklerin “20. yüzyıl sosyalizmi” tarafından algılanamaması, yeri geldiğinde de ortodoks Marksizmin sınıf bakış açısının ezilmesi adına pimpiriklenen sol kesimlerin meselesi, teorik ilkelerde değil başka bir adreste aranmalıdır. Algıda seçiciliğin mantığını izlediğimizde aslında fazla zorlanmaksızın adrese ulaşılmaktadır da. Yurtseverlik vurgusu karşısında gösterilen kasılma refleksiyle kasılanlar, teorinin katı dünyasına değil, demokrasici geleneğin içine dönmektedirler. Demokratizm ezberinin atılıp yerine anti-emperyalist mücadelenin konması önerisi yadırganmakta, tepkiyle karşılanmaktadır. “Marksizme ne kadar uyar?” sorusu aslında “bunca yıllık ezberimizi bozmayalım” konformizmini kodlamaktadır.
Peki demokrasicilik solun önünü açma yeteneğine hiç mi sahip değildir? Öyle ya, nasıl ki emperyalizme karşı mücadele sosyalizme evrilecek bir yolu döşeyebilir veya yürüyüşü hızlandırabilir diyoruz, neden benzeri bir fonksiyon demokrasi mücadelesi tarafından da üstlenilemesin?
Vereceğimiz yanıtı üzücü bulanlar olacak, ama maalesef bu imkansız. Yakından bakıldığında görülecektir ki, anti-demokratik rejimlerin devrilmesi örneklerinde, solun ve işçi sınıfının tabi kılındığı eksen ne zaman demokrasiden ibaret kalsa, eşanlı olarak solun ve işçi sınıfının önü kapanmıştır. Burjuva demokrasisi işçi sınıfını baskı altına almak için kendini inkar eder. Sınıf mücadelesinin ilerleyişiyle uyumlu bir demokrasi motifi de burjuva iktidarını ve burjuva demokrasisini inkar etmelidir.
Ancak bu genel doğru veya tarihsel dersin bugün ve Türkiye’de tekrarı gereksizleşmektedir. 2006 Türkiye’sinde kapitalist demokrasi için sol model geliştirmeye çalışmak için olup bitenlerden bütünüyle bihaber olmak gerek. Kapitalist Türkiye, emperyalizmin birinci elden rol üstlendiği derin bir çözülüşle karşı karşıyadır ve bu çözülüş sol açısından başka bir gelecek tasavvurunun toplumsallaşma olanağı anlamına da gelmektedir.
Son olarak solda ezberci demokratlara değilse bile samimi Marksistlere “merak etmeyin” denmelidir, Marksistler açısından yurtseverlik açılımı ve Yurtsever Cephe organizasyonu sınıf mücadelesinin ne bittiği ne de başladığı yerdir. İşçi sınıfı partisinin mücadelesi anti-emperyalizmden daha geniş bir spektruma sahiptir.
Yurtseverliğin dikenleri
Anti-emperyalist mücadele ile sınıf mücadelesinin bir ve aynı şey olmadığını hatırlatmaya gerek yok. Yurtsever ve sosyalist kimliklerin eşitlenmesi mümkün değildir; bu kimlikler zaman ve mekana göre karşı karşıya gelebildikleri gibi kitlelerin algısında yani ideolojiler dünyasında büyük bir örtüşme yaşayabilmişlerdir. Bizim tezimiz bugün örtüşmenin nesnel temellerinin son derece güçlü olduğu yönündedir. Ancak bu saptama sol açısından yurtseverlik kimliğinin kimi dikenler barındırdığını göz ardı etmek anlamına gelmiyor.
Buraya kadar söylenenlerden hareketle konuyla ilgili bir toparlama yapmakta yarar var:
(1) Kapitalist-emperyalist sistemin 1990’lar başarısı dünyanın yeni bir hegemonya tasarımına zorlanmasını gündeme getirmiş, “dış faktör” her zamankinden daha büyük bir ağırlığa kavuşmuştur. Bu ağırlık sistemin bağımlı ülkelerini önemsizleştirmekten tasfiye etmeye uzanan seçenekleri gündeme getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir.
(2) Sürecin kritik bir unsuru olan solun yenilgisi ve işçi sınıfı kimliğinin erozyona uğramasının telafisinde, bu olgunun etrafından dolanmak mümkün değildir. Bugün işçi sınıfının toplumsal bir kimlik geliştirmesinde ülkeye dayatılan rollerin sorgulanması kaldıraç rolü üstlenecektir. Daha doğrusu dünya sisteminin ülkeye ve topluma dayattığı sorulara yanıt vermeyen bir sınıfın ciddi bir kimlik edinmesi olanaksızdır. Bu rolü oynamak üzere örgütlenmeye başlayan bir işçi sınıfı ve sol, karanlık bir yenilgi döneminin ardından toplumun geniş kesimlerine kapitalist ufkun dışında bir seçenek sunma olanağına yeniden kavuşacaklardır.
(3) Bir eğilim olarak mülk sahibi egemen sınıflar emperyalizmin işbirlikçisi konumlarıyla çözülüşün parçası olmakta ve “ülkeye sahip çıkma” temasına demagojik bir milliyetçiliğin ötesinde hitap etme imkanını yitirmektedirler. Aslında bu alanı bugüne kadar çok fazla önemsemediklerini bile söyleyebiliriz…
Bu bir mücadele davetiyesi ise karşı tarafta da rezervler yer almaktadır.
Rezervlerin arasında belki de en önemlisi, Türkiye’de Osmanlı reformlarının ilk yıllarından itibaren var olan ve büyük ölçüde yerleşiklik kazanan bir ideolojik tema veya yaklaşımdır. Türkiye yerine göre modern, Batılı veya emperyalist olarak algılanan dünyadan korkmakta, ama dönüp kaçmak yerine korkunun kaynağına yakın olmayı seçmektedir. Türkiye kapitalizminin tarihsel stratejisi ve aynı zamanda bir güvenlik konsepti olan korku kaynağına doğru yolculuk, toplumun bütününü de etkisi altına alan bir bilinç kayması yaratmıştır. Türkiye’de anketlere bakılırsa düşman algısında başı açık ara çeken ABD’dir, ama baş düşmanın stratejik ittifakın da temel unsuru olmasında “kamuoyu” sakınca görmemektedir. Aynı şekilde Türkiye toplumu AB’yi baskıcı, bölücü vb. bir tehdit olarak algılamakta ama kurtuluşu AB üyeliğinde görmektedir.
Benzeri yaklaşımlar devletlere özgü stratejik değerlendirmelerin konusu olabilir, ama Türkiye’de -hele son onyıllarda giderek artan ölçüde- toplumsal ideoloji tuhaf biçimde bu tür “analizler”le dolmuştur.
Burada buna değinmekteki amacımız, Türkiye üzerindeki emperyalist etkinin artmasının üreteceği sonucun ille de anti-emperyalizm olmadığına işaret etmektir.
İkinci bir tartışmalı konu ise çözülme olgusunun toplumsal ideolojiler alanında yaratacağı sarsıntının boyutlarıdır. Esas olarak burjuva siyasetinin manipülatif cephaneliğinde yeri olan, gecikmiş ve yapıntı bir akım olmanın bütün zaaflarını bağrında taşıyan Türk milliyetçiliği çözülmenin parçasıdır kaçınılmaz olarak. Ancak bir deprem döneminde bu zayıflığını geride bırakacak sıçramalar yaşaması tümden imkansız mıdır?
Bu soruya kategorik olarak olumsuz yanıt vermek mümkün değildir. Türk milliyetçiliği Kürt savaşında doğrudan devlet tarafından topluma yayılmak istenmiş, 1999’da DSP-MHP yükselişinin taşıyıcısı olmuştur. Benzeri birkaç operasyonun emperyalist basıncın katalizörlüğünde hayata geçirilmesi durumunda ciddi bir farklılaşma sürecine de pekala girebilir. Bugün Kürt ulusallığına, liberal aydınlara ve sola dönük faşist-milliyetçi tepkilerin halen manipülatif özellikler taşıdığı gerçeği atlanmamalıdır; ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölünme konjonktürüne yaklaşması halinde milliyetçiliğin toplumsal sıçrama kaydetmesi ihtimal dahilindedir. Üstelik çözülen egemen güçlerin kimi kanatları başka tutunacak bir dal da bulamayacaklardır.
Yurtseverliğin çevresindeki dikenler arasında daha az önemli hale gelmekle birlikte Kemalizm de belli bir yer tutmaktadır. Daha az önemli olması bugün Türkiye’de has Kemalist bir siyaset alanının çok daralmasından ileri geliyor. Kemalist alanın sağ dirseğinin burjuva milliyetçiliği/faşizm ile, sol dirseğinin ise halkçı bir yurtseverlikle temas ettiğini biliyoruz…
Emekçi yurtseverliğinin bir diğer sınır boyunda Kürt ulusallığı durmaktadır. Bu akımın burjuva ve pro-emperyalist damarlarına Irak’taki ABD işgali sayesinde kan pompalandığını söyleyebiliriz. Öte yandan Kürt kimliği proleter, kurtuluşçu ve mazlum özellikler taşımakta, en büyük nüfus parçası da Türkiye işçi sınıfının organik bir unsurunu oluşturmaktadır. İlkinden giderek emperyalizmin güdümü altına daha fazla girecek, milliyetçi ve ayrılıkçı bir kol çıkar. İkinciden ise ortak yurtseverliğe güçlü bir katkı gelir.
Bu tablo bize emperyalizm-Türkiye ilişkilerinin ham malzeme olarak bir dizi eğilime yar olabileceğini söylüyor. Bu zeminin otomatik olarak emekçi yurtseverliğini besleyeceğini sananlar yanılır.
Yapacak çok şey var ve Yurtsever Cephe bir buçuk yıllık kısa tarihiyle henüz işin başında. Yurtsever Cephe bu sürede çok şey söylemiş ve yapmıştır, ama esas olarak halen bir “çağrı”ya ve yalın ilkeler etrafında örgütlenme pratiklerine indirgenebilir durumdadır. Oysa dikenleri temizleyebilmek ve Yurtsever Cephe’nin emekçi kimliğini odak alan bir gelişim sürecine yerleşebilmesi için, ilkeler ve teorik varsayımların ötesinde bir üretim ve hesaplaşmaya gerek var. Bu üretim ve hesaplaşma güncel politik tartışma ve sorunların içinde yürütüldüğünde anlam taşıyacak, işlev görecektir.
9 Temmuz Yurtseverler Kurultayı Irak ve İran, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu ve Avrupa Birliği gibi başlıkları ele alarak bu doğrultuda önemli bir adım anlamına gelecektir.