Bu satırlar yazılırken Türkiye bir kez daha Kürt sorunuyla ilgili bir “cinnet”e sürükleniyordu. Henüz sokak gösterileri, linç girişimleri patlak vermiş değil. Ortada ürünleri boykot edilecek Batılı ülke de yok.
Bu tür momentleri anlatmak için tercih ettiğim ve önerdiğim sözcük kesinlikle cinnet değil. Hem içinde bulunduğumuz zamanların siyaset dışı açıklama arayışlarının sık başvurduğu psikoloji alanına girmekten hoşlanmadığım için, hem de Türkiye egemen güçlerinin deli olarak anılmaktan hoşlandıklarını bildiğim için.
Akıl yitirme metaforu Kürt sorunu bağlamında da kullanılmıştı. Türkiye devletinin Öcalan’ın herhangi bir ülke tarafından kabul edilmesini engellemeye “kendini adadığı” günlerde Güney Kore’nin Ankara Büyükelçiliğinden bir yetkili ikinci kez uyarılınca itiraz etmiş: “Bu olayın bizimle ne ilgisi var. Siz aklınızı mı yitirdiniz?” Tepki Türk müsteşar yardımcısının zihninde bir kıvılcım çakmasına yardım etmiş olmalı: “Evet… Aklımızı yitirdik. Bu konu söz konusu oldukça da yitirmeye devam edeceğiz.”1
Bu yazının girişinde Çılgın Türklüğün durumu üzerinde biraz durmakta yarar var.
1998 sonbaharından ‘99 Şubatına kadar Türkiye devletinin yürüttüğü Öcalan’ı izole etme ve ele geçirme kampanyasında iddia edildiği türden bir çıldırma veya gözünü karartma hali yoktur. Bütün anlatılar operasyonun MİT-ABD bağının Türkiye’nin diğer yetkililerinin dikkatinden, zirve toplantılarının gündeminden, en önde gelen sözcülerin bilgisinden azade olduğunu teyit etmektedir. Az önce alıntı yaptığım kaynak ve başkaları adeta bir sabah “hadi size bir kıyak yapalım” diyen ABD profili çizmektedir. Bu kıyağı Türkiye pek ilginç bir diplomasi yorumuna sığınarak karşılamış, niçin-nasıl gibi soruları bağlantı noktasında duran MİT’e bile sormanın yakışıksız (!) olacağı düşünülmüştür. Az önce başvurduğum kaynak, Bülent Ecevit’in o dönemi şöyle gördüğünü nakletmektedir: “Amerikalılar neden verdi, hâlâ anlamaya çalışıyorum.”
Zamanın başbakanı ne olup bittiğini bu sözleri söylediği Ağustos 2004’e kadar anlamamışsa sonrasında hiç anlamamıştır. Ya da anlamazlıktan gelmek burjuva politikacılarının pek sık işine geliyor olabilir. Amerikan teklifi aynı zamanda bir rüşvetti. Ecevit açısından değer taşıyan konu seçimlere kadar meselenin halliydi! Neden sorsun, neden kafasını yorsun; ABD Ecevit’e seçimlerde birinci parti olmayı altın tepside sunarken, üzüm bağıyla uğraşılır mı!
Ecevit bir “çılgın Türk” değildi. Bağlantı adamı dönemin MİT sorumlusu Şenkal Atasagun emekli. Bu aralar Silopi’de üs inşaatını sürdüren ABD’li bir güvenlik şirketine danışmanlık yapıyor. Bu tür ilişkiler çılgınlığa değil ajanlık müessesesine dalalet ediyor!
Öcalan’a uçuş arkadaşlığı yapan görevlilere madalya takılmış. Hayatlarının başka evrelerinde ne tür kahramanlıklar, çılgınlıklar yaptıklarını bilemeyiz, ama 1999 Şubat ayında malum gün yaptıkları işin bir uçak kapısını açıp kapatmaktan ibaret olduğunu biliyoruz…
Kimdir Kürt operasyonunun Türk çılgınları? 1998-99 Öcalan operasyonu sırasında dışişleri bürokratlarının fazla mesai yaptıkları doğrudur. Anlaşılan mesailerinin bir bölümünde deli taklidi yapmışlar.
Türkiye egemenlerinin davranış kalıplarında işin esası kontrol ve denge kavramlarında gizlidir. Onyıllar geçtikçe kapitalist düzenin egemenlerinde dengelerin kontrolünde “garanti kriteri”nin ölçüsü düzenli olarak hep yukarı çekildi. Arkasına ABD’nin hoşgörüsünü alan Türkiye’nin zaten İsrail’le ya satranç oynamakta ya bilek güreşi yapmakta olan Suriye’ye atıp tutması çılgınlık değil garanticiliktir. Her seçimden ters yönde sonuç çıkan çalkantılı İtalya’nın üstüne üstüne gitmek de garantilidir. Hele garanti belgesi Washington’da hazırlanmışsa… Uluslararası bağlantıları ve konumu açısından özel bir avantaj, güç veya olanakla hiçbir zaman donanmamış olan, diplomasi yürüttüğü ülkelerde ağırlık elde etmek için sık sık kitle eylemlerine başvurmak zorunda kalan PKK’nin sıkıştırılmasından istenen sonucun alınacağı da garanti değilse de büyük olasılıktı…
Bu girişi şuraya gelmek için yazıyorum. Zaman zaman politik akıl, perspektif ve proje eksiklerini ataklıkla kapatmak mümkün olabilir. Türkiye burjuvazisinin hayatında böyle bir şey yoktur. Türkiye burjuvazisi hem perspektif üretimi açısından yoksuldur, hem de atak değil dengecidir. Dengelerin ucunda ışığı gördüğü an, damarlarında akan doğulu tacir kanı canlanır ve hem malını hem kendini bunaltıcı bir üslupla övmeye başlar.
Türkiye kapitalizmi genel olarak perspektif, karar, program, proje diye ortaya attıklarını önceden dünyanın belli başlı güç odaklarına tescil ettirir. Zaman zaman bu tescil mührünün kendisi de tezgahtarlık açısından değerlendirir. Ağasının olurunu almak bir övünç vesilesidir.
Dolayısıyla kapitalist Türkiye büyük güç odaklarının manipülasyonuna çok açık bir devlet olagelmiştir. Türkiye’nin Kürt politikası tarih boyunca bir savrulmalar zincirine benzer. 1999 operasyonu ve sonrası bugün gelinen noktanın esasen manipülasyon kavramıyla açıklanabilirliğini göstermektedir.
Manipülasyon sözcüğünü daha basit çağrışımlarıyla komplodan ve son zamanlarda neredeyse siyaset biliminin bir alt disiplini haline getirilen komplo teorisinden ayırmak gerek. Türkiye dış güçler tarafından kandırılmıyor. Söz konusu olan yalan dolan değil sınıf çıkarları. Örneğin Türkiye egemen güçleri, yukarıdaki örnekte kendi sınıf çıkarlarını izledikleri sürece Kürt sorunu cephesinde önlerinde topu topu bir iki seçenek kalmıştır. Diğer olasılıkların emperyalist güçlerin kırmızı çizgileri veya “açmaz” organizasyonlarıyla bertaraf edildiği tabloda, egemen güçler özgür (!) seçimlerini yapmakta, siyasi iradelerini hayata geçirmektedir: Elbette kimse Öcalan’ı Türkiye’ye zorla vermemiştir. İdam cezasını uygulamama taahhüdü vermemek ve Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasıyla yetinmek Ankara’nın iradesine bağlıydı!
Önemli olan emperyalizm tarafından kuşatılmışlığı sabit olan Türkiye kapitalizminin 1999 sonrasında “Kürt reformu” namına bir arpa boyu yol gitmemesi, gidememesidir. Önemli olan Türkiye’nin PKK’yi bir silahlı operasyon nesnesi olarak görmekten çıkmamasıdır. Önemli olan bugün PKK çatışmasının Türkiye’nin, ABD’nin Ortadoğu senaryolarının içine çekilmesi açısından bulunmaz bir katalizör rolü üstlenmesidir.
Bu son değerlendirmenin soL gazetesi ve Yurtsever Cephe Günlüğü tarafından yeterince açımlanmış olmasına sığınacağım. Türkiye’nin ABD’nin planlarında aktif ve askeri anlamda dahil olmasının biricik meşru yolu Kürt sorunudur. Türkiye, o gün gelirse, ABD ve İsrail gibi müttefiklerine omuz vermek için değil kendi “Kürt teröristlerine” karşı milli bir dava adına (!) plana entegre edilir.
Kaldığım yere dönersem; manipülasyona sınıf çıkarları rehberlik etmektedir. Burada basit bir komplo veya ajanlık müessesesine indirgenebilecek bir ilişkiden söz edilemez. ABD’nin Ortadoğu açılımları ve AB’nin Türkiye entegrasyonu programı, bunlardan vazgeçmesi olanaksız olan Ankara’nın bir Kürt reformuna yönelmesini olanaksız kılmıştır. Onyıllar önce İngiltere’nin bölgedeki rolü, Kemalist Türkiye’nin Kürt sorununu üniter devlet ilkesinin karşıt kutbu olarak tanımlamasının ve elinde kala kala kimlik reddi/şiddet araçları kalmasının yolunu döşemişti.
Başka yerlerde Türkiye kapitalizminin köklü dönüşüm programları açısından mutlak anlamda yeteneksiz, kısa erimli idari önlemler konusunda ise siyaset cambazı olduğunu söylemiştim. Bu cambazlık manipülasyon mekanizmasının bir parçası. Kısa erimli önlemler radikal ve şiddetli biçimler alsa da Türkiye’nin kriz dinamizminin yapısal bir unsurunu oluşturur. Siyaset cambazlığı bir sonraki vadenin krizini besler. Sürekli daha karmaşık hale gelen bir kriz tarihi… Türkiye bölgenin emperyalist denklemlerini sorgulayacak bir büyük dönüşüme yönelemeyeceği için, bu denklemlerin içinde hareket eder durur. Bir noktadan sonra burjuva iktidarları Kürt sorununda şiddeti bile bir araç olarak kullanamaz hale düşmektedir. Şiddet yerleşik bir ulusal kimliği dağıtmaya tek başına yetmemekte, Türkiye’yi Kuzey Irak’ta askeri operasyonların içine doğru çekmektedir. Denklemlere müdahale imkanından yoksun Türkiye’nin üzerine düşeni yapmakla yetineceği baştan bellidir. Bu tablonun çıkışı yoktur.
Ve bunun bir sonu olmak gerekir. Bir bataklığa ne kadar batılabilir? Bir aşamada boğulursunuz! Ancak toplumsal mücadelelerde, siyasal süreçlerde boğulmak, cansız bedenin suya batması biçiminde tecelli etmiyor. Ölümün tescili ancak, iyi veya kötü ama yeni bir doğumun gerçekleşmesiyle mümkün oluyor. Bizim meselemiz de yeninin hangi güçlerin damgasını taşıyacağı.
2006 itibariyle bugünkü AKP’nin devletin, burjuvazinin değil, “kapitalist Türkiye’nin” Kürt politikası iflas etmiştir. Başka iflaslarla aşağı yukarı eşanlı biçimde…
Birinci İflas: Kapitalist düzen
İflastan söz edince ilk ve makul soru iflas eden politikanın ne olduğu, hatta var olup olmadığı. Türkiye’nin kapitalist düzenine mal edilebilecek bir Kürt politikasının var olup olmadığı gerçekten de tartışmalıdır. Tarih çelişkilerle doludur. Üstelik farklı yönelişlerin birbirini izlemek yerine -kimi yoğunluk periyotlarını ayırırsak- üst üste, iç içe oldukları görülüyor. Bu durumu göz ardı etmeksizin Türkiye’de cumhuriyet döneminde Kürt politikası şöyle tanımlanabilir: Kürtlerin kimliğinin üzerinin görmezden gelerek veya baskıyla örtülmesi, üstü örtülü kala kala bu nüfusun asimile olmasının beklenmesi.
Bu politikanın başarıya en fazla yaklaştığı dönem, sondan bir önceki Kürt isyanı olarak Dersim ile 1960’lar arası yıllardır. Bu döneme önce Kürtleri şiddet ve zorunlu göç yoluyla bastırma, hemen ardından dünya savaşı damga vurmuş, sonra da bütün Türkiye toplumu gibi Kürt dinamikleri de rejim değişikliği veya demokratikleşme beklentisine girmişlerdir. DP denemesi Kürtler (elbette Kürt egemenleri) için isyan yıllarına göre daha esnek bir denge sunmuştur. Ancak düzenin tarihsel politikasının başarıya ulaşmadığı sonraki yükselişle görülmüştür. ‘60’ların yükselişi ve ‘80’lerin yirmi yıllık son isyanı da düzenin politik repertuarında bir değişime neden olmadı. Sürecin sonunda Kürt ulusal kimliği geri çevrilmez bir mevzi birikimi elde etmiştir. Kürtlerin asimile olmaları olasılığı ortadan kalkmıştır.
Politika değişimi, gelişimi yok. Bunun yerine çöküş var.
1999’da Öcalan’ın yakalanmasını bir yandan Kürt ateşkesi, öte yandan da Demokratik Cumhuriyet önerisi izlemişti. 2002’ye kadarki hükümet ve Genelkurmay yapılarının bu verileri değerlendirmeye elverişli olmadıkları doğrudur. Türk milliyetçiliğine yaslanarak yükselen DSP ve MHP’nin sınırları Öcalan’ın idam etmemekle çiziliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin PKK savaşını kazandıktan ve liderliğe ağır bir darbe vurduktan sonra bir reform sürecini açamamasının nedenleri üç yıl için “içeride” aranabilir.
Peki sonra? 2002’de AKP’den beklenenler arasında bir de Kürt reformu vardı. 3 Kasım seçimlerinden sonra yeni hükümeti “AKP hükümeti kalıcı bir burjuva seçeneği olmaktan ziyade ‘kirli işler’ memurluğuna tayin edilmiştir”2 biçiminde değerlendirmiştik. Burada kullanılan “kirli işler” tamlamasında AKP’nin misyonunu hafife almak söz konusu değildi. Tersine iş, el yakan kestanelerin ateşten alınmasından çok daha fazlasını, belki közle kaplı uzun bir koridoru yalın ayak geçmeyi içeriyordu. Sermaye ve emperyalizmin güçlü desteğini alan, siyasal yapıda bir dizi kriz faktörünün tasfiye edilmesinin rahatlığını yaşayan AKP kendisi başlı başına bir kriz nedeni haline gelene kadar darboğazlardan dışarı taşıyacaktı düzeni. Ya da, darboğazları geçerken mecburen kriz dinamiklerini besleyecek ve krizin başta gelen unsuru haline gelecekti. En fazla da, Türkiye’nin “milli” ve stratejik meselelerinde, yani Kıbrıs’ta, Kürt sorununda, Ortadoğu’da…
2002-2006 döneminde Türkiye kapitalizminin, Özal tipi “tabu devirenlik” de atfedilen AKP dahil olmak üzere, hiçbir biçimde Kürt reformuna hazır olmadığı görülmüştür. “Hazır olmamak” durumu tarif etmeye yetmiyor; doğrusu ve tama daha yakın olanı şudur: bu dönemde kapitalist Türkiye’nin gerçek bir açılımı asla geliştiremeyeceği kanıtlanmıştır.
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşının organizasyonel hazırlığı aşamasında çok etnisiteli (Kürdistan ve Lazistan bölgelerinin varlığını kabul etmekten öte kurtuluş hareketini bunların da telaffuz edildiği bir Müslüman mazlum milletler platformu olarak gören) vizyonun bir imparatorluk kalıntısı ve burjuva pragmatizminin taktiğinden ibaret olduğunu kavramayanlar, kapitalist Türkiye cumhuriyetinin yeni bir kurucu unsur tanımına gidebileceğini nafile ummuşlardır. Bu noktada temel engelin “derin devlet”te, asker kafasında, şu veya bu korkak hükümette olduğunu düşünenler de olmuştur. Bunlar Türkiye burjuvazisini, statükocu-reformist diye tasnif etmekle de zaman geçirirler. Kimileri tarihe bakıp Türk milliyetçiliğinin etnik-ırkçı vurgularının 1930’ların istisnası olduğunu saptamakta ve “istisna”dan kurtulmanın kolay olacağı zannıyla sevinmektedir. Başkaları Kürt inkarının çok yerleşik olduğunu “kanıtlamakta” ve şiddetli bir kopuşun gerektiğine kanaat getirmektedirler. Bereket AB vardır da düzeni sarsmaktadır!
Hazır geçmişe uzanmışken iki yapıştırıcının kullanım süresinin dolduğunu da not edelim. Bunların biri İslam, ikincisi ortak kurtuluş savaşı vermiş olmaktır. Dinci gerici hareketin kendine ayrılan bölmenin çok ötesine taşarak düzenin dengelerini sarsmasıyla Kürt-Türk ortak paydasından bu öğe ihraç edilmiştir. AKP’lilerin zaman zaman görülen dil sürçmeleri bir niyetten ziyade projesizliği yansıtıyor. Ortak kurtuluş savaşı referansı ise ortak düşman tanımı yapılmadan değer kazanamaz.
Reform beklentilerinin testten geçmesi için en uygun zaman dilimi 2002-2006 idi. AB reform paketleri bu yıllarda yoğunlaşmış, Türkiye’nin aday üyeliği bu aralıkta gerçekleşmiş, düzen belki 1980’lerin Özallı ANAP hükümetlerinden sonraki en rahat yıllarını teneffüs etmiştir. Özelleştirme satışları sayesinde emperyalizmin ekonomideki desteği de bu dönemde tesis edilmiştir. 2002 seçimleri burjuva siyasetinde statükocu eğilimlerin güçten düşmesine vesile olmuştur. AKP Kürt illerinde geleneksel Kürt ulusalcı oylarını yakalamıştır. CHP ana muhalefeti için ise “dostlar başına” denmelidir. Olacaksa bu ara olmalıydı…
Ama yine de olmadı. Elde Erdoğan’ın -Kürt ulusalcılarında bile değil- yalnızca (siyasal olarak ÖDP’ye denk gelen) sol-liberal kesimde heyecan uyandıran “2005 açılımı” vardır. Başka bir şey çıkmasının mümkün olmadığını artık görmek gerekiyor. Her defasında “bu bir milat”3 diye ayağa kalkmaktan ve sonra “hay Allah bunlar da yapamadı” diye oturmaktan özel bir keyif alanlar devam edebilir.
Türkiye kapitalizminin Kürt sorununa retçi ve asimilasyoncu olmayan, (burjuva) demokratik bir çözüm üretme yeteneğinin neden olmadığının yanıtı çok boyutludur. Bu yanıtların bir bölümü sermaye iktidarının ve kapitalist sömürü mekanizmasının ayrımcılıktan yarar sağlaması gibi bir genel tanımlamanın altına girecektir. Ancak kuşkusuz zaman ve mekandan soyutlanan bir burjuva iktidarı retçi ve asimilasyoncu olmayan siyasal rejim tanımlamalarıyla birlikte yaşayabilir, egemenliğini başka formlara adapte edebilir. Türkiye kapitalizminin neden benzer bir yeteneğe sahip olmadığı ayrı bir sorudur.
Bir dizi diğer faktörü bu yazıda ellenmemiş hatta zikredilmemiş halleriyle bırakıyorum. Burada yalnızca 1999-2006 döneminde gözlemlenebilen bir kriz mekanizmasına işaret etmekle yetineceğim.
Çözüm mü çözülme mi?
Liberal rüya Kopenhag siyasi kriterleriyle başlayıp AB reformları ile devam eden düzenlemelerin Kürtlerin (ve diğer etnik, dinsel, kültürel grupların) kimliklerinin özgürce ifade edilebileceği bir modelin yolunu gözlüyor. Yoldan kamu işletmelerinin uluslararası sermayeye satışı, egemenlik haklarının devri vs. geçip de demokrasi gecikince hükümet suçlu ilan ediliyor. Oysa birincisi, demokrasi söylemi, bir ülkeyi bağımlılaştırmanın dünya kapitalizmiyle entegrasyonun zorunlu unsuru değil, aksesuarından ibarettir. Yani demokratikse de olur demokratik değilse de…
İkinci ve daha önemlisi; entegrasyon süreci Türkiye’nin verili iç egemenlik mekanizmalarını kadük hale getirmektedir. Sorun siyasette askerin ağırlığı değil. Sorun devletin şiddet aletlerinin keyfe ve ihtiyaca göre kullanılması değil. Bunlar emperyalist merkez ülkelerde de çalışır durumda. Bu tür unsurlar bir toplumsal yapının dağılıp parçaların sağa sola gitmesine engel olan kayışlarsa eğer, sorun kayışlarda değil, toplumun çimentosunda. Çimento dağıldığında parçaların herhangi bir kayışla bağlanması zaten mümkün olmayacak.
Türkiye’nin Türk ulusallığı temelleri sanıldığından daha zayıftır. Kemalizm ve mirasçısı akımların yeri geldiğinde ırkçı milliyetçiliğe, yeri geldiğinde modern/anayasal bir ulus tanımına eğilim göstermesi akılsızlık veya kararsızlık olarak yorumlanmamalı. Bu seçeneklerden birinin maddi anlamda bir üstünlüğü yoktur. Ne Türkiye toplumunda bir etnik Türk egemenliğinden söz edilebilir, ne de modern bir uluslaşma sürecinin diğer etnisiteleri asimile etmesinden.
Peki bu zayıflığı yok sayarak, zaten ayakları yere pek gevşek temas eden üniter yapının daha da gevşetilmesinden ne çıkar? Kanımca Türkiye kapitalizminin üniter yapısının -ister yerel yönetimlere yetki devri, ister federatif versiyonlarla, isterse yalnızca kültürel kimi esnemelerle- gevşetilmesinden yeni bir kapitalist cumhuriyet modelinin çıkma olasılığı çok zayıf, kapitalist cumhuriyetin çökmesi/çözülmesi olasılığı çok güçlüdür.
Bu olasılığı göze alabilecek bir burjuva özne çıkmaz. AKP dahil… Toplumun önündeki seçenekler “çözülmeyi içeren ve ima eden bir değişim” ile “statükonun korunması” arasında olacaksa, ibre kural olarak ikinciyi gösterir. Sözünü ettiğimiz dönemde olduğu gibi!
Dış dinamiklerin devreye sokulması sıkıntıyı içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Hangi babayiğit düzen partisi işgal altındaki Irak’ta serpilen Kürdistan’a bakıp reformculuk oynayabilir? ABD bombalarının Bağdat’a ilk düştüğü 2003 Newroz’unda Barzaniciliğin Türkiye Kürtlerinde yeniden güçleneceği tahmin edilebilirdi. Barzanicilik 1960’larda Kürt hareketinin solculaşması ile önemsizleşmiş ve 40 yıl sonra geri dönmüştür! Yanı başında Kürt devleti boy atarken Kürtlerin çoğunluğunu barındıran Türkiye için iki şey imkansızdır:
Bir; Kürt reformunu gündeme almamak.
İki; Kürt reformunu gerçekleştirmek…
Türkiye’nin retçi-asimilasyoncu çizgide ısrarı mümkün değildir. 21. yüzyılın dünya kapitalizmi böyle bir Türkiye’yi kusardı. Kusmanın bir parçası olarak, reformu gündemine almayan Türkiye, zaten Kürtlerini yitirmeye mahkumdur. Reform yolunda ilerleyen Türkiye ise çözülme yolunda koşmuş oluyor!
Türkiye’nin önünde birbirini dışlayan seçenekler bulunmamaktadır. Türkiye bir denge oyununu oynamak zorundadır. Kürtlerin geri çevrilemez kimlik meselelerini tatmin etmeye çalışmak, ama düzenin temellerinin sarsılmasına engel olmak. Türkiye egemen güçleri, belki de “bizim demektedirler, yüzyıllardır siyasal tarihimiz bu tür oyunlardan ibaret… yine yaparız”. Bu sefer kazın ayağı öyle değildir! Siyasette dengecilik bir ana rota üzerinde olur. Doğrultusu bilinmeyen dengecilik ise siyasetsizliktir.
Rejimi reform yolunda cesaretlendirmek isteyenlerin tezi, dış dinamiklerin eninde sonunda elverişli olduğunu işlemektedir. Örneğin Irak’ta ya gevşek bir federasyon ya da parçalanma bekleyen Cengiz Çandar “Kürt doğumu”nun kaçınılmaz olduğundan hareketle şöyle sürdürüyor sözlerini:
“Türkiye’nin yapması gereken, bu doğumu kolaylaştırmaktır. Türkiye’nin bugüne kadar izlediği politika ise, doğumu zorlaştırmak üzerinedir. Türkiye, uluslararası ve bölgesel gerçeklerin dışına düşmekle kalmıyor, işin içindeki Kürt unsuru nedeniyle kendi iç dokusunda da gerilimlere yol açıyor. Türkiye Kürtleri her ne kadar Barzani ve Talabani’nin kumandasında değilseler de, Barzani ve Talabani’ye yönelik hasmane bir tavır, Türkiye Kürtlerini rahatsız eder. Çünkü Türk devleti’nin Irak’a karşı takındığı tutumu, aslında kendilerine karşı ayırımcı ve düşmanca tutum olarak algılıyorlar.”4
Turgut Özal Türkiye’nin yardımcı olacağı bir Irak Kürdistanı’nı daha sonra kapsayabileceğini düşünmüştü. Özal projesi saçmaydı, çünkü her açıdan titrek Türkiye kapitalizminin yayılmacı bir program uygulamasının temeli yoktu. Ancak emperyalist açılımlarla çakıştığı takdirde şans tanınabilen bir yayılmacılığın asıl adı jandarmalıktır! Artık Çandar, ABD’nin görevlendirmesini gerektiren böyle bir projeden söz etmiyor. O halde, Barzani-Talabani devletinin kapitalist Türkiye Cumhuriyetinin Kürt nüfusunu nüfuzu altına almayacağının gösterilmesi, güvence verilmesi gerekiyor. Demeli ki, Irak’ın başına gelenin Türkiye’nin de başına gelmesi kural değildir:
“‘Her millete bir devlet’ fikri nereden çıkıyor? Bu, 19. yüzyılda ortaya çıktı, tarih boyunca yaşanagelen bir durum değil. 20. yüzyılın sonlarına doğru, gelişen küreselleşmeyle birlikte, milli devlet modeli de cazibesini yitirecektir…”5
Doğrusu bana pek inandırıcı gelmiyor. Reel sosyalizmin çözülüşünü izleyen dönemde uluslararası kapitalizmin ana ideolojik rotası bir yandan bu alıntıdaki fikri işlemiş, ama hem yeni devletlerin sayısı süratle artmış hem de milliyetçilik gelişmiştir.
Bir; milliyetçiliğin yalnızca klasik uluslaşma süreçlerinin ideolojisi olmadığı, etnik-kültürel-dinsel bir şovenizm olarak uluslardan çok daha küçük ölçeklere girdiği görülmüştür. Bu haliyle 19. yüzyılla tarihlenen uluslaşma ideolojisi adeta dizginlerinden boşanmış ve modern ulusları ulus-öncesi cemaatler halinde parçalamaya başlamıştır.
İki; gelişmiş kapitalist ülkelerde milliyetçilik bir yandan cemaat şovenizmi, bir yandan göçmenlere karşı ırkçılık ve son olarak ezilen-bağımlı ülke toplumlarına karşı saldırgan emperyalist bir ideoloji olarak işlev kazanmıştır. Bu tabloda etnik/ulusal parçalanmanın yerini alacak olan entegrasyon süreçleri sadece laftadır.
Türkiye büyük burjuvazisi kaderini uluslararası sermayeyle birleştirdiği ölçüde, AKP için de kestaneleri ateşten toplama görevi şekillendi. Ama ateşe yaklaştıkça yangının düzenin temellerini sardığı anlaşıldı.
AKP sürecin bir noktasında iki eğilim geliştirdi. Birincisi, sürecin maliyetinin projede yazandan çok daha yüksek olduğunu görerek düzenin diğer kurumlarını da ateşin içine çekti. Bu eğilimde şimdilik başarılı olduğunu düşünebiliriz. Burjuva siyasetinin, entegrasyon projeleri doğrultusunda ulusal çıkarları ihmal eden ve verili yapıyı tehlikeye atan bir AKP ile ulusal çıkarları ve Cumhuriyetin ilkelerini savunan bir başka kanat halinde gerçekleşen yapılanışı, bütün sonuçlarıyla birlikte entegrasyon ve teslimiyet konularında yarışan kurum ve özneler fotoğrafıyla dengelenmektedir.
İkinci eğilim ise, entegrasyoncu ve piyasa reformcusu AKP’nin düzenin iç gerilimlerinde bu özelliklerine uygun araçlara değil de geleneksel enstrümanlara başvurmasıdır. Şemdinli’den Atabeyler’e gelen süreçte AKP ile aynı cepheyi paylaşan Polis Partisi’nin kontrgerilla yöntemlerinde TSK’dan geri kalmadığı görülmüştür.6
Bu ara bölümü başlığına sadık kalarak kapatayım. Türkiye kapitalizminin Kürt unsuruna yeni bir tanımla burjuva demokratik bir çözüm getirmesi bir reformun konusu olamaz. Türkiye, emperyalizmin Ortadoğu projesi, kendisinin -aynı zamanda güvenlik boyutu da içeren- entegrasyon süreci, Irak Kürtlerinin devletleşmesi, Türkiye Kürtlerinin gerek mücadele ürünü olan gerekse uluslararası ortamla buluşan geri çevrilemez mevzileri ile kuşatılmış durumda denemeler yapmaktadır. Burjuva siyasetinin yelpazesi federasyon hatta ayrılma olasılığından7 ırkçı-militarist tasfiye önerilerine kadar genişlemiş bulunuyor.
Ara sonuç şu: Türkiye kapitalizminin Kürt reformu ehliyeti yoktur. Kürt halkının ve kimliğinin Türkiye kapitalizmi ile farklı biçimde eklemlenmesi yolundaki modeller ancak bugünkü düzenin çözülüşüyle gerçeklik kazanabilir. Çözülüş 1920’lerden bu yana görülmemiş ölçekte bir krizdir ve buradan ne çıkacağını kestirmek mümkün değildir.
İkinci İflas: Solun yerleşik Kürt politikası
Türkiye solunun yerleşik Kürt politikalarını önemi nedeniyle değil yazının akışı içinde bir önceliğe sahip olduğu için buraya yerleştiriyorum.
Burada ilk akla gelebileceği gibi Kemalizmden ve sol-Kemalizmden söz etmeyeceğim. Kast ettiğim bu değil. Kemalist etki altındaki sol politika daha 1960’ların sonlarında iflas etmiş ve aşılmıştır. Dönemin basbayağı Kemalist ve sol-cuntacı hareketleri önce 15-16 Haziran’la uyarıldı, sonra da 12 Mart darbesiyle yalanlandı. Ancak sol Kemalizmin siyasal mücadelede sağlıklı bir biçimde aşılması söz konusu olamamış, bunun yerine solda toy bir anti-Kemalist yönelim ortaya çıkmıştır. Öküzün altında buzağı arar gibi her eksikte Kemalist etki arayanların niyeti başkadır.8 Toy anti-Kemalizm solu iktidar perspektifinden uzak düşürür.
Bugün “ulusal solcu”, kızılelmacı vb. olarak tasnif edilen ve Kürt sorununda Kemalistten ziyade faşist konumlanışa yakın duran kimi kesimlerin ise solculukla ilgisi olmadığı gibi, beslendikleri ideolojik kaynak da sol değildir. Bunu geçelim.
İflas eden, solun Kürt halkı karşısındaki “dışsal enternasyonalizmi”dir. 1960’larda Kürt dinamiğinin TİP çatısı altında yer aldığı koşullarda Kürt sorunu da Türkiye solu ve işçi sınıfının sorunu olarak ortaya konabiliyordu. 1970’lerin ayrı örgütlenme deneyimi ile başlayan uzaklaşma, son 20 yılın son derece eşitsiz pratiği ile ifrata varmıştır. Adeta Türkiye solu, bu topraklarda değil de, uzak ve iç yapısı sola pek alan açmayan bir ileri kapitalist ülkede yaşıyor. Adeta Türkiye solunun işi siyasi iktidar mücadelesi değil de, mazlumlarla dayanışmada bulunmak… Bu tuhaf konumlanışın kaynakları başka konularda aranmalıdır kuşkusuz; ancak Kürt ulusal hareketinin gündeme koyduğu ağırlığın solun da üzerine yıkılmış olması bir vakıadır. 12 Eylül’ün, reel sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimin yenik ve yorgun bıraktığı sol, Kürt hareketi karşısında bariz bir aşağılık kompleksi ile davranmıştır. Bütün gündem maddelerinin önüne Kürt sorununu koymak, ulusal sorun çözülmeksizin bu memlekette herhangi bir şey olmayacağını dillendirmek siyaset değil kompleksli davranıştır.
Reel sosyalizmin çözülmesinin üzerinden 15 yıl geçmesine karşın solda “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ile bir türlü hesaplaşılamamış olması meselenin psikolojik deformasyonla sınırlı olmadığını da gösterir. O dönemden beri ulusal kurtuluş hareketleri dünya devrim sürecinin bir bileşeni değildir. Ulusal kurtuluşun sosyalizm rotasını göstermesi ezeli ve ebedi bir kural değil, sömürgeciliğin çözülüşü, sosyalizmin prestiji ve reel sosyalist ülkelerin gücünün kesiştiği bir tarihsel dönemin özelliğidir. Kesişimin üzerine Lenin’in devrimci yaratıcılığına çok şey muhtaç olan bir ittifak stratejisi bina edilmiştir ve kendi kaderini tayin hakkı 20. yüzyılda uzun süreliğine sola tapulanmıştır.
Ama bitti. 1990’larla birlikte ezilen/küçük ulus hareketleri genel olarak emperyalizmin denetimi altına girdi. Bu hareketler önce karşı-devrim zincirinde, sonra dünyanın emperyalist yeniden yapılandırılmasında gerici roller üstlendi. Söz konusu yeniden yapılanmanın orta kuşak ülkelerde yarattığı basıncın “eski rejimler”in direnişiyle yeni bir biçimde patlak vermesi ise, esasen Irak işgalinin ürünüdür ve yukarıdaki anlatımı değiştirmemektedir. Patlama yerine göre kendine uygun mecralar yaratıyor. Latin Amerika’da günümüzün yeni devrim süreci, Irak’ta anti-emperyalist direniş, Avrupa’da entegrasyon karşıtı emekçi hareketleri gibi…
Uluslararası komünist hareketin, sermaye egemenliğinin dünya çapında perçinlenmesi anlamına gelen sınırların değiştirilmesi girişimlerine karşı pozisyon alması son derece yerindedir. Bugün dünyada bu pozisyonun çeliştiği bir anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketine rastlamak mümkün olmayacaktır.
Kürt hareketinin konumunun sola kimi teorik ve siyasal zorluklar armağan eden çetrefilli yanları kuşkusuz var. Hareketin Türk ve Kürt sollarının ayrışmasından sonra ve Türkiye solunun yenik düştüğü bir ortamda yükselmiş olmasına az önce değindim. En az bunun kadar önemli bir nokta, Kürt ulusal hareketinin dünyanın bir önceki döneminin bakiyesi olmasıdır. Doğum tarihiyle gayet uyumlu biçimde hareket önce Marksist referansla hareket etmiş, sonra soldan uzaklaşmıştır. Gelişmelere önceleri doğal olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı penceresinden bakan Türkiye solu, en fazla Leninist bakış açısını tam mı eksik olarak mı taşıyacağını tartışabildi. Eksiği tercih edenler ezilen ulusun kararına solun müdahale bile edemeyeceğini ileri sürüyorlar, Gelenek’in de dahil olduğu diğer taraf hem ezilen ulus sosyalistlerinin “birleşme”yi savunmamasını eleştiriyor, hem de sola önerilen siyasetsizliği şiddetle reddediyordu(k).
Kürt sorunu kapitalizmin sosyalist sistem karşısında kazandığı başarı görmezden gelinerek değerlendirilemez. Emperyalizmin kazandığı ulusal ve etnik hareketleri denetleme ve yönlendirme yeteneği ihmal edilerek herhangi bir tartışma yürütülemez. Dünya haritasının kapılarının sermaye egemenliğinin çıkarları doğrultusunda yeni, etkisiz, ulus-devletten ziyade holding acentelerine benzeyen birtakım oluşumlara açıldığı görmezden gelinerek, ulusal kurtuluştan söz edilemez.
Peki Marksistler ne yapmalıdır? Kendi kaderini tayin hakkı, işçi sınıfının, halkların ve insanlığın kurtuluşu için bir politik enstrüman olma niteliğini yitirmişse, Marksistler de hiç kuşkusuz işçi sınıfının çıkarlarını esas alan, sınıf mücadelesini merkeze koyan bir yeni yaklaşım üretmeye koyulacaklardır. Böyle dört başı mamur bir yaklaşımın dünya üzerinde geliştirilip geliştirilmediği sorusu birçok nedenle yanlıştır. Bu nedenlerin birine değinmek ise bizim için yeterli: İçinde bulunduğumuz döneme uygun devrimci açılımları geliştirme görevi, bugün en fazla Türkiye Marksist hareketinin omuzlarındadır. Üç sacayaklı dünya devrim süreci tanımından bugüne devrolan sorun Kürt sorunudur. Kürtlerin en kalabalık nüfus bölmesi burada yaşamaktadır. Kürt sorunu, bir emekçi sorunu olma niteliğini en fazla Türkiye’de edinmiştir. Türkiye, emperyalizmin bölgeyi yeniden yapılandırırken nereye koyacağını bilemediği en kritik ülkedir… Ulusal sorun konusunda eski modellerden kopmak, yerine yeni yaklaşımlar geliştirmek gerekiyorsa, tarihin bu sorumluluğu üzerine attığı ülke burasıdır.
Kürt hareketini bir dayanışma nesnesi olarak gören sol yaklaşım, bugün karşımıza akıl almaz bir maliyet çıkartmış bulunuyor. Leninist kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu zanneden sol, Lenin’in proletarya bölücülüğü olarak kavgalı olduğu Bundcu tezlerin de gerisine düşmüştür. Bund, Rusya Yahudi işçilerinin diğer kökenlerden sınıf kardeşlerinden ayrı örgütlenmesini savunmuştu. Türkiye’de Kürt işçilere ayrı bir Kürt işçi örgütlenmesi de gösterilmemiş, ulusal(cı) harekete teslim edilmişlerdir. Kendini öncelikle sınıf aidiyeti ile tanımlayan bir Kürt emekçi kesitinin şekillenmesi son birkaç yılın konusu olabilmektedir. Bunun da yapılabilmesi için solda yerleşik yaklaşımların terk edilmesi bir önkoşuldur.
“Kürt sorununa ilişkin çözümün ne” sorusu haklı bir soru. Sol doğru yanıtı, ancak Türk ve Kürt kökenlilerden oluşan tek bir işçi sınıfı adına düşünerek, bu zeminde örgütlenerek ve mücadele ederek verebilir. Solun yerleşik yanlışları bugün söz konusu donanımın zayıflığından sorumludur.
Solun eskimiş konumundan kopuş dendiğinde, Kemalizme bu kez anlamlı bir geri dönüş yapmak mümkün oluyor. Çözülen düzen Türkiye sosyalist devriminin önüne bir soruyu, altını dün olduğundan çok daha fazla çizerek devretmektedir: Burjuva cumhuriyetin, Kemalizmle bitişik üniter devlet ve laisizm ilkelerine sosyalist cumhuriyet nasıl yaklaşacak? Burada Kemalizm ile bağlantılı bu anlamlı ve verimli tartışmada ilerlemenin mümkün olmadığını takdir edersiniz. Yazının eksenini saptırmak yetmez, değiştirmek gerekir. Ancak tartışmanın varlığından haberdar olduğumu söylemekle yetinemeyeceğime göre hiç olmazsa iki üç cümle yazayım: Türkiye’de düzenin çözülmesi, belki en başta üniter yapının ve laisizmin çöküşünde kendini göstermektedir. Kapitalizm koşullarında tıkanan bu iki özelliğin sosyalist Türkiye’de, burjuva-ulusalcı ve Kemalist içeriği son derece radikal biçimde terk ederek, aşarak yeniden üretilebileceği, sosyalizm projemizin temel iddialarından biri olmalıdır. Sosyalizm gücünü etnik-ulusal referanslardan almak zorunda hiç değildir ve birden fazla kurucu unsur tanımlaması, Türkiye’de ancak ulusal kimliklerin aşılmasını öngören sosyalizmde mümkün olabilir.
Üçüncü İflas: Kürt ulusal hareketi
Kürt ulusal(cı) hareketinin Kürt politikası iflas etmiştir. 1999-2002 döneminin reform dönemini bekleyerek geçtiğini söylemiştim. Kürt siyasetinde bunun karşılığı Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet” teziydi. Bu tez Türkiye kapitalizminin iflası ile beraber kapanmıştır. Ancak Kürt ulusal çevrelerinde herhangi bir politikayı kapatmak, yerine yenisini koymak gibi kararlar uzun zamandır pek mümkün olmamaktadır.
Bugün DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’e göre üç aşamalı bir çözüm planı gerekmektedir. Bir, operasyon ve çatışmaların sona erdirilmesi; iki, hükümetin çözüm mesajıyla birlikte PKK’nin ülke dışına çıkması; ve üç, pratik adımların atılmasına paralel olarak PKK’nin silahlı güçlerinin tamamen tasfiyesi. Düzenin adımları ise genel af çıkartılması,, seçim sisteminin değiştirilmesi, köye dönüşün sağlanması, 12 Eylül Anayasasının değiştirilmesi, dil ve kültür haklarının güvence altına alınması, düşünce ve örgütlenmenin önündeki yasal engellerin temizlenmesi, cezaevlerinde tecride son verilmesi, koruculuğun lağvedilmesi ve korucuların kamuda istihdamı, mayınların temizlenmesi, gelir adaletsizliği ve işsizlikle mücadele, Kürtçe yayının serbestleştirilmesi, Kürdoloji enstitüsü kurulması…
Bu taleplerin birer mücadele konusu olması başka, toplamından bir program çıkması başkadır. Ben ilgili toplumsal kesimlerde heyecan, umut ve mücadele isteği uyandıracak bir programdan söz edemeyeceğimiz kanısındayım. Aslında Kürt ulusalcı mücadelesine heyecan katan da yukarıdaki türden talepler olmamıştır. 1999’dan bu yana kitle mobilizasyonu sağlayan taleplerin aşağı yukarı tamamı Abdullah Öcalan’la ilgilidir. Açıkçası, Kürt hareketinin son yıllarda mesafe kat ettiği başlık da, legal partinin, silahlı mücadelenin öznesine ve Öcalan’a açıktan sahip çıkmaktaki ısrarı ve bu konuların bir biçimde meşrulaştırılması olmuştur. Doğrudur yanlıştır, Kürt dinamiğini ilerletmiştir geriletmiştir; bunlar tartışılabilir. Ama hareketin hedeflediği bir doğrultuda ilerleme kaydettiği kesindir.
Ancak bu kulvarın ufku bellidir. Türkiye’de düzenin PKK ve Öcalan’la ilgili pozisyonunun değişmesi, bizim çöküş dediğimiz sürecin bile değil, olsa olsa katastrofik bir dağılmanın sonucu olabilir. Dolayısıyla legal partilerin kat ettiği bu mesafe bir açılımdan ziyade savunma hattına denk düşmektedir. Herhangi bir dönemeçte Öcalan’ın başına olmadık bir iş gelmesine karşı kitle duyarlılığı diri tutulmaktadır.
Bu parantezi kapatırsak, Kürt hareketinin ülke düzeyinde yürütülen genel siyaset alanında hep tutuk olduğunu söylemek durumundayız. Nasıl bugün DTP’nin üç aşamalı talepler manzumesi pratikte başka bir gündemin gölgesinde silikleşiyorsa, geçmişte de politik mesajlar ile asıl tutum arasında gri bir bölge hep varolmuştur.
Örneğin Birinci Körfez Savaşında sırasında zamanın HEP Genel Başkanı Fehmi Işıklar, ABD’nin savaş politikasına yakınlık duyan hükümetin tavrını eleştiriyordu:
“Başta kimyasal silah olmak üzere Irak’a bunca silahı hangi ülkeler satmıştı? Halepçe’de atılan ve 5 bin insanın ölümüne neden olan kimyasal silahı hangi ülke üretmiş ve satmıştır? Bu olaya Batılı ülkeler neden yeterince ses çıkarmamıştır? Ortadoğu’yu sıcak savaş alanı haline getirmek kimlerin işlerine yarayacaktır?”9
Ancak partinin birinci kongresindeki (Haziran 1991) kimi tartışmalar, bu derli toplu anti-emperyalist pozisyonun kimi ne kadar bağladığının kuşkulu olduğunu gösteriyordu. Kongrede dağıtılan bir belgede “savaş çıkarsa Kürtlere bu anaforda bir şeyler düşer” mantığının partide yaygın olduğu ileri sürülüyordu.10 Bugünden bakıldığında bu iddianın hafife alınmasının mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürt legal partileri savaşa karşı eylemlere katılabilir, ama aynı saflarda Irak’ın ABD tarafından işgalinin Kürt hakları açısından olumlu olduğu da dillendirilir. Kaldı ki yalnızca değindiğimiz siyasi hareket değil, solda konumlanan Kürt hareketleri bile, işgal sonrası Kürt devletleşmesine karşı konum alamamışlardır.
Uzun süre hapis yatan DEP milletvekillerinden Orhan Doğan da Irak’tan yola çıkarak Kürt siyasetinin “metodolojisi”ni şöyle açıklamayı deniyor:
“Dünyanın hangi yerinde bir statüko varsa, Kürtler onun karşısındadır. Kürtler statükodan çok çekmiştir. Bölge ülkesi Türkiye, Suriye, İran ve Irak içindeki Kürtler de aynı şeyi düşünüyor. Her kim ki o statükoyu ortadan kaldırmaya yönelirse, Kürtler onu stratejik partner olarak görebilir. Amaçta bir birliktelik vardır, o kadar. Bu konuda Kürtler, solun düştüğü tuzağa düşmemelidir. Bütüncül redle değil, kendi çıkarına ne varsa, onu stratejik partner olarak kabul edebilirler. Amerika da olabilir, Avrupa da olabilir. Karl Marx’ın ‘reddin reddini reddetmek lazım’ manasında bir sözü vardır.”11
Kürtleri solun tuzağından kurtarmak için neden Marx’a başvurulur, anlamadım. Bir de, sol, örneğin birinci aşamada emperyalizme pozitif bakışı reddediyorsa, ret silsilesinde ikinci aşama pozitif bakışı savunmaya denk düşecek, üçüncü ve son aşamada ise başlanılan noktaya geri dönülecektir. Yani “bütüncül ret” noktasına! Tabii Doğan, Marx’tan başka aforizmalar hatırlayabilir, Marksizm konusunda cehaletimizi açığa çıkartabilir ve solun Kürtleri tuzağa düşürecek hali kalmayabilir!
Marksizm bir yana Orhan Doğan Kürt siyasetinin anti-statükocu kavgasını bütün dünyaya yayıp küreselleştirmektedir. Üstelik dört ülkenin Kürtleri adına. Ama ben hâlâ anlayamıyorum; ABD ve Avrupa ile “amaç birlikteliği” yoluyla bir statükoyu kırdıktan sonra oluşan durum yeni bir statüko olmayacak mıdır Muhtemelen öyle olacak ve Kürt siyaseti sadece bir birliktelik olarak mı yoksa stratejik partnerlik anlamında mı bilemediğimiz yeni dostlarla birlikte yola devam edecek! Neyse ki arada geçen bir ipucu bu sonsuz döngüye bir kriter kazandırmaktadır: “Kendi çıkarına ne varsa.”
Lütfen kaçırmayın; böyle bir politika tarifine felsefe sözlüklerinde pragmatizm maddesinde bile rastlayamazsınız.
Doğan’ın temsil yeteneğinin düzeyi veya uç bir örnek olup olmadığı tartışmaya açık. Ancak kuşku götürmeyen özelliği açık sözlülüğü. Bugün Türkiye’de Kürt ulusalcı hareketleri DTP ile temsil edilen hat, Hak-Par’ı, aydın çevreleriyle Barzanicilik ve etkileri sınırlı sol öbekler olarak ayrışmaktadır. Birinci çizginin örgütsel dokusu, liderlik kültü kendine özgü değişmez bir veri. Ancak bu çizgi siyasal rota ayarını Kuzey Irak Kürdistanı’na yani Barzaniciliğe göre yapmaktadır. Doğan’ın kendi üslubunca yansıttığı budur ve bunun temsili değeri vardır.
Söz konusu hareketin kendi siyasal perspektifine sahip olduğunu düşünenler varsa, birlikte, demokratik cumhuriyet tezinden -ve galiba ekolojik toplum önermesinden- sonra geliştirilen demokratik konfederalizm modeline bakalım derim. Yine Doğan aracılığıyla:
“Demokratik konfederalist süreci hayata geçirmek kolay değildir; bu, adım adım gerçekleşebilecek bir modeldir. Diyelim ki A kentinin belediyesi üç şirket kursun, bu üç şirketin bulunduğu kentte yirmi tane yerel meclis olsun. Bu yirmi yerel meclis kendi arasında toplansın ve şirketin yönetim kurulu üyelerini belirlesin. Böylece halkı yerel meclisler ve şirketleşme eliyle belediye yönetimine taşımış olursunuz. Diyelim ki B kentinde de aynı model uygulandı. A kenti yerel yönetimler meclisi ve B kenti yerel yönetimler meclisi kendi arasında ayda bir toplantı yapmaya başladı. Bunu C ve D kenti de yaptı diyelim. İşte demokratik konfederal yapı. Bu model İspanya’da uygulandı; Avustralya’da Aborijinlerin böyle bir modeli var; Meksika’da yerli halkın böyle bir yönetim modeli var… Konfederalizm modelinde sadece Kürtlerin birliği yok, emeğin de birliği var. Bursa Belediyesi ile Diyarbakır Belediyesi bunu yapınca, kardeşliğin ve emeğin ortaklaşması sağlanacak. Burada devlete karşı olmak da yok, devlet olmak da yok. Tamamen sivil ve yasal bir örgütlenme. (…) Demokratik konfederalizm, üçlü bir hukuk sistemidir: üniter hukuk, konfederal hukuk ve AB hukuku. Kürtler devletle ilişkilerinde üniter hukuku, kendi kurumlarıyla ilişkilerinde, yani az önce sözünü ettiğim çamaşırhaneler, kilim atölyeleri, sağlık ocaklarının vb. kurulması için konfederal hukuku esas almalılar. Dünyanın bütün halkları bu modeli esas alabilir. Bence bu çok demokratik, hatta daha da ileriye gideceğim, sosyalist yaşama da denk düşüyor.”12
Orhan Bey’i tanımayanlar, alıntı yaptığım kaynağı okumamış olanlar ve merak edenler çıkabilir. Tahmin edeceğiniz gibi Orhan Doğan’ın gençlik yıllarında solla bir bağı olmuş. Marx, Guevara ve Castro hayranı olduğunu bahsi geçen söyleşide kendisi belirtiyor. Herhalde bu bağ nedeniyle, anlattığı modelin sosyalist olduğunu da söyleme ihtiyacı duymuş…
Ama sanırım anlaşılmıştır, buradaki tarif emeğin değil de yerel sermaye gruplarının birliğine daha fazla oturuyor. Benim anladığım kadarıyla belediye birtakım şirketler kuruyor; bunda bir yaratıcılık yok. Kapitalizm koşullarında yerel yönetimler, piyasa kurallarına göre faaliyet yürüten şirketler kurar. Yine anladığım kadarıyla, halk bu şirketlere ortak ediliyor; ki bunu da biliyoruz. Bu hisse satışı ya mülkiyeti “tabana yaymak” adı altında finansman sağlamaya yarıyor, ya da kamusal kurumların mülkiyeti “halk” adı altında para babalarına devredilmiş oluyor. Genellikle tumturaklı lafların, birtakım toplantıların, karmaşık katılım ve denetim mekanizmalarının sonunda çamaşırhane tipi işletmeler halka, asıl kârlı büyük marketler meslekten girişimci olan patronlara kalır. Koca şirketi mahalle delikanlılarının, konfeksiyoncu kadınların vb. yönetmesi düşünülemez…
İyi de bütün bunların Kürt sorunuyla nasıl bir alakası oluyor? Doğan yine kaptırıp modeli bütün dünyaya öneriyor. Benim merak ettiğim üniter, konfederal ve AB hukuklarının Avustralya ve Meksika yerlilerini de bağlayıp bağlamadığı!
Tartışmaya değer başka olasılıklar da akla geliyor. Röportajı yapan İrfan Aktan okurlarla, ya da Orhan Bey hem okurlarla hem de Aktan’la dalga geçiyor olabilir! Neyse bari biz ciddi olalım…
Sorun veya tuhaflıklar Kürt ulusal(cı) hareketinin kadrolarından kaynaklanmıyor. Projelerin içeriğinde sorun olmakla birlikte, sorunun başlangıç noktası burası da değil.
Kürt hareketi bir ulusal hareketin girmeden edemeyeceği bir kanala girmiş, gelip dayanacağı duvara dayanmıştır. Reel politika gerekleriyle açıklanan bölgesel büyük güç dengelerinden bir ulusal hareketin kaçınması için neden yoktur. Bu rotada biraz yol alınırsa emperyalist dengelerle oynamaya sıra gelir. Ancak bugün bölgemizde emperyalizmin Kürt partnerleri arasında ilk iki sırayı Barzani ile Talabani işgal etmiştir. Birinci tıkanıklık buradadır. Dengeler Kürt ulusal hareketinin önünü açmaya uygun değildir.
İkincisi; açmaza alınan yalnızca Türkiye kapitalizmi değildir. Türkiye, Kürt hareketine bekle demiştir. 1999’da seçimi bekle; 2002’den beri de reform paketini buzluğa koyduk, biraz daha bekle… Silahlı mücadeleyi bıraksa etkisizleşecek, sürdürse demokratik cumhuriyet uzlaşma önerisi soğuyacak. Türkiye’nin istediği gibi uluslararası dengeler alanını boşaltsa silahsızlaşacak, boşaltmasa kökü dışarıda ilan edilecek. Geçen zaman Barzani-Talabani’ye yarayacak… Bir ulusal hareket bu ortamdan nasıl çıksın?
Çıkamaz! Peki ulusal hareket nedir? Neden çaresizdir?
20. yüzyılda işçi sınıfı birçok örnekte ulusal harekete önderlik etti. Ulusal hareket demek sınıflar üstü, sınıfsız bir statü değildir. Sınıf karakteri ise bir kez demir atıldığında sabit kalan bir durum değildir.
PKK hareketinin yoksul köylü niteliği, gerek sosyal bileşimi gerekse siyasal çıktılarından hareketle yapılan bir saptamaydı. Bu hareket yaklaşık on yıl süreyle aşiret yapısını önemsizleştiren bir işlev gördü. Bu işlevin bir noktadan sonra terk edildiği açıktır. Bu noktada daha detaylı ve yakından analizler yapılması gerektiğini kabul ediyorum. Ancak bu yazıda kimi temel çizgilere işaret edeceğim.
·Yerel Kürt egemenlerinin yandaş-karşıt biçiminde tasnif edilmeye başlaması hareketin belirli bir güce erişmesiyle ortaya çıkmıştır. Yandaş egemenlerin varlığı bir güç göstergesi olarak kabul ve lanse edilmiştir. Bu, sınıfsal karakterde değişimin habercisidir.
·Legal parti alanında mülk sahibi kesimlerin doğrudan içinde yer alan unsurların ağırlığı hafife alınamayacak düzeyde olmuştur.
·Başlangıçta feodal veya burjuva mülk sahibi unsurlar, düzenden kopuş vurgusu öne çıkan bir harekete katılmış olabilir. Zamanla bu kesimlerin uzlaşmacı karakteri yeniden belirginleşmiş, öte yandan hareketin kopuş/kurtuluş vurgusu geri çekilmiştir.
·Bir diğer kesim olarak Avrupa ayağının emperyalist diplomasiyle ilişki yoğunluğu, daha doğrusu uzmanlık alanının bu olması, başlı başına bir sınıf karakteri anlamına gelir.
·Kürt yoksul köylülüğü, kırsal proletarya yanıyla Türkiye işçi sınıfının bir parçasıdır. Kendi başına bütünlük taşımayan, parçası olduğu bütünle temas noktaları son derece zayıf düşen, yoksulluğu derinleşmekte olan kırsal bir sınıf, bir siyasi hareket için yeterli beslenme kaynağı oluşturamaz.
·Kürt ulusal hareketi kentli emekçileri kapsamaya niyeti ve yeteneği olmadığını göstermiştir. Bu başlıkta biricik anlamlı deneyim kamu emekçileri hareketidir. Bu kol önce mücadeleciliğini yitirerek reformist Türk partneriyle benzeşmiş, sonra KESK’in bütünündeki çöküşe ayak uydurmuştur. Kürt patronun Kürt işçilerinin yan yana geldiği örnekleri geçersek, ulusal hareketin diğer kentli emekçi deneyimi kent yoksullarıyla sınırlıdır. Tahmin edileceği gibi buna emekçi sınıf karakteri izafe etmek sosyal olarak doğru, siyasal dinamizm olarak imkansızdır. Söz konusu olan ulusalcı hareketin kitle tabanı karakteridir.
·Kürt ulusal hareketinin sermaye ilişkileri, kendi parti kimliğiyle ve bir sol ittifak halinde ilk kez katıldığı 1995 seçimlerinde solcu müttefiklerini “işadamlarını ürkütmemeleri” için uyarmak ve seslenilen toplumsal kesimleri sıralamak gerektiğinde “yurtsever işadamları”nı eklemek olarak görülüyordu. Bir ulusal(cı) hareket bu ikili yapıdan hangi kesim ağır basarsa o tarafa eğilerek kurtulur. Özellikle yerel yönetimlerin sermaye bağının önünü çok açtığı tahmin edilebilir.
·Son bir not olarak, emekçi karakterinin edinilmesi ve korunması, bir sömürü toplumunda ille de önderliğin bilinçli girdilerini gerektirir. Israrlı bir emekçi yönelimi olmayan bir siyasal hareketin “kendiliğinden” yönü mülk sahibi sınıflara dönüktür. Söz konusu hareketin, ne denli sağlam olduğu su götürür Marksist orijininden hep uzaklaştığı da açıktır.
Çözümün ilk adımı bu yıkıntıdan kopmaktır. Çaresiz kapitalist devletten reform beklemekten kopulmalıdır. Talep öne sürmeyi, karşı tarafı politik olarak köşeye sıkıştırmak sananlar olabilir. “Aslında bir beklentimiz yok, politika yapıyoruz” diyenler olabilir. Bu yaklaşımla kapı kapı gezen veya kendilerince kapılara dayananlar, önümüzdeki seçimlerde çeşitli Kürt bölgelerinde aday olmayı da tasarlayabilirler. Bütün bunların çözümle, mücadeleyle bir ilişkisi kurulamaz.
Eski solun “uzak kıta” enternasyonalizminden kopulmalıdır. Aynı tezgahı, aynı fabrikayı, aynı veya komşu mahalleleri, aynı yoksulluğu, aynı işsizliği aynı korkuları paylaşanların arasındaki ilişki enternasyonalizm değildir. Tersine enternasyonalizm bu ortaklıkların birçoğunun ihmal edilmesi anlamına gelecektir. Enternasyonalizm milliyetçiliğe karşı panzehirdir ve hep lazımdır. Bize ise yetmez. Kürtlere ve Türklere kader ortaklığı yakışır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Murat Yetkin, Kürt Kapanı, Remzi Kitabevi, 2. basım, İstanbul, Ekim 2004, s. 133.
- TKP MK değerlendirmesi, Aralık 2002.
- Kürt sorununda ne çok milat var! Özal’ın girişimleri mi istersiniz, Demirel’in realitesi mi, İnönü’nün HEP ittifakı mı… Erdoğan’ın nesi eksik, o da listeye girdi.
- İrfan Aktan, Zehir ve Panzehir, Dipnot yayınları, Ankara 2006 içinde, Cengiz Çandar ile söyleşi, s. 91.
- Aktan, a.g.y., s. 100.
- Konuyla ilgili olarak bak. Tevfik Fikret Yılmaz, “Polis Partisi”, sol.org.tr, 18 Temmuz 2006 Salı.
- Burjuvazinin gündelik barometresini temsil eden medya da yelpazenin üstünde salınım gösterdiği için unutulmuş olabilir; Doğan grubunun kimi kritik kalemleri, 2005 Kasımından (Şemdinli) 2006 Martına (Newroz) kadar Kürt nüfusun “kaybedilmekte” olduğuna işaret etmiş ve Türkiye’nin soğukkanlılıkla bu durumu tartışması gerektiğini gündeme getirmişlerdi. Daha sonra konjonktür değişti ve aynı kalemler Kürt sorununda yeniden baskıcı önlemlere dönüşü desteklemeye başladılar.
- Yazalı uzun zaman geçtiği için bir not düşmekten kendimi alamayacağım. Yolları Birleştirmek kitabında açıklamaya çalışmıştım. 1925-38 isyanları süresince TKP’nin Kemalizm taklidinden öteye gitmediği değerlendirmesine itiraz ediyorum. Uluslararası boyutu, kapitalizm-sosyalizm çelişkisini zerre kadar dikkate almayan ucuz eleştirileri çöpe atmak, dönemin TKP’sinin doğru, yerinde ve etkili politik açılımlar geliştirdiğini savunmak anlamına gelmiyor.
- Eyyüp Demir, Yasal Kürtler, Tevn yayınları, İstanbul, Nisan 2005, s. 110.
- Demir, a.g.y., s. 120. Bu kaynakta “Alternatif bildirge” olarak bahsedilen belgenin hangi çevre(ler) tarafından yazıldığı bilgisi verilmiyor. İçerik o dönem HEP içinde yer alan sol gruplardan birine işaret ediyor. Burada böyle belirsiz bir materyale, yalnızca çok temel ve yakıcı bir politikanın bile tartışma götürür olduğuna işaret etmek için atıfta bulundum.
- Aktan, a.g.y., Orhan Doğan ile söyleşi, s. 183.
- Aktan, a.g.y., Doğan ile söyleşi, s. 176-177.