Başta yapımcıları olmak üzere kimsenin entelektüel düzeyiyle ilgili herhangi bir iddiaya sahip olmadığı Kurtlar Vadisi Irak filminde, işgalci güçlerin ABD’li “sivil” lideri, “çuval olayı”nın intikamını almak isteyen “kahramanımız” Polat Alemdar’a şunları söylüyordu:
“Bütün kırmızı çizgilerinizi sildik… Irak’ta biz istemeden bir şey olmaz diyordunuz, oldu… 50 yıldır yardım ediyoruz… Donunuzun lastiğini bile bize borçlusunuz… Para isteyip duruyorsunuz… Asker vermiyor ama yine para istiyorsunuz… Size ihtiyacımız kalmadı artık… Siz 11 kişi için ülkenizin mahvına neden olursunuz…”
Gerçekte kimin kime para verdiği ya da kaynak aktardığı ve son iddia bir yana, ABD-Türkiye ilişkileri konusunda ilginç bir betimleme… Ya Polat Alemdar’ın cevabı? Şu şekildeydi:
“Ben politikacı, diplomat, asker değilim… Biri bir Türk’ün kafasına çuval geçirirse…”
ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gerçek niteliği umurunda değildi… O sadece “çuval”a takmıştı. İntikamını alabilirse, sonrasında ne olacağı da umurunda değildi…
Bir başka deyişle, “kahramanımız” kafasını çuvala çoktan sokmuştu.
Kapitalist Türkiye, bugün gerçekten de ancak bu tür “kahraman”lar üretebilir.
Düzen siyasetçileri ve sermaye sahipleri de, kafalarını sokacakları birer çuval arıyor…
Çuval arayışının iktisadi temeli
Parası olan ve ekonomiden biraz olsun anlayan herkes, krizle ilgili tek belirsizliğin zamanlaması olduğunu biliyor. Türkiye ekonomisi er ya da geç ciddi bir krize girecek, döviz kurları hızla yükselecek, bunu da yoksullaşma ve işsizlik oranlarındaki yeni artışlar izleyecek. Kriz patlak verdiğinde, emekçilerin yanı sıra, borsadaki bankalardaki birikimlerini henüz dövize çevirememiş olanlar da kaybedecek…
IMF, hükümet, sermaye sahipleri, onların danışmanları, televoleci iktisatçılar, kısacası bugünkü ekonomi politikalarını oluşturan uygulayan ve savunan herkes, bu politikaların krize yol açacağını çok iyi biliyor.
Ama bu politikalar, kriz öncesi dönemde, yerli ve yabancı sermaye sahiplerinin yanı sıra paralarını “doğru” bir şekilde değerlendiren küçük birikim sahiplerinin işine yarıyor. Bu nedenle de, krizlere yol açan ekonomi politikalarını sorgulamak yerine, kaçınılmaz sonun olabildiğince gecik(tiril)mesi için dua ediyorlar.
Örneğin, döviz kurlarının üç yıldır neredeyse hiç değişmemesini fırsat bilerek döviz borçlananlar, risk aldıklarını çok iyi biliyorlar. Ama döviz kurları baskı altında tutulduğu sürece, çok büyük kârlar elde ediyorlar. Arada lira göreli olarak değer kazandığı için ithalat patlaması yaşanıyormuş, Türkiye’nin dış borcu artıyormuş, çok daha büyük krizlerin yolu açılıyormuş, onlar için bir önemi yok… Yeter ki, kriz bugün ya da yarın patlamasın, krizden önce paralarını dövize çevirebilsinler…
Kriz korkusunun orta katmanlar üzerinde ayrı bir etkisi var. Türkiye standartlarına göre iyi sayılabilecek bir ücrete, maaşa ya da gelire sahip kesim de, ülkedeki ve dünyadaki gelişmelere işsiz kalma ve yoksullaşma korkusu içinde bakıyor. Krize yol açabilecek her tür gelişmeden tedirgin oluyorlar. ABD, AB ve IMF ile ilişkiler bozulmasın, yabancı sermaye sahipleri ürküp kaçmasın, savaş çıkmasın, hükümet ile cumhurbaşkanı arasındaki gerilimler çok büyümesin, dinci-laik, Türk-Kürt çatışması yaşanmasın… Geleceğe güvensizlikle bakan orta katmanlar, her şey (en azından bir süre daha) olduğu gibi kalsın, daha kötüsü olacağına mümkünse hiçbir değişiklik olmasın istiyor.
Bugünkü koşullarda, her şeyin olmasa bile “kriz yaşamama durumu”nun korunmasının yolu, özelleştirmeleri hızlandırmaktan, kamu harcamalarını kısmaktan ve emperyalizme bağımlılığı artırmaktan geçiyor. Orta katmanlar da, gelecekteki daha büyük krizler karşılığında günün kurtarılması anlamına gelen “önlem”lere, aynı gündelik “bilinç”le yaklaşıyor. Kendilerini etkileyen reformlardan hoşnutsuz olsalar bile, bunlar olmadan krizin ertelenemeyeceğini kabullenmiş durumdalar.
Orta katmanlardaki kriz korkusu ve istikrar saplantısı, geçmişte olduğu gibi bugün de, burjuva siyasetinin önemli silahlarından biri olarak kullanılıyor. Örneğin, Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda, AKP yandaşları ile karşıtları birbirlerine aynı suçlamayı yöneltiyorlar: Devlet katında ve toplumda gereksiz gerginlikler yaratmak…
Liberallerin ve liberal solcuların çuvalı
Liberallerle liberal solcular, Türkiye’nin temel sorununun “devlet”ten kaynaklandığı konusunda hemfikir. Çözüm yolu olarak da, pek doğal olarak, devletin zayıflatılmasını öneriyorlar. Devletin özelleştirmeler, sosyal güvenlik reformu, tarım reformu vb. iktisadi ve “sivilleşme”, yetkilerin yerelliklere dağıtılması, yargı reformu vb. siyasi yollarla zayıflatılmasını dayatan Avrupa Birliği’nin liberaller ve liberal solcular açısından taşıdığı önem, her şeyden önce hedeflerine kendi mücadeleleriyle ulaşılabileceğini düşünmemelerinden kaynaklanıyor.
Türkiye’de liberalizmi temsil eden isimlerin savundukları tezlere gerçekte ne kadar inandıklarını bir yana bırakalım.1 Liberal yaklaşıma göre, Türkiye’nin gündemindeki siyasi sorunların temel nedeni (“derin”) devletin baskıcı tutumu. İnsanlar dinsel inançları ve ulusal kimlikleri nedeniyle baskı altına alınmasa, diğer taraftan da kimse kendi kimliğini başkalarına dayatmaya kalkışmasa, ortada sorun da kalmayacak ve herkes barış içinde yaşamaya başlayacak…
Bir başka şekilde ifade edersek, liberal solcuların pek çoğunun da paylaştığı liberal yaklaşıma göre, barış içinde yaşamak için tek gereken, bunun istenmesi. Devlet baskıdan, dinci gericiler inançlarını dayatmaktan, Kürt milliyetçileri silahlı mücadelelerinden vazgeçerse, ortada sorun falan kalmayacak… Daha doğrusu sorunların “barışçıl” bir şekilde çözülmesi mümkün hale gelecek…
Ya tüm bu sorunların toplumsal ve siyasal kökenleri?
Yılmaz Erdoğan, liberal hissiyata şu sözlerle tercüman olmuştu: “Sebebini unuttum kavganın ve umurumda da değil siyasi tartışmalar. Bir tek şey için dua ediyorum her gece, her gündüz: Kimse genç ölmesin dağlarımızda.”2
Aynı yaklaşımın uluslararası politikaya tercümesi şu şekilde oluyor:
“Ortadoğu’daki Amerikan vahşeti ve İsrail barbarlığı yanında bir de ülke yönetimlerinin kendi halklarına yaptıkları var. Amerika’dan kurtulursan İsrail’e, İsrail’den kurtulursan baskıcı rejimlere ve diktatörlüklere yakalanıyorsun. Bu talihsiz kaderi ne milliyetçilik, ne din, ne de mezhep çözmüyor.
Ortadoğu’yu insanı odak alan, insanı en kutsal değer olarak gören ve tek ilkesi insanoğlunun özgürlüğü ve zenginliği olan bir anlayış çözebilir. Bunu evrensel bir hukuk, tavizsiz bir insan hakları anlayışı, çarpıtılmadan uygulanan bir piyasa ekonomisi olarak da formüle edebiliriz.
Ancak ne yazık ki Ortadoğu’nun mevcut hali galiba böyle bir çözümü üretmekten şimdilik epeyce uzakta.”3
Kuşkusuz, Mehmet Altan, liberalizmin en önde gelen ya da en ciddiye alınması gereken temsilcisi falan değil.
Ama liberalizmin, ülke ve dünya meseleleriyle ilgili olarak yukarıdakinden daha “ileri” hedefler, daha doğrusu temenniler ileri sürmesi mümkün değil.
Ve ülkemizin ve bölgemizin “mevcut hal”i, liberallerin öngördüğü türden çözümleri üretmekten epeyce uzakta gerçekten… Liberallerin savunduğu, liberal solcuların da devletin AB tarafından zayıflatılması adına kabullendiği piyasacı reformlarsa, hayata geçirildikleri oranda tarif edilen diğer sorunları daha da ağırlaştırıyor.
Öyle ya da böyle, liberallerin ve liberal solcuların istediği gibi, bağımlı kapitalist ülkelerin ulusal devlet yapıları zayıflıyor, Türkiye örneğinde çözülme işaretleri veriyor. Peki, buna sevinmeli miyiz? Öncelikle ne olup bittiği üzerinde bir miktar daha duralım…
TC devletine ne oluyor?
Bir süredir, devlet katındaki bir çözülme ve toplumsal ölçekteki bir çürüme eğiliminden söz ediyoruz. Gelenek’in önceki sayılarında ve geçtiğimiz aylar boyunca günlük soL gazetesinde (www.sol.org.tr) farklı boyutlarıyla açımlanan bu eğilimleri yeniden tarif etmeye çalışmayacağım. Ama devlet katındaki çözülme eğiliminin bir sonucuna işaret edeceğim: Devlet hakkındaki bazı eski doğruların geçersizleşmesi… Özellikle de “derin devlet”e ilişkin olanların…
Türkiye’de devlet kurumlarının ülkenin kaderi hakkında olağanüstü roller üstlendikleri iki buçuk farklı dönemden söz edilebilir.
Bunlardan ilki, 1946 yılına kadar uzatılabilecek olan kuruluş dönemidir. Bu dönemin ikinci yarısında devleti temsil eden kadrolar, “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyebilecek kadar özgüven sahibi olabilmiştir.
Kuruluş döneminde devletin görünen yüzü ile “derin” tarafı arasında ayrım yoktur. Bu arada, ordunun Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin kaderini belirleyen en önemli kurum olduğu iddiası doğru değildir.
Evet, Kurtuluş Savaşı’na öncülük ederek burjuva devrimin gerçekleşmesini sağlayan, asker kökenli kadrolardı. Ama Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemlerinde, ordunun önemli bir siyasal ağırlığı yoktu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genelkurmay başkanı olan Fevzi Çakmak, 1925 yılında ordu mensupları siyaset ile askerlik arasında tercih yapmaya zorlandığında, milletvekilliğinden istifa etmişti. Genelkurmay başkanlığı görevini 1944 yılına kadar yürüten Fevzi Çakmak, 1946 yılında yeniden milletvekili oldu. Ama CHP’den değil, Demokrat Parti listesinden bağımsız aday olarak… 1948 yılında da Millet Partisi’nin kuruculuğunu yapan Fevzi Çakmak’ın genelkurmay başkanlığı döneminde “derin devlet”i temsil ettiğini savunan kimse bulunmuyor.
1960 darbesi de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1923’ten kalma bir “devlet kuruculuğu” misyonuyla hareket ettiğini kanıtlamaz. Aksine, bu darbe emir-komuta zinciri içinde değil, albayların ve daha alt rütbeli subayların öncülüğüyle gerçekleştirilmişti.
Ordu, cumhuriyetin kurucusu olduğu için değil, Soğuk Savaş döneminde üstlendiği görevler nedeniyle, devlet içinde özel bir ağırlık sahibi oldu.
Bu açıdan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1960’lı yılların ortalarına kadar bir tür ara dönem yaşandığı söylenebilir. Türkiye’yi yönetenler, emperyalist-kapitalist sistemle daha sıkı bağlar kurma, ABD yörüngesine girme ve Soğuk Savaş’ın aktif bir tarafı olma kararını bu dönemin başında almıştı. Ama devlet kurumlarının bu doğrultuda yeniden yapılandırılması, ordunun NATO standartlarına uygun hale getirilmesi, subayların halkla bağlarının koparılması ve bir kontrgerilla örgütlenmesinin oluşturulması hedeflerine ancak 1960’lı yıllarda ulaşılabildi.
1970’li ve 1980’li yıllarda, “ne yaptığını bilen” kadrolardan oluşan bir “derin devlet”in varlığından rahatlıkla söz edilebilir. Temel dertleri komünizmle mücadele olan bu kadrolar, siyasetçilere güvenmezler ve “gerektiğinde” iktidara el koymaya hazırdırlar. Bu arada, kuruluş döneminde mücadele edilen iki dinamik bu dönemde geri plandadır: Uzlaşma yoluna gidilen ve önü giderek daha fazla açılan dinci gericilik ve bastırılmış olan Kürt dinamiği…
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, diğer pek çok kapitalist ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, devlet kadroları için ciddi bir sıkıntı kaynağı oldu.
İkinci dönemde yaratılan “devlet geleneği”ni temsil eden kadroların imdadına Kürt dinamiği yetişti. Devlet kurumlarının olağanüstü roller üstlenmeyi sürdürdüğü 1990’lı yıllarda, yani iki buçukuncu dönemde, komünizmle mücadelenin yerini Kürt hareketiyle mücadele aldı. Başka ülkelerde kontrgerilla örgütlenmeleri kısmi tasfiye operasyonlarıyla geriye çekilirken Türkiye’dekiler güçlendirildi.
Ama komünizmle mücadele ile Kürt dinamiğiyle mücadele arasında çok önemli bir fark vardı: İlki Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumunu güçlendirirken ikincisi zayıflatıyordu.
Emperyalist sistemin komünizmle mücadelenin yerine “terörle mücadele”yi koyma planları devlet kadrolarına umut vermişti aslında (NATO’nun bu doğrultudaki “konsept değişikliği” 11 Eylül’den çok önce gelmişti gündeme). Ne var ki, Kürt hareketi, emperyalizmin uluslararası planları için hiç de uygun bir hedef değildi ve olmadı. Devlet yöneticileri, yine de “terörizmle mücadelenin ne kadar önemli olduğunu en iyi biz biliriz, bu konuda tecrübeliyiz, size de destek oluruz, ama siz de bize yardım edin” mesajları vermeyi sürdürüyor…
28 Şubat 1997’deki MGK toplantısıyla anılan restorasyon sürecinde, askerler Kürt hareketinin gerileme dönemine girmesinden de yararlanarak, devletin iç dengelerini yeniden kurmayı hedeflemişti. Ama bugünden bakıldığında başarısız oldular, çünkü Türkiye kapitalizminin geleceğine ilişkin orta vadeli bir stratejik perspektif üretme şansları bulunmuyordu.
Çünkü Türkiye kapitalizmi, liberal iktisat politikalarının büyük katkısıyla, seçeneklerini aşırı ölçüde daraltmış durumda.
Bir siyasal akım olarak liberalizm, Türkiye’de hiçbir zaman ciddiye alınabilir bir güce dönüşmedi. Buna karşın, iktisadi liberalizm, özellikle 1980’li yıllardan itibaren en “devletçi” bilinen kesimler tarafından bile vazgeçilmez kabul edilmeye başladı.
İktisadi liberalizmin üç temel sonucu var: Birincisi, devletin ekonomiye müdahale edip büyümeyi teşvik etme yoluyla istihdam yaratma ve toplumun hatırı sayılır bir kesiminin yaşam standartlarının yükselmesini sağlama olanağından yoksun kalması (“popülizm” yapma olanaklarının ortadan kalkması), burjuva siyasetinin toplumsal tabanını daraltıyor. Liberalizmin dogmaları bir yana, Özal dönemi de dahil olmak üzere bundan önceki tüm ekonomik büyüme dönemlerinde belirleyici olan devletin iktisadi politikalarıydı. Bugünse, zenginler daha fazla zenginleşebiliyor, yeni zenginler ortaya çıkabiliyor, ama her bir kriz, burjuva siyasetinin temel toplumsal dayanağını oluşturan orta katmanları biraz daha zayıf düşürüyor.
İkincisi, yerli kaynakların yağmalanmasına ve atıl bırakılmasına dayanan liberal iktisat politikaları, Türkiye ekonomisini aşırı ölçüde dışa bağımlı hale getirirken, emperyalist ülkelerle pazarlık olanakları iyice daralıyor. Tersinden bakıldığında, burjuva siyasetinin iç dengeleri açısından, emperyalist ülkelerin tercihleri çok fazla önem kazanıyor. Ve emperyalizme bağımlılık, Türkiye kapitalizmi için başlı başına bir kriz dinamiği haline geliyor. Kapitalist Türkiye, ABD’nin yörüngesinden çıkamaz… Ama aynı kapitalist Türkiye, ABD’nin bölge planlarına bodoslama dahil olma cesaretini de gösteremez, çünkü bunun iktisadi ve toplumsal maliyetinin altında ezilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Irak’ın işgaline katılmaktan bir tezkere kazası ve ABD’nin güç gösterisi yapmayı tercih etmesi sayesinde kurtulmuş olan Türkiye kapitalizmi için, İran’la ya da Suriye’yle savaş olasılığı, bir kabus senaryosudur. Özellikle de, ABD’nin bölgemizdeki saldırgan politikalarının ne tür sonuçlar doğuracağı konusunda çok fazla belirsizlik varken… Kapitalist Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyelik hedefinden de vazgeçemez. Ama sonucu belirsiz üyelik sürecinin uzun ve sancılı geçeceği, olası bir üyeliğin de Türkiye kapitalizmini düzlüğe çıkarmayacağı çoktan belirginlik kazandı.
İktisadi liberalizmin üçüncü sonucu, “iyi yönetişim”, “yerelleşme”, “özerkleşme”, “yargı reformu” vb. adlar altında devlet kurumlarının merkezi yapısını dağıtmaya ve kalan merkezi yetkileri de yürütme gücünde (hatta bu gücün baş kişisinde) toplamaya çalışırken, devlet kurumları arasındaki ve bu kurumların içindeki güç mücadelelerinin önünü açması.
Kurgusal olarak, Türkiye kapitalizminin bugünkü iktisat politikalarına mahkum olmadığı, ülke kaynaklarının değerlendirilmesine dayalı bir sanayileşme ve kalkınma hamlesinin örgütlenebileceği, devletin bu konuda görev üstlenebileceği, ayağa kaldırılan bir ekonomi sayesinde emperyalistler karşısındaki pazarlık gücünün de artırılabileceği vs. söylenebilir. Bu nokta önemli, çünkü Türkiye’nin, dışarıya her yıl on milyarlarca dolar aktarmasına rağmen henüz çökmemiş bir ülke olması, bu ülkenin ekonomik potansiyeline işaret ediyor.
Ama bugünün Türkiyesi’nde, devletin çözülmesinden en fazla rahatsız olan ve devlet geleneğini temsil eden kesimler arasında bile böylesi bir çıkış arayışı gözlenmiyor. Çünkü böylesi bir arayış, geçici olarak bile olsa emperyalizmle ve burjuvaziyle karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor.
Devlet geleneğini en fazla temsil eden kadrolar, doğal ve kaçınılmaz olarak, bu seçeneğe gözlerini tümüyle kapalı tutmayı tercih ediyor. Ahmet Necdet Sezer örneğinde olduğu gibi…
Sezer’in ideolojisi
Cumhuriyet gazetesinin “Üçüncü Adam” ilan etmeye çalıştığı Ahmet Necdet Sezer’in devlet geleneklerini temsil etmek konusundaki titizliğini kimse inkar edemez herhalde. Dahası, Sezer, bu geleneklerin ayakta tutulması için mücadele ediyor.
Ama aynı Sezer, bir yandan da, devletin çözülmesine yol açan temel politikaların savunucusu olarak çıkıyor karşımıza.
AB’ye üyelik sürecinin gerekleri yerine getirilsin, 4 ABD ile stratejik işbirliği korunsun İsrail’le ilişkiler derinleştirilsin,5 IMF politikaları “ödün verilmeden” uygulansın,6 özelleştirmeler hızlandırılsın,7 doğrudan yabancı sermaye yatırımları teşvik edilsin,8 devlet yönetiminde “iyi yönetişim” ilkesi egemen olsun9 vb…
Sezer’in konuşma metinlerini kim(ler) yazıyor, bilmiyoruz. Ama okumakta sakınca görmediği satırlarda “küreselleşmecilik” var, emperyalizmin işbirlikçiliği var, piyasa düzenine güzellemeler var…
Bir de “ama”lar var, bu metinlerde… Bunlar da çok tanıdık: Küreselleşmenin olanaklarından yararlanalım, ama tehlikelerinden korunalım… Özelleştirmeleri hızlandıralım, ama “sosyal boyut”una dikkat edelim… IMF programını “ödün vermeden” uygulayalım, ama bu arada işsizlik ve yoksullukla mücadele edelim… AB’ye üyelik sürecinin gereklerini yerine getirelim, ama AB de bizim önümüze çok fazla ek zorluk çıkarmasın… ABD ile stratejik işbirliğimizi derinleştirelim, ama ABD de “hassasiyetlerimiz”e daha fazla özen göstersin…
“Saygın devlet adamlığı”nın ayrılmaz bir parçasını oluşturan bu “ama”lar, pratikte anlam taşımıyor.
Sezer, Türkiye’nin önündeki gerçek tehdit kaynaklarını görmemek için kafasına çuval geçirenlerin başında geliyor.
Bu durumu Sezer’in hukukçu kimliğinden kaynaklanan bir körlük ya da saflıkla açıklamak mümkün değil. Türkiye’nin yüksek yargı organlarında görev yapan tüm diğer hukukçular gibi Sezer de, gelişmelere fazlasıyla “siyasi” bakıyor. Örneğin, Şemdinli olayı söz konusu olduğunda, son derece açık bir tavır alıyor:
“Yargının siyasallaştırılmasının yaratacağı sakıncaların önemli bir başka örneği, çok kısa bir süre önce Şemdinli’de yaşanmıştır. Şemdinli’de dile getirilen savlar adalet duygusuna büyük zarar vermiş; Türk Ordusu’nu hak etmediği bir tartışmanın konusu yapmıştır.”10
Kısaca hatırlatmak gerekirse, Şemdinli’de bir kitapçı askerler tarafından bombalanmış ve Orgeneral Yaşar Büyükanıt, bu olay sırasında suçüstü yakalanan bir astsubay hakkında, “Kendisini tanırım. İyi çocuktur” açıklamasını yapmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup kişiler kitapçı bombalıyor, dönemin Kara Kuvvetleri komutanı bu kişilere sahip çıkıyor, Sezer ise “Türk Ordusu’nu hak etmediği bir tartışmanın konusu” haline getirilmesinden yakınıyor…
Anayasa Mahkemesi üyesi olduğu dönemde Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) ile Sosyalist Türkiye Partisi’nin (STP) kapatılması kararlarının altında imzası olan Sezer’den Şemdinli olayları konusunda “hukukçu kimliğini temel alan” bir tavır beklemek saçma olurdu zaten…
“Sivil dinamikler” ne alemde?
Devletin çözülmesinin kitlelere devrimci bir dinamizm kazandırması, olasılıklardan yalnızca biridir. Diğer olasılık, toplumsal ölçekteki parçalanma ve çürüme dinamiklerinin güç kazanmasıdır.
Nitekim, Osmanlı’nın o bildik “ceberrut” devleti çözülme sürecine girdiğinde, bir yandan (Türkler dışındaki kesimlerde) milliyetçilik, diğer yandan gericilik güç kazanmıştı.
İdris Küçükömer, bir konuda haklıydı: İttihat ve Terakki ile kuruluş döneminin Cumhuriyet Halk Partisi, “sivil toplum”un temsilcileri değil, toplumu kapitalizm doğrultusunda dönüştürmeye çalışan azınlık hareketleriydi. Hem Osmanlı’nın son hem de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, “sivil toplum”, gericilerin etkisi altındaydı.
Küçükömer’in sorunu, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin devrimcilik ve toplumsal dönüştürücülük eksiklerine değil, “tepeden inmecilik”lerine itiraz etmesiydi. Gericiliğin etkisi altındaki toplum kesimlerini dönüştürmeyi başaramayan her hareket, eninde sonunda gericiliğe teslim olur.
Ya bugünün sivil dinamikleri?
Bugün Türkiye toplumunda “dinamik” olarak anılmayı hak eden (şu ya da bu ölçüde harekete geçmiş ya da kolaylıkla harekete geçme potansiyeli barındıran) kesimler, dinci gericiliğin, Türk laik-milliyetçiliğinin ve Kürt milliyetçiliğinin etkisi altındaki kesimler.
Bu dinamiklerin tümüyle serbest kalması, Türkiye’nin bir iç savaşla birlikte parçalanmasına yol açar. Ve şu anda, bozulmasını kimsenin kolay kolay isteyemeyeceği, ama fazlasıyla kırılgan bir denge durumuyla karşı karşıyayız. Dinci gericiliğin, Türk laik-milliyetçiliğinin ve Kürt milliyetçiliğinin siyasal temsilcileri (en azından bunların “aşırı maceracı” olmayan ağırlıklı unsurları), bu tür bir parçalanma sürecini göze almak istemiyor. Ama devletin çözülme eğilimine girmesi, “sivil” dinamiklerin kontrol altında tutulmasını zorlaştırıyor.
Bu noktaya gelinmesinin temel nedeni, Türkiye kapitalizminin iktisadi kısıtlarının ürünü olmakla birlikte tek başına bu kısıtlarla açıklanamayacak olan siyasal tercihler.
Türkiye’de, 1946’dan bu yana, bazı kısa süreli ara dönemler dışında, kentli, modern, laik, yüzü Batı’ya dönük toplum kesimlerini güçlendirmeye, toplumsal ve siyasal ağırlıklarını artırmaya yönelik bir çaba harcanmadı. Zaman zaman “son çare” olarak bu kesimlere başvuruldu, ama yalnızca acil sorunların çözülmesi için…
Cumhuriyetin kurucu kadrolarının beklentisi, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte dinci gericiliğin modern kurumlara tümüyle uyum sağlaması ve Kürtlerin tümüyle asimile olmasıydı.
Sınıfsal çelişki ve kaygılar, buna olanak tanımadı.
İşçi sınıfını dışarıda bırakırsanız, kentli bir toplumsal hareket yaratamazsınız. Ama işçi sınıfını içine alan her tür proje, burjuvazi için başlı başına bir tehdit oluşturur.
İşçi sınıfının burjuva siyasetine kazanılması 1960’lı yıllarda denendi. Sonuç, burjuvazi için büyük bir uyarı oldu: Harekete geçen işçi sınıfını kontrol altında tutmak çok zordu. 15-16 Haziran kalkışması, burjuvaziye ve devlet yöneticilerine bu tür denemelerden uzak durmak gerektiğini gösterdi.
Ama burjuvazinin işçi sınıfını siyasetten tümüyle dışlaması da mümkün değildi. Bu, sınıfı solun kucağına itmekten başka bir anlama gelmezdi. 1970’li yıllarda somut olarak görüldüğü üzere…
Dolayısıyla, işçi sınıfının siyasete katılma kanalını değiştirmek gerekiyordu. Bu kanal, dinci gericilik oldu. Kuşkusuz, işçi sınıfının bir bütün olarak dinci gericiliğe teslim edildiği söylenemez. Ama sınıfın en yoksul kesimleri dinci gerici kuşatma altına alınabildi.
İşçi sınıfını dışarıda bırakırsanız, modernliğin taşıyıcısı olarak elinizde kimler kalır? Özellikle büyük kentlerdeki orta kademe şirket yöneticileri, mühendisler, avukatlar, hekimler, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri, öğretmenler kamu çalışanları…
Sözünü ettiğimiz kesimler, nicel açıdan olmasa bile, ideolojik ağırlıkları nedeniyle önemli.
Ama özellikle 1950’li yıllardan bu yana,, bu kesimler içinde de, dinci gerici örgütlenmelerin etkisi artıyor.
1960’lı yıllarda, üniversite öğretim üyeleri ile öğrencilerinin düzen için ne kadar tehlikeli olabileceği görülmüştü. 12 Eylül darbesinin ardından, Türkiye’de modernliğin taşıyıcılığını yapabilecek olan bu kesimler de hedef tahtasına yerleştirildi. “Türk-İslam Sentezi”, Türkçülükten çok İslamcılığın, özellikle taşra üniversitelerini denetim altına almasını sağladı. Ama bu arada, dinci gericilik, büyük kentlerin büyük/önemli üniversitelerinde de ciddi bir güce ulaştı.
Bugün geldiğimiz aşama şu: Mühendis odalarında solcular dinci gericileri zar zor alt ediyor… Gerici sendikalar kamu emekçilerinin daha büyük bir kesimini temsil ediyor… “İslami” sermayenin etki alanı hayli genişlemiş durumda…
Kısacası, Türkiye’de modernliğin taşıyıcılığını yapabilecek toplumsal güçler hayli zayıflamış durumda.
Tüm bunlar, Türkiye’de ilerici hareketlerin döneminin kapandığı anlamına mı geliyor?
Bu analizden çok, mücadele konusu… Son bölümde döneceğim…
Ama burada dinci gericilikle ilgili bir not düşeceğim.
Türkiye’nin dinci gerici örgütlenmeleri, bazı marjinal unsurları bir yana bırakırsak, emperyalizmin işbirlikçiliği ve sermayenin çıkarlarının temsilciliği konusunda diğer burjuva siyasi öznelerden herhangi bir farka sahip değil. Yaratılmasında önemli bir rol oynadığı tabanının aksi yöndeki basıncına rağmen, AKP hükümetinin IMF politikalarını uygulamak konusundaki kararlılığı ve başbakanın neredeyse tüm seçmenlerini fırçalaması, ABD’nin desteğini alma çabası, İsrail’le (ve Yahudi sermayesiyle) işbirliği, aynı zamanda bu partinin zayıf noktalarını oluşturuyor.
Ama, laik-milliyetçi bir cephe kurmaya çalışanlar, bu zayıf noktalara yüklenmek yerine, tartışmayı AKP hükümetinin tabanıyla ilişkisini güçlendiren türban, imam hatip liseleri ve içkili-içkisiz yerler gibi başlıklara sıkıştırıyorlar. Böylece, Türkiye tarihinin en işbirlikçi ve sınıfa saldırı politikalarını en acımasız şekilde uygulayan partisi, geniş bir toplum kesiminin gözünde “hükümet kurmuş, ama iktidar olmasına bir türlü izin verilmeyen parti” rolünü oynama şansına kavuşuyor!
AKP’ye bu şans neden tanınıyor? Çünkü AKP, düzenin diğer güçlerinin yapmakta fazlasıyla zorlanacağı işleri yapıyor.
Türkiye’de ABD karşıtlığı yükselişe geçmişken, Hizbullah’ın İsrail karşısındaki direnişi halk arasında büyük bir sempati toplamışken, Lübnan’a asker göndermenin ve hele Hizbullah’a ya da Suriye veya İran’a savaş açmanın hiçbir toplumsal meşruiyeti yokken, AKP hükümeti, emperyalistlerle pazarlıkları yürüten özne durumunda.
Ya AKP muhalefette olsaydı?
Bir bütün olarak bakıldığında, bu tablo, düzen güçlerini daha da körleştiriyor.
AKP dışındaki düzen güçlerinin kısa vadeli bakış açısıyla, Lübnan’a asker gönderme türünden kararların bu parti tarafından alınmasında yarar var. Eğer sonuç asker cenazeleri olursa, suç AKP hükümetinin sırtında kalır. Yok eğer Lübnan’daki çatışmalar sürmez ve en azından geçici bir istikrar dönemi yaşanırsa, bir yandan Türk ordusunun ne kadar önemli işler yaptığından söz edilirken diğer yandan AKP hükümetiyle mücadele diğer başlıklar üzerinden sürdürülür…
AKP ise, “yeni Osmanlıcı” diye etiketlenen politikayla herkesi idare etme hayalleri kuruyor… Örneğin, Ortadoğu’daki çatışmaların tüm taraflarıyla “diyalog halinde” olmaları sayesinde, Lübnan’a asker göndermenin risklerini bertaraf edebileceklerini düşünüyorlar, daha doğrusu düşünmek istiyorlar…
Bir başka deyişle, Türkiye, yalnızca iktisadi sorunları ve emperyalizme bağımlılığı nedeniyle değil, bunların ürünü iç siyasal dengeleri (ya da dengesizlikleri) nedeniyle de, tarihinin en “maceracı” adımlarını atmaya çok daha yatkın durumda.
Oysa Türkiye kapitalizminin toplumsal dengeleri, maceracı çıkışların olası risklerini kaldıramayacak kadar kırılgan.
Ara rejim ihtimali üzerine
Tüm bunlar, yeni bir ara rejim ihtimalini kaçınılmaz olarak gündeme getiriyor.
Bu ihtimal kapitalist Türkiye’nin gündeminden hiçbir zaman nihai olarak düşmeyecektir… Ama bu ihtimali zayıflatan etkenler var.
Birincisi ve en önemsiz olanı, yeni bir ara rejimin Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki konumunu sarsacak, AB’ye üyelikle de bağlantılı bazı iddialı hedeflerin (en azından uzunca bir süreliğine) tümüyle kenara atılmasına yol açacak olmasıdır.
İkincisi ve daha önemli olanı, olası bir ara rejimin tek başarı şansının dinci gericiliğe daha fazla alan açmak olmasıdır.
Üçüncüsü ve en önemlisi, olası bir ara rejimin hızla toplumsal meşruiyet yitimine uğrama ihtimalinin yüksekliği ve Türkiye kapitalizminin buna hiç tahammülünün bulunmamasıdır.
İkinci ve üçüncü noktaları açmak için, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin toplumsal meşruiyetinin nelere olanak sağlayıp sağlamayacağı üzerinde durmakta yarar var.
Sık sayılabilecek aralıklarla, Türkiye’de halkın en güvenilir bulduğu kurumun ordu olduğunu gösteren anketler yayımlanır. Güvenilirlik sıralamasında alt sıraları da siyasi partiler ve medya paylaşır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, disipliniyle, eğitimiyle, çağdaşlığıyla ve yolsuzlukların dışında kalmasıyla, bu güvenilirliği hak ettiği söylenir.
Sonuncusundan başlayalım…
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yolsuzluklardan bağışık olmadığı, bu ülkede herkesin bildiği en büyük sırlardan biridir.
En azından askerliğini yapmış (ve yakınlarının hiç bitmeyen askerlik anılarını dinlemiş) olan herkes bilir ki, ordudaki en küçük ölçekli satın alma faaliyetleri bile, en hafif deyimle fazlasıyla “şaibeli”dir. Subayların evlerini taşıtmak gibi kişisel işlerini erlere yaptırmaları türü “küçük” yolsuzluklar zaten kanıksanmıştır. Silahlı Kuvvetler’de, her şey gibi, rütbeden kişisel çıkar sağlama olanaklarının hiyerarşik bir biçimde dağıldığı da uluorta tartışılmaz bu ülkede. Bu nedenle, özel şirketlerin yönetim kurullarında emekli generallere yer vermek konusunda neden bu kadar hevesli oldukları hakkında da çok konuşulmaz…
Subayların, yine rütbeleriyle orantılı bir şekilde, Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin ortakları durumunda olmaları da gündeme pek sık taşınmaz. Yalnızca, zaman zaman, OYAK’ın vergi muafiyetlerinin “haksız rekabet”e yol açtığından şikayet edilir. Generallerin, OYAK aracılığıyla, pek çok yabancı şirketle ortaklık ilişkileri içinde bulunmalarını eleştirmek de kimsenin aklına gelmez.
Türkiye’de üst düzey komuta kademelerine yükselmenin temel koşulunun NATO’da ve en iyisi ABD’de eğitim görmek ve görev almak olması, aksi zaten düşünülemeyeceğinden hakkında konuşmaya değmeyecek bir olgu sayılır.
Kısacası, Türk Silahlı Kuvvetleri, emperyalizme bağımlı diğer kapitalist ülkelerin ordularından farklı değildir. Neden ve nasıl olsun ki?
Ama tüm bu konulardaki sessizlik gerçekten dikkat çekicidir.
Türkiye’de silahlı kuvvetleri yıpratmaya çalışan kesimler gerçekten de var… Liberaller ve dinci gericiler arasında…
Ama bunlar da, hangi noktalara vuracakları konusunda son derece seçmeci davranıyor.
Örneğin, Emekli Yüzbaşı Murat Papuç’un “Boyalı Bank Nöbetini Terk Etmek” adlı kitabı ilgilerini çekmiyor. Neden? Çünkü Papuç, yolsuzluklarla mücadelenin ötesinde, orduyu profesyonelleştirme/şirketleştirme girişimlerine karşı çıkıyor, “bağımsızlıkçı” ve “halkçı” bir tutum alıyor. Papuç’un bu çizgisi, silahlı kuvvetleri yıpratmaya çalışanları da, ordunun siyasete müdahale etmesini isteyenleri de rahatsız ediyor.
Oysa, emperyalizmle ve sermaye ile bağları bu denli güçlü, profesyonelleşme yoluyla halktan giderek daha fazla koparılan bir ordu, günü gelip de siyasete doğrudan müdahale etmeye karar verdiğinde, toplumsal desteğini laik-milliyetçi kesimden çok dinci gericilerde arayacaktır! Çok basit bir nedenle: Toplumsal bağları zayıf olan ve Türkiye’yi bağımsızlıkçı bir çizgiye taşıma niyeti de şansı da bulunmayan bugünkü ordu, dinci gericiliğin etkisi altındaki geniş kesimleri karşısına alamaz. Tam tersine, bu kesimleri müdahalesinin kendilerini hedef almadığı konusunda ikna etmek zorunda kalacaktır. 12 Eylülcülerin Türk-İslam sentezi, solu ve işçi sınıfını dinci gericiliği kullanarak ezme ve kuşatma politikasından ibaret değildi.
Aslına bakılırsa, laik-milliyetçi cephe girişiminin ideologluğuna soyunan İlhan Selçuk da bunun farkında. Lider adayı olarak, kendi deyimiyle “dindar, ama dinci olmayan” Süleyman Demirel’i göstermesi boşuna değil. Başbakanlık yaptığı dönemlerde toplam 327 tane imam hatip lisesinin açılmasını sağlayarak bu alandaki rekoru açık arayla elinde tutan, tarikat ve cemaat temsilcilerini meclise taşımış olan birinden söz ediliyor!
Son olarak, olası bir ara rejimin emperyalizmle pazarlık gücü bulunmayacak ve dış politikada “maceracılık” yapmaktan başka şansı olmayacaktır. Oysa Türkiye kapitalizmi, başarısız her tür maceranın altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya.
Tüm bunlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugün için sarsılmaz sayılan toplumsal meşruiyetinin hiç de yeterli bir güvence oluşturmadığı anlamına geliyor.
İlericiliğin zemini ne kadar geniş?
Taşıyıcılığını yapan düzen içi hiçbir siyasal özne yokken, Türkiye’de ilericiliğin zemini ne kadar geniş olabilir ki?
Bugün, ülkenin sanayileşmesini, kalkınmasını, teknoloji üretmesini, bölgesel eşitsizlikleri ve yoksulluğu ortadan kaldırmasını, tüm çocuk ve gençlere parasız bir şekilde bilimsel eğitimin sağlanmasını somut olarak hedefleyen bir siyasal özne bulunmuyor.
Gericilikle mücadelenin görünürdeki en kararlı odağı durumundaki Cumhuriyet gazetesi, aynı zamanda özelleştirme taraftarlığı yapıyor, Türkiye’de yatırım yapan yabancı sermayedarları “ulusal” diyerek kutsuyor, solcu yazarlarına sansür uyguluyor, ilericilikle hiçbir alışverişi bulunmayan milliyetçi/faşist güçlerle ittifak istiyor, Süleyman Demirel’i lider adayı olarak pazarlıyor…
CHP, ilericilik türü iddialarını pratik olarak bir yana bırakalı çok oldu…
Diğer taraftan, ilericilik, başlı başına (bağımsız) bir “hareket” olarak güç kazanma şansına sahip değildir.
Daha doğrusu, ilericilik, ülkenin önüne yeni/ileri hedefler koymak ve bu hedefler doğrultusundaki mücadeleyi örgütlemektir. Gericiliğe ve gericilere karşı mücadele, kendi başına, ilericilik üretmez.
Ama bu ülkede ilerlemeye, kalkınmaya, gelişmeye yönelik güçlü bir toplumsal direncin bulunduğundan söz edilemez. Daha çok, bunların gerçekleşebileceğine ilişkin inancın iyiden iyiye zayıflamış olmasından kaynaklanan tepkiler ve arayışlar var.
Turgut Özal, bir yandan muhafazakar/dinci tabana yaslanırken, diğer yandan ülkeye “çağ atlatma” demagojisiyle prim toplamayı başarmıştı. Dinci gericiliğin etkisi altındaki kitleler arasında Turgut Özal’ı hayırla ananların, bizi pek çok yenilikle tanıştırmış olmasını övenlerin, “Özal hanedanı”nın dinsel kurallara hiç de uygun düşmeyen davranış kalıplarını sorgulama gereğini duymayanların sayısı az değil.
Dolayısıyla, meselemiz, kitleleri gericiliğin yanlış olduğuna ikna etmekten çok, Türkiye’nin çaresiz/alternatifsiz olmadığını göstermek.
Tabii bu noktada,, toplumsal güç sorununa geliriz…
“Bir bütün olarak” Türkiye solunun pek çok gösterge açısından hâlâ çok zayıf durumda olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır… En önemli göstergelerden biri, toplumda, “solun ne dediği ve ne istediği” konusundaki belirsizliğin sürmesi.
Gerçekte var olmayan “sıradan vatandaş” açısından, devletin tepesinde ciddi kavgaların yaşandığı, bölgemizdeki gelişmelerin Türkiye için büyük riskler yarattığı, ülkeyi yönetenlerin ABD karşısındaki çaresizliğin bu riskleri daha da artırdığı, Kürt sorunuyla ilgili çözümsüzlük durumunun başlı başına bir tehdit oluşturduğu, Türkiye ekonomisinin her an yeni bir krize girebileceği, kısacası tehlikelerle dolu bir dönemden geçtiğimiz açık. Gerçek vatandaşlarsa, bu sorunların her biri hakkında belirli kanaatlere, eğilimlere sahip…
Peki tüm bu tehlikeler karşısında sol ne diyor?
Bir örnek vermek gerekirse, restorasyon sürecinde, sol, “çetelerin üzerine sonuna kadar gidilmesi”ni isteyen bir güç olarak algılanabildi. Bu algı solun önünü ne kadar açtı ya da açabilirdi, ayrı bir konu…
Sol, tabii ki, ülke gündemindeki her bir başlık hakkında politika üretmelidir, özgün yaklaşımlar geliştirmelidir…
Ama, 2006 yılında, Türkiye’de sol “asıl olarak” ne diyor? Bu sorunun yanıtını alabildiğine sadeleştiremeyen bir solun toplumsal ölçekte ciddiye alınması mümkün değil…
Bugün için, toplumsal algıda bu tür bir sadeleşmenin yaratılmış olduğunu söyleyemeyiz.
İsrail’in Lübnan saldırısına yönelik toplumsal duyarlılığa verilen karşılık, önemli olmakla birlikte, yine sola bir bütün olarak bakıldığında, (şimdilik) yetersiz kaldı.
Örneğin, İslamcı örgütler, halkın Lübnan ve Filistin’le ilgili duyarlılığına çok daha hızlı bir şekilde ve görece daha geniş kapsamlı karşılıklar verebildi.
Mesele, diğer güçlerle daha iyi rekabet etmek değil tabii ki…
Hatta, Filistin sorununu çok uzun süredir gündemlerinde tutan İslamcı örgütlerin güncel gelişmelere daha hızlı tepki verebilmeleri de doğal. Ama bu başlıkta ciddi bir sorunlarının bulunduğu açık: AKP hükümetinin ve önde gelen İslamcı örgütlenmelerin işbirlikçiliği ile “Filistinli, Lübnanlı kardeşlerimiz” söyleminin gerilimsiz bir şekilde yan yana durması hiç kolay değil.
İşbirlikçilik, tüm düzen güçlerini yıpratıyor. Dolayısıyla, solun yapması gereken, ABD ve İsrail karşıtlığı zemininde rekabete girişmek değil, işbirlikçilikle ve işbirlikçilerle mücadeleyi öne çıkarmaktır. İşbirlikçikle ve işbirlikçilerle mücadelenin Türkiye’nin farklı toplum kesimlerini birleştirebilecek olan tek mücadele başlığı olduğu vurgusuyla birlikte…
Buna eklenmesi gereken, Türkiye’nin bağımsız bir gelişme yolu izleyebileceği ve izlemesi gerektiği vurgusudur. Emperyalizmden bağımsızlaşabilen bölge ve dünya güçlerinin başarılarını da gündemde tutarak…
Bunları da, “herkesin anlayacağı” bir açıklıkla yapmak zorundayız.
Bir başka deyişle, sol, Türkiye’nin güçlü, onurlu ve bağımsız bir ülke olabilmesi ve buna engel oluşturan her tür iç kutuplaşmanın aşılabilmesi için, tüm toplum kesimlerini ABD’nin, AB’nin ve İsrail’in işbirlikçilerine karşı mücadeleye çağıran taraf olmalıdır.
Bu politikanın toplumsal ölçekte ne oranda karşılık bulacağı, hiç kuşku yok ki, solun işçi sınıfını siyasete ne oranda taşıyabileceğine bağlı.
İşçi sınıfının siyasal mücadelede ağırlık kazanması, Türkiye’nin gericilik ve gerilik batağına düşme tehlikesinden kurtarılmasının da tek yolu. Dinci gericilik, hareketsiz işçileri kuşatabilir, ama harekete geçen bir işçi sınıfının önünde duramaz.
Bu söylenenlerin siyaset diline tercümesi şu: Bugünün Türkiyesi’nde işbirlikçiliğin zayıf düşürülmesinin tek yolu, emekçi yurtseverliğinin güçlendirilmesi. Aynı anlama gelmek üzere, işsizlik ve yoksulluğa, savaş tehditlerine ve bölünme tehlikesine karşı, halkın elinde gerçekten etkili olabilecek tek bir silah var: Emekçi yurtseverliğine güç katmak.
Tabii, bir adım daha atmak, soyut bir kavram olan “emekçi yurtseverliği”ni Yurtsever Cephe’nin örgütlenmesiyle ve mücadelesiyle ete kemiğe büründürmek zorundayız.
Türkiye’de “siyaset” dendiğinde akla düzen partileri gelir. Siyaset de, akla yalnızca seçim dönemlerinde gelir. Oyların düzen partilerine gitmesi, kaçınılmaz bir sonuçtur. Yurtsever Cephe’nin başarı göstergelerinden biri de, mevcut siyaset algısını ne oranda kırabildiği olacak…
Dipnotlar ve Kaynak
- Aslına bakılırsa, sermayenin çıkarlarından başka herhangi bir şeyi temsil etme derdi bulunmayan liberaller açısından “demokratikleşme”, “özgürlüklerin genişletilmesi”, “sivilleşme”, “yerelleşme” vb., gerektiğinde kolaylıkla gözden çıkarılabilecek hedefler. Bu hedefleri en kararlı bir şekilde savunur gözüktükleri dönemlerde, iktidarda olmamalarının ve “devlet”in ipin ucunun kaçmasına izin vermeyeceğini bilmenin rahatlığı içinde hareket ediyorlar. Ve görünürdeki “özgürlükçü” muhalefetleri iktisadi, liberalizm ile siyasi özgürlükler arasında bir bağın bulunduğu yanılsamasına destek oluyor.
- Hürriyet, 24 Temmuz 2006.
- Mehmet Altan, “Siyasal İslam mı Temel Hak ve Özgürlükler mi?”, www.gazetem.net, 4 Ağustos 2006.
- Sezer’e göre “Görüşmelere gecikmeden başlayarak Avrupa Birliği’ne üye olmak”, “Cumhuriyetimizin 100. yılına doğru”, en önemli hedeflerimizden biri olarak görülmeli (Meclis açış konuşmasından, 1 Ekim 2005; Sezer’den yapılacak tüm alıntıların kaynağı: www.cankaya.gov.tr)
- “(…) İsrail’in Avrupa Birliği ile son yıllarda gelişen ilişkilerini yakından izliyor ve destekliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri ile stratejik ortaklığımız dış siyasa önceliklerimizin en önemli halkalarından biridir. İsrail ile işbirliğimizin bu bağlamda da özel bir anlamı vardır” (İsrail parlamentosunda yaptığı konuşmadan 7 Haziran 2006).
- “Türk ekonomisinin yapısal dönüşüm yolunda son yıllarda gerçekleştirdiği atılımları umut verici buluyoruz. Uygulanan sıkı para ve maliye politikalarının yanı sıra, ekonomik programdan ödün verilmemesi, kimi ekonomik dengelerde belirgin bir iyileşmeyi birlikte getirmiştir. Bu gelişmelerin ülke genelinde olumlu beklentileri ve iyimserliği artırdığı görülmektedir” (28 Mart 2006’da Ankara Sanayi Odası’nın düzenlediği “Aile Şirketlerinde Değişim ve Süreklilik Zirvesi”nde yaptığı konuş-madan).
- “Kamuya kaynak sağlamak amacıyla özelleştirme uygulamalarına ağırlık verilirken, kaynak sağlamanın en önemli aracı olması gereken kayıt dışı ekonominin önlenmesi çabaları da artırılmalıdır” (Meclis açış konuşmasından, 1 Ekim 2005)
- “(…) iç finansman kaynaklarımızın yeterli olmaması nedeniyle, ülkemizin üretim kapasitesini geliştirici ve istihdam yaratıcı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına gereksinim duyulduğu da bilinen bir gerçektir” (TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında yaptığı konuşmadan, 20 Aralık 2005) ve “Özel sektörün daha yüksek katma değer yaratarak etkin bir üretici kimliğine dönmesi için bir dizi önlem geliştirilmelidir. Bu bağlamda, yatırımların, yapısal değişimi doğuracak dinamik ve yüksek katma değerli sektörlerde yapılması önemlidir. Böylesi bir yatırım ortamı doğrudan yabancı sermaye yatırımları için de en uygun iklimi yaratacaktır” (Ankara Sanayi Odası’nda yaptığı konuşmadan, 28 Mart 2006).
- “Anayasal demokrasi, iyi yönetişim, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği, pazar ekonomisi, bölgesel kalkınma ve terörizmle savaşımda uluslararası işbirliği, bölgemizin güvenlik ve istikrarı bakımından temel araçlardır” (İsrail parlamentosunda yaptığı konuşmadan, 7 Haziran 2006).
- Ahmet Necdet Sezer, Harp Akademileri Konferansı’nda yaptığı konuşmadan, 12 Nisan 2006.