“Bir derinlik hayaline saplanmış budalalar olduğumuz için gizli olanı arıyoruz. Gerçekliğin dayanılmaz buradalı-ğını görmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Bir an bunu kafamıza kazıyabilsek, kurtuluruz. Belki de deliririz. Oysa biz fikirlerin arkasına sığınıyoruz. Fikirler! Domuzların bile fikirleri olabilir.”
Terry Eagleton, kötümserliğin filozofu Wittgenstein’ı bu şekilde isyan ettiriyor “Azizler ve Alimler” isimli romanında. Bilimin ve felsefenin gereksizliğine duyduğu inançtan kaynaklı bir isyan ünlü filozofunki. Hemen ardından “domuz” eğretilemesine bir örnek vererek sürdürüyor isyanını Wittgenstein: “Filozoflar çoğunlukla domuzdur. Hegel bir domuzdu.” Şimdi biz de anakronik bir kurgu yapalım ve Yalçın Küçük’ ün son kitabı Gizli Tarih’ in1 bu sözlerin sahibi Wittgenstein’ ın eline geçtiğini düşünelim. Wittgenstein’ ın, kitabın son satırını okuduktan sonra -kitabın sonuna kadar tahammül edebildiğini varsayıyoruz- buruşan yüzüne şöyle bir yorum eşlik edecektir sanıyoruz: “Yalçın Küçük bir domuzdur.” “Gerçekliğin dayanılmaz buradalığı” nı kutsayan Wittgenstein’ın, hakkında bilgisi olmasa dahi cumhuriyet döneminin bütün yazılı tarihini altüst ettiğini iddia eden; kodları çözme, “demistifiye etme”, “falsi-fikasyonlar”ı açığa çıkarma iddiasında olan, üstüne üstlük tüm bunları yaparken kuramsal sezgilerden yola çıkan bir esere tahammül göstermesini bekleyemeyiz.
Wittgenstein aracılığıyla Gizli Tarih’e ilişkin görüşlerimizi de henüz yazımızın başlangıcında belirtmiş oluyoruz. Gizli Tarih, Türkiye siyasi tarihinin “yepyeni” ve devrimci bir yorumu. “Yepyeni” biçiminde yazıyoruz; çünkü Gizli Tarih’ te gizleri açığa çıkaran göz’ ün ve bakış’ ın yeni olduğunu iddia etmek, eserin yazarına, Yalçın Küçük’ e büyük haksızlık olacaktır. Bu kitabın yanında Türkiye Üzerine Tezler serisini (özellikle serinin beşinci kitabını) ve Sırlar’ı okumuş olanlar, yazara dönük haksızlık yapmama konusundaki özenimizi daha iyi anlayacaklardır. Okuyucuda Sırlar’ ın devamı izlenimi uyandıran Gizli Tarih, elbette yenilikler taşımakla beraber, Küçük’ ün Türkiye siyasi tarihine ilişkin belli başlı tezlerinde ciddi bir süreklilik taşımaktadır. Sürekliliğin hangi noktalarda olduğuna ve önemine aşağıda değinmeye çalışacağız. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim; Gizli Tarih, işlediği tezler açısından Tezler ve Sırlar’ dan daha olgundur. Tezler ve Sırlar’ a benzer biçimde Gizli Tarih’ te yapılan tarihsel analizin amacı “demistifiye” etmek, “resmi tarihi” ve ona eşlik eden, adeta ibadet halini almış hamaseti parçalamak ve tarihe devrimci bir bakış açısı kazandırmaktır. Önemli bir farkla… Gizli Tarih’ in, “tekelci düzenin” dayattığı Ortaçağ karanlığında aklı diri tutmanın, solun eksik siyasi tarih okumalarına çekidüzen vermenin ötesinde bir amaç taşımakta olduğunu yazar ilk baştan müjdeliyor. Müjdeye geçmeden evvel yazıya ilişkin iki uyarıda bulunmak gerekiyor. Uyarıların ilki, yazımızda Gizli Tarih’ e ilişkin yazacağımız; başka türlü söyleyecek olursak, tarihe ilişkin yazmayacağımızdır. Gizli Tarih’ te zengin bir biçimde sunulan tarihsel olayları bir gerçeklik testine tabi tutma niyetimiz yok. İlginç bulunacağını düşündüğümüz ve Küçük’ ün “yeniden” yorumladığı kimi noktaların üzerinden geçeceğiz. Diğer uyarımız ise ister istemez kitabın yazarına ilişkin; kitabın yazarının Yalçın Küçük olduğu unutmamak gerekiyor. Küçük’ e ilişkin değerlendirmelerimizi de yazı boyunca aktarmaya çalışacağız. Bu uyarıları yaptıktan sonra müjdemiz ile devam edebiliriz.
Küçük, kitabın temel tezini ve motivasyon noktasını şu şekilde özetliyor:
“Gizli Tarih’ te çöküşü yazmıyorum.
Çöküşü kabul ediyorum.
Çöküş varsa, temellere ve kuruluşa bakmak zorundayız.
Eğer bugün burada isek hiçbirini mistifiye edemeyiz. Tepeden çökertilmediysek, kusur temellerdedir. Bu kadar kolay ve mukavemetsiz olarak çöktüyse, çok kolay kurulmuş olduğu sonucuna çıkıyoruz.
Eğer deseleksiyon varsa, temelden çöker, artık başka bir düşünce temeline açılıyoruz.”2
Müjde bu muydu diye soranlara; “bundan âlâ müjde olur mu?” diye sormak lazım. Kitabın hemen başındaki bu satırlar ve okuyucuyu kitaba mahkum eden önsöz, Küçük’ ün bu kez “gerçekten” yazdığının erken bir habercisi. Anımsadığımız kadarıyla soL henüz dergi iken, bir sayısında “komploculuk” meselesi ele alınmıştı, neredeyse Yalçın Küçük’ ün adı ile anılan “sabetayist komplo” üzerine de yazılıp çizilmişti ve Küçük özelinde Türkiye aydınının komplo merakına yönelik olarak “aydınımız siyaseti mi arıyor?” diye soruluyordu. Bu soruyu “yoksa buldu mu?” diye revize edebileceğimizi ve sorunun yanıtını arayabileceğimizi düşünüyoruz. Küçük’ ün uzun zamandır sürdürdüğü Türkiye’ de “tekelci düzenin”3 çöküşe yol aldığı mealindeki çalışmalarının ardından, çöküşün ispatı için girişmiş olduğu sabetayizm incelemelerinden, bir anda buraya sıçramış olması bu soruyu meşru ve ilginç kılıyor.
O halde başlayabiliriz.
Burası neresidir? Gizli Tarih, çöken bir cumhuriyetin çürük temellerini, kuruluş paradigmasını sorgulamaya dönük olarak kaleme alınıyor. Gizli Tarih, çöküşü görünür kılmak için çöküşe olan meyle işaret ediyor; başlangıcında çöküşe meyledenlerden, aza kanaat edenlerden, hülyasız yöneticilerden bahsediyor. Bizim de bir süredir üzerinde durduğumuz ve ortaya çıkaracağı siyasi olasılık ve olanakları tahlil etmeye çalıştığımız bir meseleye, “çözülüş”e tarihsel bir perspektiften bakıyor. Böyle olunca Gizli Tarih, kitaplığımızdaki yerini Yalçın Küçük kontenjanından değil; bileğinin hakkıyla alıyor. Bu sayede kitaplığımızın “mühim kitaplar rafına” bir de masal kitabı koymuş oluyoruz.
Masal mı? Müsaadenizle açıklayalım…
Yalçın Küçük’ ün, kitabın başlangıcında okuyucuyu karşılayan iddiası odur ki bu kitap, türünün yazılı tarihte bilinen üçüncü örneğidir; Bizans’ın Gizli Tarihi ve Moğolların Gizli Tarihi ertesinde. Biri altıncı yüzyılda, diğeri on üçüncü yüzyılda yazılmış iki kitaptan bahsediyoruz. Küçük, bu iki kitabın incelemesini İsyan çalışmasının ilk cildinde yapmıştı. “Gizli tarih” meselesine ilişkin Bizans’ın Gizli Tarihi’nin yazarı Procopius’ tan aktardığı ve bizim burada nakledeceğimiz pasaj “masal” a sıçrayabilmemiz için elverişli görünüyor. Bizans’ın Gizli Tarihi’ni kaleme almadan evvel Jüstinyen’ in vakanüvisliğini yapan Procopius, en yakınlarından bile gizlediği ve yazılmasının üzerinden dört asır sonra dikkatleri cezbeden, on bir asır geçtikten sonra ise tam bir nüshasına ulaşılan çalışmasına ilişkin şunları söylemekte ve “gizli tarih yazıcılığı” nın yöntemini ve gerekçesini aktarmaktadır:
“Üstelik önceki anlatımda ele alınan olaylarda, bunların oluşumuna yol açan nedenleri gizlemek mecburiyetinde kalmıştım. Bu nedenle bu kitapta şimdiye kadar gizli kalmış olanları değil, aynı zamanda daha önce tasvir edilmiş oluşumların nedenlerini de açıklamak gerekli olmaktadır.”4
Buradan çıkaracağımız sonuç, gizli tarih yazmanın yolunun arşiv tırtıklamaktan değil, tarihe teorik bir gözle yaklaşabilmekten geçmekte olduğudur. Olayların neden falandan kaynaklandığı ya da aslında neden filandan kaynaklanmış olabileceğinin çıkarımı, tarihi bir soyutlama düzeyinde yeniden yorumlamaktan geçmektedir. Yeniden yorumlamak ise bir kurgu meselesidir ve insan aklını zorlayan kurgulara çoğu kez “masal” diyoruz. Yalçın Küçük, kitapta iki masalı iç içe anlatıyor. Bunlardan ilki pejoratif manası ile masaldır, resmi tarih de deniyor. Küçük, bugünden itibaren anaokullarında okutulmasını salık veriyor. Diğer masal ise kitabın ilk bölümüdür ve adı Masal’dır. Küçük, hem önsözde hem de bu bölümde sıklıkla “masal yazıyorum” demektedir. Yazarın kitabının gövdesine “masal” demesini şu şekilde yorumlama taraftarıyız: Bu yeni ve gizli tarih, kurulu gerçekliğin karşısında yükselmektedir, gerçek ile arasında indirgenemez bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu gerçeklikle böylesine büyük karşıtlıklar taşıyan metinler masaldır. Ve fakat masalların bir gün gerçeğin yerine geçmeyeceği şeklinde bir kural mevcut değildir. Jules Verne’nin masallarının bugün gerçek olduğunu belirtmemize, bilmiyoruz, gerek var mı? Bunun yanı sıra gizli tarihlerin bir soyutlama olduğunu az önce açıklamaya çalışmıştık. Soyutlama ve yeniden kurma adlı adınca bir kurgu meselesidir. Aşağıda da örneklerini vermeye çalışacağımız gibi “fiktif” kalkış noktalarından hareketle olayların yeni tarihsel yorumlarını yapmak, bu zamana kadar görülmeyeni göstermek, parçaları birleştirmek, birbirine “ideoloji tutkalı” ile tutturulmuş parçaları ayırmak olsa olsa masal çağrılabilir. Tarihte bir ihtiyaç olduğundan bahsettiğimiz teorik bakışın çok yetkin bir örneği olarak karşımıza çıkıyor Gizli Tarih… Bunun yanı sıra çelişkilerin serbestçe hareket edebilecekleri ve bir senteze varabilecekleri bir düzlem olarak görünüyor masal. Küçük, büyük sıklıkla anlatılanların masal olduğunu ve inanmamamız gerektiğini söylüyor. Sınanma ihtiyacından kaynaklandığına yoruyor ve devam ediyoruz.
Bir çözülüş masalı
Çöküş müjdeleyen her İncil’e iman mı edeceğiz peki? Hiç de değil. Böylesi bir tavır siyaseten toyluğun ve de programatik zafiyetin göstergesi olurdu. Çözülüş/çöküş gibi momentlerden bahsetmek hem siyasi hem de teorik anlamda özen gerektiriyor. Bir üretim biçimi bir coğrafyada yalnızca ortaya çıkışı ile değil; ortadan kayboluşu ile de etkisini hissettiriyor; o coğrafyada iz bırakıyor. Çöküş/çözülüş’ün dinamiklerini analiz etmenin, demek ki, yalnızca şu ana değil; geleceğe dönük de bir anlamı var. Çöküşün veyahut çözülüşün dinamiklerini bir de bu nedenle dikkatlice tespit etmek icap ediyor. Bizi bu vurguyu yapmaya iten ihtiyaç ise genel geçer olmanın çok ötesinde bir anlama sahip. Devletin çözülmesine, bu çözülüşün sınıflar mücadelesinde bazı kritik değişimleri meydana getirdiğine ve bu mücadelede bir veri olarak kabul edilmesi gerektiğine işaret eden bir siyasi yapı “çözülme” kavramını yerli yerine oturtamazsa, mesela Poulantzas’a rahmet okutacak “devletin göreli özerkliği” gibi küflenmiş tartışmalarla boğuşmak durumunda kalabilir. Diğer yandan, bugün çözülüş/çöküş durumunun vakıa halini aldığına ilişkin yaygın bir kanaat mevcut olduğundan yapılan çözülüş tanımının siyaseten ayırt edici olması gerekiyor. Kemalist cumhuriyetin çökme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu iddia eden -örneğin Cumhuriyet gazetesi ve İlhan Selçuk’ta cisimleşen- toplam, bir çeşit “en geniş cephe” stratejisi peşinde koşmakta. Bu “en geniş cephe” nin asgari müştereği ise ‘30’lara özlemle beraber statükonun korunması. Hem cephenin ne kadar geniş olduğunun hem de müştereğinin ne kadar asgari tutulduğunun bir örneğini Tüpraş’ ın özelleştirilmesi sürecinde görebiliyoruz. Bu süreçte bahsettiğimiz millici cenah, “emperyalist tuzağa” karşı “milli sermaye” Mustafa Koç’un cansiperane savunuculuğunu üstlenebilmiş; üstüne üstlük sürecin hukuki boyutunu dahi etkileyebilmiştir. “Çözülüş/çöküş”e ilişkin sol-liberal “temenni” ise sürecin realitesini kavrayabilmekten bir hayli uzak görünmektedir. Çözülüşün kimi boyutlarının AB ile girilen ilişkiler yüzünden bu denli hızlı serpildiğini ya da bizatihi bu ilişkilerden kaynaklandığını göremeyen sol-liberaller çözülüşü esas olarak “güçlü devlet geleneği” ve zamanın gerekleri arasındaki gerilime bağlayarak “sol” bir strateji olarak AB’yi göstermekte, çözülüş sürecinin AB’ci rötuşlarla hayırhah bir mecraya sokulabileceğini ima etmekle kalmayıp “çözüleceksek Avrupa’da çözülelim” yaklaşımı içine girebilmekteler. Türkiye’de “demokratik devrim” aşamasının AB reformları ile gerçekleştiği iddiasındaki sol-liberallerimizin “birlikte yaşayalım” kampanyalarının nümayiş kısmını oluşturan Pamuk-Dink-Mağden “mücadeleleri” ni bu şekilde okumak mümkündür. Kürt hareketinin ise bugüne taşıdığı bir çözülüş retoriği mevcuttur. Ama bugün Kürt hareketi, çözülüşü belirleyen bir dinamik değil; onun nesnesi görünümündedir. Bu şekilde özetlemeye çalıştığımız çözülüş yaklaşımlarının yalnız pratik sonuçları açısından ele alındığında bile zafiyetleri ortaya çıkmaktadır. Çözülüşten anladığımız, Kemalizme naif bir saldırı, devlet geleneği ve güncellik arasındaki açı, düzenin militer zafiyet sergilemesi değilse, bu durumdan yani çözülüşten hangi koşullarda söz edebiliriz? Bu saydıklarımızın her biri birer çözülüş emaresi olmakla birlikte, yalnız başlarına çözülüş değil; kriz ya da mevcut düzenin lokal noktalarına saldırı tanımlamasına daha uygun düşmekteler.
“Eğer kastedilen, Türkiye’ deki yerleşik burjuva düzenin içerde ve dışarıda alternatifsiz kalmasıysa, bu alternatifsizliğin salt güncel olanın ötesinde düzenin tarih boyunca genlerine işlemiş manevra yeteneklerini de silip süpürmesiyse ve alternatifsizlik ayan beyan ortada olduğu halde mevcut angajmanlar doğrultusunda tam gaz gidilmesiyse, o zaman düzenin çözüldüğünden söz etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Evet, bu durumda ortada gerçekten bir çözülme vardır.”5
Dolayısıyla çözülme, bütüncül alternatif yaratamama, bütünü kavrayamama halidir; iktidarın bölüşülmeye başlanması ve bunun neticesinde iktidarda boşlukların meydana gelmesidir. Bizim tanımımız budur.
Yalçın Küçük de bizim tarifimize benzer biçimde, çöküşten iktidar yitimini anlamaktadır. Önceki kitaplarında “yönetim krizi”, “enkazının tespitindeki güçlükten dolayı belgelenemeyen ancak sezilen çöküş” gibi ifadelerle anlatmaya çalıştığı süreci, bu kez büyük harflerle “çöküş” olarak adlandırmakta ve öncesinde tespit edemediğini söylediği enkazı bu kez son dönemki politik gelişmelerden hareketle tespit etmektedir. Son dönemki gelişmeler ise bir iç savaşı imlemektedir. Çözülüşü anlamak için, iç savaş(lar)a bakmak gerekmektedir.
Yalçın Küçük, Türkiye tarihini iç savaşlarla okuyor.6 Küçük’e göre, yakın Türkiye tarihinin gördüğü üç önemli iç savaş mevcut: Bunlardan ilki, 1806-1826 arasındadır ve bilindiği üzere sonucu Tanzimat’ın ilanı olmuştur. Diğeri, 1906-1926 iç savaşıdır. Bu savaş sonrası Cumhuriyet vücut buluyor. Yalçın Küçük burada önemli bir saptamaya imza atıyor. Öz ve biçim arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekip, Cumhuriyet’in ilanı ile vücut bulması arasında bir fark olduğunu ve dolayısıyla Cumhuriyet için mirası ‘23 yılına değil ‘26 yılına koymamızın uygun olacağını söylüyor. Sonuncu iç savaş ise, 1966-1996 arasındadır. Kemalist ideolojinin, tarihinin önemli geri çekilmelerinden birini yaşadığı sırada iç savaş ilan edildiğini görüyoruz. Gerçi bu en uzun ve teorik olarak en gelişkin iç savaşın bitiş tarihine ilişkin olarak yazar bir tereddüt taşıyor.
“Bitiş tarihi ise çok zor ve daha büyük, ayrıca geniş çevrelerin katılımıyla tartışmaları gerektiriyor. 1996 Susurluk çarpışmasını veya izleyen yılın 28 Şubatı’nı bitiş sayabiliriz; her ikisinde de birbirinden ayrılamıyorlar, bir restorasyon arayışı vardı. Ama burada asıl soru şudur; ‘bitti mi?’, bitmemiş olmasına meylediyorum.”7
Yazar, ardından son iç savaşa dair teorik zorluklardan bahsediyor. Teorik zorluklar iç savaşlara tarihte biçilen rolle ilişkili. İç savaşlar, yıkımın ve doğumun sarmaş dolaş olduğu bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Eski düzen yıkılıyor, temsilcileri ayıklanıyor, yeni iktidar billurlaşıyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi ilk iki iç savaşın ardından Tanzimat ve Cumhuriyetin ilanları geliyor. Peki ya üçüncüsünün peşi sıra? Hemen bir sayfa sonra Küçük de bu soruyu sormakta ve “Bu üçüncüden sonra ‘tekeliyet’ mi; bitmemesine meylim bu nedenledir” demektedir ve hep daha iyiye özlem duyduğunu eklemektedir. Bu son ve en yetkin iç savaşta devlet içi yarılmada saçılan odakların yanı sıra sol ve işçi sınıfı hareketi de bir dönem taraflardan birisi, hatta iç savaşın temel nedenlerinden biri haline gelmiştir. 1970 yılına değin görece daha “demokratik” mekanizmalarla işleyen iç savaş, Haziran ayı ortasındaki büyük işçi kalkışması ile beraber şiddetin lisan haline geldiği bir atmosfere evriliyor. İç savaşın tarifini devlet tanımında aramak gerekmektedir. Küçük, iç savaş tanımına şöyle ulaşmaktadır: Devlet bir çeşit “zor hali” ise; zor, devlet için mutlaktır ve zorun kalkması devletin çözülmesine bağlıdır ve -nihayet buradan hareketle- iç savaş, kimsenin zorunun her yere işlemediği durum; zorun işlemesindeki boşluk halidir.8 Bu sonuncu iç savaşta mahallelerde kurulan “miniskül yönetimler”, hem Türkiye tarihinin gördüğü en demokratik ve katılımcı mekanizmadır hem de devletin zor aygıtından kurtarılan bölgeler olması itibariyle iktidar mekanizmasındaki boşlukları ve dağılmayı gözler önüne sermektedir. Karşıdevrimin kıyıcılığına rağmen 1996 yılına kadar bu eğilimin varlığını koruduğunu görüyoruz. Ordu gibi, devlet mekanizmasının turnusol kağıdı sayabileceğimiz bir kurumda bile söz konusu dönemde kutuplaşmalar, dağılma işaretleri görülmüştür.
Önemli bir nokta iç savaşların muazzam bir kadro öğütücüsü olduğu gerçeğidir. İç savaş sonlarında iktidar kimin elinde yekpare hale dönüşürse dönüşsün tüm odakların en yetkin kadrolarının siyasi ve hatta fiziki anlamda ortadan kalktığını, bu sondan kaçabilenlerin ise yeni iktidarın kuklalarına dönüştüğünü görüyoruz. “İç savaş, devlet idaresini inançsız, inanç düşmanlarına bırakan bir savaştır.”9 İç savaş sonrası bu süreç, yeni iktidarın iradi zorlamalarından yoksun kalırsa, bu kuruyuş “insanların inançlı olabileceklerine inanmayanların” yönetiminin doğumuna neden oluyor. Bu yönetimin ise topluma vaat ettiği tek bir gelecek var; o da çürüme. Çözülmeye eşlik eden çürümenin ardındaki başat nedeni de bu şekilde analiz edebiliyoruz. Yakın tarihimizde üç kez kadrolarını “kütlesel biçimde” kıran bir düzenden daha başkasını beklemek pek de mümkün olmuyor. Gelinen noktayı ise yazar şu şekilde özetliyor:
“Özal, sadece tom miks okumakla övünüyordu. Çiller, ittifaken kabul gören, bir büyük gaföz idi. Erdal İnönü, bir cümleyi doğru dürüst kurarsa taraftarları bayram yapıyordu. O halde böylece, tadad ederek, ampirik yoldan ve endüksiyon metodu ile iç savaş’ı göstermiş oluyoruz; Özal ve Çiller ve Erdal İnönü, gösteren’dir. Kontribüsyonlarından dolayı teşekkür hissi ile meşbuyuz.
“Tekeliyet’e geçiş mi; tekeliyette, yönetenler idyo ve yönetilenler sürüdürler.”10
Bu özetin devamını getirebiliriz. Erdoğan ve şürekası, başka bir deyişle, cumhuriyet döneminin en bilgisiz ve ilkesiz yönetimi, sanıyoruz bu tablodaki uyumu bozmayacak biçimde kendilerine ayrılan yere oturmaktalar. Demek oluyor ki akça pakça hükümetimiz, Türkiye kapitalizminin rotasından bir sapma gibi anlamlar taşımak bir yana, sürecin “doğal” seyrinde işlediğinin kanıtı oluyor. Yalçın Küçük’ün “iç savaş”lı yaklaşımı ile bizim çözülüş ve çürüme tariflerimiz arasında gözle görülür bir yakınsama olduğunu görebiliyoruz.
Tüm bunları çözülüşün temellerini görebilmek için söylediğimizi bir kez daha hatırlatıp sorumuzu yöneltelim. Madem ki iç savaşlar, inançları ve inançlıları kıran, kalanları da inançsızların eline teslim eden savaşlarsa ikinci iç savaşın mahsulü olan cumhuriyeti ne yapacağız? Gizli Tarih, bu sorunun yanıtını, yazar tarafından daha önce de yapılan “1906-1926 iç savaşı” saptamasına bir ilave yaparak veriyor. Bu ilave, bu iç savaşın hangi eksen etrafında doğup geliştiğidir. Sovyetolog Yalçın Küçük, bu ekseni Sovyet tarihinden devşiriyor ve adına “maksimalizme karşı minimalizm” diyor. Sovyet devrimi tarihinde minimalizm, ilerici misyonlarından kaçan burjuvaziyi demokratik reformlara zorlama programının adı oluyor. Son kertede minimal ve maksimal hedefleri gözetmek bir ufuk meselesidir. Bu iki programın savunucuları kimlerdir? Minimalistler esas olarak üç paşada cisimleşiyor: Kemal Paşa, Kazım Paşa ve İsmet Paşa. 1919 öncesi en siniklerinin ve adı duyulmamışının Kemal Paşa olduğunu biliyoruz. Küçük, Tezler’in beşinci cildinde aktardığı ve 1919’ da Mustafa Kemal’in dikte ettiği şekilde Tasvir-i Efkâr’ da yayımlanan kısa hayat hikayesi ile Nutuk’ ta yer bulan kahramanlıkların izine Kemal Paşa’ nın “önceki hayatında” rastlayamadığımızı göstermiştir. Üstüne üstlük Gizli Tarih’te de belirtildiği gibi Kemal Paşa, imparatorluğun çöktüğü bir esnada pahalı semtlerin ve pahalı otellerin müptelası görünmektedir. Daha ilerisini yazmıyoruz. Merak edenler Gizli Tarih’e dönmelidirler. İsmet Paşa’nın psikolojik durumunu ise 1919 yazında Kazım Paşa’ya yazmış olduğu bir mektup ile Gizli Tarih’te idrak etmiş oluyoruz.
“Sen Erzurum’a giderken ‘korkuyorum ki seni bir işe karıştıracaklar’ demiştin. Evimdeyim, dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Fakat muhitim karıştı. Ben karışmadım da ne oldu? Hiç. (…) İşte biz evimizdeyiz, hükümetin kanaatine rağmen, hiçbir kimse ve hiçbir şeyle alakadar olmaksızın ahvali böyle teessürle görüyoruz. Dılhun oluyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez.”11
Bu satırları yazan İsmet Paşa, Harbiye Nezareti Müsteşarı’dır. Harbiye Nezareti Müsteşarı, “evimden çıkmıyorum beni bir şeye karıştırmamaları için” diye mektuplar yazmakta, eşi hakkında “Mevhibe ağladı, ağladı” diye notlar almaktadır. Anlaşılan o ki bozgun, akıllarda vuku bulmuştur. Minimalizm, böyle bir psikoloji üzerine inşa edilen kurtuluş ve kuruluş programıdır. Maksimalistler ise yenilgiyi kabul etmeyenler ve yenilgiye rağmen kahraman olanlardır. Enver Paşa, ki sonraları Misak-ı Milli’ye ricat etmek şöyle dursun, Doğu halklarının kurtuluşçu mücadelesini kapsamak üzere imparatorluğu doğuya açma planları peşinde kendi sonuna yol almıştır; ancak yenilgi nedir bilmez mücadeleciliği ile halkın gözünde Kahraman-ı Hürriyet mertebesinden geriye düşmemiştir. Geriye düşmeyenler daha çoktur ve biz pek çoğunu bir ihtilalci örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa deyince hatırlıyoruz. Gizli Tarih’te 1906-1926 iç savaşının tarafları işte esasen bunlar olarak sistematize edilmekte ve bu eksen tarih yazımı açısından işlevsel görünmektedir. İç savaş dahilinde gerçekleşen pek çok tasfiyenin bu eksen etrafında gerçekleştiğini, bu eksenin oluşmasında ise esas olarak Kemalist minimalizmin iktidara yaklaşırkenki tekelci mantığının büyük katkısı olduğunu görebiliyoruz. Burada ciddi bir sorun karşımıza çıkmaktadır: Bu yaklaşımlardan hangisi evlâdır? Hatta bu soruya bir de Kemalist minimalizmin iktidar tekelciliği sonucu fiziksel olarak tasfiye edilen Suphi ve yoldaşlarının durumunu sorgulayan yeni bir ek de yapabiliriz. Bu soru çok açık ki “metafizik” bir sorudur ve Marksizm bu soruları ortaya çıkaran düzlemi terk etmenin de adıdır aynı zamanda. Acaba minimalist iktidar kurulmasa ya da kendini dayatmasaydı, örneğin maksimalist programının çıktısı olarak Türkiye’den söz etmek mümkün olur muydu? Mustafa Suphi, kurtuluş mücadelesine arzu ettiği katkıyı yapabilseydi sosyalist bir kuruluş süreci ihtimaller arasında eşit bir statüye yükselebilecek miydi? Gizli tarih yazmak bazen bu tip soruları formüle edebilmekle ilişkilidir. Soruları elbette çoğaltabiliriz ve bu sorular kimi zaman tarih yazımında işlevli olabilecek sorulardır. Örneğin Aykırı Yayınları’nın “öyle değil de böyle olsaydı” minvalinde yayımladığı ve oldukça eğlenceli bir serinin olduğunu belirtmek gerekir. Unutmamamız gereken soru bu soruların membaının “metafizik” bir zemin olduğudur. Bu zemin üzerinde spekülatif bir tarih okuması yapılabilir; ancak Marksist bir siyasi hat inşa edilemez. Daha açık söylemek gerekirse Marksist siyasetin böyle problemleri yoktur. Küçük, Marksizm kaybedenlere rasyonalite atfetmez demekte ve Marksizmin “olduysa zorunludur” denklemini kitabın çeşitli yerlerinde tekrarlamaktadır. Doğrudur. Dolayısıyla minimalist Kemalizmin, çok değişkenli bir denklemde “eşittir”in ötesinde yazan sonuç olarak yegane gerçekçi yol olduğu kabul edilmelidir.
“Gelmek istediğim sonuç şu: Kemalist hareket Türkiye’yi bir ‘sınıf mücadeleleri birimi’ haline getirebilecek yegane yolun da adıydı. Bu yoldan geçmeksizin sosyalizm mücadelesini anlamlandırmamız imkansızdır. Ya da bu yoldan geçilmiş olması bugünkü mücadelemizin kimliğini kaçınılmaz olarak etkilemiştir.”12
Bu yaklaşım Türkiye siyasi tarihine devrimci bir yaklaşımın orijin noktasıdır. Bu orijin noktasından hareket etmeyen bir siyasi öznenin kimliğini ikirciksiz bir sosyalist iktidar mücadelesine bağlaması olanaksızdır. Söylem düzeyinde bir militanlıktan değil, programatik hattan bahsediyoruz. Buradan çıksa çıksa aşamacılık çıkmaktadır. Türkiye devrimci hareketinin en önemli sorunlarından birisi, zaten zayıf olan kopuş pratiğini elinin tersiyle itmesidir. Şimdilik bu tartışmayı bu şekilde bırakıp devam ediyoruz. Elbette yeni sorular sorabiliriz. Mustafa Kemal’e ilişkin örneğin… Şimdilik “Mustafa Kemal nerede durmalıdır?” sorusunu bir kenara bırakıp, “Mustafa Kemal masalda nerede durmaktadır?” sorusunu yanıtlamaya çalışalım. Masal’ın en ilginç karakterlerinden birinin Mustafa Kemal olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Kemal Paşa, birkaç uç arasında gidip geliyor ama bu gidip gelişler kendi iradesi dışında gerçekleşiyor; Paşa, konjonktürün ona biçtiği rollere soyunuyor. Cihan Harbi sırasında zevk düşkünü ve gözü saltanat kapısında olan bir “fırsatçı”, ‘20’lerin başlarında kurtuluşun “concert maister”ı oluyor, aynı on yılın ikinci yarısında gözü iktidardan başka bir şeyi görmeyen bir “muhteris”, ‘30’larda ise hayatla bağlarını kesmiş, çocuklarla avunup paşalara Köşk’ün bahçesinde güreş tutturarak vakit öldüren bir “bedbaht”. Bu ise Gizli Tarih’in bir zaafı değili amacı ve kuvvetli yanı yazara göre. Resmi tarih denen masal ile Gizli Tarih’in Masal’ı arasındaki en önemli fark, ilk masaldaki kahramanın değişmez ve kadir-i mutlak tanrı-paşa olmasına karşın Mustafa Kemal’in Masal’daki “kahramanlardan biri” biçiminde ve çelişkileri, zaafları, güçlü yanları ile insan-paşa olarak resmedilmesidir. Böyle bir girişimin arkasında birkaç sebep saptayabiliyoruz. Bunlardan ilki tarih-yazımına ilişkin bilimsel bir hassasiyet ve namustur. Bir diğer nokta, Kemal’in tek ve değişmez görülmesinin mantıksal uç yorumunun, yazar tarafından “bu kavim, bir daha kurtuluş mücadelesi yaratamaz” denmesi ile eşdeğer kabul edilmesidir. Kurtuluş ve kuruluş bir “mesih” vasıtasıyla olduysa; bu “bir sonraki mesih”e dek kurtuluş olmayacak anlamına gelmektedir. Diğer nokta ise Kemal Paşa’nın kurtuluş mücadelesinde çok zamanlar geride kaldığının bir şekilde gösterilmesidir. Yalçın Küçük’e göre Kemal Paşa’dan çok daha önde giden Kemalistler mevcuttur. Bu durumun önemini ise şu şekilde açıklıyor:
“Her aşamada ve her adımda Mustafa Kemal’den daha çok ‘kemalistler’ varsa, bunu masal yapıyorum, bunlar bir sonraki adımda tasfiye edilmiş olsalar da, böylece ve belki de Mustafa Kemal’i ibra ediyorum. Katkıyı azaltmak, ibra etmektir ve belki de daha yükseklere çıkarıyorum. Bilmiyorum.
Eğer çökecek olarak kurulduysa rolü azaltmak, ibra etmektir.”13
Küçük’ün bu yaklaşımı, Mustafa Kemal’in “rolünü azaltarak” yakın tarihi yorumlama, önceleri örneğin, Tezler serisinde sanırsak “başka” bir amaç taşıyordu; ancak bu amacın bir hayli değiştiğini saptayabiliyoruz. Peki ama niçin Yalçın Küçük Mustafa Kemal’in çöküşteki payını azaltmak istemektedir? Küçük, pek çok kere mülakatlarında “limanlarımızı, rafinerilerimizi ve bütün zenginliklerimizi satan ve bununla övünen bir kavim olduğumuzu, bir tek Paşamızın kaldığını” belirtmekte ve “Paşa’yı kaptırmamayı” önemli bir mücadele başlığı saymaktadır. Bu yaklaşım tartışılır olmakla beraber bir siyasi bütün içinde anlam kazanabilme potansiyeli taşımaktadır. Küçük’ün kastı Türkiye’deki mücadele pratiğini sahipsiz bırakmamak, kapitalist sınıfın kendi ufkunu zaman zaman zorladığı bu pratiğin mirasını sosyalizm mücadelesine aktarmaksa buna itirazımız olduğunu söyleyemeyeceğiz. Ancak bunu yapmak için Kemal Paşa’nın “ibra edilmesi” gerekmekte midir? Bu konu gerçekten çetrefillidir; önerimiz, Kemal Paşa’nın bireysel katkısının teraziye vurulmasından çok Gizli Tarih’te “sürekli devrim” olarak adlandırılan sürecin karakteristikleriyle Mustafa Kemal’e yaklaşmanın siyasi açıdan daha sağlıklı sonuçlar vereceğidir. Ancak Mustafa Kemal’in hayat hikayesinin ve psikolojisinin “olması gerekenden” bu denli farklı oluşu da çöküşün tohumlarını aramak için zengin bir düzlem sunmaktadır. Bu haliyle Mustafa Kemal’e mercek tutmak elbette önem taşımaktadır. Kabul etmek gerekir ki, bu çelişkili hal ve ikinci iç savaş, mevcut ya da potansiyel kurucu kadroların fiziken ve siyaseten ortadan kalkması ile sonuçlanmıştır. Minimalizmin kazanması, yalnız minimal bir coğrafyaya çekilme anlamına gelmemiştir. Söylediğimiz gibi söz konusu olan bir ufuk meselesidir.
Son iç savaşa yani hâlâ koşulları içinde yaşadığımız iç savaşa dönmeyi öneriyoruz. “Bitti mi bitmedi mi?” sorusunun yanıtını son gelişmelerden anlayabildiğimiz kadarıyla “hayır” olarak verebiliyoruz. Son gelişmeler neler midir? Üstünkörü yapılacak bir listede şu gelişmeler yer bulacaktır: Danıştay baskını, Şemdinli, ordu ve bürokrasi içindeki çalkalanma, Genelkurmayın ısrarla zafiyetlerini açık eden ve bilinçli olduğu izlenimi uyandıran açıklamaları, birbiri ardına intihar eden istihbaratçılar, istihbarat ofislerinin ayyuka çıkmış olan çekişmeleri, devletin kimi kurumlarının (MİT) yarı-otonom hareket etmeye başlaması, rüşvetçilikle suçlanan generaller, dinlenen generaller, istifa eden generaller vs… Bunlar iç savaşın devam ettiğinin ve hızlandığının göstergesi. Burada çöküşün esas göstergesini orduda aramak gerekmektedir. Geriye dönüp baktığımızda 1994 yılında Türkiye’nin bir kez daha yokuş aşağı frenlerinin boşaldığını görebiliyoruz. Bir farkla… 1994 yılında yalnızca bir kurum iç savaşın diğer unsurlarından daha diri ve ayakta görünmektedir: TSK. Bu dönemecin ardından TSK’nın inisiyatif geliştirerek nasıl bir siyasal parti haline geldiği ve AsParti’nin icraatlarının neler olduğu pek çok kereler bu sayfalarda işlendi. TSK da kalmadıysa çöküş kaçınılmaz görünmektedir. TSK kalmamış mıdır? Bir kurumun tümden inisiyatif kaybına uğradığını, paralize olduğunu elbette iddia etmiyoruz; ancak yönetim kademeleri için olsa olsa “görünen köy kılavuz istemez” demek zorunluluğundayız.
“Şimdi ‘Cumhuriyet’ çökmektedir; kendi zıddını, temel yıkıcılarını yaratabilmiş ve kendini, kendi devamından koruyabilmek tutuculuğuyla, kendi eliyle zıddına teslim etmiştir. Mükemmel, dört başı mamur, bir çöküş tablosunun önündeyiz; her çöküş drijanları babında bir miyobi ya da aymazlık halidir, bunu tekraren müşahede edebiliyoruz. O halde Cumhuriyet’in zıddı kadroları yetiştirmeyi ve Cumhuriyet’i zıddına teslim etmeyi, teslimiyetçilerin anlamaları imkansızdır (…) (H)al şu ki; teslimiyetçilerin, teslim ettikleri ile şiirsel bir münasebet içinde olmaları mümkündür, bu teslim edenlerin teslim alanlarla özdeşleşmeleri halidir.”14
Restorasyon süreci, yıkmış ama yenisini kurmayı becerememiştir. Sonunda yere çakılmadan önce AsParti’nin payına düşen teslimiyetçilik olmuştur. Gelinen noktada teslim edenler ve alanlar muazzam bir ahenk sergiliyorlarsa sorunun boyutu “restore” edilebilecek düzeyi aşmış demektir. Devletin bugün yönelmiş olduğu paradigma değişimi mecrası, yaşanan sıkıntı ve gerilimlerin mevcut sınırlar dahilinde çözülemeyeceğinin göstergesidir. Kuruluş paradigmalarının hangisinin ne yönde esnetilmesi ya da değiştirilmesi gerektiği, hangisinin terk edilip, hangisinin korunması gerektiği sorunu bir noktadan sonra mühim olmaktan çıkmaktadır. Mühim olan bu işlemlerin tamamının emperyalizmin bölgesel çıkarlarının bekası için gündeme alınıyor oluşudur. Bu bizi Küçük’ün kitabında “Musul” olarak kodladığı sendrom ile bir kez daha baş başa bırakmaktadır. Genç cumhuriyet, kendi içinden Musul’un ele geçirilmesi yönünde yapılan baskıyı minimalizme yakışır bir biçimde geri çevirmişti. Mazeret bugün için hâlâ geçerlidir: Musul’a girmek, emperyalist merkeze kafa tutmak demektir ve minimalizm bunu göze alamamaktadır. Musul meselesini okuyucuya bırakarak bugüne geri dönelim. Ortada problem(ler)in çözümüne çabalayan bir taraf olmamakla beraber; buna ilaveten düzen içinden bağımsız bir “kurtarıcı kol” çıkması olanaksız görünmektedir. TSK ve AKP özdeştir ve tarihimizde “kurtarıcı kol” hep ordu içinden çıkmıştır. Durum böyleyse ortada düzen açısından büyük bir boşluk var demektir. Boşluk nerededir? Yine Küçük’ün “iç savaş” tanımından hareketle söyleyecek olursak; bu üçüncüsü o denli uzun sürmüş ve o denli kırıcı olmuştur ki, Cumhuriyet’i kendi elleri ile zıddına hediye etmekten geri durmamıştır. Minimalizmin her türden mirasçıları ufuklarını o denli daraltmışlardır ki; kendileri artık “miniskül” hale gelmişlerdir. Demek ki ülkemizde iç savaşın düzen içi aktörlerinin hiçbirinin gücünün yetmediği alanlar ortaya çıkmıştır. En önemli boşluk, düzen içi siyasi vektörlerden hiçbirinin bir kurtuluşun olabileceği fikrine işaret edememesidir. İktisadi anlamda kalkınmacılığı, siyasi anlamda bağımsızlığı ve her iki anlamda ülke çıkarlarını bir kenara bırakan sağlı sollu tüm varyantları ile düzen içi güçler, gelinen noktada emekçi halkımıza “şifa niyetine” bir yandan bireyciliği/orta sınıf ideolojisini diğer yandan AB’ciliği zerk etmeye çalışmaktadırlar. Düzenin başka tutkalı kalmamıştır. Bu durumda objektif koşulların solu ittirdiğini yahut daha temkinli söyleyecek olursak solun önündeki bariyerlerin bir hayli zayıfladığını saptayabiliyoruz. Ancak solun önceki dönemde yani iç savaş esnasında oluşturmuş olduğu kabuk yeni dönem için hiç de uygun değildir. Çöküşler tariflerin de değişimi ise korkmadan solun tarifini değiştirmek gerekmektedir. Solun korumacı ve tepkici davranış kalıpları solun tarifi haline gelmiştir. Sol bunları kırmalı, yepyeni ve kapsayıcı tariflere ulaşmalıdır. Bugün sol, antiemperyalizmdir, yurtseverliktir.
“Artık bölgemizi özgürleştirmek, Amerika’yı atmak demektir. Bu ise İsrael’i çıkarmakla mümkündür. C’est simple.
Barzani eklemlenmektedir.”15
Yalçın Küçük, çoğunluğu kendisiyle yapılan ve farklı yerlerde yayınlanmış mülakatlardan oluşan kitabının ikinci bölümüne “işaret fişekleri” adını veriyor. Sebebi ise bu mülakatların kendisini kışkırtmış olması. Benzer şekilde Küçük’ün Gizli Tarih içinde geliştirdiği yeni yaklaşımlara da işaret fişeği adını vermemizde bir sakınca yok. Topraklarımızın sahne olduğu Yahudi-Hıristiyan Savaşı, Varlık Vergisine ilkel birikim açısından yeni yaklaşım, Gelibolu’da Türklere karşı savaşan Sion Katır Birliği, kurtuluş mücadelesindeki “yeni” kahramanlarımız… Bunlar yepyeni denemelerdir; keyifle okuduk. Tartışılmaya muhtaç olduklarını görüyor ve bu keyifli okumadan yeni görevlerle çıktığımızı not ediyoruz.
Küçük, muttarit, muhteriz darbeler…
Gizli Tarih karşısında duyduğumuz heyecanı gizlemeden kaleme aldık yazımızı. Küçük, Sırlar’ın ardından, yeniden, okuyanlara “yazmış” dedirten bir kitapla karşımıza çıkıyor. Okuyucunun tepkisine şaşmamak lazım. Bu tepkiyi normal karşılamanın ardındaki nedeni bir kurgu ile açıklamaya çalışalım. Diyelim ki Yalçın Küçük’ün sabetaycılık konusunda söylediği ve yazdığı her şey doğruydu, diyelim ki -aksini söylemiyoruz ama- Kaya Çilingiroğlu ve Hülya Avşar Türkiye sabetaycılığının önemli simalarıydı. Pekala, Küçük’ün Sion Katır Birliği’ni meydana çıkarması, Varlık Vergisi’nin bir nevi hediye olduğunu göstermesi, Türkiye’de çok uzun süreden bu yana Yahudi sermayesinin kuvvetli olduğunu söylemesi, sermaye sınıfının bu topraklara artık yabancı olduğunu açıklaması için, kısacası bugün varılan noktaya gelmek için Tülin Şahinli, İbrahim Toramanlı, Kabalalı sayfalara, ciltlere gerçekten gerek var mıydı? Hoca kusura bakmasın ama, bu soru, en azından bir okuyucusunun güven eksilmesini gösteren bir sorudur ve meşrudur. Yalçın Küçük, bir röportajında “ABD’deki zenci-beyaz ayrımı gibi bir çelişkiyi resmettiğini ve sol bir iş yaptığını, Türkiye solunun hâlâ anlamadığını” söylüyordu. Burada Yalçın Küçük’ün niyetini tartışmak gibi bir densizliğe elbette girişecek değiliz. Yukarıda söylediği anlamda Küçük’ün siyaset aradığını da soL dergisinde paylaşmıştık. Ancak sürecin pozitif çıktılarına bakmak zorundayız. Çünkü zamanımız az ve çöküş vakıadır. Pozitif çıktı tektir: Türkiye onomastik bilimiyle tanışmıştır. Bir pozitif çıktı da şu olabilir: Bu süreç, Yalçın Küçük’ün “komplocu endüstri”nin aranan ismi haline gelmesi ile beraber, popülerliğini ve temas yüzeyini artırmıştır. Yalçın Küçük’ün siyasi tarih okumalarına bu denli kuvvetli bir dönüş yapmasını bu temas yüzeyinin artışına bağlayabiliriz. Siyaset en çok temas ederek üretilmekte ve solunmaktadır. Yalçın Küçük, oldukça önemli bir kitabı bize kazandırmış, onun ötesinde çözülüşün dinamiklerini analiz için bir tarihsel pencere açmıştır. Bize böylesi dönemlerde tariflerin değiştiğini göstermiştir. Böylesi dönemlerde değişen tariflerin arasında “aydın” tarifinin de elbette yeri vardır. Türkiye solu ve emekçi halkı ise hâlâ güvenebileceği aydınlara muhtaçtır. Yeni tanım bu ihtiyaç giderilirken ortaya çıkacaktır. Muhtaçlık konusunda Yalçın Küçük sola ve diğer aydınlara kızarken biraz da kendisine bakmalıdır. Çünkü hâlâ yazınca yazmakta, okundukça ufuk açmaktadır. “Küçük, muttarit, muhteriz darbeleri” dün olduğu gibi bugün de önemlidir.
Bu yazıyı böyle bitirmek ise bizim hiç içimize sinmiyor. Artık Yeni Harman dergisinin lokomotifi haline gelen “Prof. Dr. Yalçın Küçük röportajları”nın bir kısmını Küçük’ün kitabına bölüm olarak ilave ettiğini belirtmiştik. Burada ilk keresinde de daha sonra kitap ile beraber okuduğumuzda da bizi kahkahalarla güldüren şu bölümü biraz uzun da olsa “kitap tanıtımı” yazımıza son yapmak istiyoruz.
Gürkan Hacır, sorularının birinde “Güler Sabancı Avrupa’nın sekizinci güçlü kadınıymış” demektedir. Küçük’ün yanıtı şöyledir: “Gürkan dostumuz, nasıl güçlü oluyor, halterde mi, güreşte mi? Güler Sabancı hiç güreş tutmuş mu ki, sekizinci olsun? Hiç kanırtmış mı…” Her sağlıklı insan gibi Hacır’ın tepkisi “Ne alakası var?” biçimindedir. Yalçın Küçük ise, muhtemelen yumruğunu masaya vurup biraz da sinirlenerek yanıtına devam etmektedir:
“Anlatmama izin verir misin, biz küçüktük, ama bizim yetiştiğimiz yerde, poker bir eğitimdi, akşamları ders çalışmak bahanesiyle, birbirimizin evinde toplanır, hem çalışır ve hem de poker öğrenirdik. Henüz ilkokulda idik, o sıralarda güreşçilerimiz yeni çıkıyorlar, dünyada ve Türkiye’de fırladılar, o yıllardı. Radyo güreşleri verirdi, bir de bunu dinlerdik. İtalya’da olurdu, kulağımızı radyoya dayar, hem çalışır ve hem de dinlerdik, İtalyan spiker, spori greko-roman Nasuh Akar Lombardi tuşi, derdi biz sıçrardık, sevinçten bayılırdık. Nasuh, Lombardi’yi yakalar yakalamaz güreş bitiyordu. Kısadır, pek tadına varamıyorduk. Ama Eşref Şefik üstadın güreş anlatmasına doyamazdık… Bir yerde ‘Yaşar, yakaladı’ derdi. Yaşar yakalardı ve biz dersi ya da pokeri bırakır kulak kesilirdik ve sonra Eşref Şefik anlatırdı, ‘Yaşar, kanırttı, kanırttı…’ ,Yaşar Doğu, rakibini hep kanırtırdı. Eşref Şefik’ten öğrendiğimize göre güreş demek kanırtmak demektir, kuvvat ise, güreşmektir, Güler kuvvatlı ise hem güreşecek ve hem de kanırtacak, bu nedenle soruyorum, hiç kanırttı mı, kimi kanırttı. Bunu bilmiyoruz. Kilolu ama yetmez, kanırtmak gereklidir; yüzü de güreşe müsait, ama ille de kanırtması gereklidir. Eşref Şefik sonra devam ederdi, ‘Yaşar alttan girdi, girdi… girdi…’ daha çocuktuk, ne nereye giriyor kavrayamazdık, ama, heyecandan ölürdük, girdi… Girince, ders veya pokere dönerdik. Birden Eşref Şefik’in sesi gelirdi, ‘tuh kaydırdı.’ Biz ders çalışırken birden heyecanlanırdık, tekrar kulak olurduk, Yaşar arkasına geçti, silkeledi… silkeledi… Yaşar, hep arkadan silkeliyordu. Peki şimdi Güler hiç arkadan silkeledi, mi biz buna bakmayı öğrendik. Sonra Yaşar arkasında, bastırıyor, bastırıyor… yatırdı yatırdı… bastırdı. Ama yine kaymasın mı, ve biz derslerimize dönerdik. Derse veya poker dersine dalmışken, Eşref Şefik birden o tok ve yaşlı erkek sesiyle başlardı, Yaşar kanırttı, kanırttı… Yaşar güreşi kazanır, yeni güreş başlardı ama Eşref Şefik hala kanırttı kanırttı demeyi sürdürürdü… Kanırttı… Kanırttı…
“Kuvvatlıymış, hiç kanırttı mı? İşte mesele budur.
“Şimdiye kadar sadece halkımızı kanırttılar. Hâlâ da halkımızı kanırtıyorlar.”16
Dipnotlar ve Kaynak
- Yalçın Küçük, Gizli Tarih, c.1, İstanbul, Salyangoz Yayınları, 2006.
- a.g.y., s.18-19.
- Küçük, -kısaca söyleyecek olursak- kapitalizmi “tam rekabet” koşulları ile özdeş gördüğünden ve Leninist emperyalizm kuramına Lenin’in emperyalizm teorisinde Hobson ve Hilferding’in etkisinde kalarak mali sermayeye biçtiği rolün aşırı olduğu gerekçesinden; yani ekonomizmden başlayıp Marx’ta ve Lenin’de uluslararası sistemin ideolojik araçlarının ihmal edildiğine uzanan kimi eleştiriler getirdiğinden dolayıdır ki, bu iki terim yerine “tekelci düzen” vurgusunu sık sık yapmaktadır. Son dönem kitaplarından Tekelistan ve Tekeliyet’in isimlerinde de söz konusu eğilim gözlemlenebilir. Küçük, kapitalizm yerine “daha iyisi bulunana kadar” “tekeliyet”i önermektedir. Bir iktisadi çerçevenin karşı-eleştirisi için bkz.: Dünya Armağan, “Lenin’in ‘Emperyalizm’i”, Gelenek 64, Haziran 2001, s.69-73.
- Procopius’tan aktaran Yalçın Küçük, İsyan, c.1, İstanbul, İthaki Yayınları, 2005, s.135.
- Metin Çulhaoğlu, “Çözülürken Ne Olur?”, Komünist, 223, 15 Temmuz 2006.
- Yalçın Küçük’ün yaptığı “iç savaş” tanımlaması tamamen teorik bir kalkış noktasına sahiptir. Benzer dönemlerde İran ve Yunanistan’da iç savaşlarla düzen değişikliklerinin gerçekleştiğinden, Türkiye’nin de böylesi iç savaşlarla düzen değiştirmiş olabileceği ihtimalinden yola çıkarak yeni bir periyodizasyona ulaşmıştır. Küçük, Gizli Tarih’te, ABD’nin ikinci ismi olan Rice’ ın ısrarla Türkiye’de bir iç savaş yaşandığını belirten açıklamalar yapmasını, ABD istihbaratının kendisi ile aynı değerlendirmeyi yapmış olabileceğine yormaktadır.
- Yalçın Küçük, Gizli Tarih, c.1, İstanbul, Salyangoz Yayınları, 2006, s.65.
- a.g.y., s.64.
- a.g.y., s.66.
- a.g.y., s.66.
- a.g.y., s.232.
- Aydın Giritli, “İkincisi Araya Girmesin”, soL, 109, 27 Ekim 2000.
- a.g.y., s.19.
- a.g.y., s.50.
- a.g.y., s.337.Küçük’ün tarifinin yalnızca bu kadarla sınırlı olduğunu söylemek durumu eksik anlatmak olacaktır. Bu konuda sol tanımının bütünüyle yeniden yapılması gerektiğini belirtmekte ve kendisinin Musul’a biçtiği kritik rol ve İsrail konusundaki ısrarı doğrultusunda şunları söylemektedir: “Tarifler değişiyor… 1960’lı yıllarda Mehmet Ali Aybar ile Behice Hanım Türkiye İşçi Partisi’ni kurduklarında, eskiden ayrı bir ‘sol’ tarif ettiler. Kemalist ve millici tonlarla çıktılar, ‘kuvva-i milliye’ sözünü Aybar ve Doğan Avcıoğlu yerleştirdiler. Şimdi ben, ‘Türkiye büyümezse, küçülür’ diyorum ve Musul’da, yıllardır Ankara’nın yardımıyla kurulan Kürdo-Judaik Devlet’in eninde sonunda Türkiye’ yi küçülteceğini ekliyorum. Sol, bunlara sessiz kalamaz ve ben sessiz kalmıyorum. “Sizin sorduğunuz soruya göre, bundan daha millici ne olabilir? Ve buradaki mücadele de, tam bir milli mücadeledir. Başında sınıfi vasıfları çok belirgin olmayan bir mücadeledir. İleride ön plana çıkması kaçınılmazdır.” (a.g.y., s.389.)
- a.g.y., s.314-315.