Yazıyı yazma sürecinde fikri katkılarının yanında,
yazının son bölümünün (Bir dönem kapanıyor: 1938-1960)
yazımında destek olan Ali Öztutan yoldaşa teşekkürler…
Türkiye topraklarında Kürt meselesini kavramak için belirli bir tarihselliği ortaya koymak ve bununla birlikte tüm olguları bu tarihsellik içerisinde ele almak gerektiği ülkemiz marksistleri açısından olmazsa olmaz bir zorunluluktur.
Bu zorunluluk tek başına olguları doğru bir şekilde kavramanın ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren günümüzde kadar olan dönemi anlamlandırmak için gereklidir. Ulusal soruna marksist bakışın ana ilkelerinden sapmadan ve bununla birlikte tarihsel olguları bazı kriterleri devreye sokarak yapmak da en doğrusu olacaktır.
Tersi durumda karşımıza sorunlar çıktığı açıktır. Birincisi, cumhuriyetin kuruluşunun öncesinden bugüne kadar kendi içinde önemli özgünlükler ve çok çeşitli özellikler barındıran Kürtlerin politik mücadelesini, Anadolu topraklarındaki toplumsal mücadelelerin genelinden soyutlayarak değerlendirme eğilimidir. Bunun kendisi yaşanan tüm tarihsel olguları salt Kürt ulusallığı içerisinde ele alma ve mantıki sonuçlarına ulaştırmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, Kürt ulusalcılığının beslendiği kaynaklar bu noktada oluşmaktadır. Üzerine, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasındaki dönemin liberal etkisini de eklediğinizde ortaya Kürt siyasetinin liberal ve milliyetçi etkilerle bezenmiş güncel konumlanışları çıkmaktadır.
İkinci yaklaşım ise, yukarıda bahsettiğimiz özgünlükleri ve özellikleri tamamen yok sayma eğiliminde olan yaklaşımdır. Bunun mantıki sonuçlarının vardığı yer ise Kürtlerin yok sayıldığı Türk şovenizminde şekillenmektedir. Bir devlet politikası olarak Kürtlerin ulusal demokratik haklarının yok sayılması ve baskı altına alınmasının türevini politik olarak taşıyan bu yaklaşım kendince tarih tezleri üretmeye çalışmaktadır. Politik alanda hala karşılıkları olmakla birlikte toplumsal alanda “Kürt yoktur” tanımının özel bir karşılığını bulmak zordur.
Marksist hareketin ve daha geniş bir tanımlama ile Türkiye solunun yaklaşımı ise bu iki çizgiden birisine yedeklenmek ya da tersinden bu iki yaklaşımın sentezine ulaşmak olarak kurgulanırsa yanlış bir yola girilecektir.
Bugüne kadar bu yanlışlar farklı şekillerde ve düzlemlerde yapılmıştır. Bu yazıdaki amacımız tek başına bu yanlışlar ile uzun tartışmalar yapmak değil. Ancak belirli bir tarihsel çerçeveyi çizen ve hatırlatan, bunun üzerinden ideolojik duruşu ve politik yaklaşımları netleştiren bir yaklaşımı geliştirmek istiyoruz. Dergimizin bu sayısında Türkiye siyasi tarihinin 1960’lı yıllara kadar olan dönemindeki ana başlıkları ele almaya çalışacağız.
Yöntem ve dönemlendirme
Kürt sorununa yaklaşım konusunda yöntemsel şekli şemali belirlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş dönemlerini de kapsayacak şekilde, Türkiye’de burjuva devrimini, Türkiye kapitalizminin gelişim dinaiklerini, Türk ve Kürt emekçi sınıflarının şekillenmesini ve burada verilen mücadeleleri ele alan bir içeriği ortaya koymak gerekiyor.
Bu yazının konusunu da aşacak şekilde Kürtlerin tarihini en geniş çerçevede ele almak gibi bir niyetimiz olmayacak. Bununla birlikte işin bölgesel ayaklarından ziyade yukarıda bahsettiğimiz ana başlıklar çevresinde bir yaklaşım geliştirmekteyiz.
Dönemlendirme açısından, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayan ve 1920’lere kadar olan dönemi birinci bölme olarak ele almak gerekmektedir.
Bunu takiben 1920 sonrasında, cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar Kürt isyanlarını da kapsayan dönem ikinci bölüm olarak görülebilir.
Kürt isyanlarının sona ermesinden 1960’lı yıllara kadar olan dönem mücadelelerin geri çekildiği bir bekleme/yeniden yapılanma dönemi olarak tanımlanabilecektir.
1960’lı yıllar ve 1970’lerin başı, Kürt siyasallaşmasının ve aydınlanmasının yükselişe geçtiği, Türkiye solu ile birlikte mücadele verdiği bir dönem olarak şekillenmektedir.
1970’li yıllar Kürt siyasetçilerin, Türkiye İşçi Partisi’nden kopuşunun ardından, bağımsız sol/sosyalist parti ya da örgütlerin şekillenme ve ortaya çıkış süreci olarak tarihe geçmiştir. Bu dönem belirli sürekliliklerle günümüze kadar taşınmış bulunmaktadır. Bir alt başlık olarak ya da yeni bir dönem tanımı yapılması gerekiyorsa PKK’nin oluşum süreci, diğer Kürt öznelerini tasfiye ederek tekleşmesi ve 12 Eylül sonrasında başlatılan mücadele sürecinin 1999’a kadar taşınması özel bir dönem olarak incelenmelidir.
1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve sonrasında geliştirilen “Demokratik Cumhuriyet” tezi çerçevesinde oluşan siyasi hat etkileri ve sonuçları halen günümüzde de tartışılan yeni bir dönemi açmış bulunmaktadır. Bu noktada 2002 yılında kurulan AKP iktidarını, 1923 cumhuriyetinin tasfiye süreçlerini ve tüm bunların Kürt sorunu ile bağlantı noktalarını ele alan çok ayrıntılı bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Bu dönemi İkinci Cumhuriyet’te Kürt sorunu olarak adlandırmak doğru bir yaklaşım olacaktır.
Dönemlendirme üzerinden ise yöntemsel olarak ana yaklaşım başlıklarına geçmek mümkündür.
Kürt meselesine bakışta, ulusal sorunda marksist yaklaşımdaki ana ilkelerden birini kenara not ederek ilerlemeye çalışmamızda fayda vardır. O da ulusal çıkarların belirleniminin hangi sınıfın tahakkümünde gerçekleştiği ilkesidir.
Bunun devamında, eğer böyle bir sınıfsal temsiliyet ilişkisi varsa bunun politik önderliğinin hangi noktalarda nasıl şekillendiği ve tüm bunların sınıf kavgasında ve devrim mücadelesinde nereye oturduğunun yanıtlarının verilmesi gerekmektedir.
Ek olarak, devrim mücadelesinin zeminini, ittifak unsurlarını ya da düşmanlarının nasıl şekillendiğini ele almak gerekecektir. Bunları belirleyen üretim tarzının ve ekonomik alt yapının, üretim ilişkilerinin sınıfları ne şekilde biçimlendirdiğini de hesaba katmadan yol almak oldukça zordur. Dolayısıyla eğer ki meseleyi salt ulusallık ya da tek başına ulusal demokratik hakların kazanımına indirgemeyeceksek, Kürtlerin mücadelesinin öncelikle sınıfsal özünü, devamında politik yönelimlerini ve son olarak sınıflar mücadelesinde oturduğu zemini ele almak mutlak zorunluluktur.
Bu zorunluluğun şekillendiği temel parametre ise eşitsiz gelişim olgusu olarak görülmelidir. Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişim dinamikleri, Kürt sorunundaki iktisadi, politik ve sınıfsal gelişimlerin de temel belirleyeni olmuştur.
Türkiye’de 1923’ün hemen öncesinde başlayan ve yeni bir cumhuriyet ile ete kemiğe bürünen burjuva devrim süreci, kendi içerisinde barındırdığı onlarca çelişkiyi Kürt meselesinin tarihsel gelişim dinamiklerine de yansıtmış, bununla birlikte tersi de geçerli olmuştur.
Kısaca örnek vermek gerekirse, ulusal karakteri baskın ve sınıfsal tercihleri net olan burjuva devrimi Kürt yoksulları açısından bir kurtuluş ideolojisini ve yolunu temsil etmezken, dönemin Kürt egemenleri olan feodal sınıflar açısından ise önce tepkisel yaklaşılan, sonrasında ise uzlaşılması gereken bir süreç olarak görülmüştür.
İç içe geçen tarihsellikler
Kabaca, her ulusun ya da etnik topluluğun kendi kendisine mal ettiği bir tarihi olduğunu ya da bu şekilde bir benimseme arayışının bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bugün İran, Suriye, Irak ve Türkiye topraklarına yayılmış bir şekilde yaşayan Kürtlerin, 19. yüzyılda yine aynı coğrafyada aşiretler halinde yaşadığı biliniyor.
Bu saydığımız ülkelerin hepsinde 20. yüzyılda ulus devletler şekillenirken, Kürtlerin aşiret yapısına dayanan ve feodal önderlikler tarafından temsil edilen yapıların tarihsellikleri, bu şekillenen yeni ulusal birimlerin tarihsellikleri ile çakışıyor.
Söylemeye çalıştığımız şey birbirlerinden farklı akan toplumsal mücadelelerin ve bunların tarihlerinin, belli bir anda üst üste çakışmaları değil elbette. Kürtlerin tarihi de bu tarihsellikler içerisinde şekillenirken, aslında bunlardan soyut bir düzlemde ele alınması imkansız. Daha doğrusu, 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi arasındaki yaklaşık yüz elli yıllık dönemde büyük imparatorluklar parçalanıp yerlerine ulus devletler kurulurken, Kürtler açısından bu durumun kendisi bir sıçrama tahtası olamıyor. Ek olarak bahsettiğimiz dönem, özellikle 1900’lü yılların hemen başları, emperyalizmin artık tanımlı hale geldiği ve dünya üzerinden kendini bir sistem olarak dayattığı bir zaman aralığına denk düşer. Bunun yanında emperyalizmin karşısında yine bir dünya sistemi olarak ayakları üzerine doğrulan sosyalist bir sistem kurulmaya başlamıştır. Dolayısıyla bir tarafta emperyalizmin belirlediği ulus devletlerin dışında, sosyalist sistemin uluslar için gerçek kurtuluşun adresi olması gibi bir gerçeklik mevcuttur.
Bu gerçeklikler, Kürtlerin milli mücadelesine doğrusal bir şekilde yansımamış, hep başka dolayımlar üzerinden var olmuştur.
Biraz önce bahsettiğimiz şekilde, her ulusun ya da etnik grubun kendi tarihini yazma hakkı bulunmakla birlikte, bunun hangi tarihselliğe dayandığı, emperyalist sistem ile ne gibi bir ilişkisi olduğu ya da ulusal kurtuluş mücadelelerinin yeni bir evre kazanmasına olanak sağlayan sosyalizm mücadelesi ile ne gibi bir ilişkilenmeye girdiğini açıklamadan doğru sonuçlara ulaşmamız imkansızdır. Tekrar olacak ama bir kere daha dile getirmekte fayda var: İşçi sınıfının bir ulus adına kurtuluş ideolojisinin temsilcisi olup olmadığı, ulusal soruna marksist yaklaşım açısından önemli bir parametre olagelmektedir. Hele ki bu işlerin en çok tartışıldığı 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk yarısı için bu kesinlikle böyledir.
Çözülen imparatorlukta Kürt arayışları
Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş ve dağılma dinamiklerinin işlediği 19. yüzyılın ikinci yarısı, merkezileşme eğilimi güçlenen devlet ile Kürt mirlikleri (aşiretleri birleştiren feodal birimler) arasındaki çatışmalar ile geçmiştir. Sürecin diyalektik bir yanı olduğunu ifade etmek gerekir. Çözülme dinamikleri güçlenen, bununla birlikte kendi dışındaki kapitalist dünyaya benzemeye çalışan feodal bir imparatorluk, bünyesinde barındırdığı farklı etnik yapıları taşıyamaz hale geldikçe buralardan ulusal birimler çıkmış ya da devletleşme dinamikleri kuvvetlenmiştir. Sonuçta kapitalizmin burjuva devrimlerinin de etkisi ile birlikte şahlanışa geçtiği bir dönemin ürünü olan bu gelişmeler Kürtler açısından da birer parametre olmuştur. Çözülme kuvvetlendikçe, Kürt aşiretlerindeki bağımsızlaşma eğilimi artmış; bununla birlikte çözülüşe direnci merkezileşme ve mirlikleri dağıtma ile ortaya koyan imparatorluğun baskıcı yönelimlerine karşı isyan hareketleri gelişmiştir.
Bahsettiğimiz hareketler, Anadolu topraklarında 19. yüzyılın ikinci yarısında ve sonlarına doğru ortaya çıkan, feodal önderlikli aşiret ayaklanmalarıdır. Özellikle, Cizre bölgesinde Bedirhan ayaklanması bunların en önemlisi olarak tarihe geçmiştir. İlk süreç bölgede Osmanlı merkeziyetçi yapısının kendisini yeniden tesis etmesiyle ve Kürt mirliklerinin dağılması ile birlikte, aşiretlerin düzene yeniden bağlanması sonucunu vermiştir. Burada iki noktanın altını çizmek gerekir. Birincisi, aşiret ayaklanmaları bağımsızlıkçı ve ulusal talepleri içeriyor görünse de ulusal kurtuluştan ziyade özerkleşmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla aslında bugün anladığımız anlamıyla ulus devlet arayışı yoktur. İkincisi, ilki kadar önemli olan bir parametredir. Bu ayaklanmaların ya da imparatorluk merkezi ile verilen kavganın, kendi ölçeğinde kapitalist birimler yaratmaktan ziyade verili feodal yapıların korunmasına endekslendiği açıktır.
Bedirhan ayaklanmasının yenilgiye uğramasından yaklaşık otuz yıl sonra Hakkari bölgesinde Şeyh Ubeydullah Nehri’nin ayaklanması da bu süreçte ortaya çıkmıştır. Bir Nakşibendi şeyhi olan Ubeydullah, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında oluşan boşluktan faydalanarak Osmanlı toprakları ile İran arasındaki bölgede egemenlik kurmaya çalışmış, imparatorluğa karşı askeri yenilgi yaşadıktan sonra bölgedeki ağırlığını kaybetmiştir.
Mirliklerin dağılması ve bu bağlanmanın hemen sonrasında ortaya çıkan temel farklılaşma, aşiretlerin dinsel bir siyasal üst yapı tesis etmesi ve dini temsiliyeti de olan şeyhlerin siyasal temsiliyeti üstlenmesidir.Gerek mirlikler, gerekse şeyhlikler üzerinden olsun, Osmanlı merkeziyetçiliğine karşı çıkış anlamına gelen bu hareketler ya da o dönem Kürtler içerisinde var olan bağımsızlaşma dinamikleri feodal önderlikli yapıları ve son tahlilde kapitalistleşmeye/modernleşmeye karşı direnci temsil etmeleri sebebiyle ilerici ya da devrimci birer çıkış olarak tanımlanamazlar. Daha doğru bir tanım geliştirmek gerekirse, kapitalizme doğru bir arayışa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun çatısı altında yaşayan feodal Kürt aşiretleri açısından süreç sisteme entegrasyon ya da devrimci bir kopuş şeklinde değil, yeni sistem arayışına direnç şeklinde ortaya çıkmıştır. Merkezi iktidar ise buna güçlü ve sert yanıtlar verdikçe, Kürt kimliği daha fazla merkeze oturmaya başlamıştır. Ancak eninde sonunda entegrasyon bir şekilde gerçekleşmiş, siyasi önderlikler tasfiye olurken, onların yerlerine geçenler düzenle uzlaşma yolunu seçebilmişlerdir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı topraklarında kontrol altına alınan Kürtler ve siyasi temsilcileri için cumhuriyetin kurulduğu 1920’li yıllara kadar geçen dönem, yukarıda bahsettiğimiz şekilde sosyo-ekonomik ve siyasal dönüşümleri içermiştir. Kürt aşiretleri Osmanlı merkezi yapısına çok daha bağımlı hale gelmiş, dinsel bir siyasal üst yapı kurulmuş, “ulusalcı” arayışları olan feodal liderler tasfiye edilmiştir.
Bu dönemlere paralel olarak ve dinsel yapının da güçlenmesi ile birlikte, Osmanlı ile Kürtler arasında din birliği olgusu çok daha fazla ön plana çıkmıştır. Özellikle, Ermeniler’in Anadolu’dan tasfiye edilmesi sürecinde, bu arka planın belirleyici olduğu ve Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları’nın üstlendiği görevler bu yazının ayrıntılı bir değerlendirme konusu olmamakla birlikte, tarih sayfalarında yerini alan olgular olmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz konjonktürel durum, gerek Osmanlı yönetimi, gerekse kemalistlerin öncülleri açısından devam ettirilmiştir. Birinci paylaşım savaşının sonuçları belirginleşmeye başlayana dek bu durum bir şekilde güncelliğini koruyagelmiştir.
Birinci Paylaşım Savaşı’ndan Cumhuriyet’e: Yollar çakıştı mı?
Osmanlı’nın çözülüş dinamiklerini hızlandıran olgulardan birinin, dünya çapında yaşanan emperyalist paylaşım savaşı olduğu biliniyor. Savaşın sonlanmasının hemen ardından bu dinamikler çok daha hızlanmış, saltanat ve hilafeti bünyesinde barındıran imparatorluk tamamen dağılma noktasına gelmiştir.
Dağılma durumunun, Osmanlıcılık ya da İslâmcılık aracılığı ile feodal üretim ilişkilerine, eski sosyo ekonomik yapıya, o ilişkilere bağımlı sınıflar kompozisyonuna dayanarak devam etme olasılığının da kalmadığı açıktır. Buna sebep olarak öncelikle dünya üzerinde kapitalizmin geldiği seviyeyi ortaya koymak, devamında ise ulus devleti kendine hedefleyen burjuva devrim dinamiklerinin artık Osmanlı’dan kalan boşluğu doldurmak üzere harekete geçtiğini görmek gerekir.
Kemalist önderlik de bu boşluğu doldurmaya oynayarak başarıya ulaşmıştır. Bu yazıdaki amacımız Türkiye’de burjuva devrim sürecini çözümlemek değil. Ancak Kürt sorununu da bu bağlamda ele almak, olguları yazımızın başında da ifade ettiğimiz şekilde eşitsiz gelişimin penceresinden bakarak çözümlemek en doğrusu olacaktır.
Bu konuda ilk olarak söylenmesi gerekenlerden bir tanesi, emperyalist paylaşım savaşının göbeğinde yeniden karılan kartların da, uluslaşma ya da bağımsızlaşma dinamiklerinin işlediği bir dönemin temel belirleyenlerinden birinin de 1917 Ekim Devrimi olduğudur. Burjuva devrimleri çağından sosyalist devrimler çağına geçildiğinin en somut göstergelerinden birisi olan bu devrim, yaklaşık yüz elli yıllık bir tartışma olan ulusal sorun bahsinde de büyük bir sıçrama anlamına gelmiştir. Bu noktada kısa bir not düşmekte fayda var. Öyle ki, Ekim Devrimi ile birlikte ortaya çıkan Sovyetler Birliği yaklaşık 25 yıl önce dağılmış olmasına ve sonrasında dünya üzerinde sosyalizmin alanı daralmış olmasına rağmen, emperyalist kapitalist sistem ulusal sorun bahsinde sosyalizmin ulaştığı noktanın yakınından bile geçememekte, hatta burjuva devrimlerinin altın çağındaki fikirlerin bile çok gerisinde bir noktada bulunmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, 1990’lı yıllarda küreselleşme ideolojisi ve bunun siyasal yaklaşımları, sosyalizm sonrasındaki dönemde emperyalizm tarafından bir maske olarak kullanıldı. Bu maske aracılığı ile ulus devletlerin sonunun geldiği iddia ediliyor, sermayenin dolaşımının önündeki engellerin kalkmasının emekçilerin lehine olacağı pazarlanıyordu. Bunun koca bir yalan olduğu belliydi. Sonuçları ise, emekçi iktidarlarının dağılması ile birlikte, bu iktidarların biçimlendiği devletlerin tüm değerleri ile birlikte tasfiye edilmesi, bu devletlerde yaşayan emekçi halkların boynuna kapitalizmin boyunduruğunun geçirilmesi şeklinde oldu. Daha da ötesinde sosyalizmin gücünden istifade ederek ayakta duran bazı ülkeler de emperyalist güçler tarafından parçalanarak oralardaki emekçi halkların üzerindeki baskı en yüksek seviyeye ulaştı.
Esas konumuza dönmek gerekirse, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesi sosyalizmin elini güçlendiren bir olguya dönüşürken, uluslar ya da ezilen halkların temsiliyetini işçi sınıfının üstlenerek sosyalizme doğru yürümesinin meşruiyeti sonuna kadar oluşuyordu. Son tahlilde verilen mücadelenin bir iktidar mücadelesi olduğu açıktır. Dolayısıyla, dünya üzerinde işçi sınıfı iktidarının şekillendiği bütün örnekler, bağımsız bir ulus devlet olarak kurulduğu oranda sosyalizm cephesini güçlendirmekteydiler.
Bilindiği üzere, Türkiye’de kemalist önderlik, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun eski yapısını düzeltmeye çalışmak yerine bir kopuşu tercih etmiş ve tercihlerini çok açık bir şekilde kapitalist yoldan yana kullanmıştır. Ancak oturdukları zemin, emperyalist ülkelerin Anadolu topraklarında ve Ortadoğu coğrafyasında tam boy inisiyatif alamadıkları bir konjonktürde, bir yanının Sovyetler Birliği’ne yaslanması olmuştur.
1917 ile birlikte Rusya’nın savaştan çekilmesi ve tüm “mazlum milletler” açısından bir kurtuluş yolunu temsil etmeye başlaması emperyalist güçler için büyük bir korkuyu da beraberinde getiriyordu. Özellikle kaynayan bir kazan olan Ortadoğu ve Anadolu coğrafyası, Kürtler açısından da, Türk ulusçuluğu üzerinden hareket eden Kemalistler açısından da içerisine yerleşilmesi gereken büyük boşluklar yaratttı. Kemalist önderliğin bu boşlukları iyi değerlendirdiğini, bir yandan emperyalistlere karşı Sovyetler Birliği’ne yanaşma tehdidini ortaya koyarken, diğer yandan Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalistlerin tam boy güdümüne girme tehdidini kullanarak pragmatik bir siyaset hattı izlediğini tespit etmek gerekir.
Bu evrede Türkiye Kürdistanı’ndaki feodal önderlikli aşiretlerin de bağımsızlık yönündeki arayışlarının mevcut olduğunu, ancak Kurtuluş Savaşı’nı da kapsayan bir dönemde yürüyen mücadeleye ve Kemalist önderliğe tabi olduklarını görmek gerekmektedir. Bu konu ile ilgili bazı tespitleri ortaya koymak isabet olacaktır:
- Daha önce de bahsettik. Osmanlı’nın dağılma sürecinde feodal önderlikli Kürt aşiretleri açısından bağımsızlık (ya da özerkleşme), bağımsız bir devlet kurma ya da kapitalizme doğru bir hamle yapmak anlamına gelmiyordu.
- Yine daha önce bahsettik. Çözülüş döneminde ve dünya savaşının yarattığı atmosferde şekillenen Kemalist önderlik, Türk ulusalcılığını merkeze koyarken, bağımsız bir devlet için hamle arayışı içerisinde idi.
- Bölgede özellikle İngiliz ve Fransız emperyalizminin manipülasyonları ile verili tüm mücadeleleri belirleme arayışları özellikle 1918 sonrasında çok daha belirgindir. Bununla birlikte 1917 ile birlikte Sovyet sosyalizmi de büyük bir belirleyen haline gelmiştir.
- Örnek vermek gerekirse, İngiltere’nin Irak’taki muhatap alacağı Kürt aşiretlerini belirleme arayışı 1918-1921 arasındaki dönemde oldukça yoğunlaşmış, emperyalizmin himayesinde aşiret-kent devleti vb… yapılar sonuna kadar zorlanmıştır. Bu dönemde asli olarak anti-emperyalist olmayan ancak yine bağımsızlık ideolojisi üzerinden hareket eden bazı aşiretler kısa dönemli feodal özerklik (Örneğin Şeyh Mahmud Berzenci) hamleleri yaparken, diğerleri bunlara karşı İngiltere himayesini savunmuştur. Benzeri durum o dönemlerde Suriye’de Kürt ve Arap aşiretlerinin Fransız’lara dönük yaklaşımı için de geçerlidir. Dolayısıyla, 1918 sonrasında Türkiye Kürdistanı dışında da bağımsız bir devlet kurma arayışı Kürt aşiretlerinin gündeminde yoktu. Hatta tersinden, Irak’taki aşiretler Osmanlı karşıtlığı ile İngiliz emperyalizmine yanaşmayı aynı eksende ele almaktaydılar.
- O dönemde Kürt hareketlerinin milliyetçi eğilimlerinin çok sınırlı olduğunu, aşiretler arası rekabetin yaygın olduğunu da tespit etmek gerekir. Bununla birlikte, bir önceki dönemde aşiretlerin siyasal üst yapısının dinsel bir yapıya kavuşmuş olması, özellikle Türkiye Kürdistanı’ndaki Ermenistan tehdidine karşı Kürt aşiretlerinin Osmanlı tarafında ve halifeliğe bağlılık temelinde bir pozisyon geliştirmesine sebebiyet vermiştir.
- Bu noktada, Osmanlı’nın yıkıntı yapısının içerisinden devrimci bir kopuş çıkartmaktan ziyade yabancı güçlere karşı ve halifeliğin geleceği olarak görülen Mustafa Kemal’in temsil ettiği değerlere yaklaşan Kürt hareketlerinin verili pozisyonu cumhuriyetin kuruluşunun hemen öncesine dek çok fazla değişmemiştir. O dönem başta komünistler olmak üzere diğer siyasi rakiplerini tasfiye konusunda pozisyon alan kemalist önderlik de, bahsettiğimiz ikili yapısı sayesinde Kürt aşiretlerini kendine tabi kılmıştır.
- Aşiretler dışında, Kürt siyasi hareketinin unsurları olarak değerlendirebileceğimiz özneler, Osmanlı devlet bürokrasisi içerisinde yer alan Kürtler, batı ülkelerinde eğitim görmüş bazı aydınlar ve Kürt Teali Partisi’nden ibaret sayılabilir. Ancak bu öznelerin hiçbirisi de, aşiret yapısını aşacak ve ulus temelli bağımsızlıkçı bir çıkışı zorlayacak örgütlenme içerisinde olmamışlardır. Dolayısıyla, bu pencereden de baktığımızda, burjuva devrimlerinin ortaya çıkarmış olduğu modern sınıflardan herhangi birisine dayanan, devletleşme dinamiklerini ulusal kurtuluş mücadelesi ile birleştiren ve siyasal taleplerini bu eksende kuran bir Kürt hareketinin olmadığını görmekteyiz. Bu durum yukarıda bahsettiğimiz kentli kesimlerin modern ideolojilerden ya da sınıfsal bilinçten nasiplerini almadıkları anlamına gelmiyor. Önemli olan ideolojinin, siyasal ve örgütsel olarak şekillenmesi ve tarihsel süreçler içerisinde yer almasıdır. Bahsettiğimiz özneler feodal yapılar ile de temas halinde olmuşlar ancak bunun dışında bağımsız bir örgütlenmeye ulaşamamışlardır.
O yüzden biçim ve öz arasındaki ayrımı iyi koymak gerekir. Örnek vermek gerekirse, Osmanlı dönemindeki en önemli ayaklanma olan Bedirhan ayaklanmasının politik söylemi içerisinde “bağımsız bir Kürt devleti” kurmak olmasına rağmen, hedeflenen yapının feodal aşiretçi bir çerçeveyi aşma ufku yoktur. - Osmanlı’dan kopuş ve Türk uluslaşması yönünde tercihlere doğru yol alan kemalist hareketin, kendini Kürt hareketleri ile mutlak uyum değil tersine karşıtlık üzerine kurduğu tarihsel bir gerçekliktir. Geçici ya da konjonktürel bir ittifak olarak değerlendirilebilecek Kürt aşiretleri ve siyasal özneleri ile kemalist hareket arasındaki yan yana geliş bazı objektif temeller üzerine oturmuştur. Yukarıda da kısaca değindiğimiz üzere bu iki yapı arasında, paylaşım savaşından çıkış anında ve hemen sonrasında bölgedeki emperyalist tahakküm ve dizayn arayışlarının bu objektif temelin oluşmasında payı olduğu söylenebilir. Bu noktanın ötesinde ise daha fazla öznel tercihler devreye girmeye başlamıştır.
- İktidar mücadelesini “milli mücadele” seviyesine çıkartma arayışında olan kemalistler açısından bu alandaki rakiplerinin temizlenmesi öncelikli meselelerden bir tanesiydi. Bu noktada, başkaldırı geleneği olan, farklı dinamikler üzerinden ulusal mücadele evresine geçme potansiyeli bulunan, ancak parçalı aşiret yapısı, feodal önderlikleri, iç çekişmeleri sebebiyle ve objektif olarak kapitalistleşme sürecinde geriden gelen Kürtlerin siyasi temsiliyet odakları, kemalistler açısından kısa dönemli bir ittifak unsuru olarak görülmüştür. Tekleşmeye doğru ilerleyen, artık emperyalizm ve Sovyetler Birliği arasındaki dengeye ürkekçe oturmaya çalışan yeni Türkiye burjuvazisi bir adım sonrasında bu ittifakı bozacak, Kürt halkını yok saymaya varacak politikaları benimsemekte beis görmeyecektir.
- Bir önceki maddede bahsettiğimiz mesele ulusal mücadelelerin doğasına ilişkin olmakla birlikte, burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı ulusallıklar ile sosyalizmin ulusal soruna yaklaşımı arasındaki temel farkı da ortaya koymaktadır. Kapitalizm ve burjuva devrimleri kendi egemenlik alanlarındaki farklı uluslaşma süreçlerini asimilasyon, yok etme ya da içerme üzerinden tanımlamaktadır. Burjuvazi açısından esas olan maksimum sömürü seviyelerine ulaşılabilecek düzlemin yaratılmasıdır ve adlı adınca siyasal iktidar mücadelesi ile ilişkilidir. Emperyalizm dönemine de girilmesi ile birlikte bunun vazgeçilemeyecek bir birim olduğu bir kere daha perçinlenmiştir. Örneğin, Türkiye’nin kuruluşunda yaşananları da bu şekilde okumak gerekmektedir. Bir kere Türkiye burjuvazisi iktidara doğru yerleşmeye başladıkça ve siyasal egemenlik alanını şekillendirdikçe, Kürtler’e düşen inkar ve asimilasyon olmuştur. Bu politikaların başarılı olmadığını biliyoruz. Bununla birlikte bu yazıda 19. yüzyıldan başlatarak incelediğimiz Kürt sorunu doğal olarak Kürtler’in bütün tarihini içermemektedir. Bugünkü Ortadoğu coğrafyasının en eski halklarından biri olan Kürtler’in tarihsel gelişimi 19. ve 20. yüzyılda birçok özgünlük barındırmaktadır. Bölgede eski olmaları ile eşitsiz gelişim basamaklarında daha geriden geliyor olmaları arasında ise özel bir çelişki bulunmamaktadır.
İsyanlar bir dönemi kapatıyor
Kemalist hareketin Anadolu’da yürütülen mücadelelerin önderliğini ele alması, kapitalizmden yana tercihi ve burjuva devrim sürecinin dinamiklerini işletmeye başlaması Kurtuluş Savaşı’nın arka planında yer almakta idi.
Ulusal temeldeki ittifakların bozulması ise çok uzun sürmedi. Cumhuriyetin ilanından önce ve sonrasında Kürt aşiretlerinin isyanları yeniden gündeme geldi. Ulusal birlik arayışı olmayan, aşiret temelli, daha öncekiler gibi feodal önderlikli ve bazılarında dinselliğin merkeze oturduğu ayaklanmaların ortaya çıkış dinamiklerinde yatan birkaç sebebe ileride değineceğiz.
Sebeplere geçmeden önce, Türkiye’deki burjuva devriminin geç kapitalistleşen ülkelerdekine benzer yaşandığının altını çizmek gerekir. Yani, cumhuriyetin kuruluşu, Türkiye burjuvazisinin şekillenmesi büyük toplumsal hareketlere dayanmamış, kitlesiz bir burjuva devrim süreci yaşanmıştır. Osmanlı’nın çözülüşü üzerine Türk milliyetçiliğinin bir kurtuluş yolu olarak seçilmesi Osmanlı tahakkümü altında yaşayan farklı ulusları ve etnik yapıları dışlama, asimile etme ya da baskılama üzerine kurulmuştur. Her burjuva devriminde yaşanma potansiyeli olan bu olgu tarihseldir. Bunun tersinin sadece sosyalizmde ve işçi sınıfı devriminde olabileceğini yazının daha önceki bölmelerinde ele almaya çalışmıştık.
Türkiye burjuvazisi sermaye birikimini oluşturmak, kapitalizmin Türkiye topraklarına yerleşmesini sağlamak için gerek devlet katında adımlar atmış, gerekse toplumsal alana siyasal müdahalelerde bulunmuştur. Modernist adımlar bunun ilkine örnek gösterilebilir. İkincisine ise cumhuriyetin ilanı ile birlikte çıkartılan yasalar, komünistlere karşı yürütülen mücadele ve/veya Kürt isyanlarının kanla bastırılması, gayri Müslim sermaye sınıfının mülkiyetlerine el konulması vb. örnektir.
Dolayısıyla, cumhuriyetin ilk dönemindeki Kürt isyanlarına yaklaşımda Anadolu coğrafyasında ortaya çıkan yeni siyasal birimin sınıfsal, iktisadi ve ideolojik konumlanışını doğru tanımlamak, bununla ittifak ilişkisi olan ya da karşısında duran unsurları da buna göre değerlendirmek gerekmektedir. İlericilik ve gericilik tanımı doğru yapılmadığı oranda tarih içerisinde yönünü şaşırmaktan tutun, günümüzde yanlış siyasal pozisyonlar almaya kadar varan durumları görmek mümkündür.
Türkiye’de kemalist hareketin önderliğinde burjuva devrimine doğru yapılan hamle, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuş, yeni bir üretim tarzının hayata geçirilmesi, üretimin toplumsal karakter kazanma seviyesine yükselmesi, yeni bir sınıf iktidarı ve bunun siyasal ideolojik hattının oluşması ekseninde gelişmektedir. Dolayısıyla bunun ulaşabildiği maksimum çizgiyi tehdit etmeyen ya da bunu aşma niyeti olmayan hangi hareket olursa olsun tarihsel anlamda ilerici sayılamaz. Sınıflar mücadelesini belirleyen temel parametre bu olarak görülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun tarihsel bir ilerleme olması ile, sınıf iktidarının yerleşmek ve oturmak için isyanları kanla bastırması, ilericilik barutunun nereye kadar gidebileceğini göstermektedir. Çünkü Türkiye burjuvazisi korkak ve ürkek yapısını daha ilk dönemlerinde bu şekilde ortaya koymuştur. Bir adım öncesinde ittifak yaptığı Kürt feodallerinin isyan hareketleri kanla bastırılmış. Bu esnada olan yine emekçi halka olmuştur.
Ancak bunun ötesinde yaşanan devrim süreci ile buna karşı gelişen isyanları aynı kefeye koymak marksist açıdan yanlıştır.
Cumhuriyetin ilk dönemindeki Kürt isyanlarının nedenleri olarak birkaç başlığı sayabiliriz.
Birincisi, yeni cumhuriyet kuruluşu itibariyle Türk milliyetçiliği üzerinden şekillendirmeye başladığı ideoloji, politika ve toplumsal yapıda, Kürtleri ve diğer ulusal/etnik yapıları dışlamayı ve bastırmayı tercih etmiştir. Bu durum karşı tarafta milliyetçi eğilimlerin, ulusalcı taleplerin güçlenmesine sebebiyet vermiştir. İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı kitabında bu durumu “feodaliteyi devam ettirebilmek için ağalar ulusal sloganları da kullanmaktadır” [1] şeklinde özetlemiştir.
İkincisi, dinsel ittifak bozulmuştur. Osmanlı’nın yerine geçen Türklüğün dışında, halifeliğin ortadan kaldırılıyor olması, siyasal üstyapısı dinsel karakter taşıyan aşiretlerin ve tabanlarının tepkisini açığa çıkartmıştır. Şeyh Sait isyanı buna örnek olarak gösterilmektedir.
Üçüncüsü, devlet yapısına geçilmesi ile birlikte göçebe toplulukların yerleşik yaşama zorlanması yeni ekonomik sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte yerleşik yaşamda olanlar da yeni rejim ile birlikte eski statükonun bozulmasına direnç oluşturmaya çalışmışlardır.
Bu ayaklanmaların hepsi o dönemlerde bastırılmış olup, 1938 Dersim isyanının sona ermesi ile birlikte Kürt siyasi tarihinin Türkiye ayağındaki bir dönem kapanmıştır. Buna kabaca feodal önderlikli aşiretler dönemi adını da verebiliriz. Genç Türkiye burjuvazisi bu alandaki konsolidasyon ve bastırma yaklaşımında başarılı olmuştur.
İsyanları değerlendirmek için son birkaç sözü söylemekte yarar vardır. Birincisi, 1921-1938 arası Kürt ayaklanmalarının hepsinin Türkiye’yi bölmek için dış (emperyalizm) destekli olduğunu ve birer manipülasyon aracı olduklarını savunmak doğru değildir. Bu ayaklanma süreçleri içerisinde emperyalist özneler ile temas kuran aşiret ağaları olmuştur. Ancak sonuçları itibariyle isyanların tek sebebinin bu olduğunu savunmak abestir. 1921 yılı sonrasında emperyalizmin doğrudan Türkiye’yi bölmek yerine onun korkularını kaşımak gibi bir gündemi olmuştur. Dolayısıyla emperyalizm ile Kürt isyanları arasında şekillenmiş olan ilişkilere bu pencereden bakmak gerekir.
İkincisi, Kürt isyanlarına mutlak ilerici ve devrimci bir rol atfetme hatasıdır. Gerek kitle tabanı, gerek sınıfsal kompozisyonu, gerekse de siyasi hedefleri bakımından Kürt isyanlarının bu tür bir özelliği bulunmamaktadır. Ulusal ezilmişliğe karşı ulusal tonları içerecek şekilde oluşan başkaldırı dönemi öncelikle ulusal kurtuluş mücadelesinde tekleşen bir harekete dönüşmediği ve yazının başından beri bahsettiğimiz sınıfsal, sosyo-ekonomik ve toplumsal sebeplerden dolayı ilerici bir karakter taşımamaktadırlar. Ancak verili bir ulusallık zemini olduğu bellidir. Bununsa tam boy bir ulusalcılığa dönüştüğü tarih sayfalarında da kayıt edilememiştir.
Bir dönem kapanıyor: 1938-1960
Dersim isyanından sonraki dönem tüm tarihçilerce sessizlik dönemi olarak adlandırılıyor. Bölgede siyasal yaşam durmuştur. O dönemki adlandırmayla “Şark vilayetleri” umumi müfettişler tarafından yönetilmekteydi. Her türlü siyasi ve kültürel faaliyetler yasaklanmıştı. Yalnızca güvenlikle ilgili öneriler dikkate alınıp gerçekleştirilmekteydi. Ekonomik yaşam durma noktasındaydı. O dönem Kürt illerinde eğitimli insan yok denecek kadar azdır. Kürt aşiret ve beyleri önce 1925 tarihli Şark Islahat Kanunu, arkasından Mecburi İskan Kanunu ile sürgüne gönderildi ancak toprakları köylüye dağıtılmadı. Kendilerine yakın olanlar tarafından kullanıldı. Köylülerin geneli topraksızdı ve feodal beylere bağımlılık devam ediyordu.
1946’da çok partili döneme geçildikten sonra mecliste temsil edilen Demokrat Parti, Mecburi İskan Kanunu’nun kaldırılmasını gündeme getirdi ve sürgünlerin iskân edildikleri yerde oturma zorunluluğu kaldırıldı. Kürt feodalleri topraklarına geri döndüler ancak eski özerk konumlarına geri gelmenin mümkün olmadığını gördüler. Artık koşullar değişmişti yeni koşullara uyum sağlamaları gerekiyordu.
Çok partili döneme geçişle birlikte rekabet içerisindeki CHP ve DP’nin örgütlenmek için yerel önderlere ihtiyacı bulunmaktaydı. Kürt feodalleri bu ihtiyaca sınıfsal çıkarlarını ve konumlarını kalıcılaştırmak doğrultusunda olumlu yanıt verip örtülü bir ittifaka yöneldi. Kürt feodalleri DP’nin siyasal bir güç haline geleceğine dair kuşku duyuyorlardı. Bu yüzden ilk başta örtülü ittifak, devleti temsil eden CHP ile oldu. CHP köylülük üzerindeki otoritesini kullanarak bölgede il ve ilçe teşkilatlarının yönetimlerini ele geçirdi parlamentoya milletvekilleri gönderdi.
1946 Temmuz seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’da DP tek bir milletvekili çıkaramadı. 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesiyle bu kuşku ortadan kalktı. Kürt feodalleri ağırlıklı olarak artık DP ile örtülü ittifaka girmeye başladılar.
Daha önceki dönemlerde tarımsal üretimin ilkel aletlere dayandığı süreçler sözkonusuyken, 1950 sonrasında ABD’nin Marshall yardım planı ile tarımda makineleşme hızlanmış, ilkel tarımcılık bölgede tasfiye olmaya başlamıştır. Kürt feodalleri nüfuzlarını yitirmeden kapitalistleşme imkanı bulmuşlardır. Bu imkan ile birlikte siyasi ve ekonomik olarak Kürt feodalleri düzene eklemlenmişlerdir. Artık geçmişteki özerklik isteklerini gündeme getirmeyecek olan bu kesimler, ilerleyen dönemlerde gelişecek ulusal ve sınıfsal hareketlere karşı “düzeni koruyuculuk” yapacaktır. Bunun dışında, tarımda makineleşme ile birlikte köylülerin emeğine duyulan ihtiyaç da azalmış ve şehirlere göç başlamıştır. Kürt köylüleri, proleterleşmeye başlayıp Türkiye işçi sınıfının organik bir parçası olmuştur.
Kürt siyasi tarihinde 1950’den sonraki önemli farklılaşmalardan biri de, yüksek öğrenim gören Kürt öğrenci sayısında hatırı sayılır düzeyde artış olmasıdır. Büyük şehirlerde öğrenim gören öğrenciler, içinden çıktıkları toplumun çelişkilerini, devletin Kürtlere yönelik inkarcı yaklaşımını dönemin imkanları oranında eleştirip dile getiriyordu. Dergiler çıkarıp, hemşehri derneklerinde örgütlenip memleket geceleri düzenliyorlardı. Bu dönemi, Kürt küçük burjuva aydın birikiminin oluşmaya başladığı dönem olarak tanımlamak doğru olacaktır. Bu aydın grupları genelde Kürt halkının uğradığı haksızlıklara tepki geliştiriyorlardı. Ancak Kürtlerin kurtuluşuna dair perspektifleri bulunmuyordu. Bu birikim ve ilk eylemlilik hali DP iktidarını rahatsız etti.
Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte İleri Yurt gazetesini çıkaran Musa Anter’e, yayımladığı Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” sebebiyle dava açıldı. Anter’e destek veren 50 kişi de Kürtçülük ve Sovyet ajanlığı ile suçlanarak tutuklandı. Gözaltına alınanlardan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Mehmet Emin Batu mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kaldı ve dava bu adla anılır oldu. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkeye çıkarılmayı beklerlerken 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti. 3 Ocak 1961 tarihinde mahkeme başladı ve sonrasında beraatle sonuçlandı.
27 Mayıs’a girerken Kürt siyasi mücadelesinin yeni düzlemdeki ilk nüvelerini görmeye başlıyoruz. 1938 sonrası dönemde Kürt aydınlanmasının adımlarının atıldığı dönem ulus bilincinin daha fazla şekillenmeye başladığı bir dönem olmuştur. Dönemin temel olarak karakterize eden şeyin düzen güçleri tarafından tamamen kapsanmış olan Kürt feodallerinin köylülük üzerindeki etkisinin devamlılığı olduğu açıktır. Ancak diğer taraftan Kürt küçük burjuva aydın birikimi oluşmaya başlamış ve ulusal mücadelenin ilk adımlarını atmaya başlamıştır.
İlk bölümün toparlanması
Her toplumsal hareket içerisinde bulunduğu, yükseldiği zeminin özgün özelliklerin içerisinde şekillenir. Kürt hareketi de bundan muaf değildir. Kürdistan’ın dört parçasındaki Kürt hareketlerinin farklı tarihsel gelişimleri ve özellikleri bunun en belirgin kanıtıdır. Kürt hareketinin tarih içerisinde kazandığı temel özellikleri anlamlandırmak için hareketin geliştiği toplumsal ilişkilerden, üretim süreçlerinden, sınıf kavgalarından, bunların siyasal yansımalarından bahsetmek durumunda olduğumuzu yazı boyunca ifade etmeye çalıştık.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünden 1960’lı yıllara kadar getirdiğimiz tartışmaların devamını dergimizin bir sonraki sayısında 1960-1999 arası dönemi ele alarak devam ettireceğiz.
Türkiye siyasi tarihi inişlerle ve çıkışlarla dolu. Hele ki tartışma konusu Kürt sorunu olunca özel bir hassasiyet göstermek ve hakkı verilen bir tartışmayı yapmak gerekiyor.
Gelecek sayıda 1960’lı yıllarda Kürt aydınlanması ile Türkiye solunun yollarının kesişmesini ve sonrasındaki ayrılığı, ortaya çıkan bağımsız Kürt oluşumlarını ve bunların günümüze uzanan yansımalarını kırk yıllık bir dönemi ele alarak değerlendireceğiz.
Ülkemiz emekçilerinin kurtuluş mücadelesinin sosyalizme taşınması için…
[separator type=”thin”]
[1] Beşikçi, İ.(1969). Doğu Anadolu’nun Düzeni. İstanbul. E yayınları. s.26