Bu sayfalarda, emperyalizmin bugünkü krizinin getirdiği yeniden konumlanışları anlamaya çalışacağız. Bunu yaparken uluslararası sermayenin yeniden yapılanmasıyla yaşanan dönüşümler ile başat kapitalist ülkeler ve emperyalist güçlerin kendi aralarındaki gerilimlere göz atacağız. Böylece, Ortadoğu ve Türkiye söz konusu olduğunda bütünlüklü bir perspektif için arka plana bakmaya çalışacağız.
Emperyalizmin Türkiye ve bölge politikalarını anlayabilmek için öncelikle emperyalizmin tarihsel “ilerleyişine” göz atmakta fayda var.
Diğer bir deyişle, tarihsel süreç ve bütünü görmeden emperyalizmin bölge ve Türkiye ölçeğindeki politikalarını anlamlandırmaya çalışmak, neyle karşı karşıya olduğumuzu ve mücadelenin ana hattını gözden kaçırmamıza neden olacaktır.
Sermayenin büyümek ve gelişmek için ihtiyaç duyduğu dolaşımın, bu yolla yeni piyasaların ve kazanç kaynaklarının sağlandığı 19. yüzyıl sonu için emperyalizm çağının başlangıç dönemidir diyebiliriz.
Aşağıda ele alacağımız tarihsel kesit, üretimde ve sermayedeki birikimin ekonomik yaşamda belirleyici rol oynayan tekellerin oluşumuna yol açan yüksek bir gelişime ulaşmaya başladığı, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşarak finans oligarşisinin kurulduğu, sermaye ihracının, mal ihracından farklı olarak özel önem kazandığı ve dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin doğduğu bir sürece tekabül ediyor.
Bugün ise yeryüzünün büyük emperyalist devletler arasında paylaşılması hâlâ sürüyor…
Emperyalist güçler ekonomik üstünlük sağlamak ve ticaret yaptıkları alanları genişletmek için daha fazla askeri müdahaleye başvuruyor.
1800’ler…
Emperyalizmin egemen gücü Britanya deniz aşırı yayılma ve tahkimatını öncelerken, 1848 devrimlerinin etkisiyle ortaya çıkan “otorite boşluğu” Bismarck liderliğindeki Almanya (Prusya) tarafından doldurulmaya adaydır.
1800’lerin sonundaki Fransa-Prusya savaşı sonucunda kazanan Prusya ve Alman İttifakı’nın birleşmesiyle Almanya İngiltere’nin ana rakibi olurken, yenilgiyle çıkan Fransa sömürgeci dönem olarak adlandırabileceğimiz dönemdeki, rakip konumunu Almanya’ya terk etmiş görünüyordu.
1870 sonrasında Almanya özellikle Bağdat demiryolu projesiyle (1892) birlikte İngiltere sermayesinin yayılma alanlarına göz koyduğunu ilan ederken, emperyalizmin o dönem ticaret ve sermaye hareketlerine eşlik eden olmazsa olmazı olan donanmasını da kurmaya girişmişti.
Sermayenin merkezi olan Avrupa’da Almanya gücünü arttırıyordu. Buna karşı Fransa ile işbirliğine girişen İngiltere artık “merkezde” gücünü arttırmaya kararlıydı.
Emperyalizm çağına girerken Osmanlı ve Ortadoğu
1900’lerin başındaki bu Alman – İngiliz rekabetinin kendini gösterdiği coğrafi bölgeler arasında öne çıkan yerler Balkanlar ve Osmanlı oluyordu.
1800’lerin ortalarında demiryolu gibi önemli altyapı yatırımları ile sermayesinin erişimini, kredi ve borçlarla da mali denetimini sağlayan emperyalizm Osmanlı için 1914 ile birlikte işgal ve paylaşımı getirecekti.
1838 yılında Osmanlı’nın İngiltere ile yaptığı Ticaret Anlaşması ekonomik çöküşü hızlandırırken, alınan borç ve krediler artmış, 1881’de borçlar bir yana faizler bile ödenemez hale gelmişti. 2. Abdülhamid dönemine tekabül eden 20 Aralık 1881’de ise Muharrem Kararnamesiyle Osmanlı Devleti artık iflas ettiğini duyuruyordu.
Bu duyuruyla birlikte kurulan Düyun-ı Umumiye Osmanlı’yı hızla çöküşe götüren kurum olarak tarihe geçecekti. Sonunu ise Cumhuriyet’in kuruluşunda son aşama olan Lozan Antlaşması getirecekti.
1900’lere dönecek olursak, Osmanlı’nın Almanya’yla ittifakı İngiltere’yi, bölgeye gözünü dikmiş olan Fransa ile anlaşmaya zorluyordu.
Mayıs 1916’da, geçtiğimiz yıl 101. yılını dolduran ve Suriye’deki emperyalist müdahale ile çokça tartışılmaya başlanan Sykes-Picot imzalanacaktı. Çarlık Rusyası’nın da onayını alarak İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma ile Anadolu ve Ortadoğu topraklarının paylaşımını içeren bu gizli antlaşma (1917 Ekim Devrimi zaferinin ardından Lenin antlaşmayı reddedecek ve bütün dünya anlaşmayı böylece öğrenecekti) bölgede etkileri bugüne uzanan siyasi ve coğrafi değişiklikleri beraberinde getirirken, Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da sınır değişikliklerine yol açacak boyuta varan gelişmelerin temelini oluşturacaktı. Antlaşma uyarınca Ortadoğu Fransızlar ve İngilizlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde olacak beş hegemonya alanına ayrılıyordu. Suriye ve Lübnan Fransa’nın, geri kalan bölgeler İngiltere’nin hegemonyasında kalıyordu. Bundan bir yıl sonra ise İngiliz emperyalizmi İsrail’in habercisi olan Balfour Bildirisi ile Yahudilere Filistin’de toprak vaadinde bulunacaktı.
Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte bu “gizli” anlaşmanın zemin hazırladığı paylaşım Versailles Anlaşması’yla ete kemiğe bürünecek, İngiltere’ye şirk koşan Almanya’nın sömürgelerine ve kaynaklarına el konacaktı. Versailles ile bunu sağlayacak yeni bir “kurum” ortaya çıkarıldı: Bugünün Birleşmiş Milletleri’nin selefi olan Milletler Cemiyeti. Milletler Cemiyeti’nin ilk ürünü ise “manda” yönetimi oldu.
ABD sahneye çıkıyor
Avrupa’da emperyalistler arası gerilim ve çekişmeler sürerken, Dünya Savaşı’nın kreditörlüğüne soyunan ABD de sahne almaya hazırlanıyordu. 1915 – 1929 yılları arasında özellikle köle emeğiyle sermayesini büyüten ABD, bu sermayeyi ihraç edecek olanakların arayışındaydı.
Bu dönemde müttefiklerinin savaş harcamalarının yüküyle de karşı karşıya olan İngiltere 1. Dünya Savaşı sırasında ABD’den borçlanmaya başlar. Bu borçlanma sürecini organize eden isim, savaş ticaretiyle sermayesini dev boyutlarda büyüten ve finans sermayesinin “atası” diyebileceğimiz Rothschild hanedanlığının destek verdiği ve bugün özellikle finans çevrelerinin adını çok iyi bildiği J.P. Morgan’dır. Savaş ve demir çelik sanayii ile hızla büyüyen ABD sermayesi için bu savaşa kazanan taraf olarak girmek, savaş sonrası kurulacak masada en güçlü konumu kazandıracaktır. Böylece, 1917’nin Nisan’ında ABD Almanya’ya savaş ilan edecektir.
Savaş sonunda Versailles ile birlikte büyük borçlu ilan edilen ve tükenmiş olan Almanya’yı borçlarını ödemek üzere borçlandıracak olan yine ABD kredisidir. Böylece ABD sermayesinin krediler ve Alman ekonomisinin denetlenmesi yoluyla Avrupa çıkarması gerçekleşiyordu. Sermayenin hegemonyasını ifade etmesi açısından not edip geçmekte fayda var, 1925 yılının Nobel Ödülü, söz konusu kredinin organizasyonunu gerçekleştiren Amerikalı Banker Dawes ve İngiltere Dışişleri Bakanı Chamberlain’e “barışa katkılarından” ötürü verilecektir!
“Barış görüşmeleri” esas olarak kimler Almanya’dan neler alacak, Almanya’da ne kalacak ve nasıl bir tazminat (ağır borç yükü) ödemeye mahkum edilecek anlamına gelmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik anlamda yerle bir olan Almanya’nın yeniden inşası da Amerikalı finans çevrelerine ihale edilir. Başta J.P. Morgan olmak üzere Rothschild’lerin Amerika’daki uzantıları olan finans kurumları, önce “Dawes Planı” sonra da “Young Planı” ile 1924 yılından sonra Almanya’yı adeta paraya boğarken Hitler’in yükselişine zemin hazırlarlar. Hitler’in savaştan önceki yıllarda yaptığı inanılmaz savunma harcamaları ve büyüyen askeri gücü Rothschild hanedanlığının onayı ve yardımlarıyla oluşturulur. Amerikalı tarihçi Anthony C. Sutton “Wall Street and the Rise of Hitler” (Wall Street ve Hitler’in Yükselişi)[1] kitabında bu dönemi özetlerken Amerikalı finans kuruluşlarının sadece Almanya’nın yeniden yapılanmasını değil, bilinçli bir biçimde Hitler ve onunla birlikte yeni bir canavarın doğuşunu da sağladıklarını kaydediyor.
Savaş gerçekten bitti mi?
Kredi girişinin ardından sanal bir “bolluk” yaşayan Almanya, büyük borç yükü altında, 1920’lerin sonunda ABD sermayesinin geri çekilişiyle birlikte tükenişe sürüklenirken 1930’larda Hitler’in tarih sahnesine çıkışına da yol açacaktı.
1918 Ocak ayında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in, sosyal demokrat siyasetçilerin dahli ile katledilmeleri Almanya’da devrim potansiyelini zayıflatmıştı. 1919 Ocak ayında Paris’te kendilerine “Siz kapının dışında bekleyin” denildiği zaman Almanlar başka bir işle meşgul olmaya koyulurlar. “Her şeyden çok demokratik liberal bir anayasa lazım bunun hazırlığıyla uğraşalım” sözleri Alman orta sınıfının başını çektiği bu “işi” ifade eder. Böylece 1919 Haziranı’nda Versailles’da Almanya’nın mahkumiyet belgesi imzalanırken Weimar Anayasası doğar. Savaş biterken sermaye sınıfı başta olmak üzere, Almanya’nın egemenleri yeniden imparatorluğun hasretini çekmektedir. Yani, dertleri federal demokratik bir yapı değildir. Alman orta sınıfı ise ne sermaye birikimi ile ilgilidir, ne de bu sınıfın Alman kapitalizmine herhangi bir eleştirisi ve karşıtlığı vardır. “Bize anayasa lazım” düşüncesine ve uğraşına kilitlenmiştir. Hitler sahne alana kadar da buna odaklanır.
Almanya’nın 1920’lerdeki toplumsallığı, ülkeyi 1930’ların ortamına sürükler. 1923’ün vahşi enflasyonu, tüm ekonomik ve siyasal sonuçlarıyla bu makas değişikliğinin satır başı olur. Almanya’da 1918’de başlayan süreçlerle birlikte bir yandan da “devrim olacak mı olmayacak mı?” sorusu gündemdedir. Kasım ayı başında Bavyera’dan Hamburg’a kadar her yerde Sovyetler kurulmaktadır. Savaşı kaybeden Alman militarizminin Alman orta sınıfı ve onların bünyesindeki sosyal demokratlarla ittifakı, toplumu 1923’e sürükler. 1923 yılında Almanya’nın ‘para’sı yok olup ülkede boydan boya bir düzen değişikliği ortamı olunca, İngiltere ve ABD işe el koyar.
1920’ler ABD sermayesinin olanca hızıyla büyüdüğü “hızlı gelişme” yıllarıdır. Wilson’ın Paris Barış Konferansı’ndan dönüşünde ABD Meclisi Versailles Anlaşması’nı onaylamayacak, ABD kendi sermayesini daha da büyütmek ve güçlendirmek üzere içine dönecek, Avrupa’nın borçlarını ödemesini bekleyecektir.
Sermayenin birliği
İngiliz sermayesinin dünya sermayesiyle etkili biçimde bütünleşebilme hamlesi 1923 yılında ABD-İngiltere sermayelerinin işbirliği ile sonuçlanacaktır.
Böylece sermayenin bütünleşmesi ve iktidarı en az üç taraflı bir ‘kazan-kazan’ tablosu yaratır. İngiliz sermayesinin finans merkezini (City of London) yeniden söz sahibi kılarken, Amerikan sermayesinin öncü kesimine (Wall Street) Avrupa’ya girme şansını verir. Bu hamle İngiltere’de Başbakan değişikliğini de beraberinde getirir.
Bütün bunlar olurken dünyanın güçlü sanayiye sahip kapitalist devleti Almanya aciz devlet durumuna düşmüştür. Aczin bedelini Alman toplumu önce 1920’lerde ekonomik olarak, sonra 1930’larda siyasal olarak ödeyecektir. 1923’ün vahşi enflasyonu Alman sermaye sınıfının tüm borçlarını sıfırlamıştır. İşçi hareketi bastırılmıştır. 1924’te Dawes Komisyonu bir yandan Alman emekçilerini uzun yıllar savaş tazminatı ödemeye mahkum ederken, diğer yandan Alman sermayesine kredi kapılarını açmaktadır. Alman sermayesinin 1918’den beri beklediği de budur. 1925’den 1928’e Wall Street kredileri Almanya’da yapay bolluk dönemini yaratır. Bu tablo Alman sermaye sınıfı için 1920’lerde ve 1930’larda ‘kazan-kazan!’ ortamını doğurmaktadır. Alman orta sınıfı Alman sermaye sınıfını sürekli borçlanma ile ihya eden bu ekonomi modelini asla eleştirmez. Tam tersine, sürekli para girişleri sayesinde Almanya’da bir demokrasi (Weimar demokrasisi) kurulacağına inanmıştır. Buna ek olarak, Alman sermaye sınıfı dış krediler sayesinde zenginleşirken ve yapay bolluk ekonomisi sürerken, kendi tarihi misyonunun ‘düzgün’ bir anayasayı savunmaktan ibaret olduğuna, böylece demokrasiyi koruyacağına ve geliştireceğine saplanmıştır. 1933’ün Ocak ayında Hitler’in iktidara gelişine kadar da burada saplanıp kalan Alman orta sınıfının büyük çoğunluğu sonrasında Hitler saflarına katılacaktır.
ABD sermayesinin Hitler’e katkısı
Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda parlayan yıldızı kimya ve ilaç sektörleriydi. Bu sektörlerdeki şirketler sadece Avrupa’nın değil, tüm dünyanın kimya ve ilaç sanayiinde karteller oluşturdu. Yatırım malları, altyapı ve silahlanmaya dönük kimya, demir çelik, makine gibi bir ağır sanayi haline gelmişti. Hitler’in dev boyutlardaki savunma harcamaları ve büyüyen askeri gücü ABD sermayesinin katkılarıyla gerçekleşecekti.
ABD’li finans kuruluşları sadece Almanya’nın yeniden yapılanmasını değil, Hitler’in ve insanlığı kasıp kavuracak faşizmin doğuşunu da sağlıyordu.
“Avrupalıların Amerika’ya olan savaş zamanı borçları, işin başlangıcı ve manivelası oldu. Amerika, aslında daha 1921’de dış kredileri bir politika çizgisi olarak benimsemişti. İşin pişirilmesi 1924’ü buldu: Bir taşla iki kuşun vurulması gerekiyordu: Hem Amerika Avrupa para ve sermaye piyasalarına aktif biçimde girmeli, hem de (Norman ile Strong’un kurduğu göbek bağı ile) İngiltere altın oyununu Amerika’nın desteği sayesinde yürütebilmeliydi. Bu senaryo, Amerikan yönetiminin üzerinde durduğu hamleyi sağlayacaktı: Amerika uygun gördüğü siyasal rejimi, özel (finans) kesim üzerinden, uygun gördüğü kredilerle destekleyecekti. 1920’lerde ‘pilot proje’ düzeyinde kalan bu politika çizgisi, daha sonra Amerika için çok daha elverişli koşullarda, 1947-48’de Marshall Yardımı adıyla doğacaktı”[2]
Savaş sonrası Dawes planıyla Almanya’ya kredi akıtan ABD’ye, İngiliz Sterlini başta olmak üzere Avrupa’nın döviz ve altın rezervleri kredi borcu ödemesi olarak akıyordu. Amerikan sermayesi 1920’lerde Taylorizmin ve Fordizmin sağladığı üretkenlikle gücünü büyük bir hızla arttırıyor, iç tüketim yükseliyor sermaye tekelleşiyordu. 1921-1927 arasında işsizlik yarı yarıya düştü. Ücretler yükseldi. Çelik üretimi %70, kimyasal madde üretimi %94, petrol üretimi %156, otomobil üretimi %255 oranında arttı, ulusal gelir 56.5 milyar dolardan 87 milyar dolara yükseldi.
1929 krizi ve 2. Savaş
1929 yılı sonunda, pazarın aşırı doymasına yol açan aşırı üretimin ve kurları yapay olarak yükselten aşırı borsa spekülasyonunun neden olduğu büyük bir iktisadi bunalım patlak verdi. 24 Ekim 1929 ‘Kara Salı’ dan başlayarak Wall Street’in iflasına, kurların çökmesine yol açtı. Üretim endeksi 1929-1933 arasında 120’den 57’ye düştü. Kapitalistlerin üretimi kısması işsizliğin artmasına, dolayısıyla pazarın daralmasına ve krizin daha da derinleşmesine yol açıyordu.
Kapitalizmin tarihindeki en büyük buhranı başlamıştı. Krize kimse hazırlıklı değildi. Mart 1930’da Başkan Hoover krizin 60 gün içinde sona ereceğini bildiriyordu. Telaşın ve kafa karışıklığının hakim olduğu sermaye çevrelerinin karşısında son derece örgütsüz bir işçi sınıfı vardı. 1920’lerle başlayan refah havası ile sendikalar çok sayıda üye kaybetmişlerdi. Krizin doruk noktasına ulaştığı 1933’de ise bir yıl içinde otomobil sektöründe 100 bin, dokumada 385 bin, demir-çelikte 90 bin işçi sendikalara üye olmuştu. Fakat bu sendikalar düzenle karşı karşıya gelebilecek, gerçek anlamda hak mücadelesi yürütebilecek düzeyde değillerdi.
Krizle birlikte iktidara gelen Roosevelt ile “New Deal” dönemi başladı. Roosevelt, bankaların yeniden çalışır hale gelmesine olanak sağlayan bir moratoryum ilan etti, altın standardından vazgeçti, gümüş satın aldı ve doların değerini %40 oranında düşürdü. Avrupa pazarı ve sermayesiyle kredi-borç ilişkisi üzerinden eklemlendiği, kendini görece geniş bir temelde üretebildiği için, ABD krizi diğer emperyalist metropollere nazaran daha hafif atlattı. Sterlinin hızla değer kaybetmesiyle birlikte dolar dünya ticaretinde temel değişim aracı haline geldi. ABD, emperyalist-kapitalist sistemin merkezine doğru yol alıyordu.
1929 bunalımı, emperyalistler arası çelişkileri derinleştirerek Versailles statükosunun devamını imkansızlaştırdı. Fransa ve İngiltere, krizin yükünü sömürgelerindeki halkların kanının emilmesi üzerinden hafifletebiliyordu; fakat İtalya, Almanya ve Japonya’nın Versailles sonrası böylesi bir şansları kalmamıştı. Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı, İtalya’nın 1935’de Habeşistan’ı işgal etmesi krize çözüm arayışıydı. Avrupa’daki “rekabet gücü” iyice zayıflamış olanlar için çıkış saldırgan-yayılmacı politikalardı. Almanya’da Hitler iktidarı dış ticaretini büyütmek hedefini başa yazdı. Bu, ihracat için Güneydoğu Avrupa piyasalarını ele geçirirken, ağır sanayi için hammadde kaynaklarını ithal edebileceği yayılmaydı. İşte o meşhur “Lebensraum” yani yaşam alanı doktrininin temeli buydu.
Böylece 1. Dünya Savaşı sonrası sermaye için çözülemeyen düğümün Hitler’in Polonya’yı işgaliyle çözülmesi için düğmeye basılıyordu. Bu saldırı batılı emperyalist güçler tarafından Hitler’in kendilerine saldırmadan Sovyet tehdidini ortadan kaldıracağı temennisiyle sessiz karşılandı.
İngiltere 1939-1941 arasında donanması ve hava kuvvetleriyle savaşırken, ABD 1. Savaşta olduğu gibi 1941 yılına kadar “tarafsız” kalacaktı. 1941 Haziranı ile birlikte savaş esas olarak Sovyetler Birliği-Almanya cepheleri arasında sürdü. ABD ve İngiltere’nin Sovyet güçlerinin Almanya’ya tek başına girmesinden kaynaklanan korkusu 1944 ortalarında Avrupa’da ikinci bir cephe açmalarıyla sonuçlanacaktı.
Lenin’e göre emperyalizmin birden fazla veçhesi söz konusudur ve bunlar tarihi gelişimin değişik uğraklarının ürünüdür. Yukarıdaki tarihsel kesitte de ele alındığı gibi 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın kapitalizmin doğrudan doğruya bir sonucu olduğu Lenin’in emperyalizmi ortaya koyuşunun sağlamasıdır adeta.
Öte yandan, Marx’ın 1890’da kapitalizm üzerine çözümlemelerinin yanlış olduğu, yeryüzünden sonsuza dek yok edilmesini gereksiz kılacak reformlarla kapitalizmin kendi kendini zaten ortadan kaldıracağı tezini savunan revizyonistlerin yanıldıklarını ortaya koyan Lenin’i gerek tarihsel süreçler, gerekse ileriki satırlarda konu olacak olan emperyalizmin bugünkü yönelimlerinin doğruladığını da not ederek geçelim.
Yeniden inşa
- Dünya Savaşı sonrası sermayenin birleşmesi ve tekelleşmesi ile dünya üzerinde hakimiyetini arttırmaya yönelik girişimleri, emperyalistler arası ilişkilerin yeni dönemidir.
Savaş sona yaklaşırken, 1944 Temmuz’unda, çökmüş olan dünya para sisteminin yeniden yapılandırılmasını sağlamak üzere kırk dört ülkeden delegeler ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kentinde bir araya gelmişlerdi. Bretton Woods sistemi iki ana unsur üzerine kurgulanmıştı:
- ABD’nin mutlak teknolojik üstünlüğünü sağlayan montaj hattı teknolojisi (Fordizm)
- Finansal sermayenin ulusal sınırlar içerisinde denetlenmesi.
Böylece dünyanın en büyük emperyalist gücü, 2. Savaş’ın galibi ABD oluyordu.
Savaşın sona erdiği 1945 yılında dünya gayri safi hasılasının yüzde 57’si ve toplam ürün ihracının %22’si ABD tarafından gerçekleştiriliyordu. Dünya altın rezervlerinin %80’den fazlası ABD’nin elindeydi. Bu, doları “altın gibi” yapıyordu. Nitekim ABD bu gücünü kullanarak 1944’te imzalanan Bretton Woods anlaşmalarıyla tüm diğer ülke paralarının altın karşısında sabit bir orana, altının da belirli bir sabit miktarla dolara bağlanmasını sağladı. Böylece ABD doları bir dünya parası haline geliyordu. “Bretton Woods anlaşması doları dünyanın rezerv parası yaparak dünyanın ekonomik gelişmesini ABD’nin maliye ve para politikalarına yakından bağımlı hale getiriyordu. ABD, dünyanın meta ve sermaye piyasalarının büyük şirketlere açılması karşılığında dünyanın bankeri olarak davranıyordu.”[3]
Savaşın bitimiyle başlayan dönemde ABD, güçlü ekonomisinin bir sonucu olarak büyük ticaret fazlaları vermeye başladı.
Dünyadaki altının ve doların tamamına yakını ABD’deydi ve bu da Amerikan hegemonyasının kurumsallaşması demekti. Dünya ekonomisine bir bütün olarak “çeki düzen vermek” üzere IMF, Dünya Bankası ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütüne (WTO) dönüşecek olan GATT gibi kuruluşlar Bretton Woods görüşmelerinden doğdu.
Pax Britannica yerine Pax Americana
ABD, artık kapitalist dünyanın geri kalanı üzerinde ekonomik, siyasal ve askeri hegemonyasını kuruyordu. 1949’da toplam 56 ülkeye yayılmış 400 askeri üssü bulunan ABD’nin 1966’da 66 ülkede varlığı söz konusuydu. Askeri hegemonyasını ittifak anlaşmalarıyla güçlendiren ABD emperyalizmi bu alandaki en büyük adımını 1949’da kurulan NATO ile gerçekleştiriyordu. NATO bilinçli olarak, sadece Sovyetler Birliği’ne yani “dış tehlikelere” karşı değil, “iç tehlikelere” karşı da örgütleniyordu. ABD, Kuzey Atlantik paktı olan NATO’nun yanı sıra, 1950’lerde Pasifik, Güney Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan ANZUS, SEATO, CENTO gibi başka askeri paktlarla da gücünü yaygınlaştırıyor, tahkim ediyordu.
Bütün bu ittifaklar, ekonomik ve askeri alanlarda gerçekleşirken sermayenin karşısında “müttefik” olduğu güç 1945’te faşizmi yenen ve dünya halkları nezdinde meşruluğu tartışmasız olan Sovyetler Birliği idi.
ABD açısından bu mücadelede hayati önemi en yüksek bölgeler, gelişmiş kapitalist ülkeler olan Avrupa ve Japonya idi. Bu bölgelerin öncelikli olarak ayağa kaldırılıp kapitalist istikrara kavuşturulması ve SSCB’ye karşı tahkim edilmesi gerekiyordu. Marshall Planı olarak anılan ve pilot projesi 1918’de Almanya’ya akan Dawes kredileri olan ekonomik kalkındırma programıyla Avrupa burjuvazisi “ayağa kaldırılıyordu”. ABD Avrupa’daki birleşmeyi de bu kapsamda destekledi. Bütün bu girişimler sermayenin yeni bir yükseliş sürecine girmesine katkıda bulunuyordu.
Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerdeki işçilerin sahip oldukları sosyal güvencelerle sosyalizmin kapitalist sistem karşısındaki meşruluğu ve bir alternatif olarak varlığı emperyalist ülkelerdeki sermaye sınıfı için işçi sınıfına, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi ödünler anlamına geliyor, Keynesçi politikalar uygulanıyordu. Keynesçilik 20. yy. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes tarafından geliştirilen makroekonomik teoridir. Kabaca, özel sektörün ağırlıklı olduğu ekonomilerde devlet ve kamu sektörünün büyük role sahip olduğu bir karma ekonomi modelidir. Bu durum iç siyasette sermaye ile işçi sınıfının uzlaştırıcı aktörü olan sosyal-demokrasinin varlık nedeni olurken, aynı zamanda da altın yıllarıydı.
Emperyalizm için Sovyetler Birliği’nde cisimleşen sosyalizm “tehdidi” sadece iç siyasette işçi sınıfının tepkilerinin soğurulmasına değil, aynı zamanda ABD’nin askeri ve politik hegemonyası altında toplanılmasına, bir ittifak bloğu kurmasına hizmet ediyordu.
Gerek sermayenin “altın çağını” yaşıyor olması, gerekse sosyalizm tehdidi ABD liderliğindeki emperyalist kampın içindeki çelişkilerin geri plana itilmesi anlamına geliyordu.
Söz konusu dönem aynı zamanda emperyalizm karşısında birçok sömürge ülkenin bağımsızlık savaşları vererek bağımsızlığını kazandığı yıllar oldu.
Krizsiz olmuyor
Sermayenin “altın çağı” olarak adlandırılan bu süreçte bir yandan da emperyalistler arası iktisadi güç dengelerinde farklılaşmalar gözleniyordu. Savaş sonrası dönemde dünya ekonomisi bir bütün olarak büyük hızla gelişirken eşitsiz gelişme yasası işliyor, bu gelişme her bileşende aynı oranda seyretmiyordu. Bu dönemde ABD’nin desteğiyle ayağa kalkan özellikle Almanya ve Japonya ABD’den çok daha hızlı gelişiyordu. ABD’nin dünya üretimindeki %57 olan 1945’teki payı, 1950’de %40’a, 1970’lerin sonu – 1980’lerin başında ise %20’ye geriliyordu. İthâlât ve ihracat dengesinde de benzer bir durum söz konusuydu. Almanya ve Japonya’nın üretim ve ticaretteki payları sürekli olarak artıyordu.
Batı Avrupa ülkelerinin, özellikle Almanya’nın ve Japonya’nın imalat sanayiindeki atılımları rekabet ortamının kızışmasını ve kâr oranlarında 1960’lı yılların sonuna doğru büyük düşüşleri getirecekti. 1960’ların sonuna doğru gerçekleşen bu düşüşü 1974 yılında “petrol krizi” olarak açığa çıkan kriz takip edecekti. ABD hegemonyasına karşı yeni güçlerin ortaya çıkması yaşanan krizin derinleşmesini sağlayarak Bretton Woods anlaşmasının çatlamasına, doların değer kaybetmesine neden olacaktı.
Savaş sonrasındaki 30 yıl içinde yılda ortalama %5 dolaylarında büyüyen dünya ekonomisi yılda ortalama %2,5 büyüme düzeylerine geriledi. Nerdeyse tam istihdamla yürüyen ekonomilerde işsizlik yeniden ortaya çıktı. Sermaye, Keynesçi “refah devleti” uygulamalarına karşı bayrak açtı. Böylece, sermaye düzeninin tampon işlevini gören sosyal demokrasi de alarm vermeye başlıyordu. Sermayenin “altın çağı” olarak adlandırılacak olan bu dönem 1970’lerden itibaren yükselişin temel üretim süreci olan Fordizmin tükenmeye başlamasıyla sona yaklaşıyordu. ABD ve kıta Avrupası’ndan başlayarak sermayenin kâr oranları gerilemeye başladı. Finansal düzenlemeler ve ulusal denetimler sermaye için artık dayanılmaz bir baskı anlamına geliyordu.
Yeni Dünya Düzeni
1970’li yıllarda açığa çıkan bu kriz sermaye birikim sürecinde belirgin dönüşümlerin gerçekleşmesiyle sonuçlanacaktı. Sermaye hareketlerinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başı itibariyle finans kapital (finansal sermaye) krizini aşabilmenin yolu olarak, serbestleştirme, kuralsızlaştırma, esnekleştirme ve özelleştirmeler ile birlikte emeğin kazanımlarına karşı büyük bir saldırıya geçti. Finansal spekülasyon ve rant, sermaye birikiminin ana kaynakları haline dönüştü. Kapitalizm kaçınılmaz krizlerini aşmaya çalışıyordu. İşçi sınıfının kazanımlarına dönük büyük saldırılara siyasette de hızlı bir sağa kayma eşlik ediyordu.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmesi ve sermayenin değersizleşmesinin önüne geçilebilmesi için 1970’lerin sonunda başlayan bu süreçle birlikte üretken sermayenin öncülüğü sona ererken finansal sermayenin ihtiyaçları ve yönelimleri belirleyici olmaya başlayacaktı.
Üretim rejimindeki değişiklik ile birlikte sermayenin azalan kârlarını arttırmak üzere gerek iş gücü, gerekse üretim sürecinin kendisi parçalanacak; mal, hizmet ve yatırımların sınırlar ötesine taşınmasıyla kriz aşılmaya çalışılacaktı. Böylece Fordist üretim rejiminin çıktısı olan örgütlü işçi sınıfı da dağıtılacaktı.
Bu dönüşümün iktisadi politikaları Bretton Woods’un çıktıları olan IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar tarafından yaygınlaştırılacak, dayatılacaktır. Yeni dönemin iktisat politikalarının sermaye açısından yarattığı rahatlık emperyalist politikaların egemenliğini tahkim edecektir.
İktisadi, siyasi ve toplumsal bütün süreçlerin bir bütün olarak sermayenin kâr oranlarını arttırmak üzere yeniden düzenlenmesini sağlayan bütün bu gelişmelerin “Yeni Dünya Düzeni” olarak sunulmasına eşlik eden “ideolojilerin sonu” söyleminin temel kavramı ise, emperyalizmden başka hiçbir anlama gelmeyen, “küreselleşme” olacaktı.
ABD emperyalizminin askeri plandaki gerilemesinin dönüm noktasını ise, Fransa’nınkinden sonra 1975’te Vietnam’daki yenilgisi olarak tespit etmek mümkündür. Bunu, NATO dışında, ABD’nin patronluğunu yaptığı askeri paktların birer birer dağılması izleyecekti. 1979 yılında İran’da gerçekleşecek devrim ise ABD emperyalizmi için Ortadoğu’da başka hamleler anlamına gelecekti.
1960’larda “krizsiz kapitalizm” safsatasını Keynesçilikle işçi sınıfına yedirmeye çalışan sermaye için artık uluslararası planda sağ politikaların kapısı sonuna kadar açılıyordu. 1973’te Şili’de, 1980’de Türkiye’de uygulaması başlatılan politikalar bunlardı. Emperyalizm, 1925’te Dawes kredilerinin fikir babası Amerikalı Banker Dawes ve İngiltere Dışişleri Bakanı Chamberlain’e “barışa katkılarından” ötürü verdiğine benzer bir şekilde, 1976’da da bu uygulamaların “teorisyeni” Milton Friedman’a Nobel ödülü verecekti.
Keynesciliğin yerini, devletin iktisadi devlet teşebbüsleri ile birlikte eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgarlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan bir yeniden düzenleme/dönüşüm alacaktı.
Ancak, bütün bu “önlemler” yeterli gelmeyecekti. Kapitalizmin 1960’lar ve 1970’lerdeki “altın çağı” geride kalmıştı, o dönemki canlı büyüme gerçekleşmeyecekti.
Sistemin bünyesinde biriken sorunlar 1982 Latin Amerika borç kriziyle ve 1987’de New York borsasının çökmesiyle açığa çıktı. 1990 dünya ekonomisi için ciddi bir durgunluk getirecekti. ABD için hafif denebilecek sarsıntılarla atlatılan bu durgunluk Avrupa ülkeleri ve Japon ekonomisi için sanayi üretiminde büyük gerilemelere neden olacaktı.
Sosyalizmin dünyada çözülmesiyle birlikte ivme kazanan emperyalist-kapitalist sistem için yeni üretim rejimi ve sermaye ihracıyla birlikte bilgisayar, internet, cep telefonu gibi yaygınlaşan yeni teknolojiler işçi sınıfına karşı yıkıcı bir ideolojik saldırıyı da beraberinde getirdi.
Sovyetler Birliği’nin dağılması emperyalizm için ideolojik alanda da önemli bir tahkimat aracı haline geldi. Kapitalizm ölümsüzdü ve tarihin sonu gelmiş, sınıf mücadelesi bitmişti! “Krizsiz kapitalizm” bu kez yeni teknolojik gelişmelerle geri dönmüştü!
Ancak sermayenin yeni pazarları, ihraca eşlik eden teknolojik gelişmeler ve işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına dönük ideolojik ve siyasi saldırılar kapitalizmin uluslararası krizini engelleyemedi. 1994’de “Meksika mucizesi” çökerken, 1997’de “Asya kaplanlarının” kağıttan olduğu anlaşılacaktı. 1998’de Brezilya ve Rusya, 2001’de Arjantin ve Türkiye krizleri patlak verdi. Bu krizlere ilişkin emperyalizmin söylemi krizlerin “işlerin kurallara uygun yapılmadığı ülkelere özgü” olduğu idi. Türkiye’nin IMF politikalarına tam boy teslimiyetiyle “kriz yönetme programı” bu dönemde gerçekleşti.
2001’de Avrupa ve ABD’de yaşanan krizin ise bu ülkelerdeki krizlerin uzantısı olduğu safsatası da bugün dünyaya yayılan krizin doğrudan ABD ve diğer emperyalist ülkeler merkezli olduğu açıkça ortadayken çökecekti.
Sermayenin 2008 yapısal krizi
Kapitalizmin 2008’le başlayan ve aşırı üretim ile biriken krizinin para ve kredi bunalımı olarak değil, ABD ekonomisinin krizinin uluslararası sermayeyi ve ülkeleri etkilemeye başlamasıyla yayıldığını söylemek gerekir. ABD ekonomisinin durgunluğa girmesi, buna mukabil dünya ekonomisinin bağımsız bir çizgi izleyerek bundan etkilenmemesi mümkün değildir.
ABD’li finans spekülatörü ve emperyalizmin dünya çapında siyasi ideolojik dönüşümlerini örgütleyen Soros 2008’de bu krizi şu sözlerle ifade edecekti: “Bugünkü kriz daha önceki, 4 ile 10 yıllık devreler halinde yaşanan krizlere bazı açılardan benziyor. Ancak çok derin bir fark da var: Bugünkü kriz uluslararası rezerv para olan dolara dayalı bir kredi genişleme döneminin sonunu vurguluyor. Bu 60 yıldan fazla süren bir süper büyümenin sonunda oluşan bir krizdir.”[4]
Emperyalizmin dönemsel olarak üç ana ayağını kabaca listelersek ABD hegemonyası ve kapitalizmin üst düzey denetimi, Avrupa Birliği projesi ve ABD-İngiltere ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu sacayağının Çin’in büyümesi ve Avrupa’daki krizle tehdit edildiğini de not etmek gerekir. Ancak, söz konusu yapı halen dünyadaki egemen sistemin temelini oluşturmaya devam etmektedir. Buna daha sonra değineceğiz.
ABD emperyalizmi
- yüzyıl başında emperyalist güçler tarafından paylaşılmış olan dünya, bu güçler arasındaki rekabetin sonucunda 1. Savaş’a girecekti. Savaş Habsburg İmparatorluğu’nun, Rus Çarlığı’nın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını getirecekti. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm Sovyetler Birliği dışında gelişmeye devam edecekti. Bu gelişme ve tamamlanmamış paylaşım 2. Dünya Savaşı’yla sonuçlanacaktı. Emperyalist cephede esas kazanan ise ABD emperyalizmi olacaktı.
2.Dünya Savaşı’na yol açan emperyalizmin yoğun iç rekabeti sonucunda yeni bir diziliş ortaya çıkmıştı: Diğer emperyalist güçler karşısında ABD’nin ekonomik ve askeri olarak tartışmasız hegemonyası.
ABD aynı zamanda teknolojik gelişmenin ve yarı otomasyon üretim ile yaygın bilgisayarlaşmanın merkezi olacaktı. ABD’nin bu teknolojik gücü mali sermayesinin üstünlüğü olarak ortaya çıkan iktisadi kaynaklarının büyüklüğü sonucunda gerçekleşecekti.
Diğer emperyalist güçler ise ABD etrafında bir çeşit ona tabi ancak halen emperyalist olarak yer alacaktı. Bu tablo askeri ittifaklar ve antlaşmalar olarak kurumsallaşacaktı.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Çin’deki üretim sürecinin kapitalistleşmesi ABD öncülüğündeki emperyalist kampın buralara başta NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmesiyle nüfuz etmek üzere adımlar atmasına kapı açacaktı. Ukrayna’nın Avrupa Birliği ve NATO macerasının temelinde yatan da budur ve daha uzun erimli hedeflerden biri de kapitalist Rusya’yı dize getirmektir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından güçlü çıkan ABD dünyada silahlanma harcamalarıyla ilk sırada yer alırken askeri olarak en güçlü konumdaydı. Savaş sonrası ve sermayenin altın çağındaki baskın ekonomik gücü ise düşüşteydi. Ancak, halen rakipleri karşısında, dünyada en büyük ekonomi olmaya devam etmekteydi.
Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin çözülmesiyle birlikte ABD emperyalizmi bu kez Ortadoğu’da savaşla beslenen yeni bir dönemi hazırlıyordu. Buna göre bölgede sosyalizmin desteklediği, sosyalizmden beslenen rejimler yıkılmalı ve rakipsiz bir ABD hegemonyası kurulmalıydı.
Böylece 1991 yılından başlayarak bugüne dek Ortadoğu’da Afganistan, Irak, Libya, Yemen, Somali ve Suriye’yi de içine alan bir sürekli savaş dönemi başlıyordu. Bölge tamamen istikrarsız bir sürece girerken ABD için Soğuk Savaş olarak tabir edilen dönemde başlayan büyük askeri yatırımlar, kendi bütçesini iç siyaset ve ekonomide tamamen sarsacak şekilde ivme kazanacaktı.
ABD ekonomisi için bugün durum 1950 ve 1991’dekinden oldukça farklı bir görüntü içerisindedir. 1950’de dünya üretiminin yüzde 27’sine sahipken, bu oran 1991’de yüzde 22’ye bugün ise yüzde 16’ya düşmüştür. ABD’nin sahip olduğu bu oranı geçen ülke ise Çin’dir ve IMF verilerine göre 2012 yılında ABD’nin sahip olduğu oran yüzde 15’e gerilerken, Çin payını yüzde 20’ye çıkarmıştır.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası uyarınca ABD emperyalizminin sıkışma yaşadığını söylemek mümkündür.
Emperyalizmin özellikle olağanüstü askeri güce sahip olan ABD hegemonyasının sürekliliğini sağlayacak olan yeni stratejisi ise Irak işgaliyle birlikte faaliyete geçiyordu.
- Dünya Savaşı sonrası ABD emperyalizminin yürüttüğü savaşlar dünya üzerindeki hakimiyeti önünde engel olduğunu düşündüğü durumları püskürtmek üzere sahneye konmuştur. 1950-53 Kore Savaşı ve 1963-75 Vietnam Savaşı dahil, 1991 ve 2003 yıllarındaki Körfez savaşları, Afganistan ve Irak işgalleri ile bugün Suriye ve Ortadoğu’da süren katliamlar bir yandan ekonomik düşüşüne eşlik ederken diğer yandan da bu düşüşü şiddetlendirmiştir.
ABD halen askeri ve ekonomik olarak baskın emperyalist güç olsa da, Almanya’nın öncülüğündeki emperyalist blok, kapitalist dünyada iddiası güçlenen Rusya ve ekonomik olarak kendisi için tehdit haline gelebilecek Çin’in rekabeti karşısında önlem almak üzere hamle yapmaya çalışmaktadır.
ABD ve İngiltere’nin merkezinde yer aldığı emperyalist ülkelerin bugün dünyanın çeşitli bölgelerindeki savaşlar, belirsizlikler ve katliamlardan sorumlu olduğunu biliyoruz. Bu savaşların ve belirsizliklerin ise “göçmen krizi” olarak adlandırılan ve milyonların evlerinden edilmelerine yol açan kapitalist sistemin çıktısı olduğunu da…
Bütün bu süreçler, özellikle söz konusu emperyalist ülkelerde, sağın yükselişini de ortaya çıkaran sistem krizi, yeni bir konumlanışı da beraberinde getiren gelişmeleri doğuruyor. Brexit ve ABD’de Trump’ın kazanması gibi…
AB, Almanya ve Brexit
Emperyalist sistem, çeşitli kapitalist güçler arasında, rakiplerine karşı durabilmek üzere çıkar birliklerini, askeri ve ekonomik ittifakları, koalisyonları, kurumları bünyesinde barındırır. Koşullar değiştiğinde bu birlikler bozulur ve yeni konumlanışlara göre yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği de böyle bir birliktir.
- Dünya Savaşı sonrası yıpranmış bir Avrupa ve dünyadaki egemen güç olarak İngiltere’nin yerini alan yükselişteki ABD emperyalizmine yukarıdaki bölümlerde değinmiştik. Savaş sonrası yıkım Avrupa’yı 1. Savaş sonrasındaki duruma benzer bir halde bırakmıştı. Buna Sovyetler Birliği’nin varlığı da eklenince ABD için Avrupa hem kârlı bir yatırım alanı hem de sosyalizm tehlikesine karşı desteklenmesi gereken bir alandı. Böylece ABD’den Marshall Planı adıyla (Avrupa Kalkınma Programı) Avrupa’ya akan yardım, kapitalist canlanmayı da beraberinde getirecekti. Savaş sırasında ABD’nin Genel Kurmay Başkanı olan General George Marshall’ın Dışişleri Bakanlığı döneminde (1947) açıkladığı planın temel koşulları, Fransa ve Almanya arasındaki gerilimin giderilmesi, savaşın yaralarını sarmaya başlayan Avrupa ülkelerinde ekonomilerin dışa açılması ve mali disiplinin sağlanmasıydı.
Öte yandan, Avrupa sermayesinin, ABD ve Japonya gibi büyük rakipler karşısında pazarını koruma ihtiyacı Avrupa ortak pazarı ve gümrük birliği için bir başlangıç itkisi olacaktı. Sanayi için ana ürün olan çelik ve kömür güvence altına alınmalıydı. Bunun için 1952 yılında Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg (Altılar) Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdu. Bunu diğer ürünleri de kapsayan bir ortak pazarın ve daha geniş çaplı bir birliğin oluşturulması hazırlıkları izledi. Altılar 1957’de Roma Anlaşması ile temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbestçe dolaşımını sağlayacak bir ortak pazarın ve gümrük birliğinin kurulması olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurarken İngiltere çıkarlarına uygun görmediği bu anlaşmanın dışında kalarak etkisizleştirme yolunu seçecekti. 1968 yılında üye ülkeler arasındaki gümrükler kaldırıldı ve topluluk dışı ülkelere uygulanacak ortak bir gümrük tarifesi belirlendi. Roma Anlaşması’ndan murat edilenin “kalkınma, iş birliği, serbest ticaret” olduğu propaganda edilse de, gerçek amaç 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistemde oluşan ABD hegemonyası karşısında Avrupa’nın Fransa ve Almanya önderliğinde kendini yeniden örgütlemesiydi.
Roma Anlaşması Fransa ile İngiltere’yi karşı karşıya getirirken, 50 yıllık Fransa ve Almanya’nın karşı konumlanışlarına son veriyordu. Almanya, 2. Dünya Savaşı sonrasında içine düştüğü vesayetten kurtulmayı, Fransa ise eski sömürgeleri üzerinde kaybetmeye başladığı denetimi (Anlaşmanın Fransız ve Belçika sömürgelerini aday üye olarak kabul eden maddesi bunun açık ifadesi olarak okunabilir) yeniden kazanmayı hedefliyordu.
Uzun süre AET’yi dışında kalarak, alternatif birlikler (EFTA) oluşturarak istikrarsızlaştırmaya çalışan İngiltere bu girişimlerden istediği sonucu alamamış, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında sermayenin yaşadığı krizin de etkisiyle (1964 ve 1967’de iki kez birliğe üye olmak için başvurmuştu. Bu başvurular birlik içinde dengeleri bozacağı gerekçesiyle Fransa tarafından reddedilmişti) 1973’de AET’nin yedinci üyesi oldu. İngiltere’yi diğer EFTA üyeleri izledi.
1957-1991 yılları arasında AET, ABD’nin kapitalist sistemdeki hegemonik konumu, İngiltere’nin istikrarsızlaştırıcı müdahaleleri ve kapitalizmin krizleriyle sarsılarak da olsa varlığını sürdürecekti. Bu dönem bir yandan da emperyalist devletler arasındaki güç dengelerinin değiştiği, ABD’nin ekonomik olarak dünyadaki payının düşerken Almanya’nın çıkışının gerçekleştiği, Fransa’nın Almanya’nın ekonomik gücünden yararlanarak eski sömürgeleri üzerindeki etkisini arttırmaya çalışarak bu sürecin siyasal önderliğini üstlendiği yıllar olacaktı.
1987’de ortak bir fiyat politikası güdecek tek pazar anlaşmasını imzalayan ülkeler Avrupa Topluluğu (AT) olarak adlandırılacak, 1993 yılından itibaren ise Avrupa Birliği’ne dönüşecek olan bu kurum, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin sonrasında 1997 yılında genişleme kararı alacaktı.
Savaş sonrasında 1970’lere dek yaşanan “kapitalizmin altın çağı”nda Avrupa’nın büyük kapitalist güçleri çıkarlarının gerektirdiği ekonomik birlik doğrultusunda ilerlediler. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği bu birlik süreci gerilim ve çelişkilerden muaf değildi. Avrupa Birliği deneyimi, kapitalizmin ülkeler arasında çelişkisiz bir birliği mümkün kılmadığının göstergesidir. Siyasal dengelerin değiştiği, ekonomik krizlerin patlak verdiği dönemler ise hem bu çelişkilerin derinleştiği hem de gerilim ve çatışmaların açığa çıktığı dönemler olur.
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasıyla birlikte birleşen Almanya ekonomik olarak büyük bir potansiyel güç haline gelecekti. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya gibi ülkelerde etkinliğini arttırırken Rusya pazarında da elini güçlendirmeye başlayacaktı.
1991, AET için önemli bir kavşak olacaktı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle, ekonomik temelleri zayıflayan ABD hegemonyasının önemli sıçrama tahtalarından biri olan Sovyetler Birliği’nin Avrupa tehdidi ortadan kalkarken emperyalist güçler arasındaki rekabet ve çelişkiler de açığa çıkmaya başlayacaktı.
Lenin 1915’de kaleme aldığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” makalesinde böylesi bir girişimi, “Emperyalizmin iktisadi koşulları, yani sermayelerin ihracı ve dünyanın ‘ileri’ ve ‘uygar’ sömürgeci devletler tarafından paylaşımı” olarak nitelendirerek, bunun kapitalizm koşullarında “ya olanaksız ya da gerici bir nitelik taşıdığının” altını çizer.[5] Esas olarak kapitalist pazarın emperyalist yeniden bölüşümü için kurulan AET’nin Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte bu işleve uygun biçimde yeniden örgütlenmesi gerekiyordu. 1993’te ekonomik ve siyasal bir birlik olarak yeniden tanımlanarak Avrupa Birliği (AB) adını almış oldu. Böylece Doğu Avrupa, Baltık Ülkeleri ve Balkanlar’ın yeniden paylaşım süreci de başlıyordu.
Fransa bu yeni paylaşım sürecini esas olarak Kuzey Afrika’da eski sömürgelerini denetim altına almak için değerlendirirken, İngiltere, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki paylaşımdan en az payı alan emperyalist devlet oldu. Paylaşımdan aslan payını ise son dönemin en iyi örgütlenmiş ileri kapitalist devleti olan Almanya kaptı. Bu paylaşım süreci aynı zamanda birliğin yeniden örgütlenme süreci oldu. Avusturya, Finlandiya, İsveç 1995’te, Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın yeni devletleri Çek Cumhuriyeti, Estonya, Litvanya, Slovenya ve Slovakya 2004’de AB üyesi oldular. Aynı tarihte Macaristan, Malta, Polonya ve Kıbrıs, 2007’de Bulgaristan ve Romanya, 2013’de Hırvatistan birlik üyeliğine kabul edildi ve AB’nin üye sayısı 28’e yükseldi.
Doğu Avrupa, Balkanlar ve Baltık ülkelerinin yeniden paylaşımı, aynı zamanda AB’nin merkez güçleri Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki rekabet ve çelişkilerin keskinleştiği bir süreç oldu.
Yeni Dünya Düzeni’nin laboratuvarı haline getirilen Balkanlar’da sahneye konan kanlı Bosna Savaşı, bir yandan AB’nin emperyalist emellerini açığa çıkarırken, diğer yandan çıkar çatışmalarından arındırılmış bir emperyalist birliğin ne kadar olanaksız olduğunu gösterecekti. Fransa, Almanya ve İngiltere gibi AB’nin merkez ülkeleri için ortak bir dış politika izlemek imkansızdı. Bu ülkelerin ABD ile yürüttükleri salınımlı politika bunun en açık göstergesidir.
AB içinde Alman emperyalizminin hegemonyasını sınırlamak isteyen Fransa, birliğin merkezi gücünü Fransa-Almanya ittifakında ararken, Almanya tarihsel deneyiminin de getirdiği bir zeminde emperyalist hedeflerini merkezinde yönlendirici ve egemen güç olacağı bütünsel bir Avrupacılık yoluyla gerçekleştireceğini öngörmektedir. Böylece, Alman emperyalizmi ekonomik gücüne eşlik etmesi gereken politik, diplomatik ve askeri gücünü de büyütebilecektir. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu planları, Avrupa federasyonuna ilişkin açıklamaları Almanya’nın bu hedef doğrultusunda attığı adımlardır.
İngiltere için ise AB, Almanya-Fransa eksenli gücü kırma hedefi olarak nitelendirilebilir. ABD’ye bıraktığı en büyük emperyalist güç rolünü tarihsel olarak halen sürdürdüğü dünya siyaseti ve diplomasideki üstünlüğünü, uluslararası yatırımlarının garantörü olan ABD’nin ekonomik ve askeri gücüyle birleştirerek, emperyalist yeniden konumlanışta güç kazanan Almanya merkezli odağın dışında yer almak üzere adım atmıştır. Schengen uygulamasının dışında kalmış ve Avrupa para birimi Euro’yu da kabul etmemiş olan İngiltere AB içerisinde ABD ile siyasi ve ekonomik yakınlığını korumuş, birlik içerisindeki siyasi hamlelerini ise Almanya-Fransa eksenini zayıflatmak üzere planlamıştır.
2008’le başlayan kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte AB’nin merkez ülkeleri ve bu ülkelerle diğer AB üyeleri arasındaki rekabet ve çelişkiler daha da keskinleşti. İngiltere’nin birliğe katılmasının esas nedeni olan Avrupa’nın Almanya ve Fransa arasında bölüşümünü engelleme hedefi gerçekleşemediği gibi, özellikle Almanya’nın güçlenmesi de engellenemeyecekti. İngiltere için AB’den çıkma, Almanya merkezli birliği istikrarsızlaştırarak zayıflatma ve dağılmanın önünü açma seçeneği gündeme gelecekti.
Bu krizin birlik içerisinde en fazla sarstığı Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler İngiltere’nin siyasi müdahalesine daha açık hale gelmesine rağmen AB’nin Almanya merkezli olarak İspanya, Portekiz ve Yunanistan krizlerini dağılmadan atlatması İngiltere’nin bu hamlelerini de boşa çıkardı.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki emperyalist rekabette de eski gücünü gösteremeyen ve tökezleyen İngiltere için yeniden paylaşımın etkin ve güçlü bir unsuru haline gelmenin yolu Brexit olarak adlandırılan AB’den çıkış mı olacaktı? Yoksa Brexit İngiltere için daha kötü zamanların miladı mı olacak? Geçtiğimiz yaz aylarında ülkede yapılan halk oylamasıyla sağ yükselişten yararlanan İngiltere sermaye sınıfı için yeni yayılmacı politikalar kitle desteğini arkasına mı aldı? Yoksa buradan bir işçi sınıfı hareketi beklemek gerçekçi mi? Bunu önümüzdeki süreç gösterecek.
İngiltere’nin AB’den ayrılması, kapitalist dünyada rekabet ve çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, emperyalist güçler arasında değişen güç dengelerine bağlı olarak bir yeniden paylaşımla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır.
Brexit sonrası İngiltere ile birlikte AB’nin de ağır ekonomik ve siyasal krizlerle yoluna devam edeceğini söyleyebiliriz. Emperyalizmin yeniden paylaşımına ve emperyalist ülkelerin yeniden konumlanışına bu verilerden yola çıkarak bakmak gerekiyor. İngiltere daha da ağırlaşan ekonomik krizin üstesinden ABD ile emperyalizmin merkezini paylaşma hedefiyle gelmeye çalışırken, AB’yi, etkisinin olduğu devletler aracılığıyla istikrarsızlaştırmayı da sürdürecektir. Bir yandan da İngiltere’nin AB içindeki varlığının örttüğü Almanya ile Fransa arasındaki çelişkiler Brexit kararı sonrasında görünür hale gelecektir.
Sistem içerisinde hegemonyası ciddi oranda sarsılan ABD emperyalizminin birliğe dönük olarak İngiltere üzerinden bu çelişkileri nasıl değerlendireceğini de önümüzdeki dönem göreceğiz. Brexit’in hemen ardından Varşova’da yapılan NATO toplantısında Rusya’nın baş düşman olarak ilan edilmesi, Rusya’yla sınırı olan AB ülkelerindeki NATO kuvvetlerinin arttırılarak yeni silahların yerleştirilmesi “Rus tehdidi” adı altında emperyalizmin askeri tahkimatı anlamına gelirken, bunu Almanya’nın da askeri olarak güçlenmesine bir gözdağı ve konumlanış olarak okumak gerekir.
Kapitalist dünyadaki rekabet ve çelişkileri de görünür kılan Brexit ve buna bağlı süreç, Avrupa Birliği efsanesi nezdinde emperyalist bir yeniden paylaşımdır. Bu süreç emperyalist güçler arasında bir yeniden konumlanışla sona mı yaklaşmaktadır, yoksa Almanya merkezli yeni tahkimatın eşiğinde midir? Önümüzdeki süreç bu sorunun cevabını verirken, emperyalizmin kurduğu birliklerden istikrar, barış, demokrasi ve refah bir yana, emeğin kazanımlarının çıkabileceğini beklemenin en hafif deyimle nasıl bir aymazlık olduğunu da tarihsel süreç gözler önüne bir kez daha serecektir.
Sermayenin yeni üretim rejimi: Endüstri 4.0
Almanya 2008 krizinden, Merkel’in deyimiyle, “her zamankinden daha güçlü çıkarken” 2009 yılını yüksek büyüme oranıyla kapatacaktı. Avrupa’nın ve dünyanın diğer ülkelerine kıyasla işsizlik oranı, sermaye kesimlerinin deyimiyle, “istihdam mucizesi” olarak adlandırılacak derecede düşüktü. İhracata dayalı sanayi ile bu oranları yakalayan Almanya, sermayenin krizine de yanıt olarak, 2011 yılında Endüstri 4.0 veya Dördüncü Sanayi Devrimi olarak adlandırılan, bilişim teknolojileri ile endüstriyi bir araya getirmeyi hedefliyor.
Krizin kısa erimli ve geçici olmadığı itkisiyle hareket eden emperyalist Almanya’nın 2011 yılında başlattığı Endüstri 4.0 iki yılda bir kapsam ve bütçesini ikiye katlayarak sürdürdüğü, diğer kapitalist ülkelere de yayılmaya başlayan bir “yüksek teknoloji, yüksek organizasyon, yüksek entegrasyon” projesi. Uzun erimde, üretimde yeni ve daha üst bir üretkenlik ve siber-entegrasyon düzeyine geçişi sağlayacak, “siber-fiziksel sistemler”in geliştirilmesini öngörüyor.[6]
Endüstri 4.0’ın arkasında yatan, kapitalizmin yapısal krizinin ancak uzun erimli ve daha üst bir entegre üretim (sömürü) kapasitesine geçişle aşılabileceği, bunun için de ekonomik, toplumsal, siyasal daha büyük ve daha yıkıcı içsel dönüşüm süreçleri gerektiği stratejisidir. Bu da daha yüksek artı-değer sömürüsü ve paylaşımda daha büyük pay kapmak anlamına gelen daha yüksek teknoloji, daha yüksek entegrasyon, daha yüksek organizasyon anlamına geliyor.
Almanya ile başlayan ve diğer emperyalist ülkelere de yayılan Endüstri 4.0’ın özünde yatan açıktır: Kapitalizm kriz koşullarında bile üretici güçleri geliştirir, fakat artık eskiyen ve kendisini de tehdit etmeye başlayabilecek daha şiddetli çelişkiler üreten düzlemde tedrici gelişim yetersizdir. Bu durumda sermaye birikimini daha üst, daha entegre bir düzeye çıkartacak, bilimsel, teknolojik, organizasyonal, eğitsel, siyasal, ideolojik ve kültürel bir üretkenlik (artı-değer kapasitesi) yükseltimi zorunludur.
İngiltere’nin Brexit kararı ardından Alman şansölyesi Merkel bir yandan Brexit’i, “Avrupa tarihinde bir kırılma olarak” nitelendiriyor ve Avrupa’da belli başlı güç odakları arasındaki patlamaya hazır çelişkilerin yeniden savaşa dönüşmeyeceğine dair bir garanti olmadığına işaret ediyor. Ancak öte yandan “Alman hükümeti bu süreçte Alman vatandaşlarının ve Alman ekonomisinin çıkarlarını nazarı dikkate alacaktır” sözleriyle Endüstri 4.0’ı geliştiren bir emperyalist ülke olarak emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşımdaki ve rekabetteki yerini tahkim ediyor.
ABD-Çin-Rusya
1980’lerde krize çare olarak emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” ekonomik çıkış arayan Çin için de yeni bir reçete sunacaktı. Ekonomisini büyütme hedefiyle yeni kaynak arayışındaki ülke için sıkışmış olan ABD ekonomisi bir fırsat olurken, ABD sermayesi için de bu ülke düşük maliyetli tüketim malları anlamına gelecekti.
Böylece, bu ilişkide giderek büyüyen ihracata dayalı ekonomisini güçlendirirken ABD pazarı ana tüketici, Çin yatırım pazarı ise esas üretici haline gelecekti. 2001 yılında ABD’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün kapılarını Çin’e açmasıyla birlikte Çin, emperyalizmin yeni üretim rejimlerinin sağladığı üretimin parçalanması, emek sömürüsünün artması anlamına gelen esneklik “avantajını” değerlendirerek, başta ABD olmak üzere, dünya pazarlarında ana üretici gücünü kazanacaktı.
ABD’deki geniş para politikaları, başlıca uluslararası/ulusötesi şirketler tarafından Çin’de üretilmiş malların ana piyasaları haline gelen ABD’de ve Avrupa’da bir tüketim patlamasını getirdi. Bu süreç eliyle yaratılan ihracat fazlaları, Çin hükümeti tarafından ABD hazinesine yatırıldı, böylece ABD’de faiz oranlarının kontrol altında tutulmasına yardımcı oldu.[7]
Görünüşte, verimli bir döngü oluşturulmuştu. ABD, Çin’den yaptığı ithâlâtın bir sonucu olarak büyük ticaret açıkları verirken, bu açıklar Çin’in ticaret fazlalarıyla finanse ediliyordu. Bu durum 2008’de sermayenin yapısal krizine dek sürdü.
2007’de büyük kapitalist ülkelerdeki geniş para politikalarının merkezindeki içsel çürüme giderek daha görünür hale geliyordu. 2008’de, yatırım bankası Lehman Brothers’ın çökmesi ve tüm küresel mali sistemin neredeyse iflasıyla birlikte bu çürüme patlayarak yayılacaktı.
2008’in son aylarında ve 2009’un başında 23 milyon işçi işini kaybederken, mali kriz Çin’deki ihracata dayalı büyümeyi neredeyse durma noktasına getirdi.
ABD’de ise sanayi istihdamında büyük bir düşüş yaşanacaktı. 1952’de %32 olan sanayide yeni istihdam oranı, 2016 yılı sonunda %8,5’e kadar gerileyecekti.
2008 öncesi dönemde ticaretin dünya hasılasındaki yerine bakarsak ihracatın 1986’da %17’den 2008’deki krizi öncesinde %31,5’e yükseldiğini görüyoruz.
Uluslararası ticaretin, emperyalizmin askeri yatırımları ve transferlerini güçlendiren bir nitelik taşıdığını unutmamak gerekir. Çin’le ticaretini sürdüren ve bir anlamda ekonomik bağımlılık ilişkisi olduğu söylenebilecek olan ABD’nin; diğer yandan Asya Pasifik’teki müttefikleri olan Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi ülkelerle askeri alandaki yatırım ve üslerini hatırlatalım ve Güney Çin Denizi’nde artacak olan gerilimin bu ticaret-askeri güç ve yatırım dengesini bozabileceğini de geçerken söylemiş olalım.
ABD, Çin’in büyüyen ekonomik etkisini kırma yolları ararken, Çin yeni hammadde ve pazarlara ulaşabileceği bir başka hamleyi gerçekleştiriyor. Yeni İpekyolu olarak da adlandırılan 13 bin kilometreden uzun Trans-Avrasya Demiryolu Hattı Çin’in doğusu ve batısını birbirine bağlarken, Kazakistan, Rusya, Belarus, Polonya, Almanya, Fransa ve İspanya’ya yük taşıyabilecek büyük bir kapasiteye sahip.
Öte yandan, Çin’in uzun dönemli yükselişi ABD için bir tehdit oluşturmaya devam ederken, askeri kapasitesini yeniden yapılandırmaya dönük geniş kapsamlı bir strateji değişikliğinin ipuçlarını veren ABD, hava ve deniz kuvvetlerine dayanan ve esas itibariyle Asya-Pasifik bölgesinde, Çin’i kuşatmaya dönük bir stratejiye soyunuyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında yapısal değişim ve dönüşüm geçiren kapitalist Rusya’nın bugün ekonomisindeki en büyük pay petrol, doğal gaz ve silah satışlarından gelmektedir. Hammadde ihracatına ve sanayi ürünleri ithâlâtına dayalı Rusya ekonomisinde yabancı sermaye yatırımlarında ağırlık, ABD’den Avrupa Birliği ülkelerine kayarken Rus sermayesinin de uluslararası transferinin olduğu gözlemlenmektedir.
Veriler, Rus sermayesinin ABD’deki yatırımlarının Rusya’daki ABD yatırımlarından 10 kat daha fazla olduğunu gösterirken, Rusya pazarında Alman ve İngiliz sermayesi de yatırımlarını ağırlıklı olarak enerji sektöründe arttırıyor. Öte yandan Rusya’nın, Çin ve İran’la ABD ve AB’nin ekonomik yaptırımlarına karşı, stratejik ve güvenlik konularında birlikte hareket etmek üzere imzaladığı anlaşmalara Çin’le 30 yıllık ve 400 milyar dolarlık gaz temini anlaşması eklenirken, Rusya ekonomik ve siyasi işbirliklerini güçlendirme adımları atıyor.
Öte yandan emperyalizmin yeniden paylaşım sürecine girdiği yapısal krizle birlikte Rusya’nın gerek Doğu Avrupa gerekse Kafkaslar ve Ortadoğu’da elinde bulunan mevzileri korumak üzere adımlar attığını söylemek mümkün.
Ukrayna bir örnek olarak verilirse, Rusya yanlısı yönetimin yıkılmasıyla birlikte NATO’nun yığınak yaptığı sınırına yakın olan Donbass bölgesinde ve Kırım’da etki alanını korumaya çalışıyor.
Suriye başlığında ise, tarihsel bir yakınlığın söz konusu olduğunu ve Suriye Devleti ile uzun yıllara dayanan ilişki ile birlikte bu mevziiyi kaybetmemek üzere ülkenin emperyalizm karşısındaki direnişine destek verdiğini söylemek gerekir. Putin’in Rusya’nın Suriye’deki pozisyonunu açıklarken kullandığı “Rusya’yı korumak” ifadesine buradan bakmak gerekiyor. Benzer bir durumun Kafkaslar için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Bütün bunlar 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte ve özellikle son yıllarda ABD emperyalizminin Doğu Avrupa’da NATO üyelikleri ve Kafkaslar’da “ittifaklar” üzerinden yığınak yaptığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Tarihsel olarak sahip olduğu siyasi, askeri ve ekonomik mevzileri elinde tutmaya çalışan Rusya, Suriye, Ukrayna, Kafkaslar gibi ülke ve bölgelerdeki hamleleriyle ABD ve müttefiklerinin hareket alanını da belli bir oranda daraltıyor.
Ortadoğu ve Türkiye
Ortadoğu’da emperyalizmin varlığının kabaca ‘Britanya Hindistan Ofisi’nin 19. yüzyılın ortalarında “Ortadoğu” tabirini kullanmasıyla ve aynı yüzyılın sonunda İngiltere’nin Hindistan ticaret yollarını korumak için Basra Körfezine nüfuzuyla başladığını söyleyebiliriz.
ABD’nin bölgedeki rolünün ise 1. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde başladığını tespit etmiştik. ABD bu dönemde, rakibi olan emperyalist güçler arasından sıyrılarak güç kazanmaya çalışıyor, paylaşım sürecinin aktörlerinden biri olmak üzere adımlar atıyordu. “Açık kapı politikası”[8] bu adımlara eşlik eden doktrindi. ABD, Ortadoğu’da “açık kapı politikasını” savunurken Ortadoğu’yu emperyalistler arası rekabette paylaşım alanı haline getiren petrol kaynaklarına erişimi göz önünde bulunduruyordu.
- Dünya Savaşı’nı takip eden dönem artık Pax Americana’dır. ABD bir yandan, ekonomik ve siyasi gücünü Avrupa pazarında bir koyup beş almak için Sovyetler Birliği tehdidine karşı kullanırken, diğer yandan İngiltere ve Fransa’nın nüfuz bölgelerine gözünü dikiyordu.
1950’lerin sonuna gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin dünya ülkeleri ve halkları üzerindeki ilerletici etkisi Ortadoğu’da da etkisini farklı biçimlerde gösteriyordu. Bölgede BAAS siyasetinin baskın bir hareket haline gelerek anti-emperyalizmin güç kazanmasıyla birlikte, bu bölge emperyalizm için sosyalizm karşıtı cephelerden biri haline gelecekti. BAAS’a içkin olan Arap milliyetçiliği ABD emperyalizmi için önceleri bir avantaj olarak değerlendirilirken, bölgede bir yandan güçlenen ve sosyalizmden ideolojik ve siyasi olarak etkilenen hareket Washington için tehlikeli bir hal almaya başlıyordu.
ABD, İngiltere’nin işbirliği ile 1953’te İran petrol sanayiini millileştiren Musaddık’ı devirmiş, 1957’de Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında uygulamaya koyduğu Truman Doktrini’ni Ortadoğu’ya taşımaya karar vermişti. ABD Başkanı Eisenhower’ın, kendi adıyla açıkladığı yeni doktrin, sadece Ortadoğu’da değil, Türkiye’de de ABD emperyalizminin kanlı sayfasını açacaktı.
1952 yılında “İngiliz sömürgeciliğine son verilmesi, onun işbirlikçi yöneticilerinin uzaklaştırılması, feodalizmin kaldırılması, devletin yabancı sermayenin kontrolünden kurtarılması, güçlü bir milli ordu kurulması ve demokrasinin yeniden inşası” hedefiyle monarşiyi yıkan Cemal Abdül Nasır önderliğindeki Mısır Süveyş Kanalı’nı millileştirecek ve 1958 yılında Suriye ile Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne adım atacaktı. 1958’deyse Irak’ta Haşimi hanedanı devrilerek cumhuriyet kurulacaktı. Bölgedeki bu ilerici hareketlenme Suudi monarşisinin bile 1961’de ülkedeki ABD üssünün boşaltılmasını istemesine kadar varacaktı.
Ancak, Birleşik Arap Cumhuriyeti girişimi Suriye’de BAAS’ın yaşadığı iç karışıklık sebebiyle 1961 yılında sona erecek, 1967’deki Arap-İsrail savaşı sonucu İngiltere’nin hamiliğinde kurulan İsrail, Sina Yarımadası’nı, Golan Tepeleri’ni ve Filistin’in Gazze Şeridi ile Batı Şeria’yı işgal ederek topraklarını dört katı büyütecekti. Altı Gün Savaşı olarak anılan bu savaş İsrail’in ABD için bölgedeki önemini teyit edecekti.
ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki “altın çağı” böylece başlıyordu. Filistin Kurtuluş Hareketi yalnızlaşmış, Mısır’da iktidara ABD emperyalizminin kayıtsız şartsız “müttefiki” olan Enver Sedat geçmişti. Sedat’ın devlet başkanlığındaki Mısır, 1978 yılında Camp David anlaşmasıyla İsrail’i tanıyacaktı. Böylece ABD emperyalizminin bölgedeki taşeronlarına İsrail, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye’den sonra Mısır da ekleniyordu.
1979 yılına gelindiğinde, İran’da Şah’ın devrilmesi ABD için büyük bir kayıp olacak ancak, Eisenhower Doktrini Afganistan coğrafyasında işe yarayacaktı.
1974 yılında “petrol krizi” olarak açığa çıkan krizle boğuşan emperyalizm için İran’da Şah’ın devrilmesi bölgedeki hegemonyası için ciddi riskler barındırıyordu. ABD ve Avrupalı emperyalistler için İran’ın bölgede büyük bir petrol gücü olması kabul edilemezdi.
Irak’la tekrar yakınlaşmaya çalışan ABD için bir fırsat daha doğmuştu. İran’ın karışık iç siyasi durumunu fırsat olarak gören Irak’a silah ve maddi desteğini sunarken 8 yıl sürecek İran-Irak savaşının her iki ülkeyi de yıpratmasını fırsata çevirecekti.
ABD emperyalizmi için 1991 yılındaki Körfez Savaşı yeni bir yayılma ve hegemonya tahkimatı anlamına gelecekti. ABD için bu savaş bir yandan dünya petrol rezervlerinin 2/3’ünün mevcut olduğu bir bölgeye yeniden yerleşerek rakipleri karşısında elini güçlendirirken, diğer yandan askeri gücünü sergilemek demekti. 11 Eylül’ü fırsata çeviren ABD bu gücünü Afganistan’da da göstermekle kalmıyor, gerek Afganistan üzerinden gerekse NATO’nun genişlemesiyle Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya yayılma imkanı elde ediyordu. NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi ve özellikle de Bosna ve Kosova müdahaleleri, daha önce Moskova’nın denetimindeki bölgelere Amerikan güçlerinin yerleşmesini sağladı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte gücünü tahkim etmek ve emperyalist paylaşımda aslan payını alırken rakiplerinin güçlenmesini engellemek üzere hamleler yapan ABD emperyalizmi için dünyanın en büyük petrol yataklarına ev sahipliği yapan Ortadoğu bir fırsat olarak görülecekti. “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan süreç böyle başladı.
Ancak, Afganistan ve Irak ABD emperyalizmi için bataklığa dönüşecek, tek taraflılığa ve “önleyici savaş” doktrinine dayanarak saldırganlığını arttıran ABD için müdahale alanında başka bir sayfa açılacaktı.
ABD emperyalizminin hegemonyasındaki gerilemeye İran’ın bölgedeki etkisinin artması, Irak’ta Şiilerin gücünün sürmesi, Hizbullah’ın bölgede artan meşruiyeti gibi bir dizi siyasi gelişme eşlik edecekti.
Kapitalizmin kriziyle de birleşerek ABD’nin öncülüğündeki emperyalist güçler için bir gerileme dönemine girilirken, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayını olan Foreign Policy’nin “Arap Baharı” olarak adlandırdığı süreç bir kaç istisna dışında (Suudi Arabistan, BAE, Katar gibi) tüm Arap dünyasına yayılacak, Mısır’da Mübarek’in iktidardan indirilmesi, Libya’da Kaddafi’nin insanlıktan utandıracak şekilde katledilmesiyle sürecek, Suriye’de altı yıldır süren savaşla duvara toslayacaktı.
Öte yandan, “Arap Baharı” dünyada hegemonyası sarsılan ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin Ortadoğu’da yeni bir hamleyle coğrafyanın haritasını değiştirmesi için maniple edilecek bir araç oldu. Artık emperyalizm için kendi askeri gücünü göstererek hegemonyasını pekiştirme askıya alınmış, gerek işbirlikçi devletler, gerekse islami gericiliğin aktif rol aldığı bir çeşit “vesayet” savaşı süreci başlıyordu.
Bölgede İran’ın etkisinin artmasıyla birlikte meşruiyeti neredeyse tartışılmaz hale gelen Lübnan Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii eksenini Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Kuzey Afrika’daki Sünni ülkelerle kuşatmak üzere adım atılıyordu.
Emperyalizmin karşı karşıya olduğu kriz açıktır: ABD 2. Dünya Savaşı sonrası sahip olduğu egemen konumundan göreli bir gerileme içerisindedir ve bu göreli gerileme uluslararası kapitalist sistemde hegemonya krizi demektir. Bu hegemonya krizi, başka bir ülkenin bu boşluğu dolduracak konumda olmaması nedeniyle sistemde belirsizliklere yol açmaktadır.
- Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren sermayenin dünya ölçeğinde yeniden üretilmesinin politik ve askeri garantörü olan ABD’nin bugün bu işlevini yerine getirebilecek bir başka güç henüz yoktur.
Bütün bu verili durum, tarihsel arka plan ve sermayenin dünya çapındaki yapısal krizi ve belirsizliğin Türkiye’deki etkileri, bugün ülkenin emperyalist yeniden konumlanış ve paylaşımı olarak ifade edilebilecek zemindeki yerini de ortaya koyuyor.
Bu etkilerin ve süreçlerin yapısal olarak yeni olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Türkiye, özellikle 1980’lerle birlikte ağırlıklı olarak ABD ve İngiltere ile eş zamanlı ve eş güdümlü (bağımlı) siyasi adımlarla sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşımı doğrultusunda bir dönüşüm geçirmiştir. 1980’lerle birlikte dünya sermayesinin yeniden yapılandırıldığı ve emperyalist konumlanışın gerçekleştiği döneme tekabül eden 24 Ocak 1980 kararları, başka siyasi başlıklarla birlikte, ABD emperyalizminin dahli ile gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve Özal ile gelen dönüşüm süreçleri bunun en bilinen örnekleridir.
Türkiye’nin ekonomik, siyasi, güvenlik/askeri yapısı, 2. Savaş sonrası dönemde, ABD emperyalizmi çevresinde kurulan güvenlik “ittifakının” ve uluslararası sermayenin gereksinimlerine göre şekillenmiştir.
Tarih, yeniden, Lenin’in emperyalizm tezini doğrularken (ekonomik kriz, finansallaşma, gerileyen hegemonyacı güç, büyük güçler arasında yeniden paylaşım rekabeti) bu bağımlılığın emperyalist rekabet sisteminde yeniden konumlanışla ilgili olduğunu söylemek mümkündür.[9]
Türkiye
1923’te emperyalizme karşı bir mücadelenin ürünü ve tarihsel bir ilerleme olarak kurulan Cumhuriyet Türkiye’si, 1930’lardaki sermayenin krizinin yıkıcı etkilerini ekonomide devletçilik-korumacılık ile savabilmişti. Türkiye, cumhuriyet tarihinin ilk ciddi sanayileşme aşamasını da bu dönemde başlatmış, ekonomisini görece koruyabilmişti. O dönemde uygulanmış olan devletçi ekonomi modeli, ulusal tasarruflara dayalı ve planlı bir birikim sistemini devreye sokarak Türkiye’nin küresel kapitalizmin yıkıcı dinamiklerinden korunmasında etkili olmuştu.
1944 Bretton Woods ile birlikte Pax Americana’nın egemen olduğu dünyada 2. Savaş sonrası yıkılmış bir Avrupa, ABD için bir yandan Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle, diğer yandan savaş sonrası hızla büyüyen ABD ekonomisi için kârlı bir pazardı.
Böylece hem Avrupa’da sosyalizmin yayılmasından korkan, hem de Avrupa’ya aktarılacak sermaye birikiminin sonunda kendi sanayiine geri döneceğini hesap eden ABD, 1947’de Marshall Planı’nın temellerini atmış, 1948 yılında Plan resmi olarak yürürlüğe konulmuştur.
Yunanistan ve Türkiye için ise, acil yardım adı altında, planın resmiyete dökülmesini beklemeden, Truman Doktrini bağlamında “komünizmle mücadele” merkezli bir hamleyle 1947 Ocak’ında para yardımları başlatılmıştır.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Catlett Marshall’ın planı açıklarken “Amerika’nın Avrupa’daki menfaati iktisadi olduğu kadar da siyasidir. Avrupa ülkeleri en iyi geleneksel müşterilerimiz olup, dünya ticaretinin gelişmesinde önemli rol oynamaktadırlar. Eğer Avrupa’da durum bozulmaya devam etseydi, bütün Amerikan ticareti bundan zarar görürdü. İhracat ulusal ekonomimizin bel kemiğini teşkil etmektedir. Bu nedenledir ki; Amerikan malları için daha büyük bir pazar olabilecek kuvvetli ve sağlam bir Avrupa meydana getirmenin menfaatimiz icabı olduğu açıktır.” sözleri durumu açıklıkla ifade edecekti.
Marshall Planı’nı sadece sosyalizme karşı bir önlem değil, esas olarak Bretton Woods’la ortaya konan ve ABD hegemonyasının kabulü anlamına gelen yeni ekonomik düzenin önemli bir aşaması olarak görmek gerekir.
Marshall Planı’nın tamamlayıcısı olduğu Truman Doktrini’nin mucidi ABD Başkanı Truman 12 Mart 1947’de “Birleşik Devletlerin silahlı azınlıklar veya dış baskılarla karşılaşan özgür ulusları destekleme politikasına sahip olması gerektiğine inanıyorum” derken Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini istemiş, bunun Ortadoğu’da etkin olmak için gerekli olduğunu belirtmiştir. Akabinde, Yunanistan’a 300 milyon, Türkiye’ye de 100 milyon dolarlık yardım yapılması ABD Senatosu’nca onaylanmıştır.
Savaş sonrasında Türkiye’nin Truman Doktrini çerçevesinde Marshall Planı kapsamına alınmasıyla, 1946-1960 yılları arasında uygulanan Amerikan kredi ve hibeleri Türkiye’nin ABD emperyalizmine bağımlılığının temellerini güçlendirecektir.
Demokrat Parti iktidarı ile birlikte 1950’lerde NATO’ya üye olan Türkiye’de, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarılırken, kamu yatırımlarının özel yatırımları teşvik edeceği bir politika izlenir.
1960’larla birlikte Türkiye’de kapitalizm sanayi yatırımlarıyla gelişirken işçi sınıfı hareketi de kitleselleşir.
Türkiye, esas olarak 1950’lerde emperyalizmin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenen sistemle bütünleşmiş, bir daha da buradan kopmamış, tam tersine bağımlılığı gerek kırılgan ekonomik ve siyasi yapısı, gerekse emperyalizmin kurumları aracılığıyla özellikle kapitalizmin kriz dönemlerinde pekişmiştir.
1970’lerde kapitalizmin dünya çapındaki krizi karşısında Keynesciliğin yerini (devletin iktisadi devlet teşebbüsleri ile birlikte eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek, özelleştirmelerin önünü açmasıyla) tamamen piyasanın serbest rüzgarlarına bırakması ile hayata geçecek olan yeniden yapılanma Türkiye’de de 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte gerçekleşecekti. TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül karanlığında “Bugüne kadar hep onlar (işçiler) güldü, bundan böyle biz güleceğiz” sözleri sermayenin uluslararası iş bölümüne uygun olarak gerçekleştirilecek dönüşümün özünü ortaya koyacaktı. Bu süreçte getirilen ekonomik model Türkiye’nin dış borç yükünü altından kalkılamayacak bir düzeye getirecek, ülke ekonomisinin hem kırılganlığı hem de dış bağımlılığı eskiye göre çok daha fazla artacaktı.
IMF-Dünya Bankası ve uluslararası finans kuruluşları tarafından hazırlanan ve Türkiye’ye dayatılan ekonomik-sosyal program, siyasal ifadesini 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve rejimiyle bulacaktı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık 35 yıldır sürdürülen ithal ikameci bağımlı ekonomik yapı, ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlarca bağımlı ekonomilere dayatılan neo-liberal program doğrultusunda, Türkiye’de adım adım tam liberal ve ihracata dayalı bağımlı ekonomik yapı inşa edilecek, bu darbeyle birlikte 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiye sürecinde son kavşağa girilecekti.
Bu sürecin siyasi ve ideolojik boyutları ise dinci gericilikle birlikte liberalizmin beslediği yerelcilik, kimlikçilik, milliyetçilik gibi insanlık tarihinde daha geri örgütlenmeler olacaktı. Devletin çekildiği kamu alanını “sivil toplum”, dinci cemaatler ve yardım kuruluşları dolduracak, böylece her türden gericilik toplumsal düzeyde ideolojik ve siyasi olarak örgütlenebilecekti.
Öte yandan, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD emperyalizminin “ittifakları” içerisinde dengelere oynayarak yol almış olan Türkiye kapitalizmi, 1990’ların başında sosyalizmin çözülmesiyle birlikte dış siyasette belirsizliklerle karşı karşıya kalacaktı.
28 Şubat 1997 ile birlikte Türkiye’de başlayan süreçte TÜSİAD ve burjuva partilerine eşlik eden İslamcı kesim açıkça ABD’nin çizdiği hatta sıralanırken, sermayenin ihtiyaçları ve siyasi dönüşüm, islamcıların ABD emperyalizmiyle yakınlığını pekiştirdi.
1990’ların sonlarında ABD’nin “siyasal islam stratejisi” Morton Abromowitz, Paul Henze ve G.Fuller gibi Türkiye uzmanları ve yöneticiler tarafından “Türkiye’de Kemalist dönem bitmiştir. Ortadoğu’da ılımlı İslam’ın önderi olun” ifadesiyle dillendiriliyordu.
2000’lere gelindiğinde Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün başını çektiği Milli Görüşün “Küresellik ve entegrasyona karşı tereddütleri olmayan” “Yenilikçilerinin” önü açılmıştı. Sermayenin 2001’deki krizi AKP’yi iktidara taşıyacaktı.
Türkiye’de güçlenen dinci gericilik emperyalizmin bizzat bu aracı kullanarak Ortadoğu’da bir yeniden yapılanma hedefiyle uyumlu gelişirken, emperyalizmin askeri ve siyasi hamlelerine uyum ve destek de sürekli hale gelmiş, AKP bu sürecin taşıyıcı misyonunu üstlenirken, emperyalizmden aldığı desteğin karşılığını misliyle vermiştir.
Küresel kapitalizme eklemlenen Türkiye sermayesinin siyasi temsilcisi olan AKP’nin BOP Başkanlığı’ndan stratejik ittifak ve derinliğe varan emperyalizm işbirlikçiliğiyle, Ortadoğu’da güç haline gelme hedefinin Türkiye sermaye sınıfının bölgedeki arayışlarından bağımsız olmadığı açıktır. Dolayısıyla, Türkiye sermaye sınıfının, AKP’de vücut bulan ve liberalizmin beslediği dinci gericilikle herhangi bir sorunu olmadığını özellikle bugün bir kez daha söylemek gerekir.
Uluslararası sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşım ve konumlanışı Türkiye’nin bu güçlerle bağımlılık ilişkisi ve daralan hareket alanı ile birlikte sermaye sınıfının yönelimlerine eşlik eden “açılımlarla” belirlenen bir döneme giriliyor. Sermaye sınıfının ihtiyaç ve olanaklarının oluşturduğu basıncın emperyalist hegemonyadaki gerilimlerden muaf olmadığını, tam aksine burada açığa çıkan sürtünme ve yönelimlerin belirleyiciliğinin arttığını ifade etmek gerekir. Türkiye kapitalizminin bütün bunlara uyum sağlayacak şekilde eşlik edecek olan bir iç siyasi düzenlemeye ve onun zeminini oluşturacak ideolojik formasyona ihtiyacı vardır. Türkiye’deki yeni anayasa ve “darbe girişimi” hamlesini de bu bütünlükte değerlendirmek gerekir.
Bölge ölçeğinde bir güncelleme yapmak gerekirse, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu projesi olarak adlandırdığı bölgede İran’ı kuşatacak bir şekilde Suriye ve Irak’ın parçalanması henüz sonuçları itibariyle belirsizdir. Ancak, emperyalizmin burada belirli bir düzeyde yol aldığı da açıktır.
Suriye’nin direnci parçalanmanın önünü kesmiştir. Ancak, kuzeyde özerk Kürt bölgesi halen gündemdedir. Rusya’nın pozisyonu ve ABD emperyalizminin Rusya ile daha yumuşak bir sürece yönelme ihtimali de bu süreçte göz önünde bulundurulmalıdır. Irak için ise parçalanma sürecinin başladığını söylemek mümkündür. Barzani merkezli bir Kürdistan kuruluşuna adım atılması emperyalizmin bölgede hedeflediği İran’ı etkisizleştirme sürecinin parçasıdır. AKP iktidarının yükselen İran “karşıtlığı” ABD emperyalizminin bölge politikalarından bağımsız olmadığının ifadesidir.
AKP iktidarının Suriye yenilgisini ve bununla birlikte ülkenin kuzeyinde ortaya çıkan durumu hesap hatası ve uyumsuzluk olarak değil, ideolojik ve siyasi perspektifi nedeniyle öngörememesinde aramak gerekir. Bu da uyumsuzlukla değil, yetersizlik ve manevra kabiliyetindeki eksiklikle açıklanabilir.
ABD emperyalizminin bölgedeki müttefikleri Türkiye, Kuzey Irak Kürt yönetimi ve PYD’dir ve bölgeye yerleşmesinin zemini Barzani merkezli Kürt devleti ile ona eşlik edecek Suriye’deki Kürt özerk bölgesidir. Türkiye sermaye sınıfı açısından ise bağımlılık ilişkisinin sona erdirilmesi gibi bir gündem yoktur, olamaz. Dolayısıyla ABD öncülüğünde emperyalizmin bölgeye yerleşmesi AKP iktidarı, düzen muhalefeti ve sermaye sınıfı için bir olumsuzluk olarak okunamaz. Bütün bu aktörlerin konumlanışları bölgede çizilmek istenen yeni haritada ve Türkiye’de kurulması hedeflenen yeni rejimde nereye yerleşeceklerinin gerilimidir.
Emperyalist sistem içerisinde başat olan ABD hegemonyası göreli olarak gerilemiş olsa da emperyalistler arasında bu hegemonyaya siyasi, ideolojik, askeri ve diplomatik olarak alternatif olacak, yerini dolduracak bir güç en azından şimdilik yoktur. Ancak, hamiliğini aşındıran gelişmelerin varlığını, bunların da özellikle bir çeşit bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunan Çin’in yükselişi, Almanya’nın artan ekonomik ve siyasi gücü olduğunu, mevzilerini korumaya çalışan Rusya’nın bu aşınmaya katkı sunduğunu tekrar vurgulamakta fayda var.
[separator type=”thin”]
[1] Sutton, Antony C. (2010), Wall Street and the Rise of Hitler, Clairview Books, s. 220.
[2] Kuruç, B. (2011), Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 43.
[3] Harvey, D. (2014), Postmodernliğin Durumu Kültürel Değişimin Kökenleri (Çev. S. Savran), İstanbul, Metis Yayınları, s.160.
[4] Yıldızoğlu, E. Kriz Üstüne Uzun Dönemli Bakış (Cumhuriyet 11.02.2008) Financial Times, 23 Ocak 2008.
[5] Lenin, V.I. (1990), Marx, Engels, Marksizm (Çev: V. Erdoğdu), Ankara, Sol Yayınları, s. 237.
[6] http://asia.nikkei.com/Business/Companies/Behind-Germany-s-new-economic-push.
[7] http://www.globalresearch.ca/american-chinese-tensions-in-the-trump-era-the-pitfalls-of-economic-codependency/5575365?utm_campaign=magnet&utm_source=article_page& utm_medium=related_articles.
[8] Açık Kapı Politikası (Open Door Policy), ABD’nin 19. yüzyıl sonunda ortaya attığı emperyalist doktrindir. 1899 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Hay tarafından hazırlanan doktrine göre ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler ayrı ayrı sömürgeci devletlerin yalnızca kendilerine özel nüfuz bölgeleri olarak kalmamalı, bütün sömürgeci devletlerin eşit olanaklar çerçevesinde yararlanmasına açık tutulmalıdır. Öz itibariyle, bir sömürge ülkesini yalnız bir sömürgeci devlet değil, diğer sömürgeci ülkeler de eşit haklarla sömürebilmelidir. Ortaya çıkış nedeni, ABD’nin Çin’i ABD sermayesi ve ihraç malları için en büyük pazarlardan biri olarak gözüne kestirmesine karşın, ülkenin 1. Çin-Japonya Savaşı’nın ardından Avrupa devletleri ve Japonya’nın nüfuz bölgeleri olarak bölünmesidir.
[9] Lenin, V.I (1979), Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, (Çev. Cemal Süreyya), Ankara, Sol Yayınları, s. 106–107.