Savaş sonrası dönemin uluslararası atmosferinde ve ekonomik büyüme döneminde filizleri atılan, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu ülkelerine ulusötesi bir sosyal hukuk rejimi modeli olarak sunulan Avrupa Birliği, tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor. 1970’lerin ortasına kadar Avrupa’ya hakim olan sosyal liberalizm ve refah devletinin ekonomik ve ideolojik birikimini kullanan, fakat aynı birikimi 1980’lerden bu yana tüketmekte olan Avrupa bir süredir model olma özelliğini yitirmiş durumda. Jessop’ın ifadesiyle Keynesçi ulusal refah devletinden ulus-sonrası Schumpeterci[1] çalışma rejimine geçişin en yalın örneklerinden biri olan AB[2], Euro bölgesi krizi, göçmen dalgası, ulusal parlamentoların elini zayıflatan anti-demokratik kurumsal yapısı ve milli aidiyetleri aşmakta başarılı olamayan kimlik sorunuyla bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor.
AB’nin sonunu ilan etmek için henüz erken, fakat birliğe olan inancın gittikçe zayıflamakta olduğu ve alternatif senaryoların yazılmaya başlandığı son derece açık. Bu ortamda AB’yi ve AB’nin sınırlarını doğru biçimde kavramak hayati önem taşıyor. AB’nin sınırları aynı zamanda barışçı bir tekelci kapitalizm tasavvuru olarak; ultra-emperyalist bir dünyada sosyal adacıklar peşinde koşan sol liberal ve sosyal demokrat siyasi reçetelerin de sınırlarına işaret ediyor. Bu yazıda AB’nin temel fay hatlarını ekonomik kriz ve politik tıkanma noktaları çerçevesinde tartışacağız.
Avrupa Birliği’nin dönüm noktaları
1940’ların sonuna gelindiğinde Avrupalı yöneticiler ellerinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasının milliyetçilik ve faşizm dalgası tarafından darmadağın edilmiş bir Avrupa buldular. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bütün Avrupa başkentlerini yıkmış, hem ekonomiyi, hem de burjuva demokratik siyasi kurumları önemli ölçüde aşındırmıştır. Faşizmin Sovyetler Birliği karşısındaki yenilgisi sosyalizmi Orta Avrupa sınırlarına kadar getirmiş, Doğu Avrupa bütünüyle sosyalizmin etkisi altına girerken Almanya ikiye bölünmüştür. Batı merkezli emperyalist-kapitalist sistem bu kriz ortamından çıkmak için siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri dayanaklara ihtiyaç duyar. Bunun sonucunda birbirlerinden ayrı anlaşılamayacak olan iki kurum oluşur: Avrupa Birliği (daha doğrusu AB’nin öncülleri) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, yani NATO.
AB ve NATO’nun varlık gerekçelerinden biri Avrupa’nın içinde bulunduğu kriz ortamıydı. Diğer önemli gerekçe ise faşizme karşı mücadele döneminin kapanıp, Orta Avrupa kapılarına dayanan komünizmle mücadele döneminin açılmış olmasıydı. Dolayısıyla AB’yi yalnızca geçmişteki faşizm deneyimine karşı bir demokrasi hamlesi olarak ele alır ve emperyalist-kapitalist karakterini gözden kaçırırsak AB’nin bugünkü krizlerini de kavrayamayız. AB, faşizm ve sosyalizmi bir ve aynı şey olarak göstermek, böylece faşizme duyulan tepkiyi sosyalizme kanalize etmek isteyen Batı sermayesinin ürettiği yeni bir siyasal rejimdir. Bir anlamda Kautsky’nin dünya savaşlarıyla yanlışlanan teorisine benzer türden yeni bir “ultra-emperyalizm” girişimi, yani tekelci kapitalist devletlerin federalist birliğini oluşturma çabasıdır. NATO ise ABD ve AB arasındaki askeri köprü ve komünizme karşı savunma hattı görevi görür.
AB’nin temelleri 1951 tarihli Paris Antlaşması’yla kurulan ve temelde ekonomik bir inisiyatif olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile Batı Almanya ve Fransa arasında atılır. İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg da topluluğa üyedir. 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kurulur. Bu topluluklar 1967 yılında Avrupa Toplulukları olarak birleştirilir. Zaman içerisinde topluluk, İngiltere, Yunanistan, Portekiz, İspanya, Avusturya, Finlandiya ve İsveç gibi ülkelerin katılımıyla birlikte genişler. İlk Avrupa Parlamentosu seçimleri 1979 yılında yapılır.
AB’nin resmen kurulması, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün hemen arkasından 1991 yılında Maastricht’te imzalanan ve 1993 yılında yürürlüğe giren antlaşmayla gerçekleşir. Bu antlaşmada parasal birlik ve Avrupa düzeyindeki sosyal politikaların temelleri de atılır fakat İngiltere her iki maddenin de dışında kalır. Euro para birimi 1999 yılında on bir üye ülke tarafından kabul edildiğinde İngiltere, Danimarka ve İsveç kendi para birimlerini tercih edecektir. Avrupa Vatandaşlığı ve Schengen paktı ile birlikte AB üyesi ülkeler arasındaki sınırlar önemsizleşmeye başlar. Bundan sonraki yıllarda AB’ye damgasını vuracak olan iki tartışma genişleme ve Avrupa Anayasası tartışmaları olacaktır. Birlik, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerini içine alarak genişlerken anayasa girişimleri Fransa ve Hollanda’daki referandum engellerine takılır. Anayasa krizi 2007 yılında imzalanan ve Anayasa girişimlerinin ruhunu önemli ölçüde barındıran Lizbon Antlaşması ile çözülür, fakat sorunlar burada bitmez.
2009 Avro bölgesi krizi ile Ukrayna ve Suriye iç savaşları AB’nin kredisini tüketmeye başlamış, Almanya ve Fransa gibi zengin ülkelerle Yunanistan ve İspanya gibi görece yoksul ve borçlu ülkeler arasındaki ekonomik çelişki AB’yi sarsmaya başlamıştır. Bunların üstüne eklenen ve önemli ölçüde Suriye’deki iç savaştan kaynaklanan uluslararası göç dalgası ve İngiltere’nin referandumla AB’den çıkma yoluna girmesi bardağı taşma noktasına getirir.
Avro Bölgesi krizi ve işsizlik
AB’nin borç krizinin temelinde Almanya ve İngiltere gibi zengin, kredi notu yüksek ülkeler ile Yunanistan, İspanya ve İrlanda gibi yüksek borç ve işsizlik – özellikle de genç işsizliği – oranlarına sahip ülkeler arasındaki çelişki bulunuyor. Maddi koşulları aynı olmayan ülkelerin ortak para birimi nedeniyle ortak kriterlere ve politikalara tabi tutulması, kreditör ulusların yurttaşları arasında aşağı çekilme ve engellenme duygusuna, borçlu ulusların yurttaşları üstünde milli ve ekonomik baskıya ve dolayısıyla da üye ülkeler arasında olumsuz ve çatışmacı görüşlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bunun en basit örneğini Yunanistan’daki krizin sebebini Yunanlıların “tembel” olmasına bağlayan neo-liberal argümanda görmekteyiz. Bu argümanın geçerli olmadığını görmek için AB üyesi ülkelerdeki işçi başına çalışma saatlerine bakmak yeterlidir. Borç krizinin zirvede olduğu 2009 yılına baktığımızda çalışkan addedilen Almanya’da bir işçi ortalama 1.373 saat çalışırken, aynı değer Yunanistan’da 2.081 saattir (2000-2015 yıllarının bütününe baktığımızda bu değerlerin fazla oynamadığını görüyoruz). İrlanda (1.812 saat) ve İspanya (1.720 saat) açısından baktığımızda da sorunun işçilerin daha az çalışması veya bu halkların tembel olmasıyla ilgili olmadığını görebiliriz (Karşılaştırmak açısından 2009 yılında Türkiye’de bir işçinin ortalama çalışma saatinin 1.881 olduğunu belirtelim).[3] Dolayısıyla AB üyesi ülkeler arasındaki bu çelişkinin temelinde az ya da çok çalışmak değil, yapılan işin verimliliği, yani bir yanıyla uluslararası sanayi ve teknoloji üretiminde ülkenin sahip olduğu pay yatıyor.
Yunanistan’daki kriz, Yunan halkının kemer sıkma politikalarına duyduğu tepkiye rağmen ve bu tepki sonucunda iktidara gelen SYRIZA’nın referandum kararını hiçe sayan politikası neticesinde “Üçüncü Kurtarma Paketi” olarak adlandırılan 86 milyar avroluk bir anlaşmayla sonuçlandı. Böylece merkez/liberal sol bir parti eliyle Yunan halkı kurtarma paketine ikna edilerek AB’nin ekonomik krizi bir süreliğine ötelendi.
Yukarıda belirtildiği gibi, verimlilik başlığına dönecek olursak madalyonun diğer tarafını işsizlik, özellikle de genç işsizliği oluşturuyor. 2014 yılında Almanya’da %7,7, İngiltere’de %16,9, Fransa’da %24,1 olan genç işsizliği, Yunanistan’da %52,4 ve İspanya’da %53,2 seviyesindedir (Türkiye’de aynı oran %18 seviyesinde tespit edilmiş).[4]
Karşımızda ekonomik açıdan bölünmüş bir Avrupa manzarası bulunuyor. Borçlu ülkeler gençleri için uygun istihdam ortamını sağlayamamakta ve var olan milli varlıklarını kamu borçlarını ödemek için kullanmak durumundalar. Bununla beraber SYRIZA eliyle Yunanistan’a kabul ettirilen kurtarma paketinde de gördüğümüz üzere[5] zengin ülkelerin ve kreditörlerin baskısı altında neoliberal reformlara zorlanıyorlar.
Göçmen krizi
AB ve NATO ülkelerinin saldırgan dış politikası sonucunda oluşan ve en nihayetinde Suriye sınırlarını aşıp AB’yi tehdit eder hale gelen önemli bir diğer sorun da göçmen krizidir. Tıpkı Euro bölgesi krizinde olduğu gibi, bu krizde de başı çeken ülke Yunanistan (elbette bu sefer ekonomik değil coğrafi sebeplerden ötürü). AB’nin Ortadoğu’daki kapısı konumundaki Yunanistan ve Yunan adaları, Bağdat’tan (veya Şam’dan) dönen hesap sonucunda yalnızca Suriye’den değil, iç savaş koşullarında hayatta kalma mücadelesi verilen bütün ülkelerden gelen göçmenlerin birinci adresidir. Her ne kadar Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Türkiye ve AB arasında yapılan şaibeli göçmen transferi anlaşmasıyla illegal göç akını bir miktar durdurulabilmiş olsa da, AB ve Türkiye arasında yaşanan terör tanımı ve vize ihtilafının önümüzdeki günlerde anlaşmayı bütünüyle rafa kaldırması olası gözüküyor.[6]
Özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelere yönelen göç dalgası, bu ülkelerdeki aşırı-milliyetçi, göçmen karşıtı unsurların toplumda yer edinmeye başlamasına yol açıyor. Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin, Almanya’da AfD’nin (Alternative für Deutschland – Almanya için Alternatif) yükselişini ve İngiltere’nin AB’den çıkma sürecini ekonomik gerekçeler kadar göç dalgasına duyulan tepki bağlamında da anlamak durumundayız. Sol liberal ve İslamcı çevrelerin diline pelesenk ettiği “İslamofobi” kavramı ise bütün resme baktığımızda yanıltıcıdır, çünkü temel sorunu bir dinler çatışması olarak resmeder ve dinsel çatışmanın çok ötesine geçen boyutların, örneğin Batı ile siyasal İslamcılığın ortak eseri olan Irak, Libya ve Suriye emperyalist müdahalelerinin, üstünü örter. Avrupa’nın göçmen krizi, Avrupa’nın da desteklemiş ve desteklemekte olduğu sözde ılımlı İslamcı muhaliflerin yarattığı yıkımın sonucudur. İslamofobi kavramı bu kirli işbirliğini örttüğü sürece gerçeklerin aydınlanmasına hizmet edemez. Avrupa’daki varlığı ve yükselişi su götürmez biçimde ortada olan ırkçılık ise, yine dinler çatışması tezine sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır ve Polonya gibi AB üyesi Doğu Avrupa ülkelerinden gelen “iç göçmenleri” de içine alır.
“Quo vadis, EU?”[7]
AB’nin içinden geçtiği kriz ve AB’nin geleceği söz konusu olduğunda yaşanan ekonomik ve siyasi sorunların AB’nin “başına gelen” bir takım dışsal faktörler olmadığını, bütün bunların izlenen politikaların neticesi olduğunu ne kadar vurgulasak az kalır. AB, takip ettiği NATO çizgisinin başta Ortadoğu olmak üzere yayılmaya çalıştığı coğrafyalarda yarattığı tahribatın ekonomik ve siyasi sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Irak, Libya, Ukrayna ve Suriye gibi ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda iç savaşa sürüklenmesi, AB’nin halihazırda sahip olduğu kreditör-borçlu çelişkisinin üstüne eklenmiş ve her açıdan bölünmüş bir Avrupa manzarası ortaya çıkmıştır. Emperyalist ve neo-liberal hükümetler Batı’nın bütün sorunlarını Rus dış politikasına havale etmeye çalışırken, Batı toplumları Birinci Dünya Savaşı sonrasını andıran, kabileci kimlik algısına dayalı aşırı-milliyetçi bir siyasi çizgiye doğru kaymaktadır. Yakın zamanda vefat eden ve milliyetçilik çalışmaları disiplininin kurucusu olan sosyolog Anthony D. Smith’in bir röportajında belirttiği gibi, farklı halklar tarafından bir seçkin projesi olarak algılanan Avrupa Birliği ve Avrupalılık kimliği, bir dönem sıkça vazedilenin aksine milli aidiyetleri aşarak yerleşik hale geçememiştir.[8]
Sağ popülizme yöneliş yalnızca AB için değil, Trump örneğinde gördüğümüz gibi ABD için de geçerlidir. Sosyalistler açısından neo-liberalizmin de, sosyal şovenizm ve sağ popülizmin de bir çıkış olmadığı, her ikisinin de en nihayetinde dışarıda emperyalist politikalara, içeride ise daha fazla kemer sıkmaya yol açtığı son derece nettir. Emperyalist-kapitalist kampta yer alan ülkeler arasındaki çelişkiler ile destabilizasyon ve nihayetinde iç savaşa sürüklenen ülkelerde yaşanan dram Kautsky’nin küresel barışa dayalı ultra-emperyalizm teorisini bir kez daha yanlışlamakta, buraya bel bağlayan görünüşte “naif” AB’ci liberal solu da boşa düşürmektedir.
Bununla beraber AB’nin ve bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemin bir gecede tepetaklak gideceği varsayılmamalı, AB’nin sonunu ilan etmek için acele edilmemelidir. İngiltere’nin AB’den çıkışının dahi iki yıl gibi bir sürece yayılacağı biliniyor. AB’nin motoru konumundaki ülkeler hâlâ dünyanın sanayi ve teknoloji devleri olma avantajını sürdürüyor. İngiltere AB’den çıksa ve hatta iddia edildiği gibi ticaret alanında Çin ve Hindistan gibi ülkelerle daha yakın ilişkiler kursa bile buradan siyasi, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla Avrasyacı bir yönelimin doğacağını düşünmek için yeterli işaret bulunmuyor.
Gelinen noktada tarih kitaplarımızda Osmanlı Devleti için sıkça kullanılan bir tabirin AB için uygun düştüğünü söyleyebiliriz. Avrupa Birliği, emperyalist-kapitalist sistemin temellerinden biri olarak varlığını gerekirse küçülerek sürdürecek olsa dahi, doğal sınırlarına ulaşmış durumdadır ve bundan sonraki hamleleri genişlemekten ziyade varlığını sürdürme hamleleri olacaktır. Türkiye gibi bir dönem neredeyse bütün siyaset tartışmaları AB’cilik ekseninde sürdürülmüş olan bir ülkede dahi AB bugün hiçbir başlıkta öncelik ya da gerçekçi bir hedef olarak algılanmıyor. Dolayısıyla AB için yükselme döneminin sonuna gelindiği ve duraklama döneminin başladığı saptamasını yapabiliriz.
[separator type=”thin”]
[1] “Yaratıcı yıkım” kavramını popülerleştiren ve inovasyon, girişimcilik gibi alanlardaki katkılarıyla bilinen Avusturyalı iktisatçı.
[2] Bob J., Towards a Schumpeterian Workfare State? Preliminary remarks on post-fordist political economy, 6 Mayıs 2014, https://bobjessop.org/2014/05/06/towards-a-schumpeterian-workfare-state-preliminary-remarks-on-post-fordist-political-economy/.
[3] https://stats.oecd.org/Index.aspx?DataSetCode=ANHRS.
[4] http://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php/Unemployment_statistics
[5] Mutlu, H. (5 Ağustos 2016), Solun Strateji Arayışı: Demokratik Cephe Tartışmaları, Gazete Manifesto, http://gazetemanifesto.com/2016/08/05/mercek-solun-strateji-arayisi-demokratik-cephe-tartismalari/.
[6] http://gazetemanifesto.com/2016/08/08/erdogandan-vize-muafiyeti-aciklamasi/.
[7] “AB, nereye gidiyorsun?” https://www.boell.de/en/2016/06/24/after-brexit-quo-vadis-eu.
[8] Röportaj – Anthony D. Smith (3 Eylül 2013), E-International Relations, http://www.e-ir.info/2013/09/03/interview-anthony-d-smith/.