Bugün Türkiye ve Pakistan, ABD emperyalizminin saldırdığı iki farklı coğrafyada bulunmaları itibariyle sık sık gündeme geliyorlar. Soğuk Savaş döneminde karşı devrimci kampta yer alan, örneğin Bağdat Paktı’nda birlikte bulunan bu iki ülke kimi zaman takdir edilerek, kimi zaman azarlanarak Soğuk Savaş sonrası konjonktüre uyumlulaştırılıyor. Uyumlulaştırmanın esas kıstası ise emperyalizme daha fazla bağımlılaştırılmak. Bu yazıda Türkiye ve Pakistan’ın sosyalizme karşı konumlanışlarında bölgesel ve kendilerine özgü yapısal özellikleri nedeniyle nasıl bir rol üstlendiklerine değinilecek. Kimi farklılıklarına rağmen emperyalizmin şemsiyesi altında olmanın belirleyiciliğinin bugün ve özellikle de 11 Eylül sonrası iki ülkeyi ne yönde etkilediği de ele alınacak.
Türkiye ve Pakistan özelinde yanıtlanması gereken soru emperyalizmin, sosyalizmin reel olarak bulunmadığı bir dünyada yeni düzenlemeleri hangi eksende sürdürdüğü olacaktır. Eskiden reel sosyalizmin ve kapitalizmin oluşturduğu iki kamp ve bunlar üzerinden tanımlanabilecek bağlantısız ülkelerden bahsediliyordu. Bugün ise tek kutuplu kapitalist kampın oluşturduğu bir dünyada, genel olarak emperyalizme entegrasyon sürecine girmiş ülkelerden ve bu sürece henüz girmemiş veya tercihini farklı yönde yapmış olan ülkelerden bahsedilebilir. İlk gruba eski sosyalist ülkeler, Çin gibi yeni dahil olanlar ve sürecin daha ileri bir aşamasında bulunan Türkiye ve Pakistan gibi ülkeler örnek verilebilir. Ayrı bir blok oluşturmayan ikinci gruba ise sosyalist Küba, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC), Irak gibi emperyalistler tarafından haydut devletler olarak adlandırılan ülkeler dahil edilebilir. Bir ara kategori olarak ise Soğuk Savaş döneminde emperyalistler tarafından kullanılan karşı devrimci dinamiklerden bahsedilebilir. Bunlar örneğin; dinci gericilik gibi entegrasyon sürecine sokulmamış ama emperyalizm tarafından sosyalizme karşı desteklenmiştir. Afganistan gibi ülkelerde iktidara da gelebildiklerini görüyoruz. Böyle bir kategorizasyon emperyalistler tarafından bu şekilde ortaya konulmuyorsa da emperyalist düşünce üretim merkezlerinin yaptıkları analizler bu tasnifi dolaylı olarak ima ediyor. Türkiye ve Pakistan’ın bugün içinden geçtikleri dönem bu kategorizasyon üzerinden nasıl yol alındığını da anlamamıza yarayacak.
İki kapitalistleşme öyküsü
Türkiye ve Pakistan sürekli yakın dostluklarından dem vururlar. Dostluklarına sebep olarak ise iki ülkenin birbirlerine benzemelerini gösterirler. İki ülkenin önemli yapısal farklılıklarını bir an için bir tarafa koyarsak gerçekten de benzerlikler dikkat çekicidir. Ancak, ne yazık ki benzerliklerin emekçi halkların dostluğuna bir katkısı olmadığı gibi tersinden onların ezilmesinin ve bunun yanında pek çok diğer ülkede işçi sınıfının ve komünistlerin önünün kesilmesinin nedenleri haline geldiğini söylemek gerekiyor. Benzerliklerini iki kelimeyle tanımlamak gerekse herhalde emperyalizme uşaklık demek en doğrusu olacaktır. Uşaklığın bütünüyle benimsendiği dönem ise Soğuk Savaş yıllarına denk düşmektedir.
Emperyalistlerin Sovyetler Birliği’ne ve tüm dünyadaki komünistlere karşı giriştiği cephe savaşında Pakistan ile Türkiye ön saflarda yerlerini aldılar. Soğuk Savaş boyunca yerlerinin hakkını veren onursuz bir pratik izlediler. Bugün ABD’nin terörle mücadele demagojisiyle başlattığı saldırganlıkları iki ülkenin yerinin hâlâ değişmediğinin kanıtını sunmuş oldu. Gerek ülkelerinin içinde gerekse dışında yaşadıkları tüm sorunlar Soğuk Savaşta edindikleri misyonun uzantısı olarak karşılarına çıkmış olsa da Türkiye ve Pakistan burjuvazisi bağımlılıklarından geri adım atmamaya kararlı görünüyorlar. Sosyalizme karşı girişilen ve başını ABD’nin çektiği emperyalist ülkelerin dünyanın efendisi olarak kendilerini ilan ettikleri 1990’lara gelinceye kadar sürdürdükleri savaş bu iki ülkenin egemenlerinin her hücresine kazınmıştır. Ancak Türkiye’nin ve Pakistan’ın misyonu aynı olsa da misyonlarını gerçekleştirme şekilleri, içerisinde bulundukları bölgenin ve kendi iç dinamiklerinin etkisiyle oluştu. Bu noktada emperyalizmin şemsiyesi altında bulunmanın bir üst belirleyen olarak vurgulanması gerektiğini tekrar ettikten sonra kendilerine özgü yanlarına ve bölgelerinde edindiklere rollere bakarak iki ülkenin emperyalizme bağımlılık haritalarını çizmeye çalışalım.
Pakistan’ın kurulduğu yıllara geri dönersek en baştan yapmamız gereken bir tespit var: Pakistan bağımsızlığını kazanarak kurulan bir ülke değildir.
İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesi dünyada Avrupa sömürgeciliğinin bir simgesi olarak genel kabul görmüştür. Yine Hindistan’ın İngiltere’den kopması ve bağımsızlığını ilan etmesi bağımsızlık hareketleri için oldukça hayati bir adımı ifade etmektedir. Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin geri dönülmez bir şekilde başlaması 19. yüzyılın sonlarına kadar götürülebilir. Fakat hareketin esas olarak yoğunlaşması İkinci Savaş ve sonrasına rastlar. Sovyetler Birliği’nin varlığı bir yandan emperyalist Avrupa’nın gücünü sarsmış bir yandan da emekçi halkların umudunu yeşertmiştir. Zayıflayan Britanya İmparatorluğu Hindistan’ı elinde tutamayacağını kitlesel grevlerden ve ayaklanmalardan sonra kesin olarak anlayınca emperyalist politikanın kirli araçlarından birini tekrar devreye sokmuştur. İngiltere arkasında birlik içerisinde bir halk ve güçlü bir Hindistan bırakmama kararını Hindistan’da yaşayan müslümanları kullanarak hayata geçirmiştir. Müslümanların kurduğu Müslüman Ligası, ilk başta Hintliler ile ortak mücadele etmeyi amaçladıysa da bir süre sonra İngiltere’nin, kuracakları bağımsız bir ülkeyi destekleyeceğini düşünerek İngilizlerle işbirliğine girmiştir. 1947 yılında Hindistan bağımsızlığını kazanırken önüne konulan şartı kabul etmiş, ülke fiilen ayrılmış ve Pakistan kurulmuştur.
Pakistan daha kurulur kurulmaz pek çok sorunla yüz yüze gelmiştir. Bunlardan birincisi Müslüman Ligası’nın ülkenin nasıl yönetileceği hakkında hiçbir programının olmamasıdır. Siyasi, iktisadi ve sosyal hayata dair ideolojik bir netlik yoktur. İç karışıklıkların giderek artması zor mekanizmasının kuruluş aşamasında ve sonrasında temel belirleyen olmasına neden olacaktır. Zor mekanizması ise, beraberinde ordunun bizzat devletin yönetiminde etkin olmasının yolunu açacaktır. Siyaset kurumunun silik profili orduyla birlikte devlet işlerinde bürokrasinin söz sahibi olmasının nedenidir. Pakistan bürokrasisi, Hindistan’da eğitim görmüş, İngiltere ile içli dışlı olmuş Urduca konuşan (halkın büyük bir bölümü bu dili konuşmamaktadır) bir gruptur. 1
Ülkede ordu ve bürokrasiyle el ele vermiş olan ve ülkenin bütün değerlerini yağmalayan Pakistan sömürücü sınıfları iki kesimden oluşmaktaydı. Biri Hindistan’dan göç eden zengin işadamları, diğeri ise oldukça güçlü olan toprak beyleri. Sonuncusu devletle olan bağları sayesinde gittikçe güçlenmiş ve son yıllara kadar çeşitli ayrıcalıklarını korumuştur. Ordu, bürokrasi ve sömürücü sınıfların çıkar ortaklığı bugün Pakistan’daki yolsuzluğun, işsizliğin ve geri kalmışlığın temel nedenlerinden biridir. Ülkenin bugünkü yapısının geç kapitalistleşen tüm ülkelerin ortak kaderi olduğunu söylemeye lüzum yok. Türkiye ile kıyasladığımızda ülkenin kuruluş aşamasında egemen olan pragmatizm, zor kullanımına dayanan bir kapitalistleşme sürecinin zoru ve dolayısıyla orduyu göreve çağırması gibi konularda hemen hemen benzer deneyimlerin söz konusu olduğunu görüyoruz.
Pakistan’ın bizzat İngiltere’nin kurduğu bir devlet olması emperyalizmle ilişkilerinde daha başından itibaren tabiyet ilişkisinin gelişmesi anlamına geldi. Türkiye’de 1920’lerin başında verilen bağımsızlık savaşı Pakistan’da yaşanmadı. Zaten Türkiye’nin bağımsızlık savaşı da emperyalizmin reddini hiçbir zaman içermedi. Ancak Pakistan’ın tersine Türkiye, emperyalizmin bizzat açtığı bir boşluğa değil, emperyalizmle sosyalizm arasındaki dengenin yarattığı bir boşluğa doğmuştur. Türkiye, kapitalistleşme yolunda kararını Batılılaşma hedefiyle ortaya koymuştu. Yine de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iki on yılı bağımsızlık ve uluslaşma söyleminin sık sık telaffuz edilmesini gerektiren yıllardı. Her ne kadar uluslaşma söyleminin Türkiye burjuvazisinin pragmatizminden bağımsız olarak düşünülemeyeceği açıksa da Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuş sağlamak için Türk milliyetçiliğinin vurgulanması önem teşkil ediyordu. Pakistan’a baktığımızda ise daha en başından itibaren dini kimliğin yeni ülkenin temeli olarak konulduğunu görüyoruz. Lafta da kalsa bir bağımsızlık vurgusu olmadığı gibi böyle bir vurgunun üzerine oturtulabileceği bir ulustan bahsedilemiyor. Pakistan’da ülkeyi kuran esas öğe dini cemaatçiliktir. Hindistan’ın yaşadığı bağımsızlık süreci ulus temelli olarak yükseldiği için Türkiye ile benzerlikleri daha fazladır.
Peki Türkiye’nin bir ulus-devlet modeli üzerinden kurulmasının bugün için anlamı nerededir? Türkiye’de ulusçuluğun yarım yamalak da olsa seslendirilmesinin en önemli sonuçlarından biri, Türkiye egemenlerinin emperyalizmle ilişkilerinde yaşadıkları sıkıntıdır. Sıkıntı emperyalizm uşaklığını içlerine sindirememelerinden değil ama buna tepki potansiyeli taşıyan bir toplumsallığın oluşmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden daha en başından beri bir cemaat toplumu olarak kurulmuş Pakistan’ın aksine Türkiye’de egemenler emperyalizmle ilişkinin toplumsal risklerinden her zaman için korkmuşturlar. Solun bu ülkede anti emperyalist bir siyasi hat açabilmesi de korkularında haklı olduklarının kanıtıdır. Pakistan’da ise solun işi bu noktada daha zordur. Çünkü bizzat İngiltere’nin onayını almış bir kuruluş ile emperyalizmle uyumluluğu konusunda şüphe götürmeyecek olan bir Müslüman hareket ülkeye egemen olmuştur.
Pakistan’ın emperyalist kampa katılmasının bir diğer nedeni ise Hindistan’a karşı duyduğu düşmanlık ve aynı zamanda korkudur. Hindistan ise Soğuk Savaş boyunca Bağlantısızlar Hareketi’nin lider ülkelerinden biri olmuştur. Sovyetler Birliği ile yakın ilişki kurması bölgede Sovyetler’e karşı konumlanmış Çin ile Pakistan’ı bir araya getirirdi. Öte yandan ABD de Pakistan’ın Hindistan kompleksini ölesiye kullandı. Bu kullaştırma operasyonu sırasında Pakistan attığı bütün adımları Hindistan’a karşı attığını düşünerek atmıştır. Elini güçlendirmenin, Hindistan’ı bölmenin ya da yıkmanın emperyalizmle işbirliğinden geçtiğini düşünerek yerini kesinleştirmiştir. Attığı her adımda Hindistan’ı kollamak Pakistan’ı o kadar çok belirlemiştir ki ülke her alanda anti-Hindistan olarak kodlanabilecek bir hale gelmiştir.
Günümüzde Pakistan ve Türkiye’de dinin toplumsal ve siyasal alanda etkinliği de kuruluş döneminin yapısal özellikleri ile yakından ilgilidir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ideolojik olarak dini karşısına almayan ancak dinci gericiliği siyasal iktidardan uzak tutan bir kemalist aydınlanma dönemi yaşandı. Bu aydınlanma döneminin samimiyetsizliği su götürmez bir gerçektir. Osmanlı’nın son döneminde egemen olan islamcılığa ve imparatorluk iktidarını temsil eden hilafete karşı laisizm, kemalist kadroların öne çıkardıkları bir ilke oldu. Ama yine aynı dönemde yerli burjuvazi yaratma hedefine uygun olarak müslüman burjuvazinin yaratılmasından bahsedildi. Din yani müslümanlık cumhuriyet sınırları içerisinde yaşayan toplulukları kapsamanın yegane yoluydu. Çünkü Türk milliyetçiliğinin toplumsal anlamda bir karşılığı hemen hemen hiç yoktu. Bu arada varlığını artık istemedikleri müslüman olmayan toplulukları da dışlamış oluyorlardı. Tüm bunlara rağmen esasen Batılı olma hayali ile güdülenmiş, kendi iktidarlarına tehdit olarak gördükleri dinci gericiliği zor mekanizması ile belli bir sınırda tutmaya çalışan kemalist kadrolar ağır aksak bir aydınlanma hamlesi başlattılar. Türkiye’de bugün halen ordunun önderliğiyle gerçekleştirilen restorasyon sürecinin temel problemlerinden biri dincileri iktidardan uzak tutmaktır. 2
Türkiye’de solun yükseldiği 1970’lerde ve solun hitap kitlesinin kontrol altında tutulması gereğinin fark edildiği 1980’lerde dinci gericiliğin önünün açılmasının, Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin hayata geçirdiği Yeşil Kuşak projesi ile uyumluluğu önemlidir. Türkiye’de dinci gericiliğe karşı atılan her adım ideolojik olarak aydınlanmacılığı dışlamakta ve gericiliğin toplumsal karşılığını eritmemek konusunda hassasiyet gösterilmektedir.
Pakistan’a baktığımızda kurumsal ve hukuksal alanlarda gerçekleştirilen kimi modernizasyon adımlarını bir tarafa bırakırsak aydınlanmacılık başlığında hemen hemen hiçbir adım atılmadığını söyleyebiliriz. Zülfikar Ali Butto’nun kurduğu, Türkiye’de CHP ile bir tutulabilecek, Pakistan Halk Partisi’nin bile söylemlerinde demagojik de olsa laisist bir ton olmamıştır. Tam tersine popülizmin verdiği itkiyle de ilişkili olarak ülkenin islam kimliği öne çıkarılmıştır. Ülkede ulusal bir eğitim politikasının hâlâ kurulmamış olması, medreselerin yaygınlığı tüm bunların kanıtı olarak kabul edilebilir.
Soğuk Savaş ve yeni roller
Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin dahilinde olan Türkiye ve Pakistan’a bahsettiğimiz yapısal niteliklerinden dolayı farklı roller biçildi. Pakistan, Suudi Arabistan’dan gelecek petrodolarla komünist bir iktidarın kurulduğu Afganistan’a karşı verilecek savaşta koçbaşı olarak kullanıldı. ABD, Afgan komünistlerinin kendilerine karşı devrimcilerle mücadelelerinde yardımcı olması için Sovyetler Birliği’ni 1979’da Afganistan’a çağırmalarından itibaren burada sıcak bir cephe açtı. Cephede, bizzat kendisi savaşmadı ama Pakistan’ın ve Suudi Arabistan’ın beslediği dinci gericileri Sovyet askerlerinin üzerine gönderdi. Pakistan’ın içerisinde özellikle istihbarat servisi ISI, CIA ile istihbarat, gericilerin eğitilmesi, onlara silah sağlanması ve bölgedeki uyuşturucu trafiğinin kontrolü konusunda işbirliği yaptılar.
Karşı devrim içerisinde Sovyetler Birliği’ne karşı dinci gericilerle bağı ekseninde görevlendirilmiş Pakistan, kendi içerisinde hızla daha gerici bir yapılanma yaşamaya başladı. Art arda yapılan darbeler, sivil siyasetin hemen hemen yok denecek kadar az gelişmesine neden oldu. Çoğunlukla genelkurmay başkanlarının geldiği cumhurbaşkanlığı mevkii büyük güçlerle donatıldı. 3 Sivillerin yönetimde olduğu darbeler arası dönemlerde de asıl yönetici erk Savunma ve Milli Güvenlik Konseyi adı verilen başbakandan, bakanlardan ve askeri komutanlardan oluşan kurula devredildi. Şeriatın ülkenin temel hukuk düzeni haline gelmesi ise Soğuk Savaşın büyük bölümünde ülkeyi yöneten Ziya ül-Hak döneminde gerçekleşti. 4 Gericiliğin toplumsal tabanı Pakistan’da hep çok geniş olmuştu ama bizzat siyasal iktidarın islamcılaşması ABD’nin en büyük işbirlikçisi Ziya ül-Hak’ın eseridir. Bugün ülkede her ne kadar gerici örgütlerin iktidara gelmesi tehlikesinden bahsediliyorsa da dinci gericilik Pakistan’da fiili olarak iktidardadır. Ülkenin anayasasının da şeriat olması bunu kanıtlıyor. Sistem içerisinde kriz potansiyeli taşıyan en önemli unsurlardan birisi de ISI’dır. Suudi parasının Afganistan’a aktığı süreçte CIA yardımıyla büyüyen ve bölgede her taşın altından çıkmaya başlayan ISI misyonunu kısmen tamamlamıştır. Afganistan’dan geçecek uyuşturucuda CIA’nin gereğinden fazlasını isteyen bir ortağa tahammülü yoktur.
Türkiye’nin sosyalizme karşı savaşta rolü ise daha çok kendisi üzerinden tanımlanmıştır. Türkiye, emperyalistler tarafından Sovyetler Birliği’ne olan coğrafi yakınlıklarından dolayı düşmemesi gereken ülke olarak tanımlanmış ve karşı devrimci tahkimat yapılmıştır. Türkiye’nin bir karakol olarak kullanıldığı ve bir islam ülkesi olarak emperyalistlerin uzun dönemli planları için laboratuvar işlevi gördüğü biliniyor. 5 Diğer özelliği ise güçlü komünist partilerin bulunduğu Akdeniz havzasında yer alması.
Türkiye’nin bu noktada Pakistan’dan Soğuk Savaş çerçevesinde farkı, bölgesel misyonunun sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. O yıllarda emperyalistler için Türkiye’den etkinlik beklenebilecek en uygun yer Ortadoğu olabilirdi. Kapitalist olmayan yol, Arap sosyalizmi gibi tartışmaların yapıldığı özgün bir dönemden geçen Ortadoğu halklarının başına, varlıklarını İngiltere’nin müsaadesine borçlu olan Arap oligarkları ve İsrail musallat edilmiştir. Türkiye’nin, Osmanlı’dan sonra Arapların reddine yaslanan cumhuriyet dönemi politikaları nedeniyle zaten bölge ülkeleri üzerinde etkisi hemen hemen sıfıra yakındı. Emperyalistlere yaranabilmek için sürekli “komünizm tehdidi” edebiyatı yapan Türkiye’ye kendi içinde burjuva iktidarını sağlam tutması dışında çok az görev verildi.
1960’larla birlikte solun hitap alanının genişlemeye başlaması burada da karşı devrimi sola karşı göreve çağırdı. Ancak Türkiye’de dinci gericilerin rolü özellikle 1970’lerde göreceli olarak biraz daha geride kalmıştır. Geride kalması sola karşı öne çıkarılan faşist hareketin gıdasını dinci gericilerin sağlaması anlamındadır ve perde arkasında etkinliğini sürdürmüştür. Bir de zaten solu ideolojik olarak kuşatmak için sosyal demokrasiye karşı devrimci bir rol düşmüştür. Zaman zaman sokağa çıkan dinci gericilerin yerini gerici ve faşist vurucu timlerin aldığı görülecektir. 1980’lerle birlikte solun yükselmesinin bir daha mümkün olmamasını garanti etmek için göreve çağrılan gericilik siyasal iktidara göz koyacak kadar güçlenince kriz dinamiği haline gelmiştir. Pakistan’ın aksine Türkiye’de dinci gericilik toplumsal alandan siyasi iktidara kaymaya yeltendiğinde düzen alarm vermeye başlamaktadır. Alarma bir sebep de ABD’nin gericilerin bu ülkede iktidara gelmesine hiçbir itirazının olmamasıdır. Türkiye’de gericilerin siyasal iktidar iddiasını törpüleyen restorasyon, tabii ki ABD’nin onayını almıştır ancak ABD’yi asıl ilgilendiren kendisine yaranmak için birbirine çelme takmaya çalışan farklı aktörlerin bulunmasıdır. Askerler ve gericiler söz konusu olan aktörlerin ikisidir. Bu yaranma yarışı en çok ABD’nin kendisinin işine gelmektedir ve istediği kadar kullaştırdıktan sonra bir yerde birinin ülkeyi yönetmesine izin vermektedir, yalnız diğer aktörleri gözden çıkarmadan.
Türkiye’de askerler Pakistan’dakinden farklı olarak kendilerine iktidar ortağı değil ama kapitalizme sacayağı aramaktadırlar. Uğur Mumcu’nun cenazesinde toplanan yüz binler, Sivas katliamını kınayan gösteriler Türkiye egemenlerini bir kez daha uyardı. 6 Bu iki olay devletten bağımsız olarak da Türkiye’de gerici karşıtlığının ve aydınlanmacılığın toplumsal bir izdüşümü olduğunu göstermektedir. Solun olanaklarından biri de budur. Zor mekanizmasının tüm baskısına, sömürü koşullarının son derece ağırlaşmasına rağmen isyan etmeyen Türkiye toplumunun bu gibi başlıklarda nasıl hareketlenebildiğini çok iyi bilen burjuvazi sürekli temkinli olmanın gereğini iyi bilmektedir.
Gerek dinci gericilik gerekse emperyalizmle ilişkiler bağlamında ele alındığında Türkiye ve Pakistan arasında önemli farklılıklar olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Farklılığın en hayati noktası ise Türkiye burjuvazisi için iki başlıkta atılacak her adımın toplumsal yapıda yaratacağı sarsıntının kendi iktidarını tehdit etmesi potansiyelidir. Egemenler için Türkiye’nin yönetimi çantada keklik değildir. Pakistan’da ise iktidarın bizzat gericilerle paylaşılması, aydınlanmacılık ve ulusal bağımsızlık adına pragmatik de olsa herhangi bir vurgunun olmaması Pakistan solunu önemli siyasi kanallardan yoksun bırakmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası konjonktürde iki ülkenin emperyalist sistem içerisindeki konumları ve bunun kendi içlerine dönük yansımasına bakarken Türkiye için sık sık yaptığımız bir tespiti Pakistan için de yapmak gerekecektir. Nasıl Türkiye burjuvazisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından korkmuş, kendisini emperyalizme kanıtlama ihtiyacı duymuşsa, Pakistan burjuvazisi de Sovyetlerin ardından bölgesel misyonlarının son bulduğunu düşünmeye başlamış ve Afganistan’da iktidarın örtülü ortağı olarak varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Afganistan Hindistan’a karşı Pakistan’ın hinterlandı olacak ve Orta Asya enerji kaynaklarının en elverişli geçiş rotalarından biri olan Afgan toprakları üzerinden Pakistan, Asya’nın ortalarına kadar uzanabilecektir. 7 Pakistan yeni stratejisini büyük bir telaşla hayata geçirmeye çalışmış ve bugün gördüğümüz kadarıyla emperyalizmin uşağı olarak yine oyunu kaybetmiştir.
Güncel nesnellik tarifi
Bugün halen reel sosyalizmin çözülüşünden sonra gelen dönemdeyiz ve henüz yeni bir evreye geçildiğine ilişkin veri bulunmamaktadır. Bu dönemin temel özellikleri nelerdir? İçinde bulunduğumuz bu süreci “kapitalist restorasyon” olarak adlandırmak gerekiyor; çünkü sürecin temel niteliği kapitalist olması, yani sosyalizmin yenilgisi üzerine ve sermaye sınıfının öncülüğünde yükseliyor olmasıdır. Bundan sonra ise, yani bütünüyle sosyalist iktidarı ortadan kaldırmak üzerine kurulu politik yapının “olağan” durumuna geçiş sürecidir. Bunun yanında sürecin en önemli dinamiği ülke sınırları içerisinde gerçekleşmektedir; 90’lı yıllarda gerek Avrupa ülkelerinde yaşanan karşı devrimci örgütlerin yeniden düzenlenmesi süreci gerek diğer ülkelerin iç politikalarındaki önemli değişiklikler bunun bir parçasıdır. Kapitalizmin uluslararası sistemine emperyalizm diyoruz ancak sürece emperyalist restorasyon demek daha doğru değil. Kimi ülkelerin emperyalist hiyerarşi içine girmesi veya oradaki konumlarının değişmesi de kuşkusuz yaşanmaktadır. Ancak söz konusu değişiklikler hiyerarşinin tepesinde değil, dış halkalarında gerçekleşmekte, emperyalist merkezler arası ilişkilerde temel bir yeniden yapılanma söz konusu olmamaktadır. Örnek olsun, ABD’nin emperyalist hiyerarşi içindeki konumunda ’90 öncesine göre bir değişiklik bulunmamaktadır. Kimilerinin ABD-AB gerilimi buldukları bir nesnellik, tam tersine gerilimlerin aza inmekte olduğu bir süreçtir. Sonuç olarak kapitalist restorasyon olarak adlandırdığımız süreç ülke ölçeğinde ve uluslararası ölçekte süreçlere dayanmaktadır ve ikincisinin önemli bir boyutu da ilkine baskı unsuru olmasıdır.
Kapitalist restorasyonun bu iki sürecinin temel özellikleri nelerdir? Ülke ölçeğinde restorasyon esas olarak siyaseten merkezde toplanma ve toplanmayan unsurları dışlama üzerine kuruludur. Bu dışlama hem siyasi hem de iktisadi anlamdadır. Gerek işlevleri azalan karşı devrimci örgütler veya siyasal hareketler, gerekse -özellikle Batı Avrupa’da- işçi sınıfı, sosyalist devrim tehdidinin azalması nedeniyle, düzenin politik yapısında kapsanma veya istihdam edilme aciliyetlerini yitirmişlerdir. Avrupa’da işçi sınıfına yönelik saldırılar, sosyal devlet politikasının terk edilmesi vb. sermayenin işçi sınıfını düzene entegre etmek gibi bir gündemi olmadığını göstermektedir. Benzer şekilde, örneğin Avusturya’da iktidara gelen faşist partiye karşı yürütülen kampanyalar, bu hareketin bir şekilde gayrı meşru ilan edilip dışlanması anlamına gelmiştir. Bu durum, yani hem işçi sınıfı hem de karşı devrime yönelik dışlama, esas olarak siyasetin merkezde toplanması gibi bir süreci hem beslenmiş, hem de ondan destek almıştır.
Siyasetin merkezde toplanıp uçların törpülenmesi, kaçınılmaz olarak bu sürecin asıl hedefi olan toplumun apolitikleştirilmesi ve siyasetin partisizleştirilmesi sürecini de beslemiştir. Kapitalist restorasyonun iç politik boyutun nihai hedefi siyasetin toplumun gündeminden büyük ölçüde çıkarılması ve işçi sınıfının bütün mücadele kazanımlarının elinden alınmasıdır.
Siyaseten merkezde toplanma, devletin merkezileştirilmesi ve ulusal yapının tahkim edilmesi anlamına gelmemektedir. Tam tersine, ülkelerin parçalanması ya da parçalanmayla tehdit edilmesi, sürecin hem ülke hem de uluslararası ölçeğinde hızlanmaktadır. Örnek olsun, Bosna-Hersek’te veya Kosova’da kimi partiler marjinal oldukları gerekçesiyle seçimlere sokulmadılar. Siyaseten merkezde toplanma, ülkelerin parçalanması ve devletlerin zayıflatılmasıyla çelişmemekte, onu bütünlemektedir.
Uluslararası ölçekte yaşanan esas olarak bir entegrasyon sürecidir. Bu entegrasyon sadece eski sosyalist ülkeleri veya bağlantısızları değil, Soğuk Savaş döneminde emperyalizmden yana olan pek çok ülkeyi de kapsamaktadır. Emperyalizmden yana olmanın ölçütleriyle ona entegre olmanın ölçütleri kesişmekle beraber bütünüyle örtüşmemektedir. Örnek olsun, Türkiye burjuvazisi emperyalizm yanlılığı konusunda dünya rekoru kırarken, Türkiye’nin entegrasyonunun sorunsuz ilerlediğini söylemek mümkün değildir. Bunun yanında, emperyalizmin eşitsiz gelişimi gereği, bütün kapitalist ülkelerin emperyalizme entegrasyon süreci hiçbir zaman sorunsuz bir biçimde tamamlanamaz.
Bu süreç emperyalizmle öncelikli olarak siyasi-iktisadi ilişkilerin daha ileri boyutlara vardırılmasına dayansa da, belirli bir toplumdaki egemen ideolojinin dönüşümü konusu hiç de önemsiz değildir ve aşağıda bizim örneğimizde göreceğimiz gibi, emperyalistleri kaygılandırabilmektedir. Emperyalizm bu süreci, siyasal yönünde dayattığı, emperyalist basının sık kullandığı governance (yönetişim) kavramıyla açıklamaktadır. Yani kapitalist ülkelerin, iddia edildiğine göre karşılıklı birbirlerinin yönetim süreçlerine katılmasıyla, bağımsız karar alma süreçlerinin en aza indirilmesi ve uzun vadede tümüyle ortadan kaldırılması. Bu aynı zamanda iktisatta karşılıklı bağımlılık kavramlaştırmasıyla ifade edilen sürecin siyaset alanındaki yansımasıdır. Ancak emperyalist yalanlar, bu bağımlılığın iki taraf açısından hiç de simetrik olmadığını gizlemeyi ihmal etmiyorlar.
Emperyalist egemenliğin askeri boyutu bütünüyle yukarıda açıklanan iki sürece bağımlı olan bir parametre olarak dönüşüme uğramış ve NATO’nun ünlü “Yeni Stratejik Konsept”i formüle edilmiştir. Gerek Barış İçin Ortaklık gerek Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi gerekse Akdeniz Diyaloğu gibi yeni NATO örgütlenmeleri, emperyalist entegrasyonun askeri-politik ayağının hızlandırılması amacını taşımaktadır.
Kapitalist restorasyonun temel dinamiklerini özetledikten sonra ünlü “11 Eylül ile ne değişti?” sorusuna gelmek yararlı olacaktır. Yukarıda değinildiği gibi, emperyalizmin eşitsiz gelişimi nedeniyle sürecin uluslararası politika boyutunun başarıya ulaşması zaten mümkün değildir. Dolayısıyla kapitalist restorasyonun başarıyla sonuçlandığı herhalde iddia edilemeyecektir. Ancak soruyu bu tarihsel öngörüden bağımsız olarak, “yukarıda tarif edilen süreçlerde bir değişim olmuş mudur?” şeklinde soralım. Evet olmuştur, süreç hızlanmış ve daha da geniş bir coğrafyayı içine almaya başlamıştır. Sonuç olarak 11 Eylül sonrasında yaşananlar, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra ortaya çıkan yönelimlerin yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Örnek olsun, emperyalist ülkelerde çıkarılan anti demokratik yasalar esas olarak 11 Eylül için çıkarılmamıştır. Bu yasaların planları sosyalizmin emperyalistler açısından bir tehdit olmaktan çıktığı günlerden beri yapılmaktaydı; 11 Eylül sadece bir vesile olmuştur. Sonuç olarak Avrupa solu ve işçi sınıfının üzerine daha fazla baskı uygulanması, sosyalist iktidarın düşmesi nedeniyle gerçekleşmektedir. Bu örnek bile, halen sosyalizm sonrası kapitalist restorasyon döneminde olduğumuzu kanıtlamaktadır.
11 Eylül sonrası Pakistan ve Türkiye
İçinde bulunduğumuz nesnelliği yukarıdaki gibi tarif edildikten sonra konumuza kaldığımız yerden devam edebiliriz. Türkiye ile Pakistan’ı güncel politika açısından kıyaslarken, ikisi açısından sorunlu olan bölgelerle birlikte ele almak gerekmektedir. Dolayısıyla kıyaslamamızın ilk boyutu Pakistan-Afganistan ile Türkiye-Irak ikilileri arasında yapılacaktır.
Pakistan 11 Eylül sonrasında en çok gündeme gelen ve süreçten en çok etkilenen ülkelerden birisidir. Ancak bu süreçte Pakistan’ın aşağı yukarı hiçbir istediği olmamış, tersine elindeki kimi olanaklardan mahrum kalmış, hatta üzerine baskılar uygulanmıştır. Birincisi, Pakistan, öncesinde desteklediği Taliban’a olan desteğini çekmek ve Afganistan’ın o günlerdeki iktidarı üzerindeki siyasi etkisinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. İkinci olarak, Kuzey İttifakı’nın Kabil’e girmesinden bir gün önce, Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref, ABD Başkanı George Bush ile birlikte yaptığı basın toplantısında Kuzey İttifakı’nın Kabil’e girmemesi gerektiğini söylemişti. Bush’un bu konuda hiçbir itiraz göstermediğini gördük. Ancak ertesi gün Kuzey İttifakı’nın Kabil’i ele geçirmesi, emperyalistlerin Pakistan’ın isteklerini ne ölçüde ciddiye aldıklarını ortaya koymaktaydı. Bunun yanında Pakistan başından beri Taliban’ın bütünüyle karşıya alınmaması gerektiğini savunuyor ve emperyalistlerin bu konuda belirli esneklikler göstermesini istiyordu. Kimi Taliban unsurlar elbette ki kapsandı ancak bu Pakistan’ın hatırına değil, daha çok Taliban’ı daha az askeri güçle ve ağırlıklı olarak parayla satın alarak yenmek için uygulanan bir yöntemdi. Görünüşte Pakistan’ın yeni hükümetin bileşimi konusundaki istekleri kabul edilmiştir; ancak Peştuların kabinedeki ağırlığı daha çok olması olası bir iç savaşı engellemek içindir. Ayrıca başbakan olan Hamid Karzai’nin Peştu olmanın yanında daha önemli bir özelliği bulunmaktadır: ABD’nin Unocal petrol şirketinin danışmanlığı.
Pakistan’la ilgili diğer konulara tekrar gelmek üzere Türkiye’nin konumunu ele alalım. Türkiye benzer bir sorunu Irak gündemiyle yaşıyor. Türkiye burjuvazisi, daha Körfez Savaşı zamanında kendi çıkarlarından vazgeçip bütünüyle emperyalizmin isteklerini, daha talep gelmeden yerine getirmişti. Özal’ın politik bir tercih olarak kabul ettiği, gerek ticari zarar gerekse 36. paralel sorunu, bugün Ecevit ve askerler tarafından emperyalizme bir tür hayıflanma ve memleketin satış fiyatını artırma unsuru olarak kullanılmaktadır. Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulur mu kurulmaz mı şimdiden öngörmek kolay değil. Ancak kesin olan bir şey var ki, bu sorunu belirleyecek olan ABD-Irak eksenidir. Türkiye burjuvazisinin dışarıda kalma korkuları ise, satıştaki pazarlık gücünü bile kendi elleriyle ortadan kaldırmaktadır. Daha “Kuzey Irak’ta Kürt devletine karşıyız” açıklamalarının üzerinden birkaç gün geçmeden Loğoğlu’nun “değişen koşullarda tavrımızı yeniden belirleriz” demesi bunun açık bir ifadesi olmaktadır. Ancak ABD’nin Saddam’ı devirme politikasında böyle bir adımı uygun görmesi durumunda Türkiye’nin bunu değiştirebilecek politik gücü bulunmamaktadır. Türkiye büyük olasılıkla bunun gerçekleşmemesi karşılığında emperyalizme çok şey önerecektir; eğer ABD’nin bu modelde ısrar ettiğini anlarsa da dışarıda kalma korkusu depreşip yeni Kürt devletinde mümkün olabildiğince fazla güvence isteyecektir. ABD’nin de buna itirazı olacağını düşünmemek gerekiyor; bu devlette Türk ordusunun sürekli varlığı ABD açısından da uygun olacaktır.
Tekrar Pakistan’a dönelim ve kaybettiklerinin yanı sıra, bu ülkeye yönelik son zamanlarda gündeme gelen en ciddi baskıyı ele alalım. Son günlerde yaşanan Hindistan-Pakistan gerginliğinin tam da Pakistan’ın başının sıkışık olduğu günlere rastlaması acaba tesadüf müdür? Burada parlamento baskınını değil, Hindistan’ın bu kadar kolayca ve cüretkarca savaş tehdidinde bulunabilmesinden söz ediyoruz. Böylesine kritik bir bölgede emperyalist basından övgüler alan güçlü bir ülke diğerine savaş tehdidinde bulunuyor ve kimse buna ses çıkarmıyorsa bunun emperyalistlerin onayıyla olmasından başka ihtimal bulunmamaktadır. İşin ilginç yönü, Hindistan’ın Pakistan’dan talep ettikleri emperyalistlerin istekleriyle o derece örtüşmektedir ki, ne tesadüf ne de ihtimallerden bahsetmek mümkündür. Sonunda Müşerref’in televizyondan söz konusu iki örgütün yasaklandığını açıklamak zorunda kalması, Hindistan için alınmış bir karar olduğu kadar, emperyalistler için de alınmış bir karardır. Zaten toplamda beş örgüt yasaklandı ve bunlardan Hindistan’ı ilgilendiren iki tanesiydi; diğerlerinin dolaysız olarak emperyalistlere yaranmak adına yapıldığı ortadadır. Emperyalizm, istediği adımların atılması konusunda tereddüt gördüğü yerde sopa göstermekten çekinmediğini tarihinde defalarca kanıtlamıştır. Hindistan’a düşen ise, Pakistan’a sopalık yapmak olmuştur.
Peki Türkiye neyle tehdit edilebilir? Açıkçası Türkiye söz konusu olduğunda emperyalizmin elinde o kadar çok sopa bulunmaktadır ki: Yunanistan, Ermeni meselesi, AB, borçlar, Kıbrıs vb. Liste daha uzatılabilir ancak Türkiye için, tarihsel olarak tescilli, en etkili sopa bellidir: Dışlanma korkusu yaratmak. Türkiye burjuvazisini en çok korkutan şeyin kendi paranoyaları olduğu sabittir. Ancak görülüyor ki Pakistan’ın sopayla hizaya getirilmesi için somut bir tehdit gerekirken, Türkiye söz konusu olduğunda emperyalistlerin belirli açıklamaları bile yeterli olabilmektedir. Örneğin, Saddam’ın devrileceğine yönelik tartışmalar daha somutlanmamış ve planlama aşamasında olmasına karşın, Türkiye burjuvazisi bundan paniğe kapılmıştır. Türkiye kapitalizmi, sürecin başlamasını bekleyip kendi çıkarlarını aramak için gerekli derecede güçlü ve istikrarlı değildir. İki ülke için de geçerli olan tehdit mekanizması görüldüğü üzere emperyalist entegrasyonun başat araçlarından birisidir.
Pakistan’da ABD’yi rahatsız eden nedir?
Emperyalist entegrasyon, ülke ölçeğinde kimi adımların atılmasını dayatıyorsa bu elbette ki emperyalistlerin söz konusu ülkedeki durumdan kimi rahatsızlıkları bulunduğunu göstermektedir. Türkiye ve restorasyon başlığında emperyalistlerin beklentilerine daha önce sıkça değindik. Peki emperyalistlerin Pakistan’daki rahatsızlıklarının kaynağında ne yatmaktadır? Somut taleplerin en başta gelenini biliyoruz islami gericiliğin gücünün belirli sınırların arkasına itilmesi. Ancak emperyalistlerin gerçekten Pakistan’daki dincilerden rahatsız olduğunu düşünebilir miyiz? Burada ABD’nin CIA onaylı yazarlarından Friedman’dan bir alıntı yapmak yerinde olacaktır:
“Yüzeyde, başkan Müşerref Taliban’ı desteklemekten ABD’yi desteklemeye 180 derecelik cesur bir dönüş yaptı. Ancak Pakistan başkanının altında olanlar daha az kesindir. Pakistan’da gerçekte sadece bir kurum vardır – ordu. Şimdilik Pakistan ordusu da başkanla birlikte bütün 180 dereceyi dönmüş gibi görünmektedir ancak Pakistan’daki sessiz çoğunluk böyle yapmadı. Ve üst kademeleri hâlâ Batı eğilimli olan ancak tabanı giderek daha fazla islamcı eğilimlerden etkilenen Pakistan ordusu, bu sessiz çoğunluktan etkilenecektir özellikle dinci partilerden.
(…)
Yüzeyde, biz Pakistanlılarla aynı savaştayız. Ancak yüzeyin altında iki farklı savaşı savaşmaktayız: Pakistanlı analizci Hüseyin Hakkani diyor ki ‘ABD Afganistan’da Usame bin Ladin’le savaşıyor, Pakistan Afganistan üzerinden Hindistan’la savaşıyor.’
(…)
Yüzeyde, Suudi Arabistan ve İran ABD’nin tarafında gözükmektedir. Ancak yüzeyin altında, buradaki herkes biliyor ki Pakistan’da ve Afganistan’daki islamcı köktenciliğin yükselişini besleyen, Suudi Arabistan ve İran arasındaki, kimin müslüman dünyada daha etkili olacağı ‘savaşı’dır. Etkinliği arttırmak için verilen yirmi yıllık İran-Suudi mücadelesi, okullar, camiler, bankalar ve sosyal gruplar için verilen paralarla yürütüldü. Bu İslamcı kurumlar etkinliği düşmekte olan devletlerin bıraktığı boşluğu doldurdular, ancak aynı zamanda bütün bu bölge çapında ABD’den çok daha fazla bin Ladin’e sempati duyan bir kuşak yarattılar.
(…)
Yüzeyde, Afganistan’daki savaşı, terörizmi durdurmak için haklı bir savaş olarak görüyoruz. Yüzeyin altında, hem Pakistanlılar hem de Afganlar savaşı Taliban (…) ile Kuzey İttifakı (…) arasında bir savaş olarak görmektedirler.” 8
Bütünüyle emperyalizm adına konuşan Friedman’ın emperyalizmi aklayan yalanlarını bir kenara bırakarak şikayet ettiği noktaları saptayalım. İki temel sorundan bahsediliyor. Biri Soğuk Savaşta emperyalizme hizmet etmiş olan iktidarlara yönelik, belirli alanlarda emperyalizmden ziyade kendi önceliklerini düşünerek hareket etme olasılıklarından kaynaklı güvensizliktir. Emperyalizm, bu ülkelerin kendi çıkarlarını düşünerek emperyalist bağımlılıkta bulunmalarını değil doğrudan doğruya emperyalizmin çıkarları adına hareket etmelerini istiyor. Bu durum açıktır ki daha ileri bir entegrasyon düzeyidir. Müşerref, Pakistan’ın çıkarları için ABD ile birlikte hareket etmemelidir, doğrudan doğruya ABD’nin çıkarları için bunu yapmalıdır. Söz edilen ikinci sorun, söz konusu ülkelerin toplumsal tabanında ciddi boyutlarda anti ABD ideolojik yapı bulunmasıdır. Sonuç olarak emperyalizm bu ülkelerde, her adımında kendi çıkarından önce ABD’nin çıkarlarını düşünecek iktidarlar, her şeyden önce ABD’ye hayran olan kuşakların yetişmesini istiyor. Bu iki durumun kesin olarak gerçekleşmemiş olması, emperyalist entegrasyonun ilerlemesinin önünde engeller yaratmaktadır.
Emperyalizmin Pakistan’da ve genel olarak bölgedeki dinci hareketler hakkındaki rahatsızlıkları Friedman’ın yazdıklarıyla sınırlı değildir. Önemli bir rahatsızlık konusu da Orta Asya’daki ülkeler ve Rusya’yla ilgilidir. Bilindiği üzere dinci gerici hareketler eski sosyalist ülkelerin başına bela olmuştur. Onlar da ciddi bir güç olan bu hareketlere karşı Rusya’ya sığınmıştır. Bunun yanında söz konusu ülkeler dinci hareketlerin ABD ile olan ilişkileri konusunda habersiz değildirler. Bu durum ABD’nin bu ülkelerdeki etkinliklerinin artmasını da zorlaştırıyordu. Sonuç: ABD’nin sosyalizmi yıkmak için bir zamanlar kullandığı bir dinamik, bugün eski sosyalist ülkelerin emperyalizme entegrasyonunun önünde ciddi bir engel haline gelmişti. Ve nihayet ABD’nin Özbekistan ve Tacikistan’da askeri üs elde etmesinin Taliban karşıtlığı sayesinde olması bu tespiti doğruluyor. ABD’nin dinci hareketlere yönelik başlattığı hareket, bu ülkelerin ABD’ye yanaşmasında sıçrama yaratmıştır.
Bir diğer önemli faktör de İran’dır. İran emperyalist entegrasyon sürecinin başlarında bulunmaktadır ve süreç emperyalistlerin istediği hızla ilerlememektedir. İran’a yönelik uygulamalar baskı ve yumuşama salınımlarında ilerlerken, bu ülkenin bölgesel gücünün azaltılması emperyalistlerle pazarlıkta kozlarını azaltacak ve sürecin önündeki engeller kendiliğinden aşılacaktır.
Neden ‘Global 28 Şubat’ değil?
Türkiye’deki politik gelişmelerle özelde Pakistan’da yaşananlar, genelde ABD’nin dünya ölçeğinde başlattığı terörle mücadele arasındaki ortak noktalardan kalkarak burjuva basınında kimileri, başlayan yeni süreci Global 28 Şubat olarak adlandırmıştır. Süreç böyle adlandırıldığında bu satırların okurları mutlaka buna itiraz edecektir. Ancak doğru kavramlarla yeniden formüle edelim: Yaşanan dünya ölçeğinde bir restorasyon süreci midir? Buradaki restorasyon ifadesi Türkiye’de yaşanan duruma özel olup 90’ların ikinci yarısında Asker Partisi’nin öncülük ettiği süreci anlatmaktadır.
İki sürecin de ortak yönlerini ele alalım. İkisi de yukarıda açıklanan kapitalist restorasyon döneminde gerçekleşmektedir. Kapitalist restorasyon bu iki sürecin de ötesinde, son on yıldaki bütün politik gelişmelerin üst belirleyeni olmuştur. İkinci ortak nokta, ikisinin de somut sonuçları bazı karşı devrimci hareketlerin-örgütlerin kısmen tasfiyesi, yeni alanlarda istihdam edilmesi, her durumda düzenin merkezinin tahkim edilmesi ve merkeze yanaşmamakta direnen unsurların dışlanmasıdır.
Farklılıklara baktığımızda ise Türkiye’deki sürecin önemli özgünlükler barındırdığını görüyoruz. Daha önce defalarca değindiğimiz gibi, Türkiye’de restorasyonun çıkış süreci aşırı karşı devrimci tahkimat sonucu iktidara gelen karşı devrimin kapitalist Türkiye’nin temellerini sarsacak ölçüde bir kriz dinamiği haline gelmesi oldu. Restorasyon esas olarak Türkiye kapitalizmini kurtarmak üzere yapılmış kapsamlı bir müdahaledir. Sürecin önemli bir dış politik ayağı da vardır ve emperyalizm de sürecin içsel bir dinamiği olmuştur; ancak asıl çıkış, Türkiye kapitalizminin krizleri ve iktidardaki karşı devrimdir. 11 Eylül sonrasında başlayan sürecin öncesine baktığımızda ise, karşı devrimin ya da genel olarak kriz unsurlarının (haydut devletler vb.) uluslararası alanda değil egemen olmak önemli bir güç bile olamadıklarını görüyoruz. 11 Eylül saldırısı tam da bu noktada bir yanılsamaya olanak sağlamıştır: Uluslararası siyasette hiç de önemli bir güç olmayan bir aktör nezdinde pek çok aktörü bir dünya gücü haline getirerek gerçekte olduğundan binlerce kez daha güçlüymüş gibi göstermiştir. Kulelerin yıkılmasıyla kağıttan kaplan benzetmesi yapanların bu demagojiye nasıl da hizmet ettikleri ortadadır. Sonuç olarak, emperyalist yalanlara inanılması durumunda süreç Türkiye kapitalizminin yaşadıklarına benzetilebilir.
Emperyalizmin pireyi deve gösterme siyaseti ise yeni değildir ve uzun zamandır uygulanmaktadır. Örnek olsun, Kosova saldırısından önce de, Yugoslavya’yı yenememeleri durumunda NATO’nun dağılacağı ABD’nin bütün gücünü kaybedeceği vb. yorumlar, üst düzey emperyalist yöneticilerin konuşmalarında ve yazılarında görülüyordu.
Yukarıda değinilen farklılığa karşın, karşı devrimin veya diğer kriz unsurlarının dünya ölçeğinde önemli bir güç olamasalar da, Türkiye’deki karşı devrime benzer şekilde, emperyalizm açısından düzenin temellerini sarsıcı krizlere neden olduğu iddia edilebilir. Ancak 11 Eylül saldırısı dışında bu konuda kanıt olarak bile gösterilebilecek bir gelişme bulunmamaktadır. Emperyalist merkezler siyasal açıdan hiç de sıkıntılı bir dönemde değildir. Farklı emperyalist merkezler arasındaki ilişkilerin de son derece yakınlaştığı bir dönemdeyiz. Sıkıntı esas olarak dinci örgütler ve haydut devletler yüzünden emperyalist entegrasyonun belirli bölgelerde tıkanmalar yaşamasıdır. Sonuç olarak 11 Eylül sonrası başlayan dönem emperyalist düzenin kurtarılması adına değil, tarihindeki en saldırgan ve yayılmacı politikaların uygulanması adına hayata geçirilmektedir.
Sonuç
Dinci gericiliğin toplumsal ve siyasi iktidar içindeki konumlanışlarında farklılıklar dışında Türkiye ve Pakistan’ın güncel olarak gerçekten de çok benzediğini görüyoruz. Bunun temel nedeni, emperyalist bağımlılığın iki ülkeyi de karanlığa ve kanlı maceralara sürüklemesidir. Ancak tarihsel olarak iki ülke, solun önündeki olanaklar açısından son derece farklı dinamikler barındırmaktadır. Türkiye kapitalizminin dayanakları Pakistan’a kıyasla solun darbelerine çok daha açık bir durumdadır. Önümüzdeki günlerde bu farklılığın daha da gün ışığına çıkmasına tanık olacağız.
Türkiye ve Pakistan’ı yakın gelecekte de önemli gündemler beklemektedir. Doğu Avrupa’da yaşanan deneyime benzer bir parçalanma süreci, Keşmir’den başlayarak Pakistan’a yayılabilir. Pakistan’daki iktidarın, özellikle Peştuların ayrı bir “Peştunistan” düşüncesinden yıllardır korkmakta olduğu biliniyor. Afganistan’dan Pakistan’a göç eden binlerce Peştunun Pakistan’a huzur getirmeyeceği ortadadır. Bu durum ise emperyalist basından son günlerde sıkça övgüler almaya başlayan Hindistan’ın yeni bölgesel rollere hazırlanma olasılığını artırmaktadır. Türkiye’yi ise ABD’nin Irak’a müdahalesiyle çok ciddi iç ve dış sıkışmalar beklemektedir. Türkiye burjuvazisinin korkularının artacağı bir döneme sol çok ciddi hazırlıklarla girmek durumundadır.
Pakistan ve Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, yazının girişinde değindiğimiz üçlü kategori hakkında da önemli sonuçlara varmamıza olanak sağlamaktadır. Gerek haydut devletler gibi emperyalist entegrasyon sürecine başlamamış ülkelerin gerekse emperyalistler tarafından kullanılmış ancak entegrasyon sürecine girmemiş dinci gerici hareketlerin, ayrı bir kategori oluşturacak bir yapıya sahip olmadığını görüyoruz. Buradan çıkan sonuç, emperyalizmin bu ülkelerin tehdidini abartarak esas olarak emperyalist entegrasyonu hızlandırmak ve onun için de yeni düzenlemeler yapmak gibi hedefleri olduğudur. Dolayısıyla komünistler açısından daha gerçekçi bir tasnif, esas olarak entegrasyon süreci içindeki ülkeler arasında ve entegrasyon sürecinin yaratacağı gerilimleri ve çelişkileri esas alan bir tasnif olacaktır. Bu ise ayrı bir yazı konusudur.
Dipnotlar ve Kaynak
- BRAY John, “Pakistan at 50: A state in decline?”, International Affairs, 73, Yaz (1997), s.315-332.
- GÜLER Aydemir, Son Kriz, Gelenek yay., Mayıs 1999, s.79-102.
- GANGULY Sumit, “Pakistan’s Never-Ending Story”, Foreign Affairs 77, Mart/Nisan 2000, s.2-7.
- STERN Jessica, “Pakistan’s Jihad Culture” Foreign Affairs 79, Kasım/Aralık 2000, s.115-127.
- HEKİMOĞLU Cemal, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek yay., Kasım 2000, s.35.
- HEKİMOĞLU C., a.g.e., s.137.
- RAŞİD Ahmed, Taliban: İslamiyet, Petrol ve Orta Asya’da Yeni Büyük Oyun, Everest ve Mozaik yay., İstanbul 2001, s.303-324.
- FRIEDMAN Thomas L., “Beware of Icebergs”, New York Times, Kasım 9, 2001.