“(…) kadının eşitliğinin burjuva ahlakının temelleri
ortadan kaldırılmadan sağlanmayacağı görüşündeydim,
hâlâ da böyle düşünüyorum.”1
Mülkiyet ilişkileriyle ortaya çıktığı gözlemlenen ve sınıflı toplumlarla keskinleşen kadının ikincil konumuna karşı kadınların eşitlik mücadeleleri, tarih içerisinde gelişmiş ve çeşitlenmiştir.
“Kadının köleleşmesi; ailenin kabileyle zıtlaştığı, özel mülkiyetin geliştiği sınıflara bölündüğü ve sınıf uyuşmazlıkları dizginini sıkı sıkıya tutmak ihtiyacından Devlet’in doğacağı, tarih öncesi dönemle aynı zamana denk gelir.” 2 Sınıf çelişkileri ile birlikte bu çelişkinin egemen sınıflar lehine sürdürülmesi ve üretilmesi, yeni üretim tarzları ve birikim rejimlerinin kurulması ile bu süreçlerin yeniden üretimi ailenin varlığı ve işleviyle ilgilidir.
Yukarıda kabaca özetlenen süreç, kadının tarımsal üretim ve hayvanların evcilleştirilmesindeki üretici emeğinin köle iş gücüyle/emeğiyle ikâmesini getirir. Mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte eşitsiz konumunu sürdüren kadın böylece, toplumsal yaşamdan aile içerisine çekilirken, bir yandan da yeniden üretimin (çocuk doğurma ve bakımı, ev içi işler vb.) yegâne öznesi haline gelmiştir. Kadının ikincil konumu, tek eşli aile yapısı ve birikim sürecinin daha fazla iş gücüne ihtiyacıyla birlikte derinleşmiştir.
Köleci toplumdan feodalizme geçerken sınıfsal eşitsizliklerle birlikte kadınların eşitsiz konumu yer yer değişiklikler gösterse de derinleşerek sürmüştür. Köleci toplumdaki özgür yurttaş ile karısı ve/veya kızı arasındaki eşitsizlik sürerken vergi ödemekle yükümlü kesimler (serfler, köylüler, zanaatkârlar vb.) ve hizmetlilerin tamamı egemen sınıfın kadınına da tabidir.
Feodal toplumun daha geç dönemlerinde güçlenen ve birikimini büyüten diğer bir kategori de zanaatkârlar ve tüccarlardır. Bu kesim feodalitenin toprağa ve soya dayalı egemenliğini sermaye birikimiyle tehdit edecek olan kesimdir. Zanaatkârlar ve küçük tüccarlar içerisinde kadınların oranı yüksektir. Sermaye birikiminin gerilimleri feodalizmin sön döneminde arttıkça kadınların “piyasadaki” varlıkları tehdit oluşturmaya başlar.
Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci kadınlar için eşitsizliğin derinleştiği sancılı bir döneme tekabül eder. Kadına yönelik şiddet cadı avıyla uzun bir dönemde hizaya getirici bir rol oynar.
Servet birikimi ve üretim sürecinin dönüşmesi, işgücünün, yoksulluğuyla kentlere göç etmesine neden olurken, mülksüzleşme ve yoksullaşma ile birlikte, üretim sürecindeki yeni kapitalist çalışma rejimi kadınların görünür olduğu isyanlara kapı açar. Bir yandan isyanların sonlandırılması gerekirken diğer yandan köylülerin mülksüzleştirilerek proleterleştiği, toplumsal yaşamın da kapitalizmin kurallarına göre şekillenmeye başladığı bu dönemde kadının emeği, bedeni ve cinselliği kapitalizmin işleyişine uyumlu hale getirilecek şekilde tahakküm altına alınmalıdır.
Cadı avı olarak bilinen ve 100 yıldan uzun bir süreye yayılan şiddet ve cezalandırmanın hedefi çoğunlukla dilenerek ya da yardımlarla geçinen yoksul köylü kadınlardır. Hedef alanlar ise büyük toprak sahipleri, merkezi otorite ve kilisedir. Cezalandırma mekanizması bir yandan da toplumun geri kalanı üzerinde tehdit işlevi görmektedir.
Öte yandan, üretim tarzındaki dönüşümle birlikte kâr oranlarını arttırma hedefi yoğun emek gücüne ihtiyaç duymaktadır. Cadılıkla cezalandırılanların önemli bir kısmı ebelerdir. Cadı avının başladığı 16. yüzyıl sonunda bu görev artık iktidarın kontrolünde olacak şekilde erkeklere devredilir. Kadının doğurganlığı kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda daha fazla iş gücü dünyaya getirecek şekilde nüfusun artması için önemli bir araçtır. Kürtaj ve doğum kontrolü engellenmelidir.
Bütün bu eşitsizlerin sürmesini sağlayan, toplumsal yaşam ve siyasette önemli belirleyici bir güç ise kilisedir.
Kilisenin Ortaçağ’da feodalite ile ilişkisi, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecindeki rolü, sonrasında dinin kapitalizmin birikim modellerinin ihtiyaçları doğrultusunda işlev görmesi onun egemen sınıflarla kurumsal ilişkisini ortaya koyar.
16. yüzyılın sonlarından itibaren kapitalizmin gelişimi özellikle ticaret burjuvazisinin desteklediği Rönesans’a kapı açar. Katolik Kilisesi’nin gücü sarsılırken, pozitivizm ve sekülerizm sahneye çıkacaktır. Rönesans’ı takip eden reform hareketleri din kurumunun egemenlik ilişkilerini dönüştürecektir.
Aydınlanma dönemi ile birlikte güç, soydan ve gökyüzünden insana ve yeryüzüne inecektir. Pozitivizm, sermaye birikiminin ihtiyaçlarıyla örtüşecek şekilde teknik gelişmeleri hızlandırırken burjuvazi için egemenlik dönemi başlayacaktır.
1789’a gelirken güç ve aklın, insana ve yeryüzüne inmesi ile birlikte eşitlik talebi farklı sınıflar içerisinde yükselmektedir.
Devrim sürecinde yoksul ve emekçi kitleleri yanına alan burjuvazi, kısa sürede ilerici özelliğini yitirerek sömürüye eşlik edecek olan gerici ideolojik aygıtlarına başvuracaktır.
Kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesi, bütün bu tarihsel süreç içerisinde dönem dönem ortaya çıkmıştır ancak odaklanacağımız kesit, kadının kurtuluşu ve feminizm tartışmalarıyla sınırlı olduğu için tarihsel çıkış noktamızı 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sınırlandırmak zorundayız.
Kadın hareketlerinin sınıfsallığı
Aydınlanma çağı ile birlikte açılan dönem kadınların da eşitlik ve özgürlük taleplerinin görünür hale geldiği dönemdir.
18. yüzyıl sonu, Fransız Devrimi ve özellikle de İngiltere’de Sanayi Devrimi’yle birlikte sermaye birikiminin ticaret burjuvazisinden sanayi burjuvazisine yelken açtığı dönemdir. Aynı dönem, işçi sınıfının, siyasal iktidarını güçlendiren burjuvazi karşısında tarih sahnesine adım atacağı gelişmelere kapı açar. İki sınıfın kadınları için koşullar ve beklentiler arasındaki açı önemlidir.
Fransız Devrimi’yle birlikte modern anlamda yükselen kadın hareketinin o tarihlerden itibaren referans verilecek iki sınıfsal farklılığa işaret eden çıkışından bahsedebiliriz. Bunlardan ilki ekmek talebiyle Versailles’a yürüyen kadınlar ve 1793’te Jakoben’lere katılan Rose Lacombe’un kurduğu Devrimci Kadınlar Kulübü’dür. Kulüp, emekçi sınıflardan kadınların çıkarını savunur. Kadınların haklarının işçi sınıfının haklarından bağımsız olmadığını söyler.
Bir diğer çıkışı ise Olympe de Gouge yapar. Kraliçe’ye erkek ve kadın arasında mülkiyetin eşitsiz paylaşımına karşı bir dilekçe sunar. Kadın ve Kadın Vatandaşların Hakları Beyannamesi’nin sahibi olan Olympe de Gouge bu beyanında kadın ve erkek arasında siyasi, hukuki ve ekonomik eşitlik talep ederken mülkiyet ilişkileri karşısında herhangi bir tutumu yoktur.
1794’te Jakoben Cumhuriyet döneminin sona ermesi ılımlı liberallerle muhafazakârların ittifakları sürecini başlatır. Kadınlara ise ikincil roller ve evin yolu gösterilir.
Öte yandan, İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’ni temel alan Anayasa, Fransa’da 1791’de onaylanır. Ancak, bildirge “insan ve yurttaş” kadınları kapsamamaktadır. Olympe De Gouges’un Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni, 1791’de İngiltere’de Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi)” adlı kitabı takip eder. Kendisini Cumhuriyetçi olarak niteleyen Wollstonecraft’ın bu kitabını önceleyen, İngiliz muhafazakâr Edmund Burke’nin Fransız Devrimi’ne karşı açık tutumu ve devrimin, değiştirilmemesi gereken iş bölümünü yok saydığı iddiasına karşı kaleme aldığı “A Vindication of the Rights of Men (İnsan Haklarının Gerekçelendirilmesi)” makalesidir.
Eşit haklar ve temel özgürlükler üzerine yazdığı “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” kitabında Wollstonecraft, kadınlara yüklenen ev içi görevlerin onların doğasının gereği olamayacağını, başta eğitim hakkı olmak üzere erkeklerin sahip olduğu haklardan kadınların da yararlanması gerektiğini belirtir. Feminist hareket tarafından birinci dalga feminizmin kaynağı olarak Wollstonecraft’ın kitabıyla birlikte John Stuart Mill’in 1869’da yayınlanan “The Subjection of Women (Kadınların Boyunduruk Altına Alınması)” kitabı gösterilir.
Yine 18. yüzyılın ikinci yarısında Sanayi Devrimi ile birlikte üretimdeki makineleşme başta İngiltere olmak üzere, Avrupa’nın diğer ülkeleri ve ABD’de kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacını arttırır. Üretimin ölçeği büyürken, mülksüzleşerek kırdan kentlere gelen yoksullar bu işgücü ihtiyacının karşılığı olacaktır. 19. yüzyıla gelindiğinde işçi sınıfı tarih sahnesindeki yerini almaya başlar. Bu süreç işçi sınıfı ailesinin, kadın ve çocukları da kapsayarak uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve insanlık dışı koşullarda ücretli emek piyasasına sokulmasına yol açar.
Küçük ölçekli ev içi üretim yerini büyük ölçekli sanayi üretimine bırakırken kentlerin nüfusu hızla artar. Üretim ve istihdama uygun bir biçimde aile yapısı da dönüşür.
19. yüzyılın ortalarına yaklaşıldığında özellikle kadın ve çocuk emeğinin yoğun olduğu ABD’de açılan tekstil fabrikalarında eşit işe eşit ücret ve insanca çalışma koşulları için kadın işçilerin direnişleri başlar. 1834, ‘36 ve ‘40’lardaki Lowell Mills’i3, 1857’de Cotton tekstil fabrikasındaki 40 bin kadın işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış talebiyle takip eder. Grevi durdurmak, sendikaların ve diğer işçilerin dayanışmasını engellemek için, fabrika sahibi ve kolluk kuvvetlerinin binlerce kadın işçiyi fabrikaya kilitlemesi nedeniyle 129’u çıkan yangında can
İngiltere’de ağırlıklı olarak çamaşırhanelerde, tekstilde ve ciltçilerde çalışan ve grevler örgütleyen kadın işçiler, 1838’de Çartist hareket içerisinde yer almaya başlayarak 1842’de İngiltere’deki genel greve katılırlar. Avrupa’da 1848 Devrimleri sırasında barikatlarda savaşanlar, 1871 Paris Komünü’nde en ön saflarda yer alanlar arasında yine kadınlar vardır.
Paris Komünü’nde kurulan Paris Savunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği ataerkil ilişkilerin ancak kapitalizmin yıkılmasıyla mümkün olduğunu söyler. Birlik, bir yandan barikatlarda savaşırken, diğer yandan da eşit işe eşit ücret, kadınların boşanma hakkı, laik eğitim, mesleki eğitim hakkı, nikâhsız birliktelik yaşayan kadın ve nikâhlı kadın ile meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki farkların ve fuhuşun tüm kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırılması için de mücadele eder.
Kapitalizmin gelişmesi aileyi ve buna bağlı olarak kadının üzerindeki tahakkümü de sınıfsal olarak farklılaştırır.
Mülk sahibi sınıfların kadınları için biçilen rol, aile zenginliğinin, varlığının mirasının aktarılacağı nesilleri doğurmaktır. İşçi sınıfının kadınları ise hem bugünün hem de yarının yeniden üretimi ile karşı karşıyadır. Bugün için üretim süreci dışındaki aile bireylerinin ve çocuğun bakımı, ev içi işler ile yarının emek gücünün üretilmesidir.
“Birinci dalga”nın yükselişi
19. yüzyılın ikinci yarısında bir yandan işçi sınıfı mücadeleleri ivme kazanırken, diğer yanda burjuvazinin birikimini ve kârını en üst düzeyde sürdüreceği model arayışları içerisinde liberalizm tartışmaları sürmektedir. Kabalaştırarak söylersek, toplumsal ilişkilerin birey üzerinden sürdüğünü iddia eden ve devletin üretim sürecine ve toplumsal ilişkilere müdahalesine karşı tezler içeren, adalet ve eşitliğin ancak serbest rekabet yoluyla elde edileceğini öne süren liberal görüşün önde gelen isimlerinden olan John Stuart Mill, “The Subjection of Women (Kadınların Boyunduruk Altına Alınması)” kitabını kaleme alır. Mill kitabında, kadının önündeki engellerin kaldırılmasının, yurttaşlıkta erkekle eşitliğinin, kadınların “şerefli bütün mesleklere” ve eğitim kurumlarına erişiminin sağlanması gerektiğini söyler. Kadınlar üzerindeki koca otoritesi hafifletilmelidir. Bahsi geçenler mülk sahibi sınıfların kadınlarıdır. Emekçi kesimler için ise erkeklik ve kadınlık rollerinde bir değişim önermez. Hatta Mill’e göre, ailenin geçimi mülkiyete değil de ücrete bağlıysa, kadının çalışması erkeği tembelleştireceği gibi en uygunu da erkeğin geçimi üstlendiği, kadının da ev harcamalarını denetlediği iş bölümüdür.4
Sınıf mücadelelerinin yükseldiği bu dönemde Mill’in sınıfsal tasnifi kadın hareketinde de karşılığını bulur. Siyaset ve iktisat üzerine çalışmaları kadar dikkat çekmese de bu dönemdeki feminist akıma sunduğu katkı, birinci dalga feminizm ve liberalizm arasındaki ilişkiyi güçlendirir.
Oy hakkı merkezli dalga 1848’de New York Seneca Falls Kongresi’yle başlar. Tarihsel olarak 20. yüzyılın ortalarına kadar etkisi sürecek birinci dalga feminizm olarak adlandırılacaktır. Hareket, İngiltere’de John Stuart Mill’in 1867’de Reform Yasası kapsamında Kadınların Seçimlere Katılmasının Kabulü (20 Mayıs 1867) için verdiği önergeyle başlar. Aynı yıl Manchester’da kurulan ilk kadınların oy hakkı komitesi 1897’de Kadınların Oy Hakkı Cemiyetleri Ulusal Birliği’ne doğru yol alır.
19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarını kapsayan birinci dalganın ana mücadele başlıkları kadınlara, mülkiyet ve eğitim hakkı ile bunları takiben oy hakkıdır.
20. yüzyıla girildiğinde işçi sınıfı içerisinde kadınların mücadelesi yükselirken, birçok direnişe onların öncülük ettiği görülür. Bu hareketlenme orta sınıflar ve burjuvazi içerisindeki kadınlar arasında da oy hakkı için mücadelenin zeminini oluşturur. Medeni kanunda değişiklik talep eden bu kampanyaların çerçevesi boşanma hakkı, eşit ücret hakkı, takiben, seçme ve seçilme hakkıdır.
Sufrajet hareket ABD ve Avrupa ülkelerinde yayılır. Ancak, burada emekçi sınıfların kadınlarının gündemleri yoktur. Hak talepleri mülkiyet üzerindendir. İngiltere’deki Sufrajet hareket mülk sahibi kadınların sınırlı oy hakkını kabul edecek kadar geri çekilebilecektir.
Öte yandan oy hakkı, dönemin İngiltere’sinde sadece mülk sahibi erkeklere aittir. Tarihte ilk modern feministler olarak adlandırılan Sufrajetler, mülk sahibi kadınların, oy hakkı başta olmak üzere sosyal hakları elde etmesi için 1903 yılında Kadınların Toplumsal ve Politik Birliği’ni (Women’s Social and Political Union-WSPU) kurar. Birlik sadece kadınların mücadelesini yürütecektir ve işçi hareketiyle ayrımlarını koruması çok önemlidir. Başlarda birlik içerisinde olan işçi kadınlar ise kısa sürede birliğin dışında kalır.
Bu tasfiye, burjuva feminizminin gerici doğasını da gözler önüne serer. Sufrajetler’in yayın organı “Kadınlara Oy Hakkı”, 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı ile adını “Britanya” olarak değiştirirken yeni sloganı “Kral, Ülke, Özgürlük”tür. Sufrajetler hem savaşın hem de Britanya Hükümeti ve Kral’ın büyük destekçisi olurlar. “Görev hakkı istiyoruz” sloganıyla örgütledikleri savaş taraftarı eylemler bizzat Başbakan Lloyd George tarafından desteklenir ve finanse edilir. Emmeline Pankhurst bu tutumu Almanya’nın “maskulen bir ulus” olduğunu söyleyecek kadar ifrada vardırır. National Union of Women’s Suffrage Societies (NUWSS) de savaşı destekler. Hatta başkanı Millicent Fawcett “Barıştan bahsetmek, bana göre vatan hainliğidir.” diyecek kadar savaş yanlısıdır.
Almanya’da da durum farklı değildir. Orta sınıftan kadınlara ait yüzün üzerinde grubu kapsayan Kadın Kulüpleri Birliği gibi örgütler de mülk sahibi ve orta sınıf kadınların mali, siyasi, eğitim ve mülkiyet hakkı gibi başlıklarda mücadele eder. Ancak, işçi sınıfından kadınlar bu birliklerin içerisine kabul edilmez. Bu birlikler, sosyalistlere karşı kadınların oy hakkını tanımayan siyasetçileri destekleyecek kadar sınıf bilincine (!) sahiptir. İngiltere’deki kız kardeşlerinden farksız olarak onlar da savaşı destekler.
Clara Zetkin küçük burjuva olarak nitelediği bu örgütleri ikiyüzlü olmaları ve gerici tutumları nedeniyle eleştirirken Rosa Luxemburg da eleştiriye şu sözleriyle katılır: “Burjuva kadınların oy vermesi kapitalist devletin gericiliğine destekten başka bir şey değildir. Erkeklerin imtiyazları söz konusu olduğunda aslan kesilen çoğu burjuva kadın oy hakkına sahip olduğunda uysal kuzular gibi gerici cenaha koşar.”5
Kadınların oy hakkı tartışmalarında iki ana eksenden bahsetmek mümkündür. Sufrajetler esas olarak mülkiyet ve vergi mükellefiyetini referans alarak kısmi oy hakkını savunurlar. İlerleyen yıllarda kimi Avrupa ülkelerinde talep edildiği gibi kısmi olarak kazanılan bu hak, bütün kadınları kapsamaz. Yukarıdaki satırlarda da değindiğimiz gibi, söz konusu ülkelerde oy hakkı, erkekler için de kısmidir. Çalışan sınıfların erkekleri için geçerli değildir. Bu durum (kısmi oy hakkı) burjuvazi lehine işleyen bir mekanizmadır.
İşçi sınıfı mücadelesinde kadınlar-sosyalist kadınlar
“Kadın sorunu, burjuva kadınları için aşağı yukarı 19. yüzyıl ortalarında işçi kadınların işgücüne katılmasından epey sonra önem kazanmaya başlamıştır. Orta sınıflar, kapitalizmin devasa başarılarının darbeleri sonucu, ihtiyaç dalgalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Ekonomik değişimler, orta ve küçük burjuvazinin maddi durumunu istikrarsızlaştırmış ve burjuva kadınları, yoksulluğu kabullenmek veya çalışma haklarını kazanmak gibi bir ikilemin tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu toplumsal kesimlerin eşleri ve kızları üniversitelerin, sanat okullarının, yayınevlerinin, ofislerin kapılarını çalmaya, kabul edilebilecekleri mesleklere akın etmeye başladılar. Burjuva kadının bilimin ve kültürün yüksek faydalarına erişme isteği bir anda ortaya çıkan hazır bir ihtiyaçtan değil, yine “günlük ekmek” sorunundan kaynaklanmaktaydı.
Burjuvazinin kadınları, en başından itibaren erkeklerin sert direnciyle karşılaştılar. “Küçük rahat işleri”ne bağlı meslek sahibi erkeklerle günlük geçim derdi konusunda acemi olan kadınlar arasında çetin bir mücadele başladı. Bu kavga “feminizm”in yolunu açtı burjuva kadınlar bir araya gelerek ortak düşmanlarıyla, erkeklerle boy ölçüşmeye giriştiler. Bu kadınlar, çalışma alanına girmeleriyle birlikte, kendilerini gururla “kadın hareketinin öncüleri” addettiler. Ekonomik bağımsızlığı, diğer alanlarda olduğu gibi, önceki kız kardeşlerinin adımlarını izleyerek ve onların nasırlı elleriyle elde ettiklerinin semeresini toplayarak kazandıklarını unuttular.
Daha burjuva kadın hareketi doğmadan önce, bütün ülkelerde yüzbinlerce işçi kadın fabrikalara ve atölyelere akın edip, birbiri ardına sanayi kollarını ele geçirmişken, feministlerin kadının çalışması konusunda öncülüğü üstlendiğini söylemek mümkün müdür? Burjuva kadınlar, feministlerin çok gurur duyduğu, toplumdaki bağımsız konumlarını, ancak işçi kadınların emeğinin dünya piyasasında kabul görmesi sayesinde sağlamışlardır.
Proleter kadınların maddi koşullarını iyileştirmek için yürüttüğü mücadelenin tarihinde, genel feminist hareketin anlamlı bir katkı sunduğu tek bir örnek bulmak zordur. Proleter kadınların yaşam standartlarını iyileştirmek adına elde ettikleri bütün kazanımlar işçi sınıfının ve özellikle de kendilerinin çabası ile gerçekleşmiştir. Proleter kadınların daha iyi çalışma koşulları ve daha saygın bir yaşam için verdikleri mücadelenin tarihi, proletaryanın özgürlük mücadelesinin tarihidir.”6
1891 yılında Alman Sosyal Demokrat Partisi içerisinde kadın bürosu kurulduğunda ülkede kadınların siyasi partilere ve toplantılara katılması yasaktır. 1902 yılında, ayrı yerlerde oturmak koşuluyla, ülkede kadınların siyasi toplantılara katılması için kısmi izin çıkar.
Alman Sosyal Demokrat Partisi kadın bürosunun girişimleriyle birçok kazanım sağlayacak adımlar atılır. 1905’te 4 bin olan kadın üye sayısı 1913’e gelindiğinde 141 bin olmuştur.
Almanya’daki kadın işçilerin hareketi, kısa sürede uluslararası sosyalist kadın hareketinin merkezi öncüsü haline gelir. Kadınlar işçi sendikalarında örgütlenir. İkinci Enternasyonal 1907 yılında, Stuttgart’ta Clara Zetkin’in örgütlediği ilk Sosyalist Kadın Konferansı’nın hemen akabinde bütün kadınlar ve erkekler için uluslararası genel oy hakkı kararını alır.
1907’deki konferansa hazırlık metninde Zetkin, oy hakkı talebinin mülkiyete dayalı olmasını eleştirerek istisnasız bütün kadınları kapsaması gerektiğini ifade eder. Kadınların da erkeklerin de dünyasının sınıflar ve onların mücadelesi tarafından belirlendiğini, bunun da sosyalist işçi kadınlarla orta sınıf kadınlar arasında karşıtlığa yol açtığını söyler ve orta sınıf kadınları sadece erkek egemenliğine karşı mücadele etmeleri yerine, toplumsal değişim için mücadeleye çağırır.
1914’te 1. Dünya Savaşı kapıdayken İkinci Enternasyonal’in savaşa karşı mücadele kararı adeta yok sayılır, sosyal demokrat partilerin ihaneti su yüzüne çıkar. Diğer Avrupa sosyal demokrat partilerine öncülük edecek şekilde Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SDP) parlamento grubunda savaş bütçesini onaylar. Buna rağmen Clara Zetkin’in girişimleri ve çabasıyla 1915’te İsviçre’de Bern’de toplanan Üçüncü Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansının yayınladığı sonuç deklarasyonunda şu sözler yer alır: “Kahrolsun zenginlerin güç ve serveti için milyonları kurban eden kapitalizm! Kahrolsun savaş! Sosyalizm için ileri!”
19. yüzyıl sonundan başlayarak bir yandan kadınların sendikal harekette örgütlenmelerini sağlayan, diğer yandan bütün kadınlara oy hakkı mücadelesini yükselten Almanya’daki sosyalist kadın hareketi, başta ABD olmak üzere diğer Avrupa ülkelerindeki burjuva feminist hareket karşısında bütünlüklü siyasi bir sınıf hareketinin öncüsü olurken, işçi sınıfının siyasi hak mücadelelerine kadınların mücadelesini dâhil edebilmiştir.
1914 yılında başlayan ve dört yıl sürecek olan savaşta sermayenin işgücü ihtiyacı karşılanmalıdır. Emekçi sınıflardan kadınlar, milliyetçi propaganda eşliğinde, başta savaş sanayii olmak üzere, üretim alanlarına çok daha düşük ücretlerle sürülür. Açlıkla karşı karşıya kalan kadınlar sermayenin çarklarını döndürmek üzere en kötü çalışma koşullarında, bitmek bilmeyen saatler ve en düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılır. 1918’de savaşın sona ermesiyle, sağ kalan erkekler cephelerden dönerken ev kadınlığı ve annelik yüceltilerek kadınlara yeniden evin yolu gösterilir.
Sufrajetlerin savaş sürecindeki destekleri mülkiyet ve öğrenim hakkı, medeni hukuk ve miras gibi başlıklarda sınıfsal bazı kazanımlar sağlasa da bütünlüklü ve ayrımsız siyasi haklar, 1917 Ekim Devrimi’nin kadınlar için getirdiği kazanımların ve yükselen işçi sınıfı hareketinin basıncıyla sağlanacak ve bütün sınıfların kadınlarını koşulsuz kapsayacaktır.
Kadına yönelik ayrımcılık ve baskının temeli sermaye düzeninin sürekliliği adına kadının aile içerisinde emeğin yeniden üretimi ve bundan kaynaklanan eşitsiz konumuyla ilgilidir. Yönetici sınıflarda aile, tarihsel olarak, mirasın gelecek nesillere devredilmesini sağlayan kurum olarak işlevlendirilirken, kapitalizmin gelişimiyle birlikte çalışan sınıflar için ailenin işlevi sermaye düzenine yeni emekçiler sağlamaktır.
Sermaye böylece hem mevcut emeğin gündelik gücünü sağlayacak yeniden üretimi, hem de yeni nesil emek gücünün üretimini ve yetişmesi ile bakımını bir veya daha fazla aile üyesinin maaşına bağımlı olan işçi sınıfı ailesine yükleyerek üretim ve kârını güvence altına alır. Böylece yeniden üretim sermaye için bir harcama kalemi teşkil etmez.
Bolşevik Parti Merkez Komite üyesi Inesse Armand 1919’da bunu “Aile, domestik yaşam, eğitim ve çocuk yetiştirmenin eski biçimleri ilga edilmedikçe, kölelik ve esareti ortadan kaldırmak mümkün değildir; yeni insanı yaratmak mümkün değildir; sosyalizmi inşa etmek mümkün değildir.”7 sözleriyle ifade eder.
Aleksandra Kollontay da meselenin sadece iktisadi dönüşüm olmadığını, gündelik yaşamın tamamen değiştirilmesi gerekliliğinden bahseder.
Kollontay’ın 1909’da “Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” isimli kitabı yayınlanır. Bu çalışmasında Kollontay, Kadın Birliği ile beraber burjuva kadın hareketini eleştirir. Eğitim hakkı vb. taleplerin dışına çıkamayan burjuva kadın hareketi kapitalist düzenin kendisini eleştiriden muaf tutmuştur. “‘Birleşik’ bir kadın hareketinin, özellikle de sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu bir toplumda, gerçekleşmesi mümkün müdür? Bu iki grup [proleterler ve burjuva kadınlar], her ne kadar ‘kadınlara özgürlük’ ortak sloganından yola çıksalar da, amaçları, çıkarları ve savaşım yöntemleri bakımından birbirlerinden tümüyle ayrılmaktadırlar. […] Siyasal haklar, seçim sandıkları ve parlamentoda bir sandalye… İşte burjuva kadın hareketinin ulaşmak istediği tek hedef budur gerçekten! Ama kapitalist sömürü düzeninin korunduğu bir bağlamda salt siyasal eşitlik, çalışan kadınları sefaletten, onları hem bir kadın, hem bir insan olarak baskı altında tutan bu cehennem yaşamından kurtarabilecek midir?”8
“Birinci dalga”dan “ikinci dalga”ya
Birinci dalga olarak adlandırılan ve hareketin dönemsel yükselişine tekabül eden süreç Avrupa’da sosyal demokrat partilerin kitleselleşmesi ve zayıflaması ile Bolşevik Devrimi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, iki savaş arasındaki krizler ve İkinci Savaş sonrası kapitalizmin yeniden yapılanması gibi “hareketli” bir süreçle örtüşür.
Birinci Dünya Savaşı ve arifesine yukarıdaki bölümlerde değindik. Ancak, yukarıdaki paragrafta söz edilen “hareketli” süreç sermaye sınıfının dönemsel ihtiyaçlarına göre toplumun farklı kesimlerine yönelik yaklaşımlarını nasıl uyarladığını, siyasi ve ideolojik başlıkları nasıl yeniden ürettiğini gözler önüne serer.
İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte kadınlar ilk savaştaki gibi yeniden emperyalistlerin hizmetine koşulur. Erkekler savaşa gönderilirken kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur kadın emeğidir. Açlık ve yoksulluk kadınları fabrikalarda, tarlalarda ve kimi durumda seks kölesi olarak buldukları her işte çalışmak zorunda bırakır.
Erkek işçilerinkinden çok daha düşük ücretlere, uzun çalışma saatleri boyunca çalışan milyonlarca emekçi kadın açlıkla ve hastalıktan kırılan çocuklarını hayatta tutabilmek için yaşam mücadelesi vermektedir. Vasıflı kadın işçilerin büyük çoğunluğu, vasıfsız erkek işçilerin aldığı ücretin altında ücret almaktadır. Kadınlar, ücret eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise, “vatan hainliğiyle” yaftalanmaktadır. Altı yıllık savaş döneminde, savaş sanayiinde çalışan kadınların sayısı İngiltere’de 6,5 milyon, ABD’de ise 6 milyondur.
Tahrip olmuş kentler, fabrikalar, kadın işçilerin ve cepheden dönen erkek işçilerin emeğiyle tekrar inşa edilirken, kapitalizm ekonomik yükseliş dönemine girer. Sermayenin savaştan dönen milyonlarca erkeği soğurması gereklidir. Aksi takdirde 1930’lardaki gibi bir toplumsal gerilimle karşı karşıya kalma tehlikesi söz konusudur. Başta savaş sanayii olmak üzere kadınlara artık üretimde ihtiyaç kalmamıştır. İşlerini erkeklere terk etmeli, genç kızlar bir an önce evlenip sermaye için genç işçiler doğurmalı, erkeklerine ve çocuklarına iyi anne, ev kadını olarak hizmet vermelidir. Savaş döneminde sanayinin neredeyse bütün kollarında çalışan kadınlar, artık hizmet sektöründe ya da vasıfsız işlerde ve çok daha düşük ücretlerle iş bulabilmektedir.
Aile ve kadının yerine dair ideolojik yeniden üretim “Rosie the Riveter” figüründen, annelik görevlerini öne çıkaran sermayenin dönemsel işlevli aracı çekirdek aile yapısına işaret eder. Ancak, savaşla birlikte çalışma hayatına adım atmış olan kadınlar için hiçbir şey artık eskisi gibi değildir.
Savaş sonrası sanayiinin gelişmesi ve yeni işkolları, sermaye için çok daha fazla işgücü ihtiyacı demektir. Böylece, kadın işgücü, erkeklere göre daha düşük ücretlerle emek piyasasına yeniden ve artan bir biçimde girer. Sermaye sınıfının eşit haklar konusunda dönemsel ve resmi olarak destekçi bir pozisyon alması, ihtiyaç duyduğu düşük maliyetli emekle doğru orantılıdır.
Aynı dönem, kapitalizm için bir altın çağdır. 20 yıllık bir dönem artan kâr oranları, sosyalizmin varlığı ve basıncı ile birlikte sosyal devlet uygulamalarının da hayata geçmesi anlamına gelecektir.
1960’lar ve 70’lerde yükselen ve ikinci dalga olarak adlandırılan feminist hareket işte bu savaş sonrası dönemin ekonomik, siyasi ve toplumsal koşullarında güçlenen işçi sınıfı hareketleri ve sosyalizm programından güç alarak kapitalizmin eleştirisine ayağını basarak yükselir. Bu dönemde kapitalist ülkelerdeki kadınların eşitlik ve sosyal haklar mücadelesi, sosyalizmin varlığının da büyük etkisiyle siyasi temsiliyet, ücretsiz kreş, bakımevleri, vb. sosyal hizmetler, işsizlik maaşları, sosyal güvenlik gibi kısmi kazanımların elde edilmesini sağlar.
1970’lerle birlikte kapitalizmin dünya çapındaki krizi, yeni birikim rejimiyle birlikte emekçi sınıflara kapsamlı bir saldırıyı getirir. Reel ücretlerdeki büyük düşüş çekirdek aile içerisinde ikincil konumu olan kadının gelirini hayati bir noktaya taşır. Savaş sonrası dönemle başlayan üretim sürecindeki dönüşüme kapitalizmin, üst yapıdaki yeniden üretimi ile toplumsal ilişkilerde ve yaklaşımlarda değişimler eşlik eder. Bu yeniden yapılandırma süreci ideolojik ve siyasi olarak da bir kuşatma demektir. Artık sınıflar yoktur, ideolojilerin sonu gelmiştir. İkinci dalga feminizm işte tam da bu noktada pik yapar. Sınıf ve kimlikler kategorik olarak eşitlenir. İkinci dalga, artık teorik bir alana sıkışacak ve yapısalcılık, yeni sol ve psikanalitik teoriye demir atacaktır. Patriyarka, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet, normatif heteroseksüellik gibi tartışmalar başlayacaktır.
1960’ların sonlarından itibaren, özellikle 1970’lerle birlikte patriyarka kavramı “siyasal” bir kavram olarak yerini alırken, “özel olan siyasidir” sloganı öne çıkar. Burada kadın mücadelesi sınıf mücadelesiyle, işçi sınıfı da kadınla kategorik olarak eşitlenmiştir. Patriyarka savına göre kapitalizm değil, esas olarak patriyarka kapitalizmi de belirleyen bir sistemdir ve kadın mücadelesi buradan yola çıkarak bir “sınıf” mücadelesidir. Buna göre kadınlar bir toplumsal sınıftır ve erkek sömüren/ezen, kadın ezilen/sömürülendir. Ataerkillik etnik, sınıfsal her tür ayrımı üst belirler. Yeni Sol’dan beslenen ikinci dalga sürecinde kimlik siyaseti esastır.
Bu dönemde güçlenen radikal/liberal feminizm karşısında Marksist ve sosyalist feministler bir çeşit “öz eleştiri” sürecine girerek Marksizm’in kadın sorununu merkeze almadığını söyleyerek, bugün Türkiye’deki tartışmaların da ana başlıklarından olan “Marksizmin cinsiyet körü olduğu” iddiasını ortaya atarlar. Ancak, “Kuşkusuz, Marx, kadın sorunu üzerinde “özellikle” ve “ayrı bir sorun” olarak durmadı. Gene de, bütün haklara kavuşma yolunda kadının savaşımı için hiç yapılmamış olanı, en önemlisini yaptı. Materyalist tarih kavramıyla kadın sorunu üzerine bize hazır formüller vermedi ama daha iyi bir şeyi, bu sorunu araştırmak ve kavramak için doğru ve sağlam bir yöntem verdi. Genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal ilişkilerin ışığında kadın sorununu açıkça anlamamıza, bunun devindirici ve taşıyıcı güçlerini tanımamıza, bu güçlerin götürdüğü hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün koşullarını bulabilmemize, ancak materyalist tarih anlayışı olanak sağlamıştır.”9
Üç, Dört…
Kapitalizmin üretim sürecini ve toplumsal ilişkileri yeniden kurduğu dönemde feminizm içi tartışmalar üçüncü dalga olarak adlandırılan ve 1990’larla başlayan yükselişe kapı açar. Bu dalga, sosyalizmin çözüldüğü, işçi sınıfı mücadelesinin iyice zayıfladığı, örgütlülüğünün küçüldüğü ve “tarihin sonu” söyleminin egemenlik kazandığı döneme tekabül eder. Sermayenin ekonomik, siyasi ve ideolojik hegemonyası karşısında solun neredeyse bütün referanslarını ve işçi sınıfına güvenini yitirerek yeni bir takım arayışlara daha fazla girdiği dönemdir.
Günümüze kadar devam eden bu tartışma, postmodernizme ayaklarını basar ve bütünlüğü reddederek parçalılık fikriyatını temel alır. Kimlik ve birey merkezidir. Sınıfsal, etnik, cinsel, çevresel vb. her tür farklılık korunarak bir ana feminist mücadele arayışıdır. Kadın sorunu ancak bu her türden farklı kategorinin bir araya gelmesiyle feminizm tarafından çözülür. Burada farklı ezilmişlikler ve baskı türlerinin ifadesi önemlidir. Kimlik ve kimliği belirleyen, etkileyen her türden faktör tartışmanın ana eksenidir.
Son dönemde ise bazı feminist çevrelerce tartışılmaya başlanan dördüncü dalga, sosyal medya ve teknolojinin farkındalığı arttırdığı savından yola çıkarak gündelik cinsiyetçi pratikler ile toplumsal cinsiyet ve özlük haklarını merkeze alır. Mücadele yelpazesi çok parçalı ve gündelik pratikler ile kimlikler üzerindendir. Birey merkezdedir. Öncülü olan feminist dalgaların dahi yaklaşımlarını reddeder, cinselliği ve bunun üzerinden cinsel kimliklerin varlığını merkeze alır. Sınıf mücadelesinin geri çekilişi ile birlikte bireyci, postmodern, parçalı yaklaşımlar öne çıkar. “Kadın mücadelesi” bu anlamda toplumsal olmaktan tamamen çıkarak, akademik çevre ile sınırlı kalır. Arayış, toplumsal koşulları değiştirmekten iyice uzaklaşırken, daha ziyade akademik tespit ve tartışmalarla sınırlıdır. Özellikle üçüncü ve dördüncü dalga olarak adlandırılan bu süreçler, örgütlü mücadeleyi tabiri caizse, hiçe sayar. Örgütlü mücadele yerine ilkelerin, ortak politikaların silikleştiği bir tartışma sürecini temel alır. Postmodern ve parçacı yaklaşımın toplumsal ve siyasi mücadeleler üzerinde yarattığı tahribata bu alandan “katkı” sunar.
Feminizm yeter mi?
En genel anlamda feminizme göre patriyarka/ataerki erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliği olarak başlı başına bir sistemdir, bütün iktidarı ve toplumsal ilişkileri belirler. Ataerki tarih ve toplumlar üstüdür ve ancak bütün kadınların, sınıfsallıklarından ve din, dil, etnisite gibi aidiyetlerinden bağımsız olarak, aynı safta bir “sınıf” olarak bu ataerkiye-erkekliğe karşı mücadelesiyle alt edilebilir. Buna göre kapitalizm başat sistem değil sadece bir detaydır ve ana mücadele gündeminin dışındadır, ikincildir.
Sosyalist feministlere göre de karşımızdaki ataerkil kapitalizm ikili bir sistemdir. Bir yanda sermaye kadının emeğine üretim sürecinde el koyarken, diğer yanda erkek hane içerisinde yeniden üretimdeki emeğe el koyar. Ataerki ayrı bir sistem olarak kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından belirler. Bu yaklaşıma göre Marksizm, ataerkiyi ayrı bir sistem olarak ele almadığı için cinsiyet körüdür.
Bütün bu yaklaşımlar kapitalizmin işleyişini parçalanmış süreçler olarak ele alır ve “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmayı” başlı başına bir mücadele stratejisi olarak benimser.
Oysa kapitalizm, salt ekonomik bir sistemden ibaret değildir. Bütün kurumları ve ideolojisiyle bütünlüklü bir düzendir. “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikri ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun egemenliğinin düşünceleridir. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeylerin yanı sıra bilince de sahiptirler; dolayısıyla da düşünürler. Bu nedenle, onlar bir sınıf olarak egemen durumda bulundukları ve tarihsel bir dönemin tüm kapsamını belirledikleri ölçüde, açıktır ki bunu her alanda yaparlar. Yani, başka şeylerin yanı sıra düşünürler olarak, düşünce üreticileri olarak da onlar egemen olurlar, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşüncelerin yayılmasını düzenlerler. Yani açıktır ki, onların düşünceleri, dönemin egemen düşünceleridir.”10
Feminizmin iddia ettiğinin aksine, üretim ve yeniden üretim, ekonomi ve siyaset, insan ve doğa gibi “karşıtlıklar” ve/veya “ayrımlar” kapitalizmin yarattığı ayrımlardır. Kadınların bütün farklılıklarıyla ortak bir politika veya mücadele yaratmaları ise metafizik bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. “Bütün farklılıklarına rağmen” ifadesiyle birlikte, kadınların alacaklı olduğu merciinin erkekler olarak işaret edilmesi tam da kapitalizmin sınıfsal karşıtlıkları silikleştirirken, bütünlüğünü gözden kaçırtacak ayrımları öne çıkarmasıyla örtüşür.
Sosyalist feministlerin iddia ettiğinin aksine üretim ve yeniden üretim kadınların sınıfsallıklarıyla doğrudan ilişkilidir. Bütün hizmetlerin piyasaya devredildiği koşullarda kreş, yaşlı bakımı, ev işleri vb. emekçi ve yoksul kadınların omuzlarındadır. Onlar ev ve aileyle kuşatılırken, ya evden parça başı üretimle ya da esnek ve güvencesiz işlerde, yarı zamanlı istihdam edilir. Esnek istihdamın bir diğer biçimi ise kadına annelik ve ev içi işlerini sürdürecek biçimde esnek, yarı zamanlı, evden çalışacağı düzenlemelerdir. Diğer yandan, ekonomik güce sahip olan kadınlar bu hizmetleri ya piyasadan satın alırlar ya da diğer kadınların emeğinin sömürüsüne yaslanırlar.
Kadın emeği bir yandan ağırlıklı olarak kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde ücretli emeğe dönüşürken, diğer yandan özellikle kriz dönemlerinde nitelikli işgücü olarak adlandırılan kesimi istihdam dışına itilir.
Bu süreç feminizmin ataerkil aile yapısı olarak adlandırdığı ilişkileri çözmektedir. AKP iktidarının gericilik kuşatmasıyla kadına anneliği, aile içi görevleri ve doğurmayı dayatan girişimleri bu duruma karşı kapitalizmin önleminden başka bir şey değildir. İki dünya savaşı sırasında kitleler halinde istihdama kaydırılan kadınların savaşlar sonrası yeniden eve yollanmalarında olduğu gibi…
Feminizm mücadelenin taraflarının bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu, mücadelenin mekânını da “Erkeklerden alacaklıyız” sloganıyla özel alan olarak belirlerken kadınların sınıfsallığının sorumlusunu erkek olarak tespit eder.
Kadınların kaç çocuk doğuracağına siyasi iktidarın en yetkili ağızlarının karar verdiği, patronların kadın işçilerin medeni durumunu ve hamileliklerini denetlediği, kadınların evden parça başı üretim yaptığı, laikliğin tasfiye edildiği, aile içi ilişkilerin Diyanet’in fetvalarıyla belirlendiği, imamların aile danışmanı haline getirildiği, sermayenin tüketimi, güzellik ve cinselliği, TV dizilerinin yaşamları belirlediği koşullarda bir yandan da aile mahremiyetinden bahsedilerek kadına yönelik ev içi şiddetin meşrulaştırılması hem düzenin gerici iki yüzlülüğünü hem de özel-kamusal alan ayrımının gerçek dışılığını ortaya koyar. Böylesi bir kuşatmada özel alandan ve orada kurulacak, güçlendirilecek bir mücadeleden bahsetmenin nasıl bir kurtuluşla sonuçlanacağı ise muammadır.
Oysa toplumsal ilişkileri ve yapıyı belirleyen üretim ilişkileri bir bütündür. Yani üretim ve ev içi emekle somutlanan yeniden üretim, birbirini tamamlayan ve sermaye düzeninin devamını sağlayan bir işleyiştir. Bir yandan kadının doğurganlığıyla yeni emekçi-işçi kuşaklardır, öte yandan emek gücünün sürekliliğini sağlayacak, onu günlük olarak üretime hazır edecek ev içi işlerdir. Böylece yaşlı ve çocuk bakımı, çamaşır, yemek gibi işler sermayenin maliyet kalemlerinden düşer. Bütün bunların gerçekleştiği aile kapitalizm için bu yüzden önemlidir. Kadının aileyle kuşatılması ideolojik olarak kritiktir ve cennet tam da bu yüzden anaların ayağı altındadır. Gerici kuşatmanın önemi de buradadır.
Yukarıdaki satırlarda da bahsedildiği gibi sosyalist feminizm, kadının ezilmişliğini açıklamakta kapitalizmin ve onun işleyiş mekanizmalarının yeterli olmadığını, ataerkil sistemin kapitalizmi toplumsal cinsiyetler söz konusu olduğunda belirlediğini iddia eder. Dolayısıyla kapitalizmi kapitalizm olarak adlandırmak yeterli değildir. Buna göre doğru tanımlama ataerkil/cinsiyetçi kapitalizmdir. Dolayısıyla, “kadın sorunu” da ancak kadınlar tarafından çözülecektir.
Ancak, gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır. Kapitalizm bütün tarihsel gelişim süreci içerisinde dinci ideoloji, ataerkil/cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi vb. ideolojileri kendi bünyesinde bir biçimde yeniden üreterek sürdürür. Bu ideolojileri kurumsal bütünlüğü içerisinde belirlerken özellikle üretim ve birikim rejiminin yeniden yapılandırıldığı süreçlerde ve kriz dönemlerinde yeniden üretir. Burada belirleyici olan kapitalizmin bütün kurumlarıyla bütünlüklü işleyişidir ve temelinde emek-sermaye çelişkisi ile sömürü ilişkileri vardır. Dolayısıyla, cinsiyetçilik, ataerki gibi ideolojiler bu belirleyicilik içerisinde yeniden üretilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler de bu işleyişin parçasıdır. İçerisinde yaşadığımız kapitalist sistemin ideolojik, siyasi ve ekonomik bütünlüğünden azade değildir.
Sömürü, baskı ve gerici kuşatma ataerki ve/veya erkeklik durumuyla değil, sermaye düzeninin ihtiyaçları, toplumsal, ekonomik ve siyasi işleyişi ve ideolojik yeniden üretimiyle ilgilidir.
Bu koşullarda sermayenin zincirlerinden boşalmış halde emekçi sınıflara dönük saldırısı karşısında her sınıftan kadının aynı safta olduğunu söylemek mümkün değildir. Böylesi bir verili durumda, esnek ve güvencesiz istihdamın birinci elden hedefi olan, yoksulluğu bu düzende baki ve yönetilecek bir mekanizma olan emekçi kadınlarla, o yoksulluğu yöneten, daha fazla istihdam adı altında kölelik koşullarını dayatan sınıfların kadınlarının kardeşliğinden söz edilemez.
Ev içi işlerin satın alındığı, kadını özgürleştirecek kamu hizmetlerinin piyasaya terk edildiği ve/veya emekçi kadınların omuzlarına yüklendiği koşullarda «farklılıklara rağmen» salt kadınlık üzerinden bir saflaşma sermayenin egemenliğini ortadan kaldırmayacağı gibi kadınları kapitalizmin sınırlarına hapseder.
Mülkiyet ilişkileri ile birlikte ortaya çıkan işbölümünün kadın üzerindeki tahakkümü ancak bu mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalktığı koşullarda sonlanacaktır. Dolayısıyla bugünkü mülkiyet ilişkilerini yeniden ve yeniden üreten kapitalizm yıkılmadıkça, sınıfsız bir toplumun zemini kurulmadıkça, kadının kurtuluşunun da zemini kurulamayacaktır. “Ailede ve toplumda kadının konumunun, ahlak yasalarına ya da tanrısal buyruklara göre yaratılmış, sonsuzluğa kadar değişmeyecek bir şey olduğu boşinanı yok oldu. Toplumun öteki kurumları ve varlık biçimleri gibi ailenin de sürekli bir oluşum ve değişim içinde bulunduğu, onlar gibi ekonomik koşullarla ve bunlara bağlı mülkiyet düzeniyle birlikte değiştiği açıklığa kavuştu. Ama bu değişme, ekonomi ve mülkiyet düzeni ile çelişkiye düşerek üretim tarzını altüst edecek olan üretken güçlerin gelişmesine bağlıdır. Bunu, devrimcileştirilmiş ekonomik koşulların ve ilişkilerin temeli üzerinde insanların düşüncesini devrimcileştirmek, bunları da bütün kurumlarıyla toplumsal üstyapıyı ekonomik temeldeki değişimlere uygun olarak yeniden biçimlendirmek ve egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırmak çabası izler. Bu çabanın başarıya ulaşmasını sağlayan da sınıflar savaşımıdır.”11
Feminizmin (bütün varyasyonlarıyla) genel olarak yaklaşımı “kadın sorunu” olarak kodladığı soruya parçalı bir yaklaşımla çözüm bulmaktır. Farklı varyasyonlarının, sorunu ortaya koyarken aynı çıkış noktasına sahip olduğu feminizm, bütünlüklü bir toplumsal projeye değil, o bütünlükten soyutlanmış bir sorunun çözümü için cevaplar üretebiliyor ancak. Dolayısıyla, temelde bütünlüklü bir toplumsal kurtuluş arayışı söz konusu olamıyor. Oysa mesele “sorun çözümü” değil, bu sorunu var eden koşulların nasıl ortadan kaldırılacağıdır. İnsanlığın ve onunla birebir bağlantılı olan kadının kurtuluşu için bugün içinde yaşadığımız düzenin ortadan kaldırılacağı ve bambaşka bütünlüklü bir ekonomik, siyasi, toplumsal ve ideolojik zeminin kuruluşudur meselemiz.
Feminist yaklaşıma göre çözümlerin çıkış noktası bireysel ve özel alandır. Bireyin özgürlüğü, bütünlüklü bir toplumsal özgürlük zeminin önüne geçer. Bedene indirgenen “sorunun” çözümü de “benim bedenim, benim kararım” sloganının izdüşümünden öteye gidemez. Bu yaklaşıma göre kadının doğurganlığı da bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet sorunu olarak patriyarka tarafından belirlenir. Sorunun çözümünde de yine “benim bedenim, benim kararım” vardır. Oysa bugün özellikle koronavirüs salgını vesilesiyle hep birlikte yaşadığımız süreç, hepimizin bedeninin ve yaşama hakkının bizzat sermaye düzeninin denetiminde olduğunu göstermektedir. Söz konusu denetim, ancak ve ancak kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenir.
Bir diğer sorunlu alan, yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz örgütlü mücadelenin silikleştirilmesidir. Feminizmin bütün akımları/dalgaları kadınların, toplumsal ve siyasi değişim için yürütülecek örgütlü siyasi mücadelenin saflarından ayrışmalarına, kadının kurtuluşu mücadelesinin siyasi bütünlükten kopartılarak, ayrı, bireysel alanlara sıkıştırılmasına yol açar. Dolayısıyla, kadınların kurtuluşu için olmazsa olmaz bir zeminin kuruluşunu önceleyen, onun gerek şartı olan ilkelere, siyasi hatta sahip bir toplumsal kurtuluş mücadelesinin öznesi olmalarının önüne geçer. Son yıllarda öznesi olan örgütlü siyasi mücadelelerin reddedilerek hedefi belirsiz hareketlerle ikame edilmesinde, toplumsal algının bu çerçevede örgütlenmesine katkı sunar. Oysa hiçbir siyasi, ekonomik ve toplumsal değişim örgütlü bir öncünün yokluğunda gerçekleşemez. Postmodernizmin ve onun bulaşıklığını taşıyan her türlü akımın bugün bizleri zemin temizliği göreviyle karşı karşıya bırakan en önemli tahribatlarından biri budur.
Peki, kadınlar bu zemin kurulmadan hiç mi kazanım elde etmeyecektir? Elbette, insanlığın kazanımlarıyla sonuçlanmış olan devrimci süreçler ve işçi sınıfı mücadelesinin mevzilerini genişlettiği kesitlerde kadınlar önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Ancak, bu kazanımlar kalıcı bir kurtuluşun zemini olamamıştır.
Örneğin, sosyalizmin bir güç olarak varlığını sürdürdüğü, işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlar elde ettiği dönemler, kapitalist ülkelerde de sosyal devlet pratiğinin hayata geçtiği dönemlerdir. Bugün ev içerisinde kadınların omuzlarına yüklenen çocuk ve yaşlı bakımı, sağlık hizmetleri, eğitim gibi başlıklar kamu tarafından ücretsiz veya çok düşük ücretlerle karşılanmış, kadınlar üretim sürecinde ve toplumsal yaşamda ileri pratikler edinmişlerdir.
Sınıf mücadelelerinin zayıfladığı, sermayenin özüne döndüğü, kriz dönemlerinin sıklaştığı, dünyada solun sınıf mücadelesini kimliklerle ikame ettiği günümüzde, bütün bu kazanımlar büyük bir hızla kaybedilmiştir. Bu hakları geri almanın yolu, kapitalizmi iyileştirmeye çalışmaktan değil, mücadelenin hedefini doğru belirlemekten geçer. Ataerkil formların ortadan kalkmasının koşulu ancak bu toplumsal kurtuluş mücadelesiyle mümkündür. Örnek verecek olursak, feminist hareketin çeşitli bölmelerinin önerdiği ev içi işlerdeki emeğin ücretlendirilmesi, dört duvar arasındaki kadının sosyal sigortası bu toplumsal yapı içerisindeki emekçi kadının kurtuluşu değildir. Tam tersi, var olan mülkiyet ilişkilerini ve sınıfsal yapıyı meşrulaştırırken bir yandan da bu ilişkilerin süreklileştirilmesini sağlar. Öte yandan, sermayenin bütün maliyetlerden kurtularak kârını maksimize etmeye çalıştığı kriz koşullarında bu düzen içi talebin ne kadar gerçekçi olduğu da ayrı bir tartışma konusudur. Kadını bu yükten tamamen kurtaracak zeminin önemli köşe taşlarından biri ise ev içi işlerin toplumsallaşmasıdır. Bunun koşulu sermaye egemenliğinin ortadan kalktığı eşit ve özgür bir düzendir.
“2004 yılı Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi raporları sosyalizmin çözülüşü sonrasında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde kadınların durumunda büyük bir çöküş yaşandığını tespit etmektedir. Rapora göre 2004 yılına gelindiğinde kadınların toplumsal eşitsizliği hızla büyümektedir ve devletlerin buna ilişkin herhangi bir çözümü olmadığı tespit edilmiştir. Kadınların işsizlik oranı hızla artmış, sosyal güvenlik uygulamalarının ve kamusal çocuk bakım hizmetlerinin neredeyse ortadan kalkmasıyla kadınlar için hem ekonomik hem de sosyal güvencesizlik büyük bir tehdit haline gelmiştir. Üretim sürecinde ve işyerlerinde kadınlara dönük ayrımcılık artmıştır. Kadın emeğinin istihdamı niteliksiz ve düşük gelirli alanlara kaymıştır. Yine rapora göre kadına yönelik şiddet hem ev içi hem de kadın ticareti olarak bu ülkelerin en başat sorunlarından biridir. Hükümetler ise bunu reddetmekte, kadına yönelik şiddet kâğıt üzerinde suç olsa da buna ilişkin herhangi bir uygulama söz gündemde değildir.
Kadınların toplumsal ve siyasi yaşama katılımı ciddi bir biçimde düşmüştür. Toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin yasaların varlığı bu durumu değiştirmemektedir.
Polonya örneğine bakacak olursak, sosyalizm çözülmeden önce kadınların üretime katılım oranı yüzde 90 olarak tespit edilirken bu oran zamanla yüzde 68 ve yüzde 40’lara kadar düşmüştür.
Buna ek olarak iş yeri kreşlerinin sayısı bütçe kesintileri ile birlikte 1989’da 1553’ten 2001 yılında 396’ya düşmüştür. Aile bakımı desteklerinin tamamı ortadan kaldırılmıştır. 2000’lerin başında Polonyalı kadınların yüzde 42’si çocuk ve yaşlı bakımı nedeniyle çalışamamakta veya esnek/yarı zamanlı işlerde çalışabilmektedir. Artık üretim süreci ve toplumsal yaşamda var olmanın koşulları ortadan kalkmıştır.
Kilise iktidarın en büyük destekçisi haline gelmiş ve kadınlar aleyhine kararların alınmasında önemli rol oynamaya başlamıştır. Ülkede yıllardır kürtajın kaldırılması için adımlar atılmaktadır.”12
Bugün İstanbul Sözleşmesi’ne karşı AKP’nin iktidar olduğu Türkiye ile birlikte Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya, Romanya ve Slovak Cumhuriyeti’nden yükselen itirazlar, kapitalizmin bünyesinde barındırdığı ve ihtiyacı doğrultusunda yeniden ürettiği gerici ideolojik yeniden üretimin adeta göstergesidir.
Dolayısıyla, sermaye düzenini hedef almayan, tarihsel kazanımları göz ardı eden, sınıfların üzerini örten, günlük, tekil ve özel alan merkezli yürütülecek hiçbir mücadele kadınların kurtuluşunun zeminini kuramaz. Üretim ilişkileri ile birlikte, toplumsal ilişkilerin, ideolojik-kültürel referansların başka bir zeminde kurulduğu bütünlüklü bir toplumsal ve siyasal yapı kadının üzerindeki tahakkümün ortadan kalkmasının da ön koşuludur.
Bu yüzden mücadelenin karşıt unsuru erkekler değil, var olan toplumsal cinsiyet ilişkilerini, bu bağlamda gerici ideolojilerle toplumu kuşatarak kadınlara yönelik ayrımcılığı ve tahakkümü yeniden üreten kapitalizm ve sermaye sınıfıdır. Ve, yukarıda söyleneni vurgulamak üzere, kadınların kurtuluşunun asgari zemini bambaşka iktisadi, siyasi, ideolojik ve toplumsal kuruluş olan sosyalizmdir. Feminizm ise bütün varyasyonlarıyla, bir yandan burjuva ideolojisini şu ya da bu biçimde bünyesinde barındırırken, diğer yandan bu bütünlüğü reddederek kurtuluş perspektifinin çok uzağındadı.
Dipnotlar ve Kaynak
- Kollontay (2010). Birçok Hayat Yaşadım (Çev: S. Nazlı-S. Kaya). Agora Kitaplığı. s.375
- Marx , Engels F., Lenin V. İ. (1996). Kadın ve Marksizm (Çev: Ö. Ufuk). Sorun Yayınları. İstanbul. s.19
- ABD, Massachusetts’te Lowell tekstil fabrikalarında çalışan kadın işçilerin 1834’te maaş kesintilerine karşı başlattıkları direniş sürecidir. 1936’da yine maaş kesintilerine karşı greve Her ikisi de yenilgiyle sonuçlanan direnişler 1940 ve ‘45’te yeniden örgütlenir. 1840’ta Lowell Kadın İşgücü İyileştirme Derneği’ni kurarak örgütlenen Lowell Mills’in kadın işçileri aynı yıl ve takip eden yıllarda 10 saatlik iş günü için mücadelelerini sürdürür.
- Mill J. S. (2007). On Liberty and the Subjection of Women. Penguin Classics.
- Hudis, Peter-Anderson Kevin B., The Rosa Luxemburg Reader, Monthly Review Press, February 2004, p. 240 Speech at the Second Social Democratic Women’s Rally, Stuttgart, Germany, May 12, 1912
- Kollontai, Alexandra, The Social Basis of the Woman Question (t. Kadın Sorununun Toplumsal Temelleri), 1909, Abstract from Selected Writings of Alexandra Kollontai, Allison & Busby, 1977 https:// www.marxists.org/archive/kollonta/1909/social-basis.htm
- http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary
- Kollontay A. Aktaran: Akal E. (2011). Kızıl Feministler. İletişim Yayıncılık. s.64-65
- Zetkin C. (2008). Kadınların Klasiklere Borçlu Olduğu Şey. Aktaran: Marx K., Engels F., Lenin V. İ. Kadın ve Aile Çev: A. GelenSol Yayınları. s. 11
- Marx K., Engels F. (2013). Alman İdeolojisi (Çev. T. Ok, O. Geridönmez). Evrensel Basım Yayın. s.51-52
- Zetkin C. (2008). A.g.e. s.11-12
- The situation of women in the countries of post-communism transition, Doc. 9997 rev. 9 June 2004 Report Committee on Equal Opportunities for Women and Men, Rapporteuse: Mrs Magdolna Kósá-Kovács, Hungary, Socialist Group, For debate in the Standing Committee — see Rule 15 of the Rules of Procedure, Aktaran, Kuruç, Umut, Marksist Manifesto, Ekim Devrimi 100 Yaşında Yolumuzu Aydınlatıyor, 2017 s. 179