Anlaşılamayan, tuhaf gelen ve bu özellikleri içeriği kat kat aşan biçimselliklerden kaynaklanan kültürel ürünlerin bir ülkede yaygınlık kazanması, kısırlığın ve geriliğin şaşmaz göstergelerinden birisidir. Nerede seviyesizlik ve vulger eğilimler varsa orada, bu durumdan eşrafça rant almaya çalışan kalemler de bulunur. Bunlarda yaratıcılık ilginçlik saplantısına, özgünlük sürprizler oluşturmaya dönüşmüştür. “Zemzem suyuna işemeye” bayılırlar. Yeniliğe meraklı tüketiciye olta sallandırırlar.
Ne bu yazının sahibi ne de bu yazının yer aldığı kitap dizisi böylesi bir talebi karşılamaya yönelik iddialara sahip olmadığı için, “bir Oblomovculuk yapılmadığı kalmıştı” türünden itirazları baştan yanıtlamaya çalışacağım.
Bu çalışma İvan Gonçarov’un ünlü eseri üzerine değil. Ne de, Oblomov ile beraber üzerinde durduğum Çağımızın Bir Kahramanı bu yazının temel ekseni. Burada bir geleneğin doğuşunu “birey” ve “bireyin tutkuları” açısından ele almak istedim. Oblomov ve Peçorin’i, geleneğin doğduğu toprağa ait iki ilginç örnek olarak önemli bir malzeme sağladıkları için kullanmaya çalıştım.
Daha açık olabilmek için ilk önce, her ikisinde de kendi hesabıma altını çizdiğim özellikleri belirtip, sonra birey ve mücadeleciliğin ön koşullarını ana tema olarak aldığım bölümlere geçeceğim.
Bir roman nasıl okunur? Bu soru çok soruldu, estetik kitaplarında ele alındı; Lukacs ve Brecht arasındaki ünlü “miras” tartışmasında geliştirilen birçok tez bu sorunun yanıtı ile birlikte ortaya çıktı. Şimdi bu soruyu “Oblomov nasıl okunmalı” biçiminde değiştirirsek ve roman kuramından uzaklaşıp daha sosyolojik bir kaygı ile hareket edersek bazı sonuçlara ulaşabiliriz. Karşımıza çıkan “okuma biçimleri”nin ilki, hiç kuşkusuz en popülisti olacaktır. “Miskin bir aristokratın serfleri sayesinde sürdürdüğü asalak yaşamı”… Sonra “batılılaşma ve doğu despotizmi arasındaki ayrım”a dikkati çeken bir okumadan sözedilebilinir. Eleştirel yazında, bu saydığım iki “biçim” etkinlik kazanmadılar. Büyük Rus gerçekçisi Dobrolyubov dahil olmak üzere, roman üzerine yazanlar genellikle “Oblomovluk” üzerinde durdular. Hele hele bu yüzyılın başlarında bir siyasal partideki tembellere yönelik olarak “bizim de ne çok Oblomovumuz var” dendikten sonra, Oblomov ve Oblomovizm (ya da Oblomovculuk) birlikte ele alınır oldular.
Bir romanın hem değişen toplumsal koşullar içerisinde, hem de değişik toplumsal amaçlar için “değişik perspektiflerle” okunması. Buraya kadar normal. Normal olmayan, 1980’lerde Oblomov’un hala “tembel aristokrat” ve “kahrolsun Türkiye’deki benzerleri” türünden sinir bozucu bir gerilikle incelenmesi. İlginçlik meraklısı olmamalı, ama en küçük bir “yeni” öge taşımayacak denli klasik “eleştirilere” imza atmak niye?
Oblomov için yazılanlara karşı çıkmıyorum. Oblomov mide bulandıncıdır, siniktir, tutucudur. Ama Oblomov romanında ve Oblomov’un kendisinde Oblomovculuktan öte şeyler bulunabilir. Ben kendi hesabıma bulduğuma inanıyorum. Oblomov, zamanında kaba bir anstokrasi eleştirisi olarak görülmedi, bu bir adımdı. “Oblomovizm” bir tipolojiyi tanımlamak için seçildi, siyasal literatüre girdi, romanı aşan bir kimliğe büründü. Ben de “aristokrat” ve “tembel” Oblomov’da Rus toprağının kimi özelliklerini buldum. Onu ve Peçorin’i kullanarak bir mücadelenin insanlarını anlamaya ve Türkiye’ye uzanmaya çalıştım.
Oblomov için Kısa Notlar
- En başta Oblomov, adına maledilen tembelliğe hapsedilemez. Nedeni çok basit: İlya İlyiç’in tembelliğinde otodidaktik de olsa “bilinç” vardır. “Tembellik” bir yaşam biçimi olarak Oblomov tarafından tercih edilmiştir. Zamanla bu tembellik içselleşmiş, çocukluk dönemindeki alışkanlıklar ve genetik özellikler ile birleşmiştir. Oblomov, tembelliği üzerinde çokça düşünebilen bir tembeldir. Oysa ortalama, sıradan bir tembellikte bu özellik yokolmuştur. Kafka’nın metamorfoz sürecinde çok açıktır; yokolan bir kişilik sonunda kendi kendini algılayamaz duruma gelir. Oblomov kendi bilincinde, kendi gerçekliğinin bilincinde bir tembeldir. Böyleleri ile sıkça karşılaşmayız.
- Oblomov birey midir? Bir roman söz konusu olduğunda “birey” belli ilişkiler yoğunluğunda merkez olabilendir. İlya İlyiç Oblomov öylesi bir merkez olmaktan çok, bir durumu ifade eder. Niyet ve öznelliklerin ötesinde bir durumu. Bu nedenle İvan Gonçarov’un kendisine yüklediği olumsuzluklardan kolayca sıyırabileceğimiz nitelikler taşımaktadır. Rus toplumunun 19. yüzyıl ortasındaki özgün dinginliğini (dinamik dinginlik denebilir) hareketli bir birey değil, ışıktan korkan ve ömrünün büyük bölümünü “yatay” olarak geçiren birisi daha iyi yansıtabiliyor.
- Oblomov, kendisini hiçbir zaman bir “karşıt” olarak görmez. Garip olan kendisi değil, dış dünyadır. Hatta dış dünya bir “anti-tez”dir. İlk bakışta, ilişkileri sınırlı bir kişinin yaşayacağı sıradan bir egocentrism denebilir. Hiç ilgisi yok. Oblomov en kaba ifadeyle “kafası çalışan” birisidir. Dış dünya ve kendisi hakkında illüzyonlara sahip değildir. Dışında sahtekarlık, ihtiras ve çirkef, yatağında ise bunların dışında bir dingillik vardır.
- Oblomov eriyen ve güçsüz bir aristokrattır. Değişime karşıdır; bu anlamda tutucudur. Ama geleneksel aristokrat ideolojiye sahip değildir. Oblomovkası’ndaki serfleri nesne olarak görme alışkanlığı, bu konudaki acımasızlığı, bu ideolojinin varlığını kanıtlamaya hiç yetmez. Oblomov’da aristokrat yaşam biçim ve felsefesi yoktur.
- Oblomov’u dünya tatmin etmiyor; değişen dünya hiç…
- Oblomov zekidir. Yalnızca bir örnek: Sevgisiz Oblomov, sevgiyi zaman zaman teorik olarak yakalayabiliyor. Olga’nın kendisini sevemeyeceğini biliyor.
- Oblomov’da temiz bir yan vardır. Erdemlidir. Bu önemli bir özelliktir. Geleceğe devrolmuştur.
- “Toplum! Senin beni bu adamların içine götürmen onlardan nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat, ha. Ne bulabilir insan orada? Fikir meseleleri mi var? Duygu meseleleri mi var? Bu hayatın bir ekseni yok; derin, hayati hiçbir yanı yok. Bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, benden çok daha ölü. Hayattaki gayeleri ne? Benim gibi yatakta uzanmıyorlar, ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. Ne çıkıyor bunlardan? Bir odaya girersin, bakarsın herkes karşlıklı oturmuş ciddi ciddi duruyor. Yaptıkları nedir? İskambil oynuyorlar… Diyecek yok, güzel bir hayat doğrusu. Yaşamak isteyen bir ruh için ne yaman bir örnek! Ölü değil mi bu adamlar? Oturduklan yerde uyumuyorlar mı? Ben yatakta yatıyorum, kafamı valeler ve aslarla doldurmuyorum diye kabahatli mi oluyorum?” 1
- Oblomov, Ştoltz’da somutlanan alternatifi benimsemiyor. Çok açık tembellikten değil. Retorik yeteneği ile yüklü Oblomov’u sıradan bir mazeret üreticisi olarak görmemeli. Ştoltz gelişen kapitalist ilişkilere malolmuş, yenilikçi bir dosttur. Calvinist ruhtan çok uzak bir tipoloji, Oblomov’un (gerçekte olması güç gözüken, eğreti duran, şaşırtıcı) iç zenginliğine hitap etmiyor. Oblomov, yatağında yargıç rolüne soyunmuş oluyor. O süreci tembelliği nedeni ile değil, tembelliğine bir alternatif olmadığı için iteliyor. Bilinçle. Oblomov’un tembelliği işte burada ikinci plana gerileyiveriyor…
“Çağımızın Bir Kahramanı” için Kısa Notlar
- Peçorin, Oblomov’un üç aşağı beş yukarı yaşıtıdır. İlya İlyiç’in yatağındaki yargıç rolünü oradan oraya dolaşarak yerine getirmiştir.Hiçbir belirgin amacı olmayan, bu anlamda Oblomov’a yaklaşan, kendi halinden hoşnut olmayan bir “mit”…
- Evet, Peçorin bir mittir. Bir iktidar simgesidir. Dönem boyunca üretim süreci dışındaki bütün ilişkilere küçümseyerek ve tepeden bakan, ama gücünü en fazla gene o ilişkiler çerçevesinde kanıtlayabilen bir mit.
- Güç ve makyavelyan ögeler açısından Oblomov’a uzak düşen bu “kahraman”, nesnelliğe dışsal bir eleştiri odağı olması anlamında ona çok yakınlaşıyor.
- Peçorin, kimi özellikleri açısından Goladkin, Davuşkin ve “Ebedi Koca” gibi Dostoyevskiy tiplerinin, Turgenyev’deki ihtirassız narodniklerin ötesine geçebilen birisidir. Devrimcilikle hiç ilgisi yoktur. Ama bir yapabilme ve yenebilme gücünü simgeler, uçuruma atlayabilme yüreğini taşır. Oblomov erdemli ve temizdir. Peçorin “muktedir”. Geleceğe devrolurlar…
- Gregoriy Aleksandroviç Peçorin de aristokrat kökenlidir. Topraktan kopmuştur. içi içine sığmayan, mevcut yaşam biçimlerine giremeyen birisidir: “İlk gençliğimde, ailemin koruyuculuğundan çıktığım günden sonra, parayla ulaşılacak bütün zevkleri çılgınca tatmaya başladım. Tabi sonunda hepsinden bıktım. Sonra sosyete hayatına daldım, ondan da pek çabuk usandım. Kibar kadınlara tutuluyordum, onlar da beni seviyorlardı; ama onların tutkusu ancak hayal gücümü, onurumu tatmin ediyor, kalbimse boş kalıyordu… (…)Ruhumu toplum bozmuş, kafam kuşkulu, kalbim hiç doymak bilmiyor; hiçbir şey beni oyalamıyor, kedere de zevke alıştığım gibi çabucak alışıyorum. Bundan dolayı yaşantım günden güne anlamını yitiriyor, benim için tek çıkar yol kalıyor, yolculuğa çıkmak…” 2
- Peçorin ancak Rusya’dan çıkar. İki nedenle. Toprak genişliği ve merkezi otoritenin haşmetli gücüne rağmen her daim varlığını hissettirememesi “birey”e belli bir hareket serbestliği tanıyordu. Ayrıca, balo ve gece davetlerinin dışına çıkmak zorunda kalan öğrenci-asker kesimler, aristokrat kökenli olsalar da, yoksulluk ve sertliğe karşı kendilerini yüklemek zorunda kalıyorlar. Bu yük, romantizm ve gerçekçiliğin harmanlandığı bir doğu tipolojisini yaratıyor. Hareket serbestliği ile birleşen bu özellikler de, geleceğe devroluyor.
İki Lüzumsuz Adam ve Gelenek
Peçorin ve Oblomov, edebiyat eleştirmenleri ve tarihçiler tarafından daha önce de karşılaştırılmışlardı. Bu iki Rus, genellikle “lüzumsuz” sıfatı ile nitelendirildiler. Gelişme dinamiği taşıyan bir toplumda mevcut bütün süreçlere duyarsız kalmış iki “lüzumsuz” adam!
Artık bu çalışmayı Oblomov ve Peçorin’in yardımı ile İlya İlyiç ve Gregoriy Aleksandroviç’ten kurtarma zamanı geldi. İkisi de lüzumsuz olabilir. Ancak ikisinin başka ortak özellikleri var. Her ikisi de, belki şaşırtıcı gelecek “aydın” üreten sınıfsal katmanlar ile yakından ilişkiler. Oblomov eriyen bir feodaldir. Üretim süreci ile olan bağları minimum düzeye inmiştir. Rusya’da 19. yüzyılda aristokrat ailelerden gelip Petrograd, Moskova gibi büyük şehirlerde öğrenim gören ve devrimciliğe soyunan birçok “soylu” vardır. Narodnik hareket, biraz da toprak sahiplerinin şehre yolladığı sivil-asker öğrencilerin omzunda yükselmiştir. Daha sonra bu hareketin geleceğe uzanabilecek bütün özelliklerini çalan Bolşeviklerin de önde gelen kadroları emekçi kökenli değil küçük burjuvadırlar.3 Son derece doğal…
Burada Oblomov’dan bir potansiyel devrimci, gerçekleşmeyen bir devrimci yaratmıyorum. Oblomov’un ötesine uzanıyorum. 19. yüzyılda bireyselleşme sürecinin Rusya’da aldığı biçimin altını çiziyorum. Rusya’da gelişen kapitalizm, söz konusu bireyselleşme sürecine damgasını vuramadı. “Miskin aristokrat” Oblomov’u çekemedi. Peçorin’in içindeki “ates”i denetleyemedi. Rus aydını mevcut düzen içerisinde erimedi. Aynı anlama gelmek üzere Rus burjuvazisi kendi “aydın”ını, “birey”ini yaratmakta başarılı olamadı. Bu olanağa sahip değildi.
Turgenyev’in, kendisi hiç de devrimci olmayan Turgenyev’in, son derece güzel iki romanı Ham Toprak ve Arefe’si ile ünlü Babalar ve Oğulları‘na bakalım. Vulgerce çizilmiş olsalar, okuyucuya sevimsiz gelseler de bir şeyi kabul etmek gerek:Bu eserlerdeki kahramanların önemli bir bölümü üst tabakaların insanıdır ve bir ayakları mevcut statükonun dışındadır. Bu olağanüstü bir şeydir. Bu olağanüstü “bir şeyin” nedeni nedir? Bu sorunun yanıtı büyük önem taşıyor.
Aslında Rusya’da burjuvazinin, bireyi kucaklayabilme söz konusu olduğunda ne kadar talihsiz olduğunun ilk habercileri dekabristlerdir. Sınırlı bir nesnellik içerisinde olmalarına rağmen şaşırtıcı bir ses getiren bu hareketin taşıdığı mesaj, yenilikçi hareketlerin burjuvazinin geleneksel-organik ideolojisinin dışında nitelikler taşır.
Küçük burjuvazinin düzenin onlara açtığı akçalı yükselme kapılarını şu veya bu nedenle değerlendirmeyen (değerlendiremeyen) bölümü için, hep ülküsel davranma ve ulaşılması güç zirvelere bakmak eğilimi vardır. Bugün de; ama dün daha çok.
Dün için ise en açıklayıcı dönemeç 1789’dur. Fransız Devrimi, özgürlük-kardeşlik-eşitlik gibi dünyevi ütopyaları harekete geçirdi. Ülküler yarattı. Fransız Devrimi’nin bir türlü gerçekleşmeyen ülkü ve ütopyaları batılı bireyi bağladı kısırlaştırdı. “Egaliteryan” düşünce burjuvazinin bir düzen bayrağı olmakla sınırlı değil elbette. Bilimsel sosyalizmin de kaynağında eninde sonunda bu düşünce vardır. Ancak 1789’da Robespierre gibi demokratların temsil ettiği devrimci burjuvazinin kısa soluğu ile 4-5 yıl yaşayabilen bu ülküler, küçük burjuvazinin kafasına yıkılıverdi. 19. yüzyılın ortaları ise başta Fransa’da olmak üzere, batılı aydını aşan bir işçi sınıfı gösterisine tanık oldu. “Kendi” ülkülerinin mürüvvetini göremeyen küçük burjuva aydınlar, bu kez işçi sınıfının görkemli çıkışının altında kaldılar. Marx-Engels bir yana, dönemin en prestijli aydınlarının, bir tür toplumsal küskünlük ifade eden anarşistler olması rastlantı mıdır?4
Batılı aydın 1789’dan sonra yeni bir “Everest” yaratma sıkıntısı çekti. Anarşistlerin saygınlığı “ideallerinden” kopuşu simgeliyordu. Bu anlamda 1789’dan beri yaşanan bir hayal kırıklığı sözkonusudur. Hatta İki yüzyıllık süre ele alındığında bir kopukluğun olmadığı, Avrupalı aydının bir hüsran ile karşı karşıya kaldığı söylenebilir. 1789 onlar için bir darbe ise, daha sarsıcısı 1917’de gelmiştir. Çok çeşitli nedenlerden, ama en fazla 1789’un o gerçekleşmeyen liberalliği nedeni ile kısırlaştıkları için Ekim’e ısınamamışlardır. Sözkonusu “zincirler”den kurtulabilenleri için ise 1917, özü ve geleceği kavranamayan, yalnızca eskiyi yıkma gücü ile değerlendirilen anarşizan bir süreç olarak görülmüştür. En çaplı batılı aydınlar, yeterli olgunluğa kavuşmadan bolşevik devrimi ile karşılaşmışlardır. Lukacs, gelişmelerin zenginliği ile ayakbağlarından genç yaşta kurtulan, sonra “Avrupalı” yanı daha ağır basan, “ne diye o kadar heyecanlandık ki”ye varan bir ağırbaşlılığa bürünenlere güzel bir örnektir. Sonunda dönekliğin eşiğine gelmiştir.
Bir İtalyan aydını Gramsci ise, aynı sarsıcı etkiyi yaşayıp yazdı; ama fizik olarak hapsoldu, bununla kalmadı Avrupa söz konusu olduğunda hep “Avrupalı” kaldı. Özetin özeti, batılı aydın 1789’dan bugüne, 17 de dahil, hep burjuvazinin yükseliş döneminde yaratılan ülküler ile reellik arasındaki ayrımı tarttı durdu. Sonunda siyasi mücadelede ölüm anlamına gelen “tevekküle” ulaştı.
Avrupa’da burjuva demokratik devrimler dalgasının yükselişi ile yaratılan düşünce sistemine “hümanizm” sinmiştir. Hümanizm, belli bir olgunlukta kendi karşıtını doğurmalıydı, doğurdu da. Ancak, “karşıt”, can alıcı özelliklerini kapsayan bir biçimde batılı aydınlara mal olamadı. Başka yerlerde ete kemiğe büründü. Avrupa’nın batısında hümanist geleneğin, yaşayanlar karşısında sürekli olarak paniğe kapıldığı görüldü. Her iki paylaşım savaşı, daha öncesinde restorasyon ve III. Napoleon dönemleri hatta 1917, içselleştirilmiş değerlere bir tehdit olarak görüldü. Bugün bu “panik” ideolojisinin en önemli temsilcileri marksizmin kimi versiyonlarından Doğu Avrupa muhaliflerine kadar uzanan bir yelpazedeki “Avrupacı” ideolojinin temsilcileridir. Doğu despotizmi ve Amerikan çiğliğinin karşısında bir Avrupa… Çok açık. Bir yanı bilinçli bir sosyalizm düşmanlığı (birleşik Avrupa), diğer ucu nostaljik bir ütopya (Avrupa kültürü)…
Küçük burjuvazi ya ülküsel bakar, hatta kimi zaman toplumsal dinamikleri yakalar ya da yükselme sürecini kollar. Oblomov’a alternatif olarak gösterilen Ştoltz bu ikincisine örnektir. Burjuva dünyası saygı duyulacak enerji ve ihtirasını hapsetmiştir. Bundan sonra Ştoltz’a ne saygı duymak, ne de onda bir gelecek görmek mümkündür. Hasan Yalçın, Saçak dergisi yazarı, Oblomov’a husumet duygularını arttırmaktan başka bir şey ifade etmeyen çalışmasında şunları yazıyor: “Gonçarov Ştoltz’un kişiliginde bize yeni sınıfın yükselme hırsını, pratikliğini, davranış ve düşünce biçimlerini sergiler. Gonçarov bilmektedir ki gelecek Ştoltz’larındır.” 5
Ştoltz’da nasıl bir gelecek var? Ne büyük bir saçmalık! Gelecek Ştoltz’larda olsaydı 1917 ne demek oluyor? Ştoltz’un, benzer “aracıların”, Rusya’da hiçbir geleceği yoktu. Ştoltz’un kişiliğinde somutlanan “birey” tipi Rusya’da bireyselleşme sürecine malolamadı. İşte şükran borcu burada başlar. Uçarı Peçorin ile beraber, bu sürecin yatağından çıkaramadığı Oblomov, boşlukta ve dengesiz kalışları ile Rusya’da bir kuşak sonra beliren ve “gemileri yakan” aydın tipine çok şey devretmiştir. Bu anlamda simgedirler. Borç burada başlar ve burada biter. Yoksa yerin dibine girsin Oblomov ve Oblomovculuk!
Rusya’da burjuvazi küçük burjuvaziye yükselme fantazileri yaşatacak, aynı sis perdesini bu ara sınıf ile emekçilere taşıyabilecek maddi ve ideolojik donamıma sahip değildi. Burjuva ideolojisinin en önemli parçalarından birisi eksik kalınca, sert-soğuk-acımasız bir ülkede (Roma ve Yunan kültürünü 12-18., Fransız kültürünü ise 18-19. yüzyıllarda oldukça yaygın bir biçimde kullanan bir ülkede) bireyselleşme süreci çok açık olarak batıdaki mantıki sınırlarının dışına taştı.Küçük burjuvazi içerisinde dengede duramayan kesimler görüldü; bunlar kendi sınıflarının hastalıklarını barındırmakla beraber düzenin dışına düştüler.
Bu süreç sırasında bir başka özellik daha ortaya çıktı. Cılız burjuvazinin kapamadığı bireyler, henüz evrensel planda burjuvazinin moral düşüşünün daha tam olarak başlamadığı bir dönem yaşandığı için yozlaşma tehlikesini atlattılar. Oldukça puritan bir kimliğe büründüler. Rus narodniklerinde Batılı ülkelerde sarsılmaya başlayan insanca erdemler baştacı yapıldı. Bu, “ortodoks”luğun açık bıraktığı kapılardan genellikle ateist olarak çıkılması ile birleşince, ortaya güzel bireyler çıktı. Kavga eden, birbirlerine saygılı, düşünce ve inançlarına bağlı ve ahlaklı bireyler. Bunların öncülleri ise düello eden, kadınlara saygılı Peçorin’dir, yozlaşmaya tiksinti ile bakan Oblomov’dur.
Ne yapacağını bilemeyen, amaçsız Peçorin’den on-yirmi yıl sonrasına kalan bu etik özelliklere eklenecek bir şey daha var. Maceracılık ve romantizm… Bu ikisi, zamanla tutku ve mücadeleciliğe dönüşüyor, ama hiç kaybolmuyor. Rus aydınlarının en büyük özelliği budur: Tutku ve mücadelecilik bilincin önünde gider. Onu ileriye çeker. Buna daha sonra değineceğim.
Tüm bu özellikler 20. yüzyılın dönemecine gelindiğinde kendisini bir başka, asıl gelecek vaadeden sınıfın yanında hissedenlere devroldu. Yaklaşık 30 yıl boyunca olgunlaşan bu özellikler 1905’e gelindiğinde her şeye “adieu” diyen bir kuşağın malı oldu. Gemileri yakan bu insanlar kişilikleri ile yitme riskini göze aldılar. Petrograd’da, Tiflis’te, Bakü’de… Tarih yazdılar…
Gelenek Türkiye’ye Uzanırken
Bir geleneğin bireye yönelik olarak devrettikleri bunlar. Peki Türkiye söz konusu olduğunda elde ne var?
Fazla bir şey olduğunu söylemek çok güç. Ancak, anlatmak istediğim türden bir geleneğin kimi özelliklerini barındıran bir doku ittihatçı harekettir. İttihatçılar, bu tür bir örnek oluştururken, belki de Türkiye’de bugün dönüştürme-değiştirme perspektifine sahip güçlerin yaşadığı bazı dramatik sorunları da bir bakıma önceden “müjdeliyordu”. Jöntürk deneyimi daha başından itibaren, sezgi ve sonuç alıcı kararlılığın yol açtığı “doğruları”, sınıf kökeni ve teorisizlikten kaynaklanan “yanlışları” ile birleştiren bir süreçtir. Bir “örgüt” ruhudur, popülizme uzaktır, bastıkları toprağı kısmen de olsa iyi tanımışlardır; ama ilke ve hareket noktaları hiçbir zaman eylemleri üzerinde otorite kuramamış, bu anlamda pragmatik olmuşlar, ayrıca “iktidara gelmek” ile “iktidar olmak” arasındaki ilişkide birincinin ağırlığını ikincinin aleyhine olarak hissettirmişlerdir.
İttihat ve Terakki, bir örgüt ruhunu temsil ettiği ve nesnelliğin güçlenmesi beklentisi olmadığı oranda geleneğimiz, teorisizlik ve batıda devrini doldurma yoluna giden bir sınıfı Anadolu ve Makedonya üzerinde temsil ettiği ölçüde inkarımızdır. Bugün, 20. yüzyıl Türkiye tarihine baktığımızda bu “geleneğin” Kemalist historiyografinin tüm çabalarına rağmen, nehrin öteki yakasında, hem de kafası dik olarak temsil edildiğini görüyoruz. Üstelik burjuvazinin siyasal kadroları içerisinde ittihatçı kökenliler, zaman zaman itelenseler de, doğrudan Cumhuriyet döneminin yarattıkları kadrolara göre daha itibarlı olmuşlardır. Nehrin bizim yakamızda ise, devrolması gereken özellikler güçlü bir somutluğa ulaşamamışlardır. İttihatçılık, ufku sınırlı da olsa bir “yenilikçi” harekettir. Örgütçü bir harekettir. Bizim tarihimizde bu sıkça rastlanabilen bir şey değildir. Biraz da bu fakirlik nedeni ile, ittihatçılıktan bizim geleneğimize ilave edilmesi gereken şeyler vardır. Yalnızca sözüm ona “demokrat” ögeler taşıyor diye “geleneğin” kökenlerini başarılı İttihat ve Terakki yerine, örneği Prens Sebahattin’in renksiz hayallerinde aramanın hiçbir anlamı yok.
İttihat ve Terakki’den bize devrolanlar da bunlar. Ne yazık ki tarihimizin bu özverili hareketi büyük ölçüde teorisizlik ve olgunlaşamadan büyüme nedeniyle bize mücadele ederken yararlanabilecek bir “etik” gelenek bırakmadı. .Teorisizlik, çabuk büyüme ve erken başarının yanında, Jöntürkler’in daha baştan itibaren devlet içinden gelmeleri hatta kimilerinin “saraylı” olmaları ittihatçı yöneticilerin kalıcılaşmış bir “kişilik Rönesansı”na ulaşmalarını engelledi. Aralarında kavgacılıklarını, inatçılıklarını ve dürüstlüklerini koruyanlar olsa bile, İttihat ve Terakki’nin özellikle orta kademe yöneticileri 1908 sonrasında ciddi bir yozlaşmayı yaşadılar. Kitleselleşmeyi, geleceğe uzanabilecek toplumsal sınıflar içerisinde bulamayan bir “ekip” için çok da şaşırtıcı bir sonuç değil.
Bizim tarafımızda, gemilerini yakan ve bir geleneği temsil edecek denli zengin bir örnek Nazım’dır. Nazım’ı, yaşamları boyunca tüm yanılgı ve eksikliklerine rağmen saygı duyulması gereken özverili bir mücadele vermiş olan diğerlerinden ayıran özellik, kişiliğini oldukça değişik koşul ve ortamlarda aynı ruh ve zindelik ile koruyabilmesidir. Bu da ülkemizde sıkça görebildiğimiz bir şey değildir. Nitekim, koskoca bir yüzyılda alnımızın akı biricik örneğin uzun süre “dışarıda” kalmış birisinde somutlanması da bizim toprağımızın “birey” yaratmadaki sıkıntılarının önemli bir göstergesidir.
“Aydın yaşadığı ortamın özgün bir dinamiğe, giderek özgün bir yazgıya sahip olduğunu tam tamına bilimsel olarak kanıtlayamasa bile, kendine bu doğrultuda özel misyon biçen kişidir.”6 Bunu Çulhaoğlu, yeni bir “aydın” tanımlamasından çok “aydın”ın (onu mücadele ve inatçılık için tahrik eden) bir özelliğini vurgulamak için yazmış olsa gerek. Ben bir şey eklemek istiyorum: Aydın, nesnelliğe, o nesnelliğin ipuçlarını verdiği ölçüde başkaldırandır. Kuşkusuz bütün aydınlarda böylesi bir cüret bulmak mümkün değil. Ancak çağımızın aydını böyle bir cürete sahip olmadığı oranda, eksiktir. Özgürlüğün en gelişmişini, yani nesnelliğe bilim ışığında kafa tutabilmeyi yaşamıyor demektir.
Bizim aydınımız bu bağlamda ne kadar özgür?
Bu sorunun yanıtının önünü açacak bir başka soru sormak mümkün. Türkiye’de roman ne ölçüde yazılabilir? “Türkiye’de roman var mı, yok mu” türünden bir tartışmadan söz etmiyorum. Türkiye’de roman yazılabilmesi için gerekli zenginlikte ve bu toprağa içselleşmiş bireyler var mı? Olsa bile bunlar romanlaşabilecek kadar “ağır”lar mı? Burjuvazinin yükseliş döneminde eksik kalan bireyselleşme, bugünün Türkiyesi’nde ne ölçüde elle tutulur bir somutluğa ulaştı?
Bu soruları daha fazla uzatmadan şu söylenebilir: Türkiye’de roman “mevcut” bireyler ile yetinildiği sürece “bunalım” edebiyatının şu veya bu şekilde esiri olacaktır. Mevcut olanla yetinilmediği bir durum ise, geleceğe dönük bir perspektifin inandırıcılığını dosta düşmana kabul ettirme sonucu mümkün olabilir. Bu olmadan denenecek “şövalye tipler” ne olursa olsun, vulger bir damga yiyecek ve estetize edilmesi çok güç bir zorlamanın ürünü olacaklardır.
Bu yazdıklarım için bir örnek vereceğim. Haddini bilmez sosyalizm düşmanlarının cirit attığı bir edebiyat dünyasında, şu ana kadar verdiği ürünlerle bu günaha katılmadığını gösteren bir yazar var: Orhan Pamuk. Yazar, Cevdet Bey ve Oğulları ile Sessiz Ev’den sonra üçüncü romanına zemin olarak “Osmanlı”yı seçti. Beyaz Kale,son derece zengin iki birey üzerine kurulmuştur. Bu son derece zengin iki birey için 20. yüzyıl Türkiyesi’nin değil, Osmanlı’nın seçilmesi bana pek “öylesine bir tercih” gibi gelmiyor.
Türkiye’de birey, özgürlüğü nesnelliğe başkaldırıda yaşamıyor. Özgürlük yolunda işi kolayına kaçıyor. Ağaoğlu, Soysal, Atılgan, Buyrukçu, Türkali, İleri… Bu yazarların ne olup olmadığı değil sorun. Sorun, bu yazarların işledikleri tiplerin genel olarak cinselliklerinde özgürleşebilmeleri. Türkiye aydını elbette bu tiplerden ibaret değil. Ancak, Türkiye’de, özellikle 12 Mart’taki “direnme” süreci dışında romanlaştırılabilmiş bir gelişmiş tipolojiden söz edebilmek oldukça güç.
Peki, bütün bu pesimist gözükebilecek yaklaşımlardan sonra, “geleneğimiz” ne olacak? Birincisi, “gelenek”, yaratılması sürdüğü sürece vardır. Bizim, Türkiye’de sorunumuz, bir geleneğin yaratılmasını sürdürmek olacaktır. İnsan malzemesi sorunsa; yaratılır, teorik birikim yetersizse; oluşturulur, kolektivitenin altı çizilecekse; bu da yapılır.
Burada “birey”in istediğimiz anlamda zengin ve inatçı olabilmesinin yollarını araştırmak gerek. En başta, daha önce de vurguladım, insanın tutku ve kararlılığı “bilişsel yüklenmesi”nden önde gitmelidir. Kastettiğim, basit bir oran sorunu, helva yaparken un ve şeker arasındaki dengeyi tutturabilme sorunu değildir. Sözünü ettiğim, insanın tutku ve kararlılığının “bilgi” birikimini peşinden sürüklemesidir. Entelektüel zenginliğin başat olduğu koşullarda birey ağırlaşır, bu zenginlik kendi kendisini tüketmeye başlar. Üstelik tutku ve kararlılığın çektiği bir bilgi birikimi, herzaman daha yaratıcı ve sonuç alıcıdır. Bu nedenle herşeyden önce “gemileri yakmak” hali hazırdaki entelektüel birikimi bu eylemin egemenliğine bırakmak gerekir. Güçlü öznellik, ancak bu şekilde kendi bireyini aşabilmiş kolektif bireylerle oluşur. Bunların çarpıcı özgünlükleri “çok bilmeleri” değil, “bildiklerini yaşayabilmeleri” ve daha da önemlisi “yaşatabilmeleri”dir.
Bu anlamda şu sıralar acayip moda olan “aman gençler kendinizi yakmayın” türü öğütler, nesnellik-özne ilişkilerine tutucu bir müdahale olduğu kadar, insanlara hedef gösterme yetenek ve olanağının kimi “solcu”lar için kaybolduğunu da sergilemektedir.
“Gelenek” için bireyler yaratmada ikinci sorunumuz doğrudan Türkiye’deki geçmiş pratiğe ilişkindir. Ülkemizde ne yazık ki “puritanlık”, “adama”, “kararlılık” gibi kavramlar ODTÜ’nün 68-80 arası tipolojilerine hapsedilmeye çalışılıyor. Böylesi “etik” kavramların üzerine toprak atılmasına dur demenin zamanı geldi. Geçmişte bu kavramları olgunluk ve doğru teorik çerçeveden yoksun olarak (ve “bozulmamış” bir popülizm ile) benimseyen devrimci demokratların önemli bir kesimi bu “örtme” eylemine canla başla katılıyor. Dejenerasyon böyle başlar.
Dejenerasyon hiçbir kalıp, hiçbir sınır tanımayacağa benziyor. Eskiden herkes yaptıklarına, yazdıklarına dikkat ederdi. Belki kısırlığın yol açtığı kimi tabular vardı, ama Türkiye solunun kendisine biraz saygısı da vardı. Bugün aynı kişi hem Kundera’yı sevip hem de solcu olabiliyor. Dün, Zekeriya Sertel’in “ünlü” yazı dizisi fırtınalar koparttı, bugün Yeni Gündem’de Murat Belge Nazım’ı “Stalinizmin vahşeti karşısındaki peygamber tavrı ve tevekkülü” vesilesi ile anıyor; kimseden çıt yok. Nazım Hikmet’den neredeyse bir “reel sosyalizm” karşıtı çıkaracak, itiraz eden olsa “bildiğiniz gibi değil” diyecek, 12 Eylül sonrası kuşak koca şairi böyle tanıyacak. Dejenerasyon sürüyor. Sürmesinin toplumsal nedenleri var.
Küçük burjuvazi kendisini savunmaya başladı. Uzun süre temelsiz ve geleneksiz bir oyuna katılan küçük burjuvalar, uygun koşullar ortaya çıkınca kendi kimliklerini bulmaya başladılar. Genel eğilim budur. Yabancı oldukları bir ideolojiyi terkediyorlar. Bu işlemi tek başlarına yapamazlar, aracı kullanıyorlar. Türkiye solunda bu aracılık işlevine soyunanlarla bir tür hesaplaşma mutlaka gerekecek.
Süreç sosyalist düşüncenin terk edilme sürecidir. Bu yüzden bir arınma sürecidir. Bu bir. İkincisi, küçük burjuvazinin sınıfını tanıma ve bulma çabası, bugün kendi karşıtını, sınıfını aşma dinamiğini yaşayan bireyleri de ortaya çıkartıyor. Bu yüzden Türkiye’de olup bitenleri üzüntü ile karşılamanın pek bir anlamı yok. Eğer sosyalist düşünce kendi kimliğini prestij kazanarak ortaya koyabilecekse, saflarında “geçici” olan unsurların gemiyi terketme sürecini sağlıklı olarak karşılamak gerekiyor. Zaten birçokları kendileri de şaşıracaklar, artık Türkiye’de hem şunu-bunu söyleyip, hem de marksistlik iddiasında bulunmak güçleşecek. Nitekim bir gelenek artık yavaş yavaş asıl sahiplerine teslim edilmeye başlandı.
Türkiye solu bu geleneğin hakkını vermelidir. Bu yazıda “insan malzemesine” değindim. Sol için elverişli bir döneme giriliyor. Türkiye’de resmi ideolojinin hitap etmediği, ama etik özellikler açısından boşluğa düşmemiş, yükselme olanakları sınırlı olan ve yaşadıklarından tatmin olmayan bir kesim var. Gelenek bunlara maledilmelidir.Üstelik, bu kesimler içi alternatifler son derece sınırlı; ya tarihin belli kesitlerini ellerinde tutmaya çalışacaklar ya da “50 milyondan biri” olmayı kabullenecekler. 21. yüzyıla doğru yol alırken Türkiye’de Oblomov türü bir “yatak deliliği” ya da Peçorin türünden amaçsız bir hiperaktivizm içerisinde varolabilecek bireylerin ortaya çıkması çok güç. Onlardan geriye kimi erdemler, tutku, ihtiras kalıyor…
Dipnotlar ve Kaynak
- Gonçarov Ivan; Oblomov. Çev: Sebahattin Eyüboğlu-Erol Güney, Sosyal Yayınlar. 1982 Sayfa: 1982
- Lermontov Mihayil; Çağımızın Bir Kahramanı, Çev: Nedim Önal, Varlık Yayınları. 1970 sayfa: 46.
- Bu hareketin sözkonusu niteliği ona küçük burjuva özellikler kazandırmıyor.
- Marks ve Engels’in Paris Komününe yaklaşımları bu anlamda oldukça ilginçtir. Bilimsellik ve evrensellik, organize bir siyasal çizgi olarak ete kemiğe bürünmediği sürece sınırlı bir etkinlik kazanabilir. Oldukça kaçınılmaz nedenlerden marksizmin doğuşu da benzer bir handikap yaşadı. 19. yüzyılın en önemli kitle hareketlerinden birisi olan Komün’de ağırlığını hissettiremedi. Paris barikatlarında anarşistler daha “sözügeçer” bir duruma geldiler. Etkinlikleri sınırlı kalan Marks ve Engels bu nedenle, eleştiri silahlarını yumuşattılar, Komün’e hep optimizm ile baktılar. Saygı duyulacak bir medeni cesareti örneği verdiler.
- Yalçın Hasan, Saçak Dergisi, Ağustos 1986, sayfa: 46.
- Çuhaoğlu Metin, Gelenek Kitap Dizisi 1 içinde Aydın Hep Günah Keçisi mi Olacak, sayfa: 18