Son on yılda edebiyat alanında -belki bir ölçüde şiir ve edebiyatın diğer alanlarından unutulmuş ve umulmadık birkaç örnek hariç tutulacak olursa- iş için ya da salt tanımak amacıyla diyemeyeceğiniz, gerçekten zevk alarak okuduğunuz, içinde yaşadığımız dünyaya, Türkiye’ye, ileriye doğru kendine yol açmaya çalışan bireye dair bir şeyler bulduğunuz ve bu anlamda kendinizi kelimenin gerçek anlamında teslim ettiğiniz “ufuk açıcı” yanlar taşıyan, nitelikli yeni edebi eserlerle karşılaştınız mı? Yoksa cinselliğin ve metinsel oyun anlayışının hakim olduğu edebiyat ürünleri ve genelde kitapla, daha çok fon müziği türünden raflarda duran ev dekorasyonunun bir parçası olarak mı karşılaştınız? Bu olumsuz değerlendirmenin hakkını yediği yazarlar ya da çevreler vardır elbette. Ama “hak yeme” sırası artık bizdeymiş gibi geliyor.
Biraz ileri giderek kendi adıma, geçmiş edebi birikimin, yoğun bir çeviri aktivitesi ile dilimize kazandırılan çağdaş yabancı eserlerin, toplu halde hakkının verilememiş olduğunu da söyleyebilirim. Hatta daha da ileri gitmek ve bütün bir “eleştiri” alanının, yine tüm telif ve çeviri ürünlere karşın iş pratiğe döküldüğünde, bir adım ileri gidemediğini de iddia etmek gerekiyor.
Nedenleri üzerine pek çok şey söylenebilir. Kanımca önemli olan bir ikisi, diğerlerinin yanında sivriliyor: Son on küsur yılda dünyada ve Türkiye’de yaşanan “düşüş”, nedenler arasında bir numaraya yerleşir. Bir düşüşten söz edilecekse, pek çok şeye değinmek gerekecek. Ama en önemlisi herhalde dünya çapında aydınlar arasında, giderek toplumun tüm kesimlerinde, gelecek ütopyalarının sonlanmış olmasıdır. Söz konusu olan sol’un düşüşüdür. Projeler ve “yaşamayı” geleceğe ertelememe tavrı ile var olana teslim olunmuş, sermaye egemenliği, “yeni dünya düzeni” ideolojik planda hakimiyetini kurmuştur. Bir başka şekilde söylenirse, insanlar şu ya da bu biçimde inandıkları ütopyalar uğrunda mücadele etmek üzere yola çıkmamakta, daha çok televizyonları başında çizgi film uzay maceralarını seyretmekte, günlerini gün etmektedirler. Ve bunun estetiği oluşmaktadır. “Mesele bugün estetik üretimin genelde meta üretimiyle bütünleşmiş olmasıdır.” 1 Yine Jameson’ın haklı bir biçimde değindiği gibi Amerikan, post-modern kültür dünya çapında yeni bir askeri ve iktisadi Amerikan hakimiyeti akımının içsel ve üstyapısal bir ifadesidir. İnsan onuru, falan filan gibi şeyler bir örnek vermek gerekirse, Sultanahmet Meydanı’nda reklam amacıyla havadan atılan kot pantolonlardan kapmak üzere -ağırlık yapmasın diye- bir kenarda bırakılmıştır. Yüklerden kurtulunmuş hafiflenmiştir.
Kameralarımızı olay mahalline biraz daha yaklaştıralım Türkiye’ye biraz daha yakından bakalım; son on yılda gerek işçi sınıfında gerekse oldukça geniş ele alabileceğimiz orta sınıflarda, ekonomik anlamda büyük bir tahribat gerçekleşti. Gelir düzeyleri itibarıyla üst orta sınıflar, alt orta sınıf düzeyine düşer ya da açıkça proleterleşirken bir yandan da gayet sistemli bir sendikasızlaştırma hareketi gerçekleştirildi. Siyasi anlamda da büyük bir gerileme, tahribat yaşandı: Gizli ya da açık baskılar, işkenceler, ucu neredeyse her aileye dokunan cezaevi deneyimleri yaşandı. Toplum yaşantısında, toplum vicdanında önemli değişiklikler oldu. Solun dünya çapında yaşadığı itibar yitiminden Türkiye de payını aldı. “Duvarlar yıkıldı” safsatası, demokratizm, çoğulculuk, yeni politik kültür vs. tartışıladursun, bir yandan yeni-muhafazakâr sağ liberal dalanın alıp götürdüğü gençlik ve orta kuşaklar, yaratıcı ve ilerici düşünceyi baskı altına alan modaların etkisi altında her zaman olduğundan daha fazla sürüklendi.
1980’de 8-10 yaşında olanlar, bugün 20’li yaşların başındalar ve başarılı ya da başarısız, ezen ya da ezilen, sömüren ya da sömürülen… Olup bitene razıdırlar, dünyadan haberleri yoktur. 70’lerden itibaren dünya çapında hakim olmaya başlayan, kendini Reaganizm, Thatcherizm, gibi akımlarla dışa vuran yeni sağ dalga, işçi sınıfı da dahil toplumunun büyük bir çoğunluğunu etkisi altına alarak yaygınlaştı. “Pozitif takılma”nın vaaz edildiği avare ya da çalışkan ama kaygısız ve mutlu bir çağa geçiş yaşandı. Kapitalizm egemenliğini “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünyanın her yerinde kurma ve pekiştirme yolundadır. Sistem başarılıdır: Sınıflar arası politik tercihler, politik farklılıklar azalmış durumdadır… “İdeolojiler öldü” söylencesinin işaret ettiği gerçek budur. Yaratılan, kitlelerin ve işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olduğu düşüncesi ise aldatmacanın en önemli motiflerinden biri olmaktadır. Bütün bunlarla mücadele etmesi ve kendi ideolojik, politik, örgütsel varlığını kurması gereken sol, 12 Eylül sonrası, daha önceki deneyim ve mücadelesinde hesabını verememiş olduğu yeni sol, post-marksist, yapısalcı, post-modernist, liberal bilgi, beğeni ve yaşam biçimi önerileri karşısında şaşkınlığından düzeyli ve düzenli bir eleştiriye yönelememiş savunmasız açıkta kalmıştır.
Değinmek istediğim siyasi canlılığın, umudun, mücadelenin olmadığı yerde ne edebiyatta, ne de sanatın diğer alanlarında bir canlanmanın yaşanamayacağı gerçeği. Canlı ve üretici, provokatif, öncü ürünlerin, tartışmaların var olabilmesi için siyasi, entelektüel bir canlanmanın yaşanıyor olması gerekliliği.
İşin bir başka ilginç ve trajik yanı, tartışma alanına giren, tartışılan kesimlerin, politik bir kimlik kazanamayan, tercihlerini ve düzen karşıtı eğilimlerini formüle edemeyen, daha da önemlisi kuvveden fiile dökemeyen, muhalefetlerini siyasi arenada ortaya koyamayan “çoğunluğun” aksine, şu ya da bu şekilde “kalbur üstü”lerden ibaret kalmasıydı. Güzellik yarışmalarında ilk üçe giren ve abartılan kültür düzeyi, uzay mekiğine annesini almak istemesi ya da tenis oynamayı bilmesi ile ölçülen beyinsizler, bu kesimi en iyi anlatan örnekler arasında yer alırdı herhalde. Bu kesimler sanatı paraya tahvil etmeyi en çabuk öğrenenler oldu. Ama başkalarına da öncülük ettiler: Ödül kazanan yazarlar, reklam şirketlerinde metin yazan olarak istihdam edildi. Sorun bir kültürel, ideolojik konumlanış olarak solun burjuva kültürü karşısında güçlü bir alternatif oluşturamaması, bunda zorlanması olarak ortaya çıkıyor. Bu da solun politikasızlığından kaynaklanıyor… Politika üretiminin güçlü bir “ideoloji üretimi” sağlayacağı biliniyor. Solun tabloda bağımsız bir öğe olarak “yokluğu”, kendine güvensizliği, yaşananlara duyarlı olma ve bunlarla politik/örgütsel yönelimler arasında sağlıklı iletişim kurma sınırlarının dışında bir pısırık “insan hakları” ve demokratikleşme söylencesi yaratıyor. On yıl boyunca cezaevlerindeki insanlara koruma ve kayırma edasıyla sahip çıkılıyor, şiire değil, şairlere ödüller veriliyor… Politikaya tercüme edildiğinde sol bir konumlanışı destekleyen, güçlendiren her sanat çalışmasında, sanat alanının ve seçilen biçimin kendi içsel gelişimi, tarihi, türün diğer örnekleri yani en basitinden bir literatür taramasının gerekliliği atlanıyor; daha doğrusu böyle işler azımsanarak “okuduğundan çok yazan”lar ortaya çıkıyor ya da “okuduğunu, yaşadığını özümseyip aşan” pratikler sergilenmiyor. Popülizm sol sanatın belini büküyor. “Halkımızın müziği” dendi miydi akan sular duruyor. En kalitesiz filmler sansür edildikleri gerekçesiyle el üstünde tutuluyor.
Demokratizmin ve popülizmin başka şekilleri de var: Post-modernizmin görünür siyasi/kültürel tezi, seçkin azınlık ile yığınlann tercihleri arasında ikiye bölünen kültürü bundan böyle her kesimden görüşü kapsayabilecek bir yapıya kavuşturmak şeklindeydi. Denildi ki, modern mimari ve sanatın, günlük yaşam pratiklerinin geniş halk yığınlarını dışlaması ortadan kalkacak, sanatta seçkin-bayağı ayrımına girmeksizin çifte kodlu bir dile gönderme yapan çoğulculuk (plüralizm) tek çıkış yolu olacak… Dalga geçmek gerekiyor. Bu, büyük şehirde yaşayan ya da şans eseri sokaktan geçen bir vatandaşın (bunda bile engeller ortaya çıkabilir) bir dev Migros mağazasından içeri girmesi, malların hepsini tek tek seyredebilmesi, hatta kimilerini eline alıp inceleyebilmesi, koklayabilmesi özgürlüğü gibi bir şeydir. Demokratikleşmeden kastedilen buysa, tamam. Ama o malların oraya herkesin gezip görebilmesi için değil, satın almaları, hatta almayacakları varsa da almaları, hiç ihtiyaçları olmayan şeyleri de almaları için konulmuş oldukları gerçeği göz ardı edilmektedir. Şehir hatları vapurlarında lüks mevkiler ortadan kalkmıştır, ama ne hoş ki gidilen yerlerin eşdeğer olmadığı unutulmaktadır.
Ufku yaşadığı günle sınırlı ancak bugünle de tatmin olamayan kitleler, bir yandan da ne yaptığını bilemez bir halde “metalaşan geçmiş”e özlem duydu; nostalji günlük yaşamın önemli bir bileşeni halini aldı. Öte yandan bütünlük duygusunu tamamıyla kaybeden, adeta moleküllerine ayrılan topluluklar yerel motifleri her zaman taşısa da kendilerine özgü olmayan bir “çağdaş” yaşantının taşıyıcısı oldular. Bu yaşantı ise istisnasız her öğesi piyasaya sunulmuş, parayla satın alınabilen, ulaşılabilir uzaklıkta ama bir tür imkansızlıklar beldesi olmaya devam etti.
Cahil ve/fakât her şeyi bilen yuppiler nesli türedi… Bunlar hata yapmaz, mantara basmaz, doğru kararlar alır, boş zamanı olmaz, kısacası televizyon reklamlarında yaşam tarzlarını izlediğimiz aşık atamayacağımız türden canlılardı. Kahvaltıda çay yerine portakal suyu içen, spor yapan, zamanı kıymetli, öğleyi “fast food” ile ayakta geçiştiren, ailesine düşkün ama yine de karısını aldatma potansiyeli taşıyan, “gözü dışarıda” ve belki cazibesi bununla da artan parlak kara gözlüklü, numarası veya adı bilinen blue jeans’i ile çağdaş ve moda, yani “in” olmayı her zaman başaran; reklamlarda saçını ricoys’layan, “siz daha almadınız mı” sorusuyla sersemletirken, tüketimi elindeki her aracı kullanarak körükleyen, modern görünümlü, ama öte yandan iki kişilik ailelerde kadına yine de çamaşır, bulaşığı yıkan ya da istediği şeyleri elde edebilmek için cinselliğini öne sürmeye özendiren bir kültürden söz ediyoruz.
“Tarihin kavranabilir bir bütünselliği olmadığında ‘şimdi’nin anlamı, geçmişin yükünden kurtulmuş bir güncelliğe dönüşür. Bu güncel durumun politikası ise, sınıflar gibi tarihsel dönemler ve üretim ilişkileri itibarıyla tanımlanan öznelere göre değil, güncel durumun kaosuna tekabül eden ‘kalabalıklar’a göre belirlenir. Giderek hedeflerin sınıfsal içerikleri boşaltılır; ‘radikallik’ kısa dönemli ve pragmatik ölçülere göre saptanmaya başlanır. Bütünsel sistemlere, tarihsel yasalara duyulan kuşku, böylece, bilinemezciliğe dönüşür; tarihte rastlantıların rolüne giderek daha çok yer verilir.” 2
Jameson’ın kullandığı “ampirik, kaotik ve heterojen” kavramları yukarıda analiz edilmeye çalışılan konumu “post-modern” ortamı tarif etmede kullanışlı görünüyor. Dünyanın ve sosyal olayların hiçbir şekilde sistematize etme çabasına girilmeden ampirik bir yöntemle ya da yöntemsizlikle ele alınması, sonuçta kaotik bir görünüm sunuyor… Batılı marksist geçmişli düşünür ve sanatçıların çok büyük bir bölümü için sınıflar analizi, “ilerleme” düşüncesi geçerliliğini yitirmiştir. Bugün Batı toplumunda “devrimci” bir öz ve biçim taşıyan hiçbir şeyin kalmadığı bir ortamda, (eğer bilimsel teknolojik devrim vs. safsatalara inanmıyorsak) Batı aydınının aydınlanma ile olan ilişkisini, dahası “ilerleme” fikrini sorgulaması kaçınılmazdır.
Bu tartışma bile “entelektüel piyasa”da yer aldığı şekliyle kendi içinde bir geriliği temsil etmektedir. Modernleşme tasarımı Batılı aydınlarca tarihselliğinden kopartılıp sınıfsal içeriği göz ardı edilerek ele alınmakta, yaklaşık iki yüzyıldır ödenmekte olan bedel de gözlerde büyütülmektedir. Post-modernizmin modernizmin hangi boyutlarını özelliklerini eleştirdiğine bakacak olursak: Bir önemli tez modernizm projesinin bir tür üçüncü dünyacı tepkiselliği besler biçimde dünya çapında sürdürmekte olduğu kapitalist paylaşım anlayışının siyasi eleştirisi olabilir. Batı toplumunun emperyalizmin kendini dünya çapında hakim kılma itkisi midir eleştirilen? Ama aslında bunun kastedildiğini düşünmek iyimserlik olur. Bu tartışmalarda modernite öncesine bir tür dönüşü savunanlar da olacaktır 3 ki bu da ayrı bir tartışma konusudur. Bir başka nokta burjuva kültürünün sadece siyasette değil kültür alanında da 20. yüzyıl modernist eleştirelliği de dahil her tür eleştirel akımı gönül rahatlığıyla kapsaması kurumsallaştırması ve resmi kültürüyle bütünleştirmesidir. Ama bence asıl savunulan pre-modernite ve “bugün” de dahil olmak üzere tüm tarihin bir “eşitler” birikintisi (havuzu) olarak değerlendirmesi ve çağlar akımlar ekoller siyasi hatlar arasında bir tercihin söz konusu olmamasıdır. Asıl olan, varolana teslimiyettir elde olanın kutsanmasıdır.
Modernleşme paradigmasının doğuda ve batıda iki-yüz yıllık toplumsal mücadeleler birikimi hiçe sayılarak tartışma konusu edilmesi post-modern tavrın modernizmin geldiği noktaya bir “alternatif” gibi sunulması sakın tartışmalarda aktif olarak yer alamayan “sol”un kabahati olmasın. Batılı aydınlardan modernizmin reddi konusunda kimi tereddütler taşıyanlar dahi sorunu ortaya koyarken tedbirliliği elden bırakmıyorlar. Ancak tartışmanın bütününe bakıldığında ilginç noktalar da yok değil: “Özetle modernlik henüz tamamlanmış değildir.” Habermas bir yeni bağlantı arayışı içinde: “bu yeni bağlantı sadece toplumsal modernleşmenin başka bir yol tutturması koşulu altında kurulabilir.” 4 Yazar öte yandan bunun batıda gerçekleşebileceğine inanmıyor: “Yeni muhafazakârlık ekonomi ve toplumun iyi kötü başarılı kapitalist modernleşmesinin rahatsız edici yüklerini kültürel modernizmin sırtına yükler.” 5 “Batı dünyasının az çok tümünde kapitalist modernleşme süreçleri gibi kültürel modernizme karşı eleştirel eğilimleri de azdıran bir anlayış gelişmiştir. Sanat ve felsefenin olumsuzlanması çağrısında bulunan programların iflasından doğan düş kırıklığı muhafazakar tavırlara bir bahane olarak kullanılmaktadır.” 6
Marksizme elveda denirken tüm açıklama biçimleri eskimiş bugün elde olana işlemezlermiş gibi görünüyor. Sol siyasetin olmadığı yerde herhangi bir soyutlama çabasına girişilmeksizin ve en önemlisi “biz buradayız ve düzene karşıyız düzenin alternatifiyiz” iddiası taşınmadan hiçbir yere gidilemeyeceği unutulmuş görünüyor. Sol aydınları sahipsiz bırakmıştır; sahipsiz aydınlar ise “düşme” eğilimi taşırlar.
Yine Türkiye’ye dönüş yaparsak; Türkiye’de de özellikle son on yılda piyasanın artan ölçüde etkilediği bir kültürel atmosfer söz konusu. Türkiye burjuvazisi açısından kimi içsel ve yapısal sorunlardan söz edilebilir; salt iktisadi açıdan değil yönelimlerinde kararsız ve inisiyatifsiz temsilcileri ile çoğu zaman zor durumda kalmaktadır. Belki bir süre daha demokrat bireyci liberter üstelik en önemli özelliği sol düşmanlığı olan eski solcu kadrolarla idare edecek. Ama hiç durmaksızın kendi kadrolarını yetiştirmeye çalışacak; toplumun tüm kesimlerini sorunsuzca içerecek kendi ideolojik hegemonyasını var etmeye ve hakim kılmaya uğraşacak. Solun önemsemesi gereken bir nokta burjuva ideolojisinin yapısı gereği çoğulculuk ve demokratizmle de “birey olma” denilen şeyle de arasında doğrudan bir çelişki olamayacağı.
Kısacası burjuvazi 80’lerde dünyada ve Türkiye’de bir tür dikensiz gül bahçesinde şu ya da bu şekilde işini iyi bildiğini kanıtladı.
Peki ya solun, sol kültürün kendini üçüncü komparıtmanda en değersizler arasında bulması ve geniş kesimleriyle de bu konuma razı olmasını nasıl değerlendireceğiz Bütün bu olup bitenlerde solun hiç mi günahı yok? Dünya çapında sosyalist mücadelenin yanı sıra marksizmin ve tarihsel materyalizmin her tür açıklama gücü reddedilirken sola düşen en önemli şey kendine güvenin öğelerinin yeniden oluşturulması… Yoksa tekil sanatçılarla sol kültür arasında bir etkileşim bir iletişim olmaksızın biçim-içerik, bağlanmış sanat, sanatçı sorumluluğu, elitizm-popülizm, doğu-batı sentezi vs. tartışmalarının hiç bir önemi olmuyor. Bu haliyle bir skolastik tartışmanın sınırları zorlanmıyor bile… Bugünkü konumuyla sol hiçbir tür yaratıcılığa zemin hazırlamıyor.
Solun büyük bir kesimi yaratılan atmosfer boşluğunda “o güne kadar feragat ettiği ertelediği şeyleri; kurumsuzluğun verebileceği serbestliği o zamana kadar bir misyon adına bastırdığı her şeyi…” isterken ya inkarcı ve dönek ve yeni düzenin düzleyicisi olma konumunu kendine uygun gördü ya da artık “başkalarına vaat edeceği pek bir şey olmadığı” düşüncesi ile bir umutta direnşe dahi buna teslimiyetin geri konumlanışına razı oldu… 7
Sol siyaset ve kültür tabloya ağırlığını koymadıkça Türkiye’nin kültür ortamının kadim sorunu artarak devam edecektir: Burjuvazinin her biri kendi içinde birer bütün oluşturmayan doğu-batı ikileminde siyasi ve kültürel kararsızlığı toplumda içsel olarak varolan farklı yaşantı ve yönelimlerin sınırsızca içice geçmesi ve eklektik bir aradalığı ile ortaya çıkan “arabesk” kültür çoğalarak sürecektir. Türkiye’de sentezler kolay kolay oluşamayacaktır. Çünkü sentezler de uç uçan örnekler belirdikçe yeşerecek… Bugün için ileri sürülen “farklı görüşlerden olanların uygar bir aradalığı”dır. Uygar olmayanlar içinse Barbar Conan öneriliyor. Ama o da saf haliyle değil silikon göğüslü Brigitte Nielsen’ın silikon öncesi versiyonu ile… İçine batmış olduğumuz bu eklektisizmin bu çamurun Batının post-modernizmi ile karşılaştırılabilir bir olgu olduğunu görmek gerekiyor.
Sanat alanının kimi iç tartışmalarında sorunun uzayıp giden yanı belki de başlangıç noktalarına dönerek daha kolay anlaşılabilir… Biçimsel yenilik arayışlarının mutlaka içerikle ilgili bir şey olduğu “söylenecek söz”ün önemini halen yitirmediği unutulanlar arasında. Ama ilginç olan şey yazılı olanlardan çok sanat üretiminin tamamıyla içsel süreçleri ilgilendiren “bireysel” yanı ile ürünü bir ileti olarak düşünecek olursak alıcı ya da alıcılar tarafından algılanışı sırasında ortaya çıkacak “ilişki”nin niteliği ve de niceliği üzerinde uzun zamandır var olan sorunlara değinilmiyor olması…
Sorarım size öyleyse yazarlar neleri tartıştılar, neler ürettiler? Sanatlar aracılığıyla evreni ve insanı ilişkileri içinde bilmek ve anlamak çabası yerini değerlerini yitiren toplumsal mücadelelerden yalıtılan ilişkileri bozulan çevresine ve kendine yabancılaşan yitik her şeyi ile metalaşmış insan’ın sergilenmesine bıraktı. Tutunamayanlar, intiharlar, cinsellik yeniden keşfedildi yeniden yazıldı okundu… Ama daha önceki versiyonlarından önemli bir farklılıkla: Anlatılanlar sanki yazar için de önemini yitirmiş gibi görünüyordu. Tüm bunlar bireyselleşme orta karar liberalleşme/demokratikleşme gösterileri ve en önemlisi solun attığı ve atamadığı her adımının haince eleştirisine dayanan anti-komünist şakşakçılık ile elele gitti. Para eden de bunlar oldu. “Yapısalcı marksizm”e atıfta bulunuldu. Bence bu tartışmada söylenmek istenen tek şey “öz kadar biçimin de önemi bulunduğu” idi. Yoksa örneğin bir Hasan Bülent Kahraman’ın parlak isimli kitaplarından çıkartılabilecek başka bir şey var mı? Tartışmaların ve yer alan tarafların kemikleştiği belirli bir-iki argümandan birine yapıştığı söylenebilir. Örneğin sosyalist gerçekçiliğin ne olup ne olmadığı türünden tartışmaların diğerleri gibi sanırım yine devrimci bir biçimde ürünlerle aşılması gerekiyor.
Aslında on küsur yılda ortalık hiç de boş kalmadı. Sözgelimi yayıncılık alanına bakıldığında biçim-içerik tartışmalarının hatırda kalan en tipik örnekleri Fethi Naci, Mehmet Fuat gibilerince oluşturulan “antik” biçimleri ortaya çıktı. Soruna kendince net ve -taklit ama- görkemli bir pratik yanıt üreten benzerleri örneğin kimi banka yayınlarınca her gün hızla artmakta olan Argos türü “rafine” burjuva sanatı örnekleri de türedi. Ama öte yandan kitaplar da satışı körüklenmiş pazar işi “best seller”lar dışında okuyucu tarafından terk edildi; eski siyasi tercihleri yerini başıboş ve geniş bir tercihsizliğe bırakmış aydının beş paralık değeri kalmadı. Geniş kitleler sanatların ve günlük yaşantının öylesine edilgen bir izleyicisi durumuna düştü ki, ya kimi örnekleri televizyon dizilerinde de sık sık görülebilen gerçekçiliğin şematik biçimlerine paçayı kaptırdı ya da kendini bütünüyle piyasaya teslim etti. Ki bu ikisi de sonuçta aynı kapıya çıktı.
Sorunun ana noktalarından birine değinen bir değerlendirme ile bitirmek istiyorum: “Devrimci bir sanatsal hareketin kaderini politik mücadele içinde olmak üzere bir bütün olarak devrimci mücadeleye bağlamış bir eylemlilik olduğunu belirtmek zorundayız…” 8
Dipnotlar ve Kaynak
- Frederic Jameson, “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Postmodernizm içinde, Kıyı Yay., İst., 1990, s. 63.
- Gülnur Savran, “‘Öz’lerin Reddinden Sınıf Politikasının Reddine”, 11. Tez, 10, 1990, s. 133.
- İskender Savaşır, “Modernizm ve Kriz” (Çağlar Keyder’le söyleşiden), Defter 8, Şubat-Mart 1989, Metis Yay., s. 128.
- Jürgen Habermas, “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”, Postmodernizm içinde, Kıyı Yay., İst., 1990, s. 42.
- Habermas; a.g.m., s. 35.
- Habermas; a.g.m., s. 42.
- Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis Yay., İst, 1992, s. 14-15.
- Akif Kurtuluş, Demokrat, Kasım 1990.