90’ların başında bir yükselişin eşiğinde olan ve herkesin gözlerinin üzerine çevrildiği Refah Partisi ve çatısının altındakiler, bugünkü yeniden yapılanma sürecinde dışlanan ve zaman zaman diş gösterip zaman zaman mazlumu oynayarak kendisine yeniden bir “yer açılmasını” bekleyen bir aktör olarak belirginleşiyor. Kısa bir dönem “hükümet olma” biçiminde tecrübe ettikleri iktidar hülyaları ise, artık sonraki onyıllara veya devrimci bir kalkışmanın yaratacağı kriz dönemine ertelenmiş durumda.
Evet, RP çatısı altında kendini ifade eden siyasal/toplumsal oluşumlar, son 3 yıllık süreçte belli bir program çerçevesinde ve sistemli bir saldırı ile geriletildi. Bu süreç, daha önce Gelenek sayfalarında çeşitli kereler dile getirilen ve bugün kimi sonuçları itibarıyla daha net bir şekilde ortaya çıkmış olan restorasyon sürecidir.
Restorasyonun özneleri tarafından “irtica ile mücadele” olarak adlandırılan bu süreç, esasen burjuvazinin bir dönem iktidarı emanet etmek zorunda kaldığı mürtecileri siyaseten etkisizleştirmesi sürecidir.
Bir tarih parantezi
Burjuva demokratik cumhuriyetin kuruluş sürecinde, tarikat toplumsallığı, kapitalistleşme süreçlerinin hızlandırılması misyonunu sırtlanan siyasi kadroların uluslararası kapitalizme entegre olmak için yaptığı tercihle uyumsuzluk arzetti. Bu tercih, batıcı; bu anlamda “kentli” bir dinamiğin, nesnel dinamiklere rağmen inşa edilmesi tercihiydi.
“Devlet eliyle kapitalistleşme”nin gerçekleştirildiği Türkiye’de eski yapılar süreç içinde çözülerek genç kapitalizme uyum sağladılar. Tarikat toplumsallığı da kimi direnişler dışında, bu yeniden yapılanma sürecinde yerini alma yoluna gitti. Ancak siyasi olarak, “eski” iktidar biçimini çağrıştıracak her türlü değer ve kalıpları terketmeleri sağlandı. Toplumsal alanları daraltıldı, ideolojik olarak marjinalleştirildiler ve siyasal olarak tümüyle etkisizleştirildiler. Kemalist kadrolar bu toplumsallığın taşıdığı “geri dönüş” tehdidini, reel ve bertaraf edilmesi gereken bir tehdit olarak görüyordu. 1920’lerin ikinci yarısından itibaren bu kesime yönelen şiddet ve çok boyutlu saldırılar temel olarak bu korkudan besleniyordu.
İlk oluşturulan mecliste şeyhler, imamlar ve bir dizi başka dinci temsilci yeralırken, 1925’ten sonra bunların “düşman” ilan edilmesi gündeme geldi ve mecliste “ikinci grup” olarak anılan bu kesim “gerici, isyancı, mürteci” olarak damgalandı.
Her türlü aracın kullanılmasıyla geriletilen ve esasen ciddi bir toplumsal ağırlığa sahip olan tarikatların temsilcileri de buna karşın kendilerini “tek kişilik yönetime ve tek parti yönetimine karşı, meclisin gücünün artırılmasından ve milletin temsilinden yana…” bir siyasi kimlikle ifade etme yolunu seçtiler. Bu siyasi kimlik, burjuva cumhuriyetin tarihi boyunca bu kesimlerin liberal ve demokratik çıkışların tabanını oluşturmalarını sağladı. Demokrat Parti çıkışı ve Özal dönemi gibi dönemlerde yükselen, 28 Şubat sürecinde geriletilen “demokrasi/liberalizm” çığırtkanları da bu taban desteğiyle hareket etmiştir.
En başta askeri gücü ve iktidarın diğer olanaklarını elinde bulunduran Kemalist tek parti yönetimine karşı bu siyasal konumlanış, taban desteğini elinde tutmasına karşın iktidara fazla yaklaştırılmadı. Dönemsel olarak alternatif siyasi oluşumlarda kendilerini ifade etmelerine izin verildi ancak tehdidin reel olduğu yıllarda bu tecrübeler, iktidarın çok sınırlı çerçevelere hapsettiği yoklamalar olarak kaldı.
Esas olarak gittikçe gelişen “kentli” dinamiğe tabi olmaları istendi. Bu tabiyet ilişkisi çerçevesinde kendilerini yeni düzene uydurmaları beklendi ve bu yola girdikleri ölçüde yeniden temsiliyet “hakkı”nı elde ettiler.
Buradaki temel sorun, tarikat toplumsallığının kemalist ekibin burjuva demokratik cumhuriyetin inşası için önüne koyduğu yolda engel teşkil edecek bir yapıda olmasıdır. Tarikat toplumsallığı, başlangıçta eski düzene dönüş için siyasal güç aranışındaydı. Sonraki süreçlerde kapitalizme uyum sağladıkça, daha etkin olabilmek için siyasi iktidardan pay almaya uğraştı. Ancak, Türkiye kapitalizminin temel gelişme dinamikleri ve uluslararası ihtiyaçları ile bu kesimlerin varlıklarını sürdürdükleri nesnellik bir türlü tam olarak çakışmadı ve bu gerilim hep varoldu.
Söz konusu gerilimin bir başka önemli sonucunun altını çizmek gerekiyor. Bu da, kemalist iktidarın yönetsel tercihlerinde belli bir ağırlığının olmasını arzuladığı temsili mekanizmaları işletmesinde yaşadığı sıkıntıdır. Temsil edilmesi gereken kütle ile siyasal program arasında ciddi bir boşluk vardı. Bu boşluk sorunu da, iktidarın ek araçlar yaratması ile çözüldü. Dinsel ideolojilerin devletli yorumu, buna ilişkin olarak yapılan üstyapısal düzenlemeler, temsil kanallarının yukarıdan aşağıya açılması için bir araç olarak kullanıldı. “Laiklik” ilkesine rağmen, devlete bağlı onca dini kurumun inşası ve eğitim alanında çeşitli dönemlerde yapılan düzenlemeler kemalist burjuva demokrasisinin zorunlu bileşenleri arasında yerlerini aldı.
Bu mekanizmanın tarikat toplumsallığını düzene entegre etme işlevinin dışında başka yararları da olduğunu biliyoruz. Ancak, ilk dönemler için daha fazla geçerli olan işlev, gericiliğin kendi siyasi temsilini budayarak, toplumsallığının mevcut iktidar programına bağlanmasının sağlanmasıdır. 1925’lerde yoğunlaşan saldırıların ardından bu süreç sistemli bir şekilde ilerlemiş; İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme gelindiğinde, tarikat toplumsallığının artık kendi “temsili mekanizmaları” ortadan kalkmıştır1 .
Bir başka tehdit
İktidar kadrolarının tek kaygısı, “eskiye dönüş” özlemlilerinin tehdidinden ibaret değildi elbette. Türkiye kapitalizmi sözkonusu geleneksel yapılar arasından yeşerttiği kentli dinamik güçlendiği ölçüde, bunun mezar kazıcılarının varlığını da reel bir tehdit olarak hisseder hale geldi.
Ve kapitalist iktidar, bu tehdidi her hissedişinde kendi gerisinde bıraktığı ve sindirdiği eski düzenin araçlarına başvurmak zorunda kaldı. Eski düzenin baskı aygıtını reorganize etti, güçlendirdi. Bunun yanında, ideolojik temalarını, siyasal araçlarını da “serbestleştirdi”.
Böylelikle, gerici ideolojilerin taşıyıcılarına yeni bir misyon ile siyasal alanda yeniden yer açılmış oluyordu.
60’lar: Kamplar ve misyonlar netleşiyor
1960 darbesinden sonra Türkiye kapitalizminin esas düşmanı olan işçi sınıfı, kendi siyasi temsil olanaklarını zorlayarak sahneye çıkmaya çalışıyordu.
Burjuva iktidar, bu tehlikeye karşı hızlı bir biçimde kendi temsili konumunu zedelemeyecek başka araçları devreye soktu. “Komünizm tehdidi”ne karşı ilk çalınan kapı faşist ve dincilerin kapısı oldu. Nasıl olsa cumhuriyetin ilk yıllarında iktidar alternatifi olarak görülen tarikat toplumsallığı ve onun siyasi temsilcileri arasındaki bağlar kopartılmış ve bu taban, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde “merkez sağ” olarak adlandırılan, ideolojik çerçevede Kemalist burjuva demokrasisi içerisindeki siyasi partilerce temsil edilir hale gelmişti. “Tarikat+siyasal güç=şeriat” denklemi reel karşılığı olan bir formül olmaktan çıkmıştı.
Böylelikle, 60’ların sonlarına doğru faşist ve dinci “akımların” siyasal parti formuna geçişleri ile düzenin ihtiyaçları çakışmış, esas olarak “devlet için, devlet adına” ancak göreli olarak bağımsız ve temsili biçimde işgören araçlar çeşitlenmişti.
Bir başka parantez
Bu noktada özellikle 60’lı yıllarda daha gelişkin formlara kavuşan faşist ve dinci akımların ideolojik kökenlerindeki ortaklık ve akrabalıklara değinmek gerekiyor.
Çeşitli dönemlerde, daha “Türkçü” ve daha “islamcı” versiyonlarının uç verdiği bu akımlar esas olarak “güçlü devlet” temasında ortaklaşıyorlar.
İdeolojik çerçevelerinin siyasal olarak belirginleşme ya da farklılaşmaları ayrı bir incelemenin konusu, ancak burada üzerinde durulması gereken daha fazla bu ortaklık ve akrabalıktır. Güçlü devlet aranışı, kapitalist bir cumhuriyette en anlamlı ifadesini “komünizm karşıtlığı”nda buluyor. Kendi “bağımsız” ideolojik çerçeveleri ve arzuları ne olursa olsun, faşist ve dinci gericiler, kemalist cumhuriyette asıl kimliğini “devleti güçlendirme” işleviyle buluyor.
Bu açıdan, gericiliğin Türkiye kapitalizmi tarihinde en yetkin formuna ulaştığı ve iktidarı paylaştığı dönemin 1970’li yıllar olması tesadüf değildir.
60’larda gelişen “komünizm tehdidi” 70’lerin kriz nesnelliğinde sürmüş ve Türkiye burjuvazisi daha önce sokakta yardıma çağırdığı gericiliği, bu defa iktidara oturtarak bu tehdidi savuşturmaya çalışmıştır. Ancak, Türkiye burjuvazisi bu güçlerin siyasi etkinliğine başvurmak zorunda kaldığı oranda, bunların toplumsal tabanlarının güçlenmesine de izin vermek durumunda olmuştur. Bu karşı- devrimci toplumsal taban ise, merkezde duran “kentli” dinamik için bir hoşnutsuzluk kaynağıdır. Türkiye’deki askeri darbelerin ve siyasi yapıdaki düzenlemelerin tarihinde bu salınımın izlerini görmek mümkündür.
Askeri darbelerin Türkiye kapitalizminin dönemsel ihtiyaçları ve yeniden yapılanma gereksinimiyle bir ilişkisi vardır. Ancak, yine bu ihtiyaçların üst belirlediği bir şekilde darbeler toplumsal ve siyasal yapıları yeniden düzenlemenin bir aracı olmuştur. Kentli dinamiğin yeni ihtiyaçlarının yanında, mezar kazıcılarının sindirilmesi doğrultusunda harekete geçirilen gerici dinamiklerin kontrol altına alınması da gözetilmiştir.
12 Eylül: Şiddete dayalı depolitizasyon modeli
12 Eylül darbesi bu açıdan çok boyutlu bir yeniden yapılanma aranışıdır. Yukarıda ifade edilen tehdit, can alıcı bir şekilde hissedilmiş ve tüm karşı-devrimci araçlar “devlet kontrolünde” devreye sokulmuştur.
24 Ocak kararları adıyla anılan iktisadi yeniden yapılanma süreci, sağlamlaştırılmış bir üstyapıyı ve asgari bir toplumsal onayı gerektiriyordu. Öncelikle, 80 öncesinde siyasal kutuplaşmalar üzerinden kurulan yapının baskı araçlarıyla depolitize edilmesi ve ardından ideolojik olarak tahkim edilmesi gündeme geldi. Temel ideolojik çerçeve ise, “Türk-İslam sentezi” olarak belirlendi. Ancak, uzun bir süre devletin muhafızı darbecilerden başka kimsenin bu çerçeveyi çekiştirmesine izin verilmedi. Darbenin lideri Kenan Evren din derslerinin zorunlu hale getirilmesi ile ilgili olarak şunu söylüyordu: “Halkın çocuklarına din dersi aldırma temayülü var. Bu ihtiyacı devlet eliyle ve resmi okullarda karşılayamadığımız zaman cemaatler ve tarikatler bu boşluğu dolduruyor. Bunların verdiği din eğitimi ise, devleti ve rejimi tehdit eden bir anlayışın uzantısıdır. Bu ihtiyacı devlet `istediğimiz şekilde karşılarsa hem cemaatların belirleyici etkisi ve rejime yönelik tehdit zayıflamış, hem de bunlara olan ilgi azalmış olur.”
Özalın açtığı yol
1983 ile birlikte yeniden “sivil yaşam”a dönüldüğünde bu defa Türkiye kapitalizmini ilginç bir dönem beklemektedir. Kentli dinamiğin çıkış modeli olan “ihracata dayalı sanayileşme” artık kendince belli bir gelişkinliğe ulaşmış geleneksel yapılar için de uygun bir çıkış olarak görünmektedir. Özal liberalizmi, yüzünü farklı yönlere dönse de tarikat sermayesi ile “kentli” sermayenin aynı işleri benzer şekillerde yapmasına ortam sağlayacak koşulları oluşturmuştur. Aileden nakşi olan Özal, uluslararası dinamiklerin de yardımıyla, uygun kıvama gelmiş olan tarikat sermayesinin önünü açacak ve “kentlileşme”si konusunda ona öncülük yapacaktır.
Özalın “devlet geleneğinde yeni bir dönemi başlatması”, “geleneksel tarzın dışında yeni bir tarzı uygulaması” olarak algılanan, aslında yukarıda bahsedilen tarihsel gerilimi çözme yönünde attığı adımların sonucunda ortaya çıkan bir görüntüdür.
Bu dönemde tarikat sermayesi hızlı bir genişleme gösterecek, siyasal iktidarın sağladığı avantajlar sayesinde uluslararası bağlantılarını da güçlendirecektir. 12 Eylülle birlikte sol iyice geriletilmiş, 80’lerin sonuna doğru reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte bir iktidar alternatifi olma olanağını tümden yitirmiştir. Devir ticaret devridir ve sermayenin yeşil veya başka bir renk olmasının bir önemi bulunmamaktadır.
Devletin gericilik tekelini elinde tuttuğu, toplumsal olarak pasif bir onayın yeterli görüldüğü depolitizasyon yılları olarak geçen 80’ler, tarikat sermayesinin kapitalizm içerisindeki yerini kendine has kimi mekanizmaları da işleterek sağlamlaştırdığı bir dönem olmuştur.
Bir on yılın sonunda yeni model ihtiyacı
90’lara gelindiğinde ise bir dizi nedenle siyasal ve toplumsal yapıda yeni bir “kurgu” ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Kürt hareketinin yükselişe geçmesi, işçi sınıfının hoşnutsuzluklarını kitlesel eylemliliklerle ifade etmeye başlaması ve bu ikincinin nedeni olan Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu kriz ve hâlâ alınması gereken “ekonomik tedbirler” bulunması gibi faktörler bu ihtiyacın temel ve yeterli gerekçelerini oluşturmaktadır.
Türkiye burjuvazisi böyle bir dönemeçten geçerken alabileceği önlemleri maksimize etmeyi seçti ve siyasal alanda 12 Eylü’lün ideolojik yataklığını yaptığı faşist ve dinci hareketlerin önlerinin açılmasına izin verdi. Böylelikle, karşı-devrimci gericiliğin politizasyon dönemi başladı. Elbette yine “devleti güçlendirme” ortak paydası ile.
Bu siyasallaşma iki kanaldan ilerledi ve karşı devrimin toplumsal tabanını güçlendirmeye başladı. Birincisi, kontrol mesafesi biraz daha uzak, ancak düzenin bekası açısından son derece hayırlı bir araç olarak görülen parti formundaki dinci gericiliktir. Türkiye burjuvazisi bu dönemde RP’yi yedeklemeyi tercih etmiştir. Bir diğeri de, esas olarak Çiller döneminde devletin içinde kadrolaşmasını ve “hizmetlerini” yoğunlaştıran faşist harekettir. “Devlete hizmetleri” ve Kürt hareketinin etkinliğine karşı ihtiyaç duyulan şovenizmin taşıyıcısı olması gibi nedenlerle burjuva siyasetinde baştacı edilen faşist hareket de toplumsal tabanını güçlendirme yoluna girmiş oldu.
Sonuçları itibarıyla toplumsal yapıyı gericileştirecek olan bu önlemler, kriz nesnelliğinin yarattığı paranoya sayesinde hızla ve yoğun bir biçimde devreye sokuldu. Ve elbette beklenen oldu. Faşizmin iktidarda olmadığı faşizan toplumsal yapıda, orman kanunları işlemeye başladı. Kontrolden çıkan karşı-devrimci toplumsallık, kapitalizmin her zaman ihtiyaç duyduğu “istikrar” ortamını ortadan kaldıran bir işleyişin ortaya çıkmasına neden oldu.
İşte bu noktada bir kez daha yeni bir kurgu ihtiyacı ortaya çıktı. Daha doğru bir deyişle kontrolsüz karşı-devrimci yığınlar ortaya çıkaran eski kurgu, burjuvazinin canını acıtmaya başladı. Burada yukarıda Özal döneminde güçlendiğini söylediğimiz tarikat sermayesinin başına buyruk gelişiminin, her ne kadar Türkiye kapitalizmi içerisinde kendisine bir yer açmış da olsa, burjuva sınıfının kendi iç yapısında merkezi ağırlığı oluşturan tekelci burjuvazi tarafından hem iktisadi hem de siyasi gerekçelerle pek hoş karşılanmadığını ayrıca not etmek gerekiyor.
Burjuvazi RP yedeğini nasıl tüketti?
Yukarıda Türkiye burjuvazisinin RP’yi neden yedekleme ihtiyacı duyduğuna değinilmişti. Bu önsel onayı alan RP’nin iktidar “seçeneği” haline gelme sürecinde ise,
1. 12 Eylül döneminde önü açılan Türk-islamcı ideolojinin “islamcı” bölmesinin yetkili ve parti formundaki tek temsilcisi olması,
2. Önce ANAP ardından DYP olmak üzere diğer burjuva partilerin toplumsal hitap araçlarının tükenmesi,
3. Kriz nesnelliğinin ortaya çıkardığı olumsuzluklara dayalı bir söylem ve bunun “disiplinli ve örgütlü” bir çalışma tarzıyla toplumsallaştırılması, gibi gerekçeler etkili oldu.
Tarikatları ve “müslüman” yoksulları ideolojik şemsiyesi altında toplayan Refah Partisi, kriz sürecinde ortaya çıkan/çıkartılan karşı devrimci toplumsal tabanın sözcülüğünü üstlenebilecek “yüzdelere” ulaşmış oldu.
Bundan sonra, RP yedek kabininden sahaya çıkacak, ancak kriz yönetiminin ortaya çıkardığı yukarıda tarif edilen yeni kriz dinamiklerinin güçlenmesinden ve istikrarsızlığın artmasından başka bir sonuç vermeyen bir performans gösterecektir. Refahyol iktidarı, 90’ların kriz yönetim modelinde, son seçeneğinin tüketildiği ve artık bir yeniden yapılanmanın zorunlu görüldüğü bir süreç olacaktır. Nihayetinde, Refahyol dönemi, ilginç bir şekilde bir noktadan sonra kendini ve bir siyasi dönemi bitiren siyasi adımları bizzat atan, dolaylı olarak bu adımların atılmasının önünü açan bir hükümet pratiğinin adı olacaktır.
Mürteciler iktidarından askerler iktidarına “uzun ince bir yol”
Şimdi biraz restorasyon sürecinin gelişiminde kritik adımların atıldığı Refahyol iktidarı döneminde yaşanan gelişmeler üzerinde duralım.
1996 Temmuzu’nda Refah Partisi ile Doğru Yol Partisinin birlikte oluşturduğu Refahyol koalisyonu, hükümet etmeye başlıyor. Yedek oyuncu sahaya çıkmış, burjuvazi izlemeye başlamıştır. Teknik danışman ise, daha dikkatlice izlemektedir. Evet, askerler Refahyol iktidarının ikinci ayına denk gelen MGK toplantısında, RPy’e gözlerinin üzerinde olduğu mesajını vermek için “irtica”dan bahsetmeye başlıyorlar. 1996 Ağustosu’nda yapılan MGK toplantısında, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, toplantının başında söz alarak şunları söylüyor:
“Efendim, (Cumhurbaşkanına hitap ediyor-ZK) burada hep terörü konuşuyoruz. Ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor. Ve ben bir yıldır, bu konunun burada ele alındığına tanık olmadım. Bir önerim var. (…) Televizyonlarda rejim değişikliği tartışılıyor. Bu durumda ne yapacağız ?İrtica bir tehdit mi, değil mi? Bunu gündeme alalım. Tartışalım. Uygun görürseniz hükümete tavsiye kararı alalım.” 2 [ERKAYA Güven]
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in silik bir onay vermesinin ardından gündem maddelerine geçiliyor. Ancak, bundan sonra Demirel askerler tarafından yakın markaja alınıyor ve hükümet üzerinde bu yönde bir etki kurması sağlanmaya çalışılıyor. Askerler konusunda derin görgü ve bilgi sahibi olan Demirel, ayağını sürüyerek de olsa bu konuda “üzerine düşeni” yapıyor ve hükümet ortaklarına defalarca uyarılar içeren mektuplar gönderiyor.
Ancak, Erbakan ve Çiller yaklaşan tehlikenin farkında değillerdir ve bildikleri yoldan yürümeye devam ediyorlar.
Diğer yandan, burjuvazinin programı açısından özellikle ABD ve İsrail’le ilişkiler gibi “dışişleri” başlıklarında sorunlar çıkarması beklenen hükümet, son derece uyumlu bir performans sergilemekte ve Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması, İsrail ile anlaşma imzalanması gibi konularda gerekenleri yapmaktadır. Bir sonraki dönemde Çekiç Güç’ün görev tanımının kapsamının ve adının değişmesi ise, Erbakan’ın bir bakanlar kurulu toplantısında itiraf ettiği gibi, ABD’nin onayıyla gerçekleşen bir “icraat”tır.3 ABD ile ilişkileri enerji santrallerini ABD’li işadamlarına peşkeş çekerek düzeltme hesabı yapan Erbakan, büyük bir yüzsüzlükle bu adımlarını kendi tabanına gerekçelendirmeyi becermektedir. Nitekim, 28 Şubat sürecinde son derece teslimiyetçi adımları attığında bile “hiç bir şey olmamış gibi” davranmaya devam etmeyi sürdürecektir.
Eski Malatya milletvekillerinden Turhan Akyolun Erbakan için yaptığı bir değerlendirmeyi buraya almakta fayda var. Çünkü, restorasyon sürecinin önemli aktörlerinden biri haline gelen Erbakanı tüm dönemlerinde çok iyi nitelemektedir: “Hoca lastik gibidir. Basıyorsun, yamyassı oluyor; ezdim sanıp bırakıyorsun, yine eski haline geliyor.”
Evet, RP lideri Erbakan, esasen çok gerilimli bir süreç olan 28 Şubat sürecinde de, zaman zaman gülünç sonuçlar veren zaman zaman gerginliğin tırmanmasına neden olan bu tutumunu sürdürmüştür.
Hocaya “bana mısın demez” mi?
Refahyol iktidarı beşinci ayına girerken, Susurluk kazası yaşanmış ve kriz yönetiminin bir bacağı yara almıştır. Ancak, hükümetin büyük ortağı, büyük ölçüde diğer kanalı etkileyen bu olayla pek fazla ilgilenmeyerek kendi işine bakmayı tercih etmiştir. Asgari formel gerekliliklerin yerine getirilmesiyle yetinilmiştir.
Çeşitli başlıklarda kendisini iyice “kabul ettirdiğini” düşünen Erbakan, kendi işlerine bakmanın zamanı geldiğine inanmaktadır. Bu nedenle Libya gezisi gibi kimi adımları rahatlıkla atmakta, bütçeyi denkleştirmek için silahlı kuvvetlere ait kimi arazileri satacağını söylemekten çekinmemektedir.
Ancak artık vadesini doldurmuştur; operasyon için hazırlıklar tamamlanmaktadır.
Kimi RP’lilerin sağa sola küfredip şeriatı getireceklerini iddia ettikleri konuşma kasetlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, 8 Aralık’ta Ankara DGM Başsavcılığı Refah Partisi’nin kapatılması istemiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmuş, Aralık ayında yapılan Yüksek Askeri Şura’da “irticacı subayları” hedef alan bir tasfiye yaşanmış, Ocak ayında Kriz Yönetim Merkezi, -çok zengin işlevlerinin yanısıra- Erbakan hareketine karşı başlatılacak operasyonun önlemlerinden birisi olarak gündeme gelmiştir
Yine Ocak ayı başında kamuoyu bir büyük skandalla karşı karşıya getirilmiştir. Aczmendi tarikatindeki ahlaksızlıkları gözler önüne seren Fadime Şahin skandalı, günlerce gündemde kalmış ve bu dinci harekete karşı başlatılacak operasyonun ilk adımlarının atılmasına vesile olmuştur. Fadime Şahin skandalının kıssadan hissesi, “bazı yapıların din istismarı yaptığı ve bunun ne kadar kötü bir şey olduğu”dur.
Bu hamlelerin ardından, iktidarda direnme kararlılığını gösterme ihtiyacı duyan Erbakan, tarikat liderlerine konutunda yemek vermiş, Ramazan nedeniyle kamu kuruluşlarında mesai saatlerini iftar saatine göre düzenleyen bir kararname çıkartmıştır. Bundan sonra, Ocak MGK’sından bir gün önce komutanların toplantısı, “bölücü ve yıkıcı yayınların engellenmesi” yönündeki MGK kararları ve Ocak sonunda Demirel’e iletilen hassasiyetler (ramazan mesaisi, türban kararnamesi, Taksime cami, kurban derileri gibi başlıklar içeren) gündeme gelmiştir.
Şubat başında ise, Erbakan üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi bakanlar kuruluna getirmiş ve RP’li Sincan Belediye Başkanı “cesur” konuşmalar yapmıştır. Bundan sonra Sincan’da tanklarla “rot balans ayarı” yapılacak ve artık kurumsal düzenlemeleri öngören kararlar muhtıra niteliğindeki 28 Şubat MGK’sı ile gündeme getirilecektir.
Sincan’daki gövde gösterisini, “Cumhuriyet Bayramı’nda da 240 tank geçiyor. Ne olmuş yani”; 28 Şubat MGK’sı öncesindeki kendi partisinden gelen “dikkat etmek lazım” uyarılarını, “oturun oturduğunuz yerde, rahatlık size batmasın”; 28 Şubat kararlarının ardından gündeme gelen tartışmaları ise, “suni olarak meydana getirilen gerginliği ortadan kaldırmak, ülkedeki tansiyonu düşürmek hepimizin görevidir” diyerek karşılayan Erbakan, 5 Mart 1997 tarihinde MGK kararlarını imzaladı. Sürecin bundan sonraki evresinde, karşılıklı kart açmalar ve gerilim devam etti. Ancak, çok çeşitli araçlarla saldırıya geçen askerler, sonunda artık toplumsal olarak da meşrulaştırdıkları darbe tehdidini reel olarak Hoca’ya hissettirmeyi başardılar ve 18 Haziran günü Erbakan, istifasını Demirel’e sundu. Darbenin reel bir ihtimal olduğu konusundaki bilginin tam olarak ne zaman Erbakan’a ulaştığı bilinmiyor ancak, Haziran ayında Çiller’in danışmanlarıyla yaptığı bir toplantıda Erbakan’ın hala “bir sorun olmadığından” ve “Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın ortaokula kadar namaz kıldığını” anlattığından sözediliyor.
Askerlerin partileşmesi
18 Haziranda Erbakan’ın istifasını sunması ile, restorasyon programının önüne koyduğu hedeflere ulaşılmış olmadı elbette. Ancak, askerlerin darbe yapmadan da iktidar sahibi oldukları, siyasi araçları kullanarak hedefledikleri programı uygulayabilecekleri görülmüş oldu. Bunu burjuva siyasetçileri de kavradı ve sürecin bundan sonrasına ilişkin olarak bir ders çıkarılmış oldu. Nitekim BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, 13 Haziran günü gazetelere yansıyan bir demecinde şöyle diyor:
“Asker siyasete fiilen karıştı. Adeta bir siyasi parti gibi davranıyor. Demirel liderler zirvesi yapmalıdır.”4 [YAZICIOĞLU Muhsin]
Bu süreci bir de Asparti’nin yöneticilerinden Erkaya’nın nasıl değerlendirdiğine bakalım:
“Eğer birileri Türkiye’yi İran yapmak istiyorsa… Laik demokratik rejimin yerine, din devletini getirmek niyetindeyse… Düşündük ki, o kafadakileri önce “söylemle” caydıralım. Bu söylenmiştir. Meşru platformlarda söylenmiştir. MGK’da söylenmiştir. Yüzlerine karşı söylenmiştir. Bu bir sınavdı. Demokrasi sınavı. Türkiye bu sınavı kazandı. Parlamento sınavda geçti. (…) Çok açık konuşacağım, Türkiye’de artık darbeler dönemi kapanmıştır. İlerde de kimse bunu düşünmeyecektir. Sebebini biraz önce söyledim… Türkiye bir tecrübeden geçti. Medyasıyla, askeriyle, üniversitesiyle…Sendikasıyla…İşveren kuruluşlarıyla… Esnafıyla…Akşam saat 21.00’de ışıkları söndüren halkıyla… Atatürkçü dernekleriyle… İrticaya karşı yürüyüş yapan kadınıyla… Türkiye demokrasiyi başardı. Bu sivil toplumun zaferidir. Sivil kuvvetler, silahlı kuvvetlere ihtiyaç bırakmadı. Askerin istediği de zaten buydu.” 5 [ERKAYA GÜVEN]
28 Şubat sürecinde işletilen mekanizmada gerçekten “sivil”ler harekete geçirilmiş ve askerler programlarını toplumsallaştırmayı becermişlerdir. Bunun adı, askerlerin partileşmesidir.
Tansu Çiller’in generalleri emekli etme girişimleri diğer burjuva siyasetçilerin -bugün de olduğu gibi- 30 Ağustos’tan beklentilerinin olması gibi ihtimaller ise, devredışı bırakılmıştır. Parti yönetimi yekpare hareket etmektedir. Yine Erkaya açıklıyor:
“Bizim… Yani komutanların, birbirimize düşmemizi beklediler. Genelkurmay Başkanı biz… Ters düşecek miyiz? Bunu umdular. Buna göre hesap yaptılar. Ama gördünüz işte. Toplum, komuta kademesinin birlik içinde olduğunu gördü. Top gibi sağlam olduğunu gördü. Türk halkı komutanların birlik ve beraberliği konusunda en ufak şüpheye düşmedi.” 6 [ERKAYA GÜVEN]
Refahyol süreci, daha kapsamlı bir programı bulunan ve daha bütünsel bir ihtiyaç olan restorasyonun başlatılmasında bir yandan hızlandırıcı ve bir yandan kolaylaştırıcı bir dönem olmuştur. 28 Şubat süreci pek çok kesim açısından restorasyon ihtiyacının açıkça görülmesini sağlamıştır. Bir örneği aktararak geçelim:
“Yapılması gereken, Refah’ı sistemin içinde tutmaktır. Ama hangi sistemin? Zaten Refah sistemin adil, eşitsiz, yoz olmayan ve yoksullaştırıcı olmasına karşı bir protestonun eseridir.
O halde her şey, sistemin esaslı bir restorasyonuna gelip dayanmaktadır. Bu restorasyon engellendiği sürece, sistem karşıtlıklar ve çatışmalar üretmeye devam edecektir.
Artık anlamalıyız ki, resmi düzeyde çetelerin oluşumu ile halk katında cemaatlerin ve tarikatların doğuşu aynı madalyonun iki yüzüdür. İkisi de idari, siyasi ve hukuki sistemin çözülmeye başladığına işaret ediyor.”7 [ERGİL Doğu]
“Ortalaması bulunamıyor”
Refahyol’a iktidardan el çektirilmesinin ardından, Asparti restorasyon programını sistemli bir biçimde uygulamaya devam edecektir. Restorasyon sürecinin bir önceki dönemin öne çıkartılan aktörlerine yönelik “tehditkar” üslubu, düzen cephesinde bir iç hesaplaşmayı gündeme getirmiştir. Ancak, Türkiye burjuvazisinin yönetsel ihtiyaçları ve bunların düzenlenişi konusunda tecrübeli olan Muhsin Baturun da söylediği gibi, “ortalaması bulunamamaktadır”. Nilgün Cerrahoğlunun yaptığı bir söyleşide Batur kendisine yöneltilen soruya şöyle cevap veriyor:
“-Çare darbe mi? Siyasi İslamın bu kadar büyümesine yolaçan 12 Eylül olmadı mı?
-12 Eylül’ün hataları oldu: Katı bir Anayasa yapmak, partileri kapatmak ve siyasi yasaklar gibi. Ama işte ortalamasını bulamıyoruz.” 8 [BATUR Muhsin]
Evet, Türkiye burjuvazisi, kriz dönemlerinde askerler ve mürteciler arasındaki iktidar değiş tokuşlarında zaman zaman bizzat kendisinin önünü açtığı ve kendisine hizmet eden mürtecileri hırpalamak zorunda kalmıştır. Ama bunun başka bir yolu da yoktur.
RP gider FP gelir… Gelir de nasıl gelir?
RP’yi geriletme süreci, doğaldır ki, aynı zamanda onun toplumsal tabanını dağıtmayı da hedef alacaktı. Refahyol iktidarının sona ermesinin ardından Asparti sistemli saldırılarına devam etti. Temmuz 97’de kurulan Anasol-D hükümeti biraz zorlanarak gerekli kurumsal düzenlemelerin altına imzasını attı. Bu dönemde, dinci taban “direniş” çizgisinde eylemliliklere yöneldi. RP’nin siyasi olarak geriletilmesi esas olarak “radikal”lerin önünün açıldığı bir süreci başlattı. RP, toplumsal taban kaygısıyla bu eylemliliklere tutunmaya çalıştı. Ancak, toplumsal etki alanı sınırlı olan radikallerin beceriksiz faaliyetleri, Asparti’nin işlerini kolaylaştırmak dışında işe yaramadı. 8 yıllık eğitimi protesto için gerçekleştirilen eylemlerde ortaya çıkan gaflar, polis teşkilatına yönelik operasyonları kolaylaştırdı. Bundan sonra gündeme gelen türban eylemleri ise, üniversitelerin reorganizasyonunu…
Bu süreçte, yukarıda bir not olarak geçtiğimiz tarikat sermayesine yönelik tekelci burjuvazinin hoşnutsuzlukları da karşılık buldu. MÜSİAD yöneticileri tutuklandı, “şeriat isteyen” şirketler cendereye alındı.
RP’nin uzantısı başka kurumlar bir kaç gün süren kampanyalarla (YUVA vakfı ve MGV operasyonları gibi) “halledildiler”.
Tüm bunlar olurken, Asparti yönetsel mekanizmada yer alan burjuva partilerin yöneticilerine ve Cumhurbaşkanı’na da programını dayattı. Siyasi kaygıları nedeniyle mürteci operasyonuna sıcak bak(a)mayan burjuva siyasetçileri bu süreçte brifingler ve uyarılarla eğitildiler.
En iyi eğitilen ise, elbette ki kapatılan Refah Partisi oldu. RP’nin kapatılmasıyla kurulan ve 1998 Mart ayında hazırlanan bir askeri istihbarat raporuna göre, “RP’nin toplumu bölen, kendisinden başkasını Müslüman kabul etmeyen, insanları kılık-kıyafetine göre değerlendiren yanlış politikasından ders almışa benzemektedirler. Bu partinin devamı olmadıklarını kanıtlamak ve tepki almamak için, ülkedeki son gelişmelere genelde sessiz kalmaktadırlar. Bu da haklarında ayrı bir şüphe nedeni olmaktadır” ifadeleriyle nitelendirilen Fazilet Partisi bir savunma ve uzlaşma programıyla sahneye çıktı.
17 Aralık 1997 tarihinde kurulan FP, programatik olarak “biraz daha fazla demokrasi” istemek gibi bir özel vurgu dışında tümüyle düzen partisidir. Bunun yanında kendilerini tanıttıkları dökümanlarda daha fazla “acıma” duygularını harekete geçirecek ifadeler yer almaktadır.
“Fazilet Partisi Türkiye’nin partisidir. 65 milyon insanımızı kardeşçe kucaklayan bir partidir. Bu bir sevgi hareketidir. Fazilet hareketidir. Bir bölgenin, bir zümrenin, bir kişinin partisi değil milletin partisidir. Çünkü, bu parti millet hareketidir. Kökleri mazimizde, gövdesi, dal ve yaprakları ile geleceğe uzanan ulu bir çınardır. Geçmişi geleceğe bağlayan en sağlam köprüdür. Milletin birliğinden, devletin ve vatanın bütünlüğünden yana Türkiye’nin çimentosu olan bir partidir.
Biz her zaman doğruyu aramanın gayreti içindeyiz. Burada arzettiğimiz beyan ve kabullerimiz dışında bizi tarif etmek bize yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Böyle şeyler yapmak bizim üzerimizden haksız ve hukuksuz siyaset yapmak siyasi çıkar peşinde koşmak olur. Bu ise en ilkel ve seviyesiz siyasettir ayrımcılıktır. Bu siyasetten kimseye fayda gelmez yapana da fayda vermez… (…)
Biz uzlaşma ve diyalogdan yanayız. Uzlaşma ve diyalog bireysel ya da partimizin ihtiyacından kaynaklanan hususlar değildir. Bunlar, Türkiyenin ihtiyacıdır ve bunlara her zaman ihtiyaç vardır. Aksine tavırlar, Türkiye’nin işini zora sokar. Geleceğimizi riske sokar. Geçmişte milletçe yaşadığımız acı tecrübeler hepimiz için ders olmalıdır. O nedenle Fazilet Partisi olarak biz aynı zamanda tecrübe partisiyiz.”9 [Fazilet Partisi]
Türk halkının mazlumlara dönük ilgisi olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Ancak, siyasi olarak değil. “Devlete hizmet” görevi elinden alınan daha açık bir ifadeyle devlet desteğini yitiren, hatta siyaseten karşıya alınan dinci gericilik siyasi kimlik bulmakta zorlanmaktadır.
RP’nin kapatılması sürecinde yapılan “daha radikal olunmalıydı”, “RP solculuk yapmalıydı; kendisinin en az yara aldığı Susurluk sürecini de kullanmalıydı” gibi değerlendirmelerin pek fazla bir önemi yoktur. FP, bir siyasi alternatif olarak tüketilmiştir. En azından bir başka üstyapı modeline ihtiyaç duyulacak döneme kadar.
Mürtecilere iki darbe, daha asıl hedef MHP
18 Nisan seçimlerinden sonra gerilemenin sınırı olmadığına kanaat getiren ve bir yandan MHP’ye kaptırdığı tabanın kuyruk acısını hisseden Fazilet Partisi, yeniden bir çıkış yapmaya karar verdi. En azından Merve Kavakçı olayı FP cephesinde böyle kurgulandı. Ancak, yine geri tepen bir silah olarak kendisine döndü. Üstelik, Asparti açısından bir başka kuşun daha vurulmasını sağlayarak. Asparti “Merve krizi”ni MHP’yi hizaya getireceği bir fırsat olarak gördü ve bunu değerlendirmeyi ihmal etmedi. Bir önceki dönemin oluşturduğu karşı devrimci toplumsal tabana dayanarak ve restorasyon sürecinde gerçekleştirilen Kürt operasyonunun açtığı alan sayesinde iktidara gelen faşist parti de böylelikle aslında iktidarın sahiplerinin başka birileri olduğunu öğrenmiş oldu.
Daha sonra yürütülen Fethullah Gülen operasyonu da, bizzat kendi hedeflerinin dışında MHP başta olmak üzere hükümetteki partilerin tabanını zayıflatma sonucunu verecektir.
Asparti’nin kriz döneminin yönetim biçimlerinin önünü açtığı ve bugüne iktidar olarak devrettiği faşist partiye programında nasıl bir yer biçeceği henüz netlik kazanmadı.
Ancak, belirgin hale gelmiş olan şey kontrollü bir biçimde devlete hizmet etmesi yani, burjuvazinin iktisadi ve siyasi programının uygulanışına kolaylık sağlaması dışında bir şey yapmamasının istendiğidir. MHP’nin yapıp-yapmayacakları listesine siyasal olarak hazmedemeyeceği başka taleplerin de eklenmesi mümkündür. O aşamaya gelindiğinde restorasyonun kısa yorganının ayakları açıkta bırakıp bırakmayacağı, faşist partiye yönelik böylesi bir operasyonun “ortalamasının” bulunup bulunamayacağı tartışmalıdır.
Ek Notlar:
Türkiye’de dinci gericiliğin doğal örgütleri olan tarikatler, kökeni daha eskiye dayanan ve geleneksel formlarını sürdürerek yeni koşullara uyum sağlamış olanlar ile burjuva cumhuriyetin kuruluş sürecinde şekillenmiş ve ”özgün” formları benimsemiş olanlar üzere iki ana gruba ayrılabilir.Bunların önemli olanlarını ise şöyle sıralayabilirz.
a.Geleneksel tarikatler:Nakşibendiler, Kadiriler, Rıfailer, Ticaniler
b.Burjuva cumhuriyet döneminde ortaya çıkanlar: Nurcular, Işıkçılar, Süleymancılar
Bunun yanında bir de ”radikaller” başlığı altında toplayabileceğimiz, tarikat formundan farklı, siyasi belirlenimli örgütsel biçimleri olan; büyük ölçüde marjinal ancak isimleri özellikle son dönemde sık duyulan ekipler var.
Bunlarla ilgili kimi genel notları aşağıda aktarıyorum:
a.GELENEKSEL TARİKATLER
1. Nakşibendiler
Kökeni 15. yüzyıla uzanan geleneksel sunii tarikat. Çok farklı kolları mevcut.
Burjuva cumhuriyetin ilk döneminde ittifak halinde olunan bu kesimler, 1925 döneminden sonra iktidar bloğundan dışlanıyorlar (ilk parlemento kurulduğunda, üyelerinin en azından yarısını dini liderler oluşturuyordu).Bu dönemdeki Cumhuriyet karşıtı ayaklanmalar, Nakşi tarikatler tarafından gerçekleştiriliyor.
50 ve 60’lardan itibaren ”merkez sağ” partilerle uzlaşma ve barışma yolunu seçiyorlar ve ”herşeyi zamana bırakma ve bekleme ”yi ve ”evrimci” bir çizgi izlemeyi tercih ediyorlar.
Genelkurmay belgelerinde, Sami Ramazanoğlu, Mehmet Zahit Kotku, Dursun Aksoy ve Tahir Büyükkorucu isimleri Cumhuriyet dönemi liderleri olarak geçiyor. Diğer ”radikal” eğilimlerinden farklı olarak devleti ”temel düşman” olarak görmüyorlar. Ancak yine Genelkurmay belgelerine göre, hemen hemen hepsini esas hedefi ”şeriat” düzeninin kurulması.
1-a. İskender Paşa Dergahı
İstanbul kökenli tekkenin kuruluşu 1850’lere uzanıyor. Cumhuriyet döneminde liderliğini Mehmet Zahit Kotku (1897-1980) yapıyor. İsmini Kotku’nun görev yaptığı İskender Paşa Camii’nden alıyor. Mlli Nizam Partisi kuruluşunda Kotku’nun desteği var. Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut ve Korkut Özal’ların bu tarikate bağlı oldukları biliniyor.
İskender Paşa Dergahı, 70-80 döneminde Milli Selamet Partisi’ni destekliyor ve bu dönemde gerçekleştirilen koalisyonlarda, etkili bir rol üstleniyor, devlet içerinde etkisini arttırıyor.
80’lere gelirken, özellikle İran devriminin ardından Mehmet Zahit Kotku ile Erbakan arasında kimi tartışmaların olduğu, bunun esas olarak güç kavgası olduğu, ancak 12 Eylül darbesinin gerçekleşmesi ve Kotku’nun ölümü ile bu tartışmaların önemsizleştiği söyleniyor. Bundan sonra cemaatin başına Kotku’nun damadı Prof. Esat Coşan geçiyor.
80’den sonra RP’nin örgütlenme barajını aşamaması sorunu ile ANAP’ a destek viriyor. ANAP döneminde özellikel Korkut Özal aracılığla iktidar olanaklarından yararlanmaya devam ediyor.
1-b. İstanbul Erenköy Dergahı
Kelami Dergagı Şeyhi Erbilli Mehmet Esat Efendi’nin (1847-1931) halifesi Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun (1892-1984) ölümünün ardından 4 kişilik bir heyet tarafından yönetildiği söyleniyor. Kimi kaynaklara göre ise, dergahın başına Mustafa Topbaş geçiyor.
80 öncesinde Milli Selamet Partisi’ne destek veriyor.
80’den sonra yine RP’nin örgütlenme barajını aşamaması sorunu ile bu tarikat de ANAP’a destek veriyor.
Etkin isimlerden Eymen Topbaş ANAP İstanbul İl başkanlığı yapıyor. Bir dönem ANAP ve RP’nin desteklenmesi konusunda bir tartışma yaşanıyor. Anadolu’daki uzantıları RP’yi destekliyor.
”Oy deposu” olmak konusunda çok etkin değil, ancak mali kaynakları çok güçlü. Eymen Topbaş, Korkut Özal’ın ortaği ve 80’lerde çok ”büyük” işler çeviriyorlar.
1-c. İsmail Ağa Dergahı
Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin ölümü üzerine (1960’ta) yerine Mahmut Ustaosmanoğlu geçti. Adını Mahmut Efendi’nin görev yaptığı Fatih’teki Camii’den aldı. Trabzon, Kayseri, Tokat, Adapazarı, İzmit gibi illerde; İstanbul’da da Fatih, Ümraniye, Beykoz ve Üsküdar’da etkin.
MNP-MSP-RP çizgisini desteklediği biliniyor.
İmam hatiplerle ilgili olarak gerçekleştirilen Cuma eylemlerinde etkin olduğu ve varoşlarda güçlendiği söyleniyor.
1-d. Menzil Dergahı
Seyyid Abdulhakim Hüseyini (1902-1972)’nin kurduğu dergahı Seyyit M. Raşit Erol (1938-1993) sürdürdü. Önemli bir cazibe merkezi olan dergahın başına S. Abdulbaki Bilvanisi geçti. MHP ile bağlantılı olduğu söyleniyor.Bu cemaatin de Cuma eylemlerinde etkin olduğu ve varoşlarda yayılmayı seçtiği söyleniyor.
2. Kadiriler
Haydar Baş Cemaati
Kadiriler arasıda en bilinen cemaat. Trabzon merkezli olmak üzere etkinler. İstanbul Yeşilköy ve Antalya Alanya’ da tekkeler olduğu söyleniyor.
”Milliyetçi muhafazakar” eğilimli olarak nitelenen bu cemaatin 80 öncesi Adalet Partisi’ni ve 80 sonrası da ANAP’ı desteklediği biliniyor. Mesaj tv, bu cemaatin televizyon kanalı.
3. Rıfailer
Kökeni 12. yüzyıla ve Basra’ya dayanıyor. Bu tarikat 20. yüzyılın başında İstanbul’da ortaya çıkıyor. Şeyhlik temelli. Asıl olarak İç Anadolu bölgesinde etkinler.
80 öncesi MHP, 80 sonrası ANAP’ı destekledikleri biliniyor. Ayvaz Gökdemir ve Muharrem Şemsek’in bu tarikate bağlı oldukları söyleniyor.
4. Ticaniler
Kuzey Afrika kökenli bu tarikatin Türkiye’de liderliğini Kemal Pilavoğlu’nun yaptığı söyleniyor.
50’lerdeki laiklik tartışmalarının baş aktörleri. Mustafa Kemal heykellerine saldırı eylemlerini yapıyorlar. 163’ten cezalar alıyorlar.
b.BURJUVA CUMHURİYET DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKANLAR
1.Nurcular
Tarikat oluşturm düşüncesine sıcak bakmıyorlar. Cumhuriyet döneminde ”düşünce biçimi” olarak şekilleniyor. Fikir babası Said-i Nursi. Nursi’nin kendi değişiyle ”devir tarikatler devri değil, geerçeklik devri”. Kendine bağlı şeyhler oluşturmuyor. Ancak, kimi Nakşi şeyhleri de Nursi’den etkileniyor.
1-a. Yeni Asyacılar
Esas olarak Adalet Partisi döneminde şekillenen Yeni Asyacılar’ın lideri Mehmet Kutlular olarak biliniyor.İç Anadolu, Göller Bölgesi, Kütahya, Afyon ve Eskişehir’de etkinler. Daha sonra buradan çıkan başka oluşumlar oluyor.
Yeni Asyacılar esas olarak yayıncılık faaliyetleri üzerinden etkinkilerini arttırıyorlar.Darbe dönemlerinde payşlarına düşenleri alıyorlar,yayınlar yasaklanıyor;kapatılıyor.
Yeni Asyacılar 71 darbesinden sonra AP’yi müslümanlar için bir ”demokratik misyon” taşıdığı gerekçesiyle açıktan desteklemeye başlıyorlar. Süleyman Demirel’in bu cemaatle ilişkisi söyleniyor. Cemaat bundan sonra da 80 darbesine kadar AP ve Demirel’ e desteğini sürdüyor. Yeni Asya kapattılınca Yeni Nesil’i çıkartıyorlar. (Yeni Nesil de daha sonra 83’e kadar kapatılıyor). 70’lerin ortasında Fettullah Gülen, 90’ların başında Sefa Mürsel Yeni Asyacılar’dan ayrılıyorlar.
1-b. Yazıcılar
Yeni Asya cemaatinden ayrılan bir grup Demirel’i açıktan desteklemeye başlayınca ayrılıyorlar ve MNP’yi desteliyorlar. Ancak, MSP kurulup ardından CHP ile koalisyon yapınca, bu partiden desteklerini kesiyorlar.
1-c. İttihatçılar
Yeni Asya cemaatinden kopan bir diğer grup. Liderleri Hüseyin Demirel 15 günlük ittihad-ı İslam adlı gazeteyi yayınlıyolar. Anti-kemalist çizgileri ile öne çıkıyorlar.
1-d. Konseyciler
Liderleri Mehmet Kırkıncı. 12 Eylül’e destek veren bu cemaat, Evren’in Ulul-emr olduğunu ve itaat edilmesinin dini bir vecibe olduğunu iddaa ediyor.
”Katı milliyetçi-muhavazakar” olarak niteleniyorlar ve Erzurum çevresinde güçlü oldukları söyleniyor.
ANAP ve DYP arasında gidip geliyorlar.
1-e. Fetullahçılar
Bugünlerde hakkında çok şey bildiğimiz Fettullah Gülen, Yeni Asyacılar’ dan 1970′ lerde ayrılıyor. Siyaset dışı yollarla, güç toplama yöntemi benimseyerek alternatif bir örgütlenme oluştuyor. Tüm partilere ve liderlere yakın duran Gülen’ in özellikle 88 döneminden sonra ANAP ‘ a daha fazla destek verdiği söyleniyor. Ancak, çeşitli partilerde milletvekillerinin bulunduğu biliniyor.
1-f. Med-Zehra Grubu
Sıttık Dursun liderliğindeki bu kesim 1989′ da Dava dergisi’ ni çıkarmaya başlıyor. Said-i Nursi’ nin en radikal yorumu yaptığı söylenen bu çevre, Nur Rusalelerini yayınlıyor. Din ve devletin kesin olarak ayrılamayacağını savunuyorlar.
Ayrıca ”kürtçü” yönü de ön plana çıkıyor.
1-g. Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı
Med-Zehra grubundan kopan bu grubun daha örgütlü bir yapıya sahip olduğu söyleniyor. Kürt illerinde ve Orta Anadolu’ da, eğitim ve yerel radyo ve TV’ ler üzerinden etkin olduğu ileri sürülüyor.
1-h. Aczmendiler
Diğer nurcu cemaatlerden daha farklı tarikat örgütlenmesine daha yakın bir yapılanmalar var. Liderleri Müslüm Gündüz, 28 Şubat’ ın hem öncesinde topun ağzına konan ve ilk kurbanlarından. Çok sayıda davası bulunan tarikatin Elazığ ve Malatya çevresinde etkin olduğu söyleniyor.
2.Süleymancılar
Liderliğini 1959′ a kadar Süleyman Hilmi Tunahan’ ın yaptığı Süleymancılar, daha örgütlü ve disiplinli arzediyor. Türkçü ve İslamcı bir ideolojik çerçeveyi benimsiyorlar. Devletçi bir görüntü sergilemeye özen gösteriyorlar.
Etkin oldukları mekanların Antalya, Mersin, Isparta, Burdur, Manisa, Kütahya, Afyon, Adapazarı olduğu söyleniyor.
Kuran kursları ve öğrenci yurtlarını esas alıyorlar. Cumhuriyet tarihinde birçok kez bu faaliyetleri nedeniyle, Diyanet’ le karşı karşıya geliyorlar.
1946′ da CHP döneminde devlet destekli kuran kursları açılıyor ve Tunahan bu projenin içinde yer alıyor. Bu dönemde Tunahan’ ın islam yorumuyla yetişen on binlerce öğrencisi, daha sonra Diyanet İşleri’ nde önemli yerleri tutuyor.
1939-1957 arasında, Tunahan üç kez yakalanıyor ve sorgulanıyor. 50′ leri sonuna doğru Millet Partisi üyesiyken oğlu Kemal Kaçar ile birlikte yakalanıyorlar. Süleyman Hilmi Tunahan 17 Ekim 1959′ da ölüyor ve yerine oğlu Kemal Kaçar geçiyor.
1965′ te kabul edilen bir yasa ile, devlet kontrolündeki fakültelerden mezun olanların Diyanet İşleri’nde çalışabileceği duyuruluyor. Bu, Süleymancılar’ ın kuran kurslarına büyük bir darbe anlamına geliyor. İkinci darbe ise, 17 Ekim 1971′ de askeri yönetim döneminde kabul edilen bir yasa oluyor. Buna göre de kuran kursları devlet denetimine alınıyor.
80 darbesiyle birlikte, Süleymancı kuran kursları ve öğrenci yurtları MEB kontrolüne geçiyor. Süleymancı liderler yakalanıyor ve yargılanıyor. Kaçar ve Ali Ak da (eski AP milletvekili) yargılanıyor. Süleymancılar’ a dönük ”saldırı” lar 82 anayasasını desteklemeleri için yapılan gizli anlaşmaya kadar sürüyor.
80 öncesinde AP’ ye verdikleri destek 80′ lerde ANAP’ a kayıyor. 90′ larda ise, ANAP ve DYP arasında bölünüyor. DYP Gençlik kolunda etkin oldukları söyleniyor. 1995 seçimlerinde RP’ den 2 (askeri istihbarata göre 3) milletvekili çıkarıyorlar. RP kapatıldıktan sonra, bu milletvekilleri FP oluşumu içinde yer almıyorlar.
28 Şubat sürecinde, 8 yıllık eğitim ve kuran kurslarının kapatılması uygulamalarından en fazla rahatsızlık duyan kesim.
3. Işıkçılar
Seyid Abdulhalim Arvasi’ ye bağlı Hüseyin Hilmi Işık’ ın kurduğu cemaat, İhlas Holding çevresinde odaklanıyor. Cemaatin başında Dr. Enver Ören bulunuyor. 80′ lerin sonuna doğru, pek çok sektörde etkili hale gelen cemaat, ticari faaliyetlerini daha fazla ön plana çıkarıyor. Türkiye gazetesi, TGRT gibi kanalları aracılıyla medya alanında da belli bir gücü temsil ediyor. Askeri istihbarat raporlarına göre, ”Bu grup ekonomik faaliyetlerini sürdürdüğü sürece irticayla mücadelede alınan kararlardan rahatsız olmadığını ve daha çok milliyetçi-muhafazakar çizgide bulunduğunu göstermiştir.”
c.”RADİKALLER”
Şeriat programını siyasi hedef olarak benimseyen ve bunun için saha belirgin örgütsel formarda faaliyet gösteren ve ”düzen karşıtlığı” nı başta örgütr formları olmak üzere siyasi olarak da çne cıkaraın dinci örgütlenmelerin başlıcaları ise, Müslüman Gençlik, Hizbullah, İslami Hareket Örgütü, İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C), İslami Cemiyetler ve Cemaatler Birliği (İCCB-Kaplancılar olarak bilinen ekip), Ceyşullah olarak biliniyor.
Bu örgütlerin bir bölümünün İran, Afkanistan, Pakistan gibi dış bağlantıları var; silahlı mücadeleyi önemsiyorlar. Tarikat yapılarını ve MNP-MSP-RP siyasi hatıının çeşitli biçimlerde ”düzenle uzlaşmak, düzene teslim olmak” la eleştiriyorlar. Bir bölümü 8 yıllık eğitim ve türban tartışmaları sürecinde gerçekleştirilen eylemlerde öne çıkıyorlar.
Hizbullah ve Müslüman Gençlik’ in farklı grupları var. Hizbullah’ ın (ya da bir bölmesinin) özellikle 90 ‘ ların başında Kürt illerinde PKK’ ye karşı savaştığı ve bu dönemde devletle işbirliği yaptığı, İslami Hareket ve İBDA-C’ nin çeşitli dönemlerde devlet tarafından kullanııldığı gibi iddialar yaygın kabul görüyor. 28 Şubat sürecinde ise, bu örgütlerin hemen hemen tümü polis ve istihbarat örgütlerinin takibi altında ve sık sık da operasyonlara maruz kalıyorlar.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu çerçevede,örneğin Demokrat Parti iktidarinda bu toplumsallığın siyasi temsilcilerinin iktidar bloğuna dahil edildiği saptaması, yanlış bir kavrayışın ürünüdür.Temsil edilen,kapitalist üretim ilişkilerine ve onun siyasi mekanizmalarına entegre olmuş, ancak siyasi temsili sözkonusu olduğunda kan davalısı olduğu tek parti dışında köprülere ihtiyaç duyan bir tolumsallıktır. DP,bu köprü rolünü yerine getirmiştir. Tam da bu nedenle ”iktidar bloğu” kurgusu DP iktidarının son dönemini açıklama konusunda ciddi sıkıntılar çekecektir.
- 14 Ağustos 1997, Milliyet, Yavuz Donat,eski DDK Oramiral Güven Erkaya ile söyleşi.
- Erbakan konusu Bakanlar Kurulu toplantısında, Çekiç Güç konusuyla ilgii olarak Bakanlar Kurulu üyelerini şu şekilde bilgilendiriyor: ”ABD bu konudaki tavrını değiştirdi.Çekiç Güç bölgeden ayrılmak istiyor.Ancak bizim Genelkurmay buna karı çıkıyor.Eğer Çekiç Güç giderse, sınır ötesi harekatlarında sıkıntı olacağını düşünüyor.Bazı düzenlemelerinin yapılabileceğini,ancak bir şekilde kalmasını istiyor.” Refahyol tutanakları, Şamil Tayyar, Ümit yay., Ankara 1997, s.107
- 13 Haziran 1997, Milliyet.
- 12 Ağustos 1997,Milliyet, Yavuz Donat.
- 13 Ağustos 1997, Milliyet, Yavuz Donat.
- 11 Şubat 1997, Milliyet, Doğu Ergil, “Tank yedeğinde Refah” başlıklı yazısı.
- 15 Haziran 1997, Milliyet, Nilhün Cerrahoğlu’nun Muhsin Batur ile söyleşisi.
- http:/www.fp.org.tr/bizkimiz.htm, Haziran 1999