Son seçimlerde milyonlarca genç ilk defa oy kullandı. Seçmen yaşının onsekize inmesiyle bu şansı yakalayan gençlerin büyük kısmı gidip oylarını MHP’ ye verdi. Sadece onlar mı? Özellikle Orta Anadolu ve Kardeniz’ de ama ülkenin her yerinde insanlar faşistlere yöneldi. Yüzde onsekiz gibi ciddi bir oy MHP’ yi iktidara taşıdı. Bunun nedenleri elbette tartışılmalı ve tartışılacak. Ancak bununla kalmamalı; özellikle sosyalistler bununla sınırlı kalmayacaklar. Faşizme ve faşist harekete karşı mücadele, bu ülkede devrimin ayrılmaz parçası olma niteliğini hiç kaybetmedi. Son sonuçlar, olsa olsa bu ihtiyacı arttırdı.
Burjuva yazarlarının “değiştiler” söylemini ciddiye almak burjuvazinin kendisi için bile çok zor görünürken bunu yapmak elbette bizlere düşmeyecek. Sevindirici olan Türkiye solcularında genel eğilimin en azından söylem düzeyinde bu açıdan ortaklaşmasıdır. Kendilerini ulusal solcu sayan, özellikle İP çevresinde ve aydınlar arasında da Atilla İlhan etrafında odaklanan kesimle hesaplaşma bu yazının konusuna girmiyor.
Bu yazıyla yapmaya çalışacağım şey, kendilerini başından beri esas olarak komünizmin karşısında olmakla tanımlayan; bunu her fırsatta devrimci ve sosyalist kanı dökerek gerçekleştiren faşist harekete biraz daha yakından bakmak olacak. Anlamak için değil, mücadele etmek için. Yumruk mesafesinde olmak için.
Hep öyle olmadık mı? Yumruk mesafesinde olduğu için ilk kurşunu eline yedi Hüseyin Duman yoldaş, ikincisini ciğerine yemeden önce. Cenazesinde söz verdik; sosyalist iktidarımıza kadar bu mesafeyi koruyacağız. Daha fazla uzaklaşmayacağız. Bu yazı işte buna katkı yapmaya çalışacak.
Kim bunlar?
Başta söyledik, gençler ama çok gençler, henüz onlar doğmadan evvel bu topraklarda yaşananlardan bihaber oldukları için son yıllarda olanlardan pek anlam çıkaramayacak kadar genç olanlar, önemli ölçüde faşistlere oy verdi bu seçimlerde. Onlar için MHP, çok sevdikleri milli takımlarını en yürekten destekleyenlerdi. Okulda öğretilen milli ve manevi değerleri, özellikle milli ahlakı, pek uygulamasalar da en çok dile getiren onlardı. Hatta “İtalyan hainleri”ni bile en iyi onlar protesto etmişti. Hem sonra onlardan olmazsa nasıl gezip tozabilirdi mahallesinde. Onlar bir an önce hayata atılıp zengin olmalıydılar. İyi arabalara binip, lüks semtlerde oturmalıydılar. Ancak bunlar için çok çaba harcamak da aptallıktı elbette. Kolay yoldan köşeyi dönmeliydiler. İşte MHP’ li abileri, tam bir baltaya sap olmayacak gibiyken birden lüks içinde yaşamaya başlamıştı. Onlar da büyüdüklerinde onlar gibi olmalıydılar. Belki onlarla da Türkiye gurur duyardı.
Kısaca MHP’ liler bu gençler için kendi düşünce ve duygularının, kendi bilgi ve kültür düzeylerinin, kısaca kendilerinin temsilcisiydi. Ama onlar aynı zamanda bıçkındılar. Kavgacıydılar. Özendiler onlara, peşlerine takıldılar.
Aslında yaşlıların da pek farkları yoktu. Bir kere duygu ve bilgi olarak daha bile geriydiler gençlerden. Sonra bütün gün ve gece çeşit çeşit televizyon kanallarından onların kafasına da aynı gericilik pompalanıyordu. Ayrıca başka umutları da kalmamıştı gerçekten. Herkesi denemişlerdi. Nedenini pek bilmeseler de solculara zaten oy vermezlerdi. Yani Ecevit ve Baykal’ a. Daha sola akılları ermedi bir türlü zaten. En son onlardan yana görünen Refah da onları satınca, bu kez MHP’ yi denemeye karar verdiler.
Özellikle gençlerden devam edelim. Bu insanlar faşistleri ve faşizmi nereden tanıyacaklardı? Sosyalistlerin, devrimcilerin yakınlarında olan bir avuç şanslı dışında, bu başlıkla tanışabilmeleri için tarihi bilmeleri; diyelim pek bilmiyorlar hiç değilse biraz sevmeleri, ilgilenmeleri gerekirdi. Ya da sanatı, edebiyatı tanımaları gerekirdi. Başka türlü nereden bilecekler?
Aslında bu sinema furyasında en az üç-dört kez “Zengin Mutfağı” oynamıştı çeşitli televizyonlarda. Vasıf Öngören’ in epik tiyatroculuğundan anlamasalar bile Şener Şen hatırına olsun seyredenleri de olmamış mıydı acaba? Ya da seyredenler ne düşünmüştü, sevgilisini patronuna kurban edecek kadar köpekleşen eski fakir öğrenci, yeni komando hakkında?
Film olarak bile şiddet dolu Amerikan yapımlarından başka şeyler izleyemeyen bu gençlerin, acaba kaç tanesi “Onbinlerin Dönüşünü” okumuştur? Kemalist falandır, Kurtuluş Savaşı hakkındaki romanları naiftir ama özellikle bu romanı çok hoştur Samim Kocagöz’ ün. Özellikle İstanbul Üniversiteliler için… Çünkü kırklı yıllarda Hitler faşizminden kaçıp Hukuk Fakültesi’ nde ders vermeye gelen Alman profesörlere yerli faşistlerin davranışını anlatır. Kafatasçı lafının anlamını oradan öğrenirsiniz. Bir faşistin kafatası ölçüsü tutmayınca nasıl dışlandığını, kahrolduğunu okuyunca işin ciddiyeti hakkında fikriniz olur.
Bireyin çok moda olduğu, her şeyin bireycilikle ele alındığı, birey olmanın önemli bir şey sayıldığını bu gençler elbette duymuşlardır. Ama acaba içlerinden hangisi Sabahattin Ali’ nin en iyi romanını, “İçimizdeki Şeytan”ı okumuştur. Ya da kaç tanesi orada ne anlatıldığını bir yerlerden duyup merak etmiştir. Çoğunun, birçok kişinin Nihal Atsız olduğunu düşündüğü o iğrenç ırkçı tipin aslında insanların içindeki şeytanın dışarıdaki bir yansıması olduğunu, ya da belki bu tiplerin hep insanların içindeki şeytana seslendiklerini düşünme şansları olmamıştır elbette!
Çünkü kimse onlara bunlardan bahsetmedi. Solcu olduğunu iddia edenler de film yaptı, ama Deniz! i anlatırken onun savaştıklarını anlatmayı atladılar. Solcuların birbirleriyle ilişkisini işlediler, “leoparın kuyruğunu tutma, tutarsan asla bırakma” dediler, ama o leoparın bakıcısını anlatmayı iş edinmediler nedense. Belki basitce unuttular. Belki iş edinmediler. Birkaç uzman gazeteci dışında bu konuya eğilmediler. Onların derdi kendileriyleydi, kendi yoldaşlarıylaydı. Aslında onlar da bireye takmışlardı kafayı. Ama bunların yeri de bu yazı değil.
Elbette bunlara indirgemiyorum. Ama bunların da önemli olduğunu düşünüyorum olan bitende. Daha aşağıda son yükselişin siyasal nedenlerine döneceğim. Şimdi biraz nereden geldiklerine bakalım.
Nereden geliyorlar?
Türkçülüğün tarihi çok eskilere dayanmıyor. Yusuf Akçura ünlü makalesini 1904 yılında yazdı: “Üç Tarz-ı Siyaset”. Osmanlıcılık, islamcılık ve türkçülük, üç yol olarak tartışılıyor. Bu tartışmaların temelini Akçura en çok Tanzimat’ a kadar geri götürüyor. 1839 çok uzak bir tarih değil. Dünyada burjuvazinin ilerici misyonunu terkettiğini ilan ettiği 1848 devrimlerinden çok az bir zaman önce. Milliyetçiliğin geç dönemlerine denk geliyor bizde türkçülük tartışmaları. İşin tarihiyle pek ilgilenmeyeceğiz bu yazıda. İşaret etmek istediğim türkçülüğün tanımı. “Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkil etmek” olarak tanımlıyor Akçura üçüncü siyaset tarzını.1 Türkçülüğün tarihini incelediği kitabında ise Türkü şöyle tarif ediyor:
“Türkler dediğimiz zaman … bir ırktan gelme, adetleri, dilleri birbirine pek yakın, tarihi hayatları birbirine karışmış olan kavim ve kabilelerin tamamını murad ediyoruz.”2
Türkçülüğün ve türkçülerin tarihini tartışmak başka bir araştırmanın konusu olabilir ancak ve olmalıdır. Burada göstermeye çalışacağım ise bir ırka atıfta bulunmadan türkçülük yapmanın sonradan uydurulmuş bir şey olduğu. Nereden geliyorlar sorusunun bu açıdan yanıtı çok açık. Eğer türkçülerin içlerinde şimdi ya da geçmişte ırkçı olmayanlar var ise, bunlar kesinlikle ırkçılıktan geliyorlar.
Kemalist kadroların, bu arada Mustafa Kemal’ in kendisinin, bu konudaki tutumu ise ideolojik söylemle gerçek arasında önemli bir açı barındırıyor. Kemalizmin resmi tarih tezi bu konuda incelenebilir, özellikle “Güneş Dil Teorisi” her halde çok ilginç veriler sunmaya adaydır.
Kendilerinin dediklerine bakarsak:
“Atatürk’ ün milliyetçilik anlayışının ‘milliyet’ yani Türklük kısmı, dönemin anayasa hukuku içinde her ne kadar ‘Renan’ cı bir çerçevede ve ‘hukuki’ statüde tanımlanmış (gerçi 1924 Anayasası’ ndaki 88. Madde’ nin yaptığı bu tanım da epeyce muğlaktır ya…) ‘mübalede’ pratiğinde müslümanlığa göre belirlenmiş ise de 1930′ larda iyice şekillenen resmi ideolojik söylem ve bakış açısı çerçevesinde ve 1932′ deki Türk Tarih Kongresi ile neredeyse nihai şekline kavuşturulan resmi teorik’tez’e göre her nevi itirazı geçersiz kılacak bir netlikte beyaz cilt, brakisefal kafa, ince burun, düz ağız ve A grubu kan gibi uzvi özellikleri tek tek sayılarak ırk temelinde ifade edilmiştir.”3
Bunları yazan eski bir MHP Millet Vekili adayı. Aynı gazetenin daha önceki bir sayısında da Afşin Gökbörü, kendilerini ırkçılıkla suçlayan bir profesör ve bir bakana yanıt verirken, Atatürk’ ün 1937 yılında Dr. Üsteğmen Zühtü Akdöl başkanlığında bir gruba “Türkiye’ de Antropometri Anketi” adıyla bir anket yaptırdığını ve sonuçların Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından kitap halinde yayınlandığını anlatıyor. Merak edip baktım; AnaBritannica, antropmetri için “insan bedenine ait ölçülerin, sistemli biçimde derlenip aralarındaki ilişkilerin saptanması” açıklamasını veriyor.4 Ama aynı yerde “20. yüzyılda, ırkların incelenmesinde antropometri uygulamalarının yerini, ırk farklılıklarını değerlendirmekte kullanılan daha gelişkin teknikler aldı” ibaresini de görünce doğrusu rahatladım. Ya yenilikler olmasaydı bu adamlar bizi 1937 anketine göre ölçüye tabi tutsalardı ne yapacaktık?
Hangisinin daha ırkçı olduğu bizi ilgilendirmiyor. Kesin olan kökenlerinin ırkçılık olduğudur. İşler 50′ li yıllarda değişiyor. Türk Milliyetçiler Derneği’ nin 1952 yılında toplanacak kongresi için ön çalışma olarak yapılan, birçok “entellektüel”in katıldığı toplantılarda
“yanlış çağrışımlar yapan’Turancılık’, ‘Irkçılık’ gibi kavramların yerine ‘Türk milliyetçiliği’ kavramı benimsenmiştir.”5
Faşizm Kızılordu tarafından yenilmiş, tüm dünya NAZİ terörünü lanetlemeye nihayet başlamış, Türkiye savaş yıllarındaki faşist Almanya yanlısı politikalarını değiştirip soğuk savaşa tam gaz dalmış. Artık zaman ırkçılık söylemlerini terk etme zamanıdır. Söylem düzeyindeki bu düzeltme halen devam etmektedir. Bununla beraber “manevi soyculuk” gibi ilginç kavramlar üretmeden de yapamıyorlar. Alparslan Türkeş, şöyle diyor: “Nasyonal-sosyalizm, kapitalizmle, laboratuvar (antropolojik) ırkçılığa ve antidemokratik bir siyasi espriye sahipken, Dokuz Işıkçılık, Türk toplumculuğuna, sosyal-psikolojik (manevi) bir soyculuğa ve gerçek demokrasiye inanmaktadır.” İşler değişince sözler de değişiyor. Sosyalizmin etkin olduğu bir dünyada ırkçılık manevi soyculuğa, nasyonal-sosyalizm de Türk toplumculuğuna dönüşüveriyor. Gerçek demokrasi ise her zaman bildiğimiz burjuva diktatörlüğü olmaya devam ediyor.
Bunlara bir son ek gerekiyor. Başkaları değiştiler diye feryat ederken, Bahçeli öte taraftan değişmediklerini bağıradursun; son yıllarda ırkçı olduklarını hiç kabul etmiyorlar. Ama nedense Sağlık Bakanı oluverince her türlü ihtiyatı elden bırakıp Türk ırkının bekasını ve ülkenin geleceğini Türk kanlarının stratejik önemine bağlamaktan kendilerini alamıyorlar. Bilimin geldiği noktada hangi manyağın hangi datadan yola çıkıp ne tür haltlar karıştıracağının belli olmaması ayrı konudur. Ama bu kadar burjuva her fırsatta yurt dışında “chek-up” yaptırıp dururken, zavallı fakir halkın kanında stratejik önem aranmasına mı yanayım? Kırk yılda bir o da oğlunun sağlığı için, zengin kadınları soymayı bırakıp, iyi bir işe vesile olmuş koca profesörün, bakana yalakalanırken, kendi faşistliğini açıklamadan duramamasına mı?
Irkçılıktan geliyorlar ve ırkçılar. İslam ile olan bağları da başından beri sürüyor. Ancak onlar için müslümanlık Türklerin dini olması nedeniyle önemli. 80 sonrası özellikle canlanan, belirli ölçüde muhalif söylemi de içinde barındıran, islamcı kanat Yazıcıoğlu önderliğinde ana hattan kopup BBP’ yi kurduğundan beri islam yeniden parti içindeki eski çizgisine döndü. Söylem olarak islami söylemi kullanmaya ve islami tezlerle propaganda yapmaya ise özellikle son seçim öncesinde iyice ağırlık verdiler. Temel ideolojik yapıları olan “Türk-İslam” sentezi içinde dinin çok önemli bir yeri olsa da Türk olmakla, müslüman olmak karşı karşıya getirildiğinde her zaman tercih birinciden yana konuluyor. Ama bu ağırlık konjonktürel olarak değişiyor. “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslüman” olsalar da Hira dağının yüksekliği zaman içinde değişiyor. Örneğin bu günlerde dağ özellikle deniz seviyesine yaklaşıyor.
Strateji
Türkiye’ deki faşit hareketin siyasal stratejisi zaman içinde çok değişmiyor. Özellikle şu belirtilmeli, söylem düzeyinde kimi zaman radikal çıkışlar yapsalar da hiçbir muhalif öz taşımıyorlar. Devlet ve sistem karşıtlığı ise sadece kitap ve gazete sayfalarında zaman zaman görünüyor. Örneğin komünizmi yendiklerini şimdi ise sıranın kapitalizme geldiğini söyleyenleri çıkıyor ama kimsenin bunun yerine ne konacağından haberi yok. Bu açıdan sadece “korporatizm” yaklaşımından söz edilebilir. Amaçladıkları siyasal düzeni tanımlarken şöyle diyorlar:
“…milletin genel seçimler yoluyla temsiline ek olarak, milletin sosyal dokusunu oluşturan altı temel mesleki kategori ya da sosyal dilim (sınıf kavramı bilinçli olarak kullanılmamaktadır) esasına göre de karar verme mekanizmasına (parlamentoya) katılması öngörülmüştür. Böylece ‘genel temsil’ ile ‘mesleki temsil’ prensibi kaynaştırılmaktadır. Millet hakimiyetini ve denetimini en gerçekçi şekliyle mümkün kılacağına inanılan bu temsil yöntemi modern bir demokratik siyasi rejimin oluşumunda önemli bir aşama sayılabilir. Bu yöntem, genel siyaset anlayışıyla bağlantılı olarak toplumdaki çatışmayı azaltarak dayanışmayı arttıran bir yol olarak kabul edilmiştir.”6
Latince “corporare”, bir vücut oluşturmak demek. Korporatizm, “işçi ve işverenlerin, kendi alanlarındaki kişileri ve etkinlikleri denetleyen ve siyasal temsil organları biçiminde de işlev gören sınai ve mesleki korporasyonlar biçiminde örgütlenmesini” öngörüyor.7
“…korporasyonu, milli ekonomik hayata katılan belli ve organize grupların bir araya gelmesiyle, milli ekonominin güvenliğini arttıracak, milli bünyeyi tahrip edecek engelleri uzaklaştırarak kendi kuvvetini takviye edecek, aynı zamanda toplumun canlı kuvvetini de arttıracak ve bu suretle engellerin devlete zarar vermesini önleyecek milli ekonomiyi sarsmaktan ve fena bir akıbete uğramaktan koruyacaktır.”
Alıntının sahibi konumuz açısından önemli bir şahsiyet, Adolf Hitler. Baştaki noktalarda ise “NAZİ” kelimesi bulunuyor.8 Irkçılıkla birlikte korporatizm faşistliklerini tamamlıyor. Ancak korporatizmi düzen dışı bir alternatif olarak görmek kesinlikle yanlış. Amaç kapitalist düzende işçi sınıfını sendikalardan da uzaklaştırarak sömürüyü ve düzenin garantisini arttırmak. Sınıf sendikalarının karşısına sarı sendikaları, yetmezse korporasyonları çıkarmayı öngörüyorlar.
Siyasal rol açısından kendilerine biçtikleri konum, her zaman verili konjonktürde burjuva iktidarının açılım kanallarını radikalize etmek olarak özetlenebilir.
İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında Saraçoğlu hükümeti eliyle Türkiye NAZİ Almanyası’ yla flört etmeye başladığında, faşistler bu ilişkinin en uç örneklerini verdiler. Aynı dönemde Nihal Atsız her fırsatta Saraçoğlu’ na döşendiği mektuplarda “dış kaynaklı komünist komplolarını” ihbar ediyordu. Aynı biçimde MHP soğuk savaş yıllarında devletin bir numaralı tehlike olarak belirlediği komünizm ile mücadeleyi en ön saflarda sürdürmeyi görev bildi. Aynı dönemden başlayarak Kıbrıs sorununda kendilerini bir özne haline getirmek için ellerinden ne gelirse yaptılar. Hatta oralara insan taşıdılar. Kendi kadrolarını Kıbrıs vatandaşlığına geçirdiler. 80 sonrasında bu kez ideoloji cephesinde devletin onlara ihtiyaç duyduğunu tespit ettiklerinde, eli kalem tutan tüm adamlarını “Türk-İslam Sentezi” teorisyenliğine vakfettiler. Aynı dönemde eli kalem yerine silah tutanlar ise bu kez yurt dışında “Ermeni terörist” avına çıktılar. Kendileri hapiste de olsa fikirleri iktidarda oldu. Soğuk savaş sonrası konjonktürde ise eski Sovyet Cumhuriyetleri, Türkiye burjuvazisinin ilgi alanına girdiğinde oralara ilk koşan faşistler oldu. Aynı şekilde Kürt devrimcilerinin karşısına özel tim ve korucu olarak çıkanlar, yine onlar oldular.
Konjonktürel olarak devlet hangi kanalda sağ, kıyıcı gerici yayılmacı politika izleyecekse faşist hareket kadrolarını oralara yönlendirdi. Böylece hem devlet ve egemen sınıf nezdinde vazgeçilmezliklerini göstermeye çabaladılar. Hem de bu sayede siyasal varlıklarını ve asıl önemlisi ekonomik varlıklarını sürdürdüler.
Ancak tüm bu çabalar onların burjuvazi nezdinde “güvenilir müttefik” olmalarını sağlamaya yetmedi. Her dönemin sonunda karşıtlarıyla birlikte, elbette onlardan çok daha az olmakla birlikte sigaya çekildiler. İtilip kakıldılar. Hatta bazıları asıldı.
Devlet onlara hiçbir zaman ihtiyacının ötesinde katlanmadı. İşleri bittiğinde hep kenara itti. Bu açıdan Türkeş en talihsizlerinden biri çıktı, aynı tokatı iki kez yedi. 1944′ de “Irkçılık-Turancılık Davası”nda ve 1980 sonrasında “MHP Davası”nda. Her ikisinde de ucuz atlattı ve ardından tekrar devletinin hizmetine koştu. Çünkü başka yolu yoktu bu kadroların. Onlar devletsiz bir hiçti. Arkalarında devletleri olmadan çıplak kalırlardı. Bu yüzden ve her seferinde sonunda kenara itileceklerini bildikleri için yükselme dönemlerinde devletin içinde mevzi elde etmeye çalıştılar. Kadrolaşma çalışmaları en önemli uğraşları oldu. Bir başka sızma hedefiyse ekonominin boşlukları oldu. Türkiye kapitalizminin başından beri eksikliğini çekmediği kanun dışı alanlara sızdılar. Küçükleri mafya, büyükleri iş adamı oldu. Kara para aklama, kumarhanecilik, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi tüm pis işlere yerleştiler. Burada da oldukça güçlendiler. Bazıları hakikaten çok para sahibi oldu ama burjuvazi ve onun devleti nezdinde hiç bir zaman bir numara olamadılar. İşleri bittiğinde hep kenara atılmayı beklediler.
Neden?
Devletin faşistleri her işi bittiğinde kenara atmasının nedenleri üzerinde düşünülmelidir. Zannederim bu sefer onlar da gece gündüz bunu düşünüyorlar. Bu sefer ne olabileceğine aşağıda döneceğiz. Önce geçmişteki güvenilmezliğin nedenlerine bakalım.
Öncelikle şu söylenmelidir. MHP kadroları ve genel olarak faşist kadrolar gerçekten her anlamıyla kalitesiz, az gelişmiş ve lümpen unsurlardan oluşuyor. İçlerindeki az sayıda yetenekli sayılabilecek kişiyi de başka partilere kaptırıyorlar. Sıradan kadrolarının kalitesi malum. Örneğin Haluk Kırcı tipi çok az bulunan bir salak değil o kadrolar içinde. Bunlar neyse… Ya koca profesörlerine ne demeli. Mustafa Erkal’ ın eski öğrencileri hala, derslere gelip gelip ağlamaklı ses tonuyla profesör olmak için iki yabancı dil bilme mecburiyetinden nasıl şikayet ettiğini anlatır. Kendisi şimdi profesör olmuştur. Hatta Aydınlar Ocağı’ na başkan bile olmuştur. Ama bu arada kaç dil öğrenmiştir bilmiyorum.
Kalitesizliğin devlet nezdinde güvensizliğin nedenlerinden biri olduğu açık. Bir diğeri bu adamların kontrol edilmelerindeki güçlüklerdir. Bunlar eli silahlı katiller, sıradan tetikçiler olmanın ötesinde ideolojileri gereği “biz ve onlar” ikilemiyle konuya yaklaştıklarından kontroldan çıkmaları çok kolaydır. Bunu söylerken özellikle son yıllarda Kürt halkına yaptıkları eziyetin devletin kontrolü dışında olduğunu söylemek istemiyorum. Belirtmek istediğim, bu adamları “dur” deyince durdurmak çok kolay değildir. Çünkü bütün ideolojik söylemlere rağmen yaptıkları işi sürdürmeleri için öncelikle ekonomik, ama onunla sınırlı olmayan itibar vs. çıkarları da olmalıdır. İdeolojik olarak yapılan işe ihtiyaç bitse de, bu çıkarlar sürer. Bu da kontrolü güçleştirir.
Ayrıca bu kitle sanıldığı gibi homojen ve tek elden rahatlıkla yönetilen bir kitle hiçbir zaman olmamıştır. Türkeş’ in çok geniş bir otoritesi olmakla birlikte, bu önemli ölçüde siyasal ve genel bir otoriteydi. Aşağıda, özellikle gündelik işlerin yürütücüleri arasında ciddi bir “derebeyleşme” her zaman vardı. Bu yerel güçleri kontrol etmek her dönem kolay olmuyordu. Özellikle akçeli işlerde.
Ayrıca daha Türkeş’ in sağlığında büyük kongrelerde “başbuğ” birlik konuşmaları yaparken, koridorlarda hastanelik edilen yönetim adaylarından söz edenler çok fazladır.
Bu konuda son olarak değinmek istediğim konu ise yukarıdan aşağıya bağlılığın da sanıldığı kadar sıkı olmadığıdır. Örneğin “başbuğları” 12 Eylül mahkemelerinde adamlarını açık açık satmıştır. Suçun şahsiliğinden dem vurup, “ülkücü olduğu iddia edilen kişilerin işledikleri suçlardan kendisinin sorumlu tutulamıyacağını” ileri sürmekten çekinmemiştir.9
Kısaca “dönenin vurulacağı” dava, aslında kişisel ya da grupsal çıkar kavgasıdır. Bu kavganın bedelini ise yıllarca Türk ve Kürt devrimciler, komünistler ve emekçiler canlarıyla, çektikleri acılarla ödediler.
Bu sefer
MHP’ nin bu seferki yükselişine gelince… Öncelikle sorunun böyle konulmasına itirazla başlamak gerekiyor. Evet MHP oyları kendilerinin bile beklentilerinin üzerinde artmıştır ama bu önemli ölçüde MHP’ nin belirleyici olmadığı parametrelerin sonucunda gerçekleşmiştir. MHP’ yi yükselten kendi çabası değildir. Özellikle faşizmin örneğin 12 Eylül döneminden fazla yükseldiğini ileri sürmek yanıltıcı olacaktır. Özellikle ideoloji cephesinde örneğin Demirel, Yılmaz hatta Ecevit ve Asparti milliyetçilikte MHP’ den hiç de uzak değillerdir. Zaten MHP’ yi yükselten bu ideolojik ortaklaşmadır. Son yıllarda özellikle Kürt hareketi karşısında yükselen şoven dalga faşit oyları da arttıran etken olmuştur. Yükseliş bir sonuçtur ve bu sonuçta hareketin kendisinin pek bir payı yoktur.
Biraz daha yakından bakalım. Yıllardır bir türlü uzun süreli bir istikrara ulaşamayan ekonomik kriz bu çürümede en önemli etkendir şüphesiz. Krizin kapitalizmin hem hastalığı hem de ilacı olduğunu Marx’ tan beri biliyoruz. Ancak hastalık etkisini gören kesimlerle ilaç etkisinden yararlanan kesimler farklı farklı olduğu için krizin toplumsal etkisi her zaman çok ağır sonuçlar doğuruyor. Krizden çıkışın şekli, devletin siyasal yapısının sağlamlığı, ekonominin krize girerkenki büyüklüğü ve organizasyonu bu etkinin ağırlığını ve sonuçlarını belirliyor.
Türkiye’ de son yıllarda özellikle artarak görünen etkilerin birincisi kırdaki ve kentteki geleneksel küçük burjuvazinin hızla deklase olması, proleterleşmesi oldu. Bu aynı zamanda yazının başında söz ettiğimiz kültürel yozlaşmayla birleşince ciddi bir lümpenleşme de yarattı. Özellikle taşra tanımının en tipik örneği olan Orta Anadolu bu etkinin görüldüğü alan oldu. Şehirlerde de varoşlar aynı etkiye maruz kaldı. Sonucu da önemli benzerlikler barındırdı. Buralarda MHP’ ye ciddi oy kayması oldu.
Ekonomik krizin tek etkisi doğal olarak bu kesimlere olmadı. Burjuvazinin alt kesimleri de özellikle KOBİ denilen boydakiler bu krizden nasibini aldı. Bunun sonucunda radikalleşen bu kesim de FP ile birlikte önemli ölçüde MHP’ ye yöneldi.
Siyaset cephesine baktığımızda en önemli etkenin Kürt hareketi karşısında gelişen genel şovenizm ve burada faşist kadroların oynadığı özel rol olduğu biliniyor. Bu meselede MHP militanları devletin tetikçiliğini özellikle üstlendiler ve bu hareketin önemli propaganda malzemesi oldu. Şehit cenazeleri bunun sadece bir cephesidir. Üstelik de belirleyici olmadığını düşünüyorum. Esas olan bu kadroların bulundukları yerelliklerde bu mücadelenin sözcülüğünü yapmalarıdır. Yıllardır devlet tarafından bir numaralı sorun diye dayatılan bu gündemin sözcülerinin öne çıkamasından doğal ne olabilir.
Bir diğer önemli başlık, eski Sosyalist Cumhuriyetlerin Türkiye’ nin yeni umut kapısı olarak, hem ekonomik hem de siyasal geleceği olarak lanse edilmesi ve bu konunun da yıllardan beri doğal sözcüsü olan MHP’ nin kitle nezdinde öne çıkması oldu. Bu ülkelerle eskiden beri el altından kirli ilişkilerini sürdüren faşistler hem devlet erkanı hem de burjuvazi açısından birer atlama tahtası olarak önem kazandı. Örneğin Demirel, o dönemde hiç bir görevi olmadığı halde Türkeş’ i gezilerinde yanında taşımak ihtiyacı hissetti. Her ne kadar faşist kadroların güvenilmezliği çok kısa zamanda o alanda da ortaya çıktıysa da, işin propaganda yanı bu yanından ağır bastı.
Burjuva cephesinden son olarak restorasyon sürecinin MHP’ nin yükselişindeki etkisine değinmek gerekiyor. Bir bütünsel stratejik operasyon olarak restorasyon MHP’ yi beklenmeyen şekilde öne çıkarttı. Bu etkinin en önemli yönü, MHP’ yle aynı gerici tabanı paylaşan ve söylemiyle çok daha muhalif olduğu için, özellikle emekçi sınıflar üzerinde MHP’ ye nazaran çok daha büyük bir etkisi olan şeriatçı hareketin önünün kapanması oldu. Genel olarak topluma ve düzene tepkili bu kesim etrafında gördüğü en “radikal” partiye yönlendi. Burada MHP’ nin şeriatçı demogojide FP kadar olmasa da oldukça ustalaşmasının payı çok önemlidir. Özellikle “ürkeğe değil erkeğe oy ver” söylemi bu kesim nezdinde MHP’yi, restorasyon fırtınası karşısında altına sığınılacak bir çatı haline getirdi.
Restorasyon sürecinin özgün yaşanış şekli bir diğer etkiyi oluşturdu. Restorasyon askerlerin bundan önceki tüm “düzenleme” müdahalelerinden farklı olarak olağan mekanizmaların varlığında götürülüyor. Bunlara yapılan müdahalelerle ve biçimsel yasal çerçeveye dayanılarak işlemeye çalışıyor. Bu yüzden eski darbe ortamları gibi çok çabuk ve aynı anda bir kaç yönde birden sonuç alınamıyor. Çiller örneği ortada… İşte faşist hareketin bu konjonktürden sıyrılarak öne çıkmasını mümkün kılan nedenlerden biri de bu oldu. Özellikle Kürt sorunuyla uğraşırken aynı dönemde MHP’nin işine yarayacak ortamı yarattılar. Yükseliş önemli ölçüde bunun da sonucu oldu.
Diğer cepheye gelince. Tek cümle yeter aslında: Solsuzluk bu müsibetin en önemli müsebbibidir. Yukarıda saydığımız her şey etkili bir sosyalist hareketin varlığı durumunda pekala yükselen bir sol dalganın yaratılmasına altyapı oluşturacakken; bunun yokluğunda en sağ çizgiyi yükseltti. Bu çok açık ama solsuzluğun nedenleri… Yıllardır bunu tartışmıyor muyuz?
Bundan sonra
MHP’ nin, AsParti’ nin restorasyon sürecinde toplumdan peydahladığı istenmeyen çocuk olduğu kesin. İstenmeyen olmakla birlikte aslında pek beklenmeyen olduğu söylenemez. Yani bu ölçüde değil ama en azından Mecliste grubu olan ve büyük ihtimalle hükümet ortağı olacak bir MHP herkesin beklentisiydi. Aslında yüzde 12 ile 18 arasındaki oranın bu kadar yaygara çıkarması, biraz seçim sisteminin azizliğinden ama önemli ölçüde, Öcalan davasıyla bu işin aynı döneme gelmesinden kaynaklandı. Aradaki fark önemsenmeyecek şey değildir elbette. Hem meclisin ikinci partisi oldular hem de Türkiye’ nin yıllardır yaşadığı en önemli sorun çok kritik bir aşamaya girdi. İkisi birleştiğinde bundan sonra MHP’ nin ne yapacağı elbette önemli.
Ama daha önemlisi restorasyonun MHP’ ye ne yaptığı. Şu rahatlıkla söylenebilir. Askerler, RP örneğinde “aposteriori” hayata geçirdikleri davranış ve kontrol yöntemlerini, MHP’ ye “apriori” uyguladılar. Kullandığım terimler için özür dilerim ama çok iyi yerine oturuyor. Ve açıklıyor. Şunu demek istiyorum. RP’ ye onun adımları sonucunda mecburen ve tepki olarak uygulanan sıkıştırma ve geriletme, MHP’ ye daha baştan dayatıldı. Yani Erbakan testiyi kırdıktan sonra hakketiği için dayak yerken, Bahçeli daha testiye elini sürmeden bir temiz sopaya maruz kaldı.
Örnekler biliniyor, biz de çok yazdık, herkes de yazdı. Tekrar gereği duymuyorum.
Gelinen noktada MHP 17 Nisan’ daki MHP değildir. Asıl şimdi gerçekten değişmiştir. İmaj olarak demek istiyorum. Kitle nezdinde, kendi kitlesi nezdinde… Taraftarlarına iş bile bulamayan “erkek” iktidar olsa ne yazar… Padişah olsa ne…
Bundan sonra önlerinde edepleriyle merkez partisi olmaya çalışmak, bu açıdan hiçbiri bir diğerinin önüne geçemeyen partilerin arasında sivrilme yarışı vermek duruyor. Haa… Bir de zaman zaman bazılarının, Öcalan üzerinden dile getirdikleri, “bu adam asılmazsa ortalık karışır” gibi laflarla özetlenen “sokağa çıkma” seçeneği var. Bu çok küçük ihtimaldir. MHP, hatta öncesinde de faşist hareket hiç bir zaman devletin isteği hilafına bunu denememiştir. Bu işin devletin tercihiyle olması demekse bambaşka bir konjonktür demektir. İşçi sınıfının, Türk ve Kürt emekçilerinin de sokakta olması demektir. Bu başka bir şeydir. Bunu önceleyen bir sokak hareketi bu kez MHP’ yi hedefe koyacaktır. Elbette bizlerin ama AsPartinin de hedefine. Bunu göze alacaklarını hiç sanmıyorum. İktidarın olanaklarından mümkün olduğu kadar yararlanma, mevki, para itibar, elde etmek çabasına gireceklerdir. Kendilerinin ve yandaşlarının ceplerini doldurmaya çalışacaklardır. İzin verildiği ölçüde.
Yani MHP bir burjuva partisidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Üç Tarz-ı Siyaset: Osmanlıcılıktan İslamcılığa ve Türkçülüğe”, Milliyetçi Hareket Partisi’nin internet sayfasındaki Tarihçe bölümü. (www.mhp.ogr.tr). İnternetten kaynak göstermek çok kolay değil ve notasyonu da henüz oturmadığı için sevmiyorum. Ama bu yazıda bu kaynağa özellikle başvurdum. Çünkü esas mesele MHP’nin bugün ne dediği, halen neyi savunduğu. Bu açıdan da en güncel kaynak kendi internet siteleri olur düşüncesindeydim. Bundan sonra bu kaynağa yalnızca “Tarihçe” olarak atıf yapacağım.
- AKÇURA Yusuf, “Türkçülüğün Tarihi”, Kaynak Yayınları, 1998, s.19
- ÇALIK Mustafa, “Sayın Arslan Bulut İle Hasbihal”, Büyük Kurultay, 21 Haziran 1999, s.19
- AnaBritannica, c.2, s.385, Hürriyet Baskısı
- “Çok Partili Hayata Geçiş Döneminde Milliyetçi/Türkçü Akım”, “Tarihçe” içinde
- “Temel Kavramlar ve Öncelikler”, “Tarihçe” içinde. Parantezler orjinalde de aynen bulunuyor ve açıklama alıntıyı önemli kılıyor.
- AnaBritannica, c.19, s.288
- HİTLER Adolf, “Kavgam”, Yağmur Yayınları, 1980, çev.Refik Özdek, s.603
- BORA Tanıl ve CAN Kemal, “Devlet Ocak Dergah”, İletişim Yayınları, 1994, 3.Baskı, s.121