GİRİŞ
Fransız İhtilali (İhtilal-i Kebir) Osmanlı Türk aydınları üzerinde büyük bir etki yapmıştır. İhtilalin yükseldiği ilk yıllarda padişah ve çevresi bundan ürkmüştür. Dönemin ileri gelenleri devrimi kötüleyen çeşitli arızaları sultana vermişler her fırsatta bu düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Osmanlı son dönem düşünürlerinden Cevdet Paşa ünlü tarih kitabında devrimin Osmanlı’daki Fransızlara nasıl yansıdığını anlatırken olayı eleştirmekten de kendini alamaz. Ne var ki yönetimin ve ona bağlı düşünürlerin bu olumsuz tavrına karşın dönüşümcü düşüncelere sahip aydınlar Fransız Devrimi’nin temel ilkelerini bayrak edinmişlerdir. Yeni Osmanlılar bu konuda başı çekmişlerdir. Şinasi Fransa’da eğitimdeyken 1848 kalkışmasını bizzat yaşamıştır. Namık Kemal ve diğerlerinin özgürlük eşitlik ve hatta meşrutiyetçi yaklaşımının kaynağı budur. Bunların Paris Komünü karşısındaki tutumları da olumludur ve Komün’ü savunan yazıları kendi yayın organlarında (örneğin İbret) çekinmeden yayınlamışlardır.
Fransız Devrimi’ni ayrıntılı ele alan eserlerin önde geleni Mizancı Murat Bey’in “Tarih-i Umumi”sidir. Rıza Tevfik’e göre Murat Bey Mektebi Mülkiye’deki derslerinde devrimi öylesine canlandırarak anlatırmış ki öğrenciler boş zamanlarında Danton Marat Robespierre gibi devrim öncülerinin kişiliklerine bürünerek kendi aralarında oyunlar oynarlarmış. 19. yüzyılın son çeyreğinde devrimin ünlü sloganı “Liberté Egalite Fraternite” “Hürriyet Musavat Uhuvvet” olarak yaygınlaştırılmıştır. 1908 Meşrutiyeti’ni ise Marseilles marşı ile kutlamışlardır. Prof. Tarık Zafer Tunaya İttihatçıları “Türk Jakobenleri” olarak nitelendirmiştir.
Jakobenler
Yineleyelim İttihatçılar Türk Jakobenleriydiler ve “en yüce fedakârlıklarla en hayal kırıcı aşırılıkları” yan yana yürüten bir ihtilalci kuşak bu yoldan tarih içersinde yolunu çizmiştir. Bu ruhsal durum ve komitacı davranış İttihat ve Terakki açık ve yasal bir parti olunca da terk edilmemiştir.
“Türk Jakobeni” deyimini yerine oturtabilmek için Fransız İhtilali’nin bu gözü pek evladının düşünsel ve örgütsel doğrultusu ile egemenliklerinin kaynağı konusunda bildiklerimizi yansıtmakta yarar vardır. Ben isyankar doğdum diyen Talat Bey böyle bir nitelemeyi yani “Jakoben”liği severek kabul eder. Zaten çeşitli davranış ve sözleriyle bunu da kanıtlamıştır. Ama gene de “Jakoben” kavramıyla İttihat ve Terakki arasında nasıl bir özdeşlik kurulabilir bunun ortaya çıkabilmesi açısından bu hareketin bir çözümlemesinin buraya getirilmesi gerekir.
“Jakoben” diktatörlüğü dönemi Türk aydınları açısından Fransız İhtilali’nin en fazla dikkat çeken ve üzerinde en fazla durulan bölümüdür. Yalnız hemen kabul etmemiz gerekir ki bu dönem 1789’u izleyen yıllarda bütün ihtilalci kişi ve örgütlerin dikkatini çekmiş; Jakoben iktidarının niteliği üzerinde derinliğine durulması gereğini hissettirmiştir. Jakoben dönemi bütün ihtilalciler tarafından bir örnek olay olarak ele alınıp incelenirken ve de yüceltilirken büyük ihtilalin vatanında sanki bu dönem unutturulmak istenircesine göz ardı edilmiştir. Örneğin bugün Paris’te ya da bir başka Fransız kentinde Mirabeau La Fayette Danton sokak adı meydan ya da tiyatro binası olarak yaygın bir kullanıma mahzar olurken; Robespierre Marat Cordelier ve Jacque Roux hâlâ resmen tanınmamışlar adları/anıları en küçük bir biçimde yaygınlaştırılmamıştır. Bunun nedeni Sorbon’da Prof. Marcel Reinhard’a sorulduğunda “Marat mı Fakat belediye Marat’yı ölümsüzleştirmeyi asla kabul etmeyecektir” yanıtı alınmaktadır. Açıkçası büyük Fransız İhtilalinin iyi ve kötü evladı vardır. Robespierre Marat ve Jakoben dönemin önderleri bu kötüler arasında yer almaktadır. Ama tüm bu unutturma çabalarına karşın Osmanlı aydını gibi dünya olaylarının gelişimini çok geriden izleyenler için bile Jakobenler ve onların önderleri Fransız İhtilali’nin simgesi olduğu kadar kendi eylemlerinin de yol göstericisidir.
Bir çok araştırmacı Fransız İhtilali’nin birbirini izleyen ve iç içe geçmiş bir görünüme çıkan üç ihtilalden oluştuğunu kabul eder. Bunlar sırasıyla: Aristokratik ihtilal burjuva ihtilali ve halk ihtilalidir. Bazıları bu arada bir de köylü ihtilalinden söz ederler. İhtilalin zaman içersindeki gelişimine bakıldığında bilim adamlarının yaptığı yukarıdaki üçlü ayrımı kabul etmek kolaydır. Ne var ki ihtilalin gerçek değerlendirmesini yapmak istediğimiz zaman tüm olguyu tek bir süreç olarak ele almak daha doğru olacaktır. Gerçi ihtilal süreci çok karmaşık bir manzaraya sahiptir ama bu karmaşıklığın arkasında bölünmez bir bütün olmanın tüm özellikleri saklıdır. Karmaşıklık ihtilalin ortaya çıktığı dönemde toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin su yüzüne vurmasından kaynaklanmaktadır. Olaya böylesine bütüncül bir açıdan yaklaşınca Jakoben egemenliğini bu süreç içersinde değerlendirme gereği açıktır. Bu noktayı böylesine tespit ettikten sonra birçok araştırmacının oraya attığı şu soruların yanıtlarını arayarak Jakoben iktidarının niteliğini ortaya koymamız kolaylaşır.
1) Jakobenleri iktidara kim yöneltmiştir?
2) 31 Mayıs – 2 Haziran ayaklanması ve başarısını ne sağlamıştır Girondenler’in ikili oynaması mı? Marat’nın devrimci karakteri mi Yoksa Robespierre’in yönlendirmesi mi?
Görüldüğü gibi kolayca yanıtlanabilecek sorular değildir. Öncelikle bir noktanın altını çizmemizde yarar vardır. Siyasal liderlerin belirli bir eylem içersindeki yer ve rollerini anlayabilmemiz için onların temel belirleyici tek öğe olmadıklarını akıldan çıkartmamak gerekir. Bu Robespierre Marat ve diğerleri için de geçerlidir. Kuşkusuz söz konusu başarıda Marat’nın ihtilalci karakteri Robespierre’in yönlendirici özelliği rol oynamıştır ama yığınlar ve iç-dış çelişkilerin belirleyiciliği asıl olandır. Unutmayalım ki Fransız İhtilali bu aşamasında bir yandan dış güçlerle savaşma diğer yandan içersindeki karşı devrimcileri sindirme ve bu arada halkı yığınları tek bir ulus olarak bütünleştirme ilerici yeni bir burjuva toplum yaratma çabasındaydı. Bazıları Robespierre’i sosyalist Marat’yı proletaryanın öncüsü olarak nitelerler. Bütün bunlar o dönemin olaylarını yirminci yüzyılın bilgi sözlüğüyle değerlendirme çabasının sonucundan başka bir şey değildir. Tek bir gerçek vardır ortada 1789 bir burjuva ihtilalidir ama bu ihtilal geniş bir cephenin yardımıyla yapılmıştır. Yani halkçı karakterde bir burjuva ihtilali söz konusudur. İhtilalin “Kebir” yani büyük olarak nitelenmesindeki neden de budur. Tüm eylemlerde motor gücünü burjuvazi sağlamıştır. Marat ve Robespierre yaptıkları konuşmalarda sürekli bir biçimde bunu vurgulamışlardır. Örneğin 1792’de Marat’nın birlik çağrısı aynen şöyleydi: “Özgürlük adına insanlık ve vatan adına eşlerinizin ve çocuklarınızın gelecek kuşakların insan soyunun selameti için birleşiniz.” Böylesine etkin bir geniş cephe çağrısı kolayına duyulmaz. Robespierre ise 5 Şubat 1794’te Konvansiyona sunduğu “Siyasal Ahlakın İlkeleri” adlı raporunda fazilet temasına ağırlık verir. Fazilet nedir Bu soruyu Robespierre şöyle cevaplar: “…Bu fazilet vatan ve onun yasalarına olan sevgiden başka bir şey değildir. Fakat cumhuriyet ve demokrasi anlamında eşitliktir; vatan aşkı zorunlu olarak eşitlik sevgisiyle kucaklaşmaktadır.” Bu arada orada sorulan “Sonuç nedir”sorusuna verdiği yanıt ise “Özgürlük ve eşitliğin yumuşak zevkinden yararlanma ebedi adaletin saltanatına erişme…” biçimindedir.
Gelelim sorduğumuz ilk sorunun yanıtına. Şu nokta açıktır ki Jakobenlerin önderleri olan Marat Robespierre ve Saint Juste düş gören ya da yel değirmenleriyle savaşa kalkışan Don Kişot örneği hayalperest değillerdir. Hangi devinim üstüne oturduklarını biliyorlardı. “Jakobenler halk dalgasının üstüne oturmuşlardı.” Çulsuzlar kudurmuşlar ve mülksüz yoksul köylüler işte hareketin kaynağı bunlardı. Jakoben egemenliği süresince feodal ilişkilerin bütünüyle kırıldığını görüyoruz. Olaya bu noktadan baktığımızda Jakoben iktidarının mülksüz köylülerin tüm sorunlarını çözdüğünü tespit ederiz. O halde bu hareketi bir köylü hareketi biçiminde niteleyebilir miyiz Hayır fakat öncelikle çözebildiği köylülük sorunu olmuştur.
Jakobenlerin sınıf ya da toplumsal sınıf grup olarak neyi temsil ettikleri de çok tartışılan bir noktadır. Bazılarına göre Jakobenler avant-garde (bu deyimin de politikada kullanılması pek anlamlı olmuyor) ya da devrimci burjuvazinin temsilcisidirler. Bir başka bölük bilim adamı da onları küçük burjuvazinin dileklerini dile getiren onların temsilcileri olarak kabul edilmeleri gereken bir hareket biçiminde ele almayı yeğler. Kuşkusuz Jakobenler Fransa’daki o büyük ihtilal depremi içersinde burjuvazinin çıkarlarını da temsil etmişlerdir. Ama onların bu tutumlarına bakarak “Burjuvaziyi temsil ediyorlar” biçiminde nitelemek yanlıştır. Robespierre burjuva kökenliydi. 1 Mayıs – 2 Haziran kalkışmasında şöyle yazmaktaydı: “… Burjuvaları iç tehlikeler tehdit ediyor. Bunların kazanmaları için halka gitmeleri zorunludur.” Bu açıkça burjuvazinin ya da onun ilerici gruplarının önderliğinde bir geniş cephe hareketinin önerisidir. Robespierre’in bu sözlerinin içerdiği çelişki sanırım gözlerden kaçmamıştır. Bundan ötürü de Jakoben iktidarının kaynağı konusunda sürekli sorular yükselmektedir.
Bu açıklamaların ışığı altında şunu artık söyleyecek duruma gelmiş bulunuyoruz: Temelde Jakobenizm belirli sınıfsal güçlerin belirlediği bir bloktur. Bu bloğun içinde orta ve küçük burjuvazi köylüler ve kent plebleri yer almaktadır. Unutulmamalıdır ki bu blok Gironden hareketinin karşısında bir tarihsel zorunluluk olarak meydana gelmiştir. Blok içersinde yer alan tüm katmanlar ihtilalin savunulmasında yaşamsal çıkarları olanlardır. Yapısı itibariyle Jakobenleri Fransız halkının çoğunluğu oluşturmuştur yani Fransız halkının çoğunluğunun partisi olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Bu yapı hareketin gelişimi boyunca önderler arasında görülecek çelişkilerin de kaynağını meydana getirmiştir.
Jakobenler iktidara belirli bir toplumsal ve siyasal programla geldiler. Düşünsel temelleri Jean Jacques Rousseau’ya dayanmaktaydı. Özellikle Rousseau’nun eşitlik ilkesinin ağır bastığını görmekteyiz. Ne ki Robespierre Saint Juste Cauthon ve diğer önderler pratikte ve kuramda getirdikleri çözümler açısından hocalarından çok daha ileri gitmişlerdir. Rousseau’dan miras aldıkları “Halk Egemenliği” “Souverainete du peuple” kavramı ve demokratik cumhuriyet anlayışı onların sürekli “şiar”ı olmuştur. Bütün genel ilkelere rağmen 1793-94 döneminde Jakobenler tarafından yönetilen ve yaratılan düzen pratikte bir anayasal düzen olmayıp çok daha değişik bir şey bir diktatorya idi. Sanırız ki Jakoben iktidarını pratik açıdan ilginç kılan daha sonraki ihtilalci hareketlerde bir öğretici kaynak haline getiren nokta da bu özelliğidir. Yalnız Jakoben yönetimini basit bir diktatorya olarak niteleyip geçiştirirsek yanılırız. Aslında bu devrimci bir diktatoryadır. Temelde Rousseau’nun ideallerini gerçekleştirme amacına yöneliktir. Robespierre’in de vurguladığı gibi diktatorya da bunlardan biridir. Robespierre bu konuda şunları söylemektedir: “İhtilalci diktatörlük devrim tarafından yaratılan egemenliğin yeni bir biçimidir.” Böyle bir yaklaşımı siyasal bilimcilerin kuru yorumlarında ya da çağdaş tiranların yasaları içinde boşuna ararız. Jakoben diktatörlüğünün en büyük özelliği halk yığınları tarafından yaratılıp yönlendirilmesidir. Demokrasi için diktatörlük… Bu iki ters kavramın birlikteliği… Bu nasıl olabilir Bu sorunun cevabı Jakoben diktatörlüğün şu tanımında yatmaktadır: “Bir devrimci ve demokratik diktatorya.” Açıkçası Konvansiyon sömürülenlerin diktatoryasını yaratmıştı. Bu düzen önceden hazırlanan bir planın ya da zorunlulukların kuramsal sergilenmesi sonucu ortaya çıkmamıştı. Yığınların devrimci inisiyatiflerinin birliğinden doğmuştur.
Jakobenler bütün enerjileriyle yığınların devrimci girişimlerini ve yeteneklerini en üst düzeye çıkarmaya çalıştılar. İktidarda kaldıkları kısa süre içerisinde bütün Fransa devrimci kulüp ve komitelerle donandı. Halk dernekleri ve Jakoben kulüpleri bunların başını çekmekteydi. Devrimci savaşımın araçları böylece yaratılmıştı. Bu araçlar yani komiteler kulüpler yasalarla değil halkın kendi istekleri ve girişimleriyle yaratılmıştı. Bir yandan kulüplerle komitelerle gerçekleştirdikleri demokratikleşme süreci boyunca karşı-devrimci eylemlere yönelik bir “terör”ün de yaratıcısı Jakobenlerdir. “Devrimin düşmanlarına spekülatörlere devlet yasalarını çiğneyenlere karşı terör” bu yapılan savaşımın doğal bir sonucudur.
Jakoben egemenliğini tanımlamak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Tabanda yığınlara yönelik geniş bir demokratizasyon tepede ise merkezi ve güçlü bir iktidarın meydana getirdiği bileşim. Robespierre bu yapıyı tiranlara karşı “özgürlüğün savaşım biçimi” şeklinde açıklamaktadır. Robespierre’in açıklamaları doğrultusunda düşünürsek bu demokratik diktatorya hiçbir zaman bir düzen örgütü olmamış daima bir savaş örgütü olarak yükselmiştir.
Şimdi Jakoben egemenliği açısından en can alıcı soruya sıra geldi. Böylesine yığınlardan güç alan devrimci bir diktatorya nasıl oldu da kolayca yıkıldı 9 Termidor’da bir gecede son buldu İlk neden olarak Jakobenlerin kendi iç çelişkileri söylenebilir. Özellikle Danton’da somutlaşan sağ kanat ile Hebertistlerin temsil ettiği sol kanat arasında bloğu sarsabilecek düzeyde bir çelişki vardı. Fakat asıl neden Jakoben egemenliğinin varlığı süresince içerdiği gelişimdir. Robespierre Saint Juste ve bütün Jakobenlerin dramı zafer üzerine zafer kazanırken ideallerindeki eşitlik ve özgürlük düzeninden çok farklı bir noktaya zenginlerin ve paranın başat olduğu bir düzene yaklaşmalarıdır. Jakoben diktatoryası feodalizmi yıktı ama buna karşın büyük ve küçük mülkiyeti güçlendirdi. Terör yabancı düşmanları yenerek ve iç savaşı önleyerek köylülüğün ekmeğine yağ sürdü. Jakobenlere karşı kendi çıkarları doğrultusunda yeni saflarla birleşti. Böylece Jakoben iktidarı hükümet ile çulsuzlar arasındaki düşün ayrılıklarından daha çok bu nedenden ötürü kolaylıkla son buldu. Bu arada kişinin aklına kaçınılmaz olarak niye kent plebleri çulsuzlar kendi iktidarlarını savunmadılar biçiminde bir soru takılıyor. Bir kere bu işi yapabilecek Paris halkı böyle bir savunma için siyasal açıdan hazır değildi. Robespierre Saint Juste ve arkadaşlarının savunması ancak devrimci bir tavır almakla mümkündü. Fakat çulsuzlar böyle bir tavırdan çok uzaktı. Bütün bu olaylardan üç yıl sonra Bolson’a yazdığı bir mektupta Babeuf şunları söylemektedir: “Bütün devrimci hükümet Robespierre ve Saint Juste hakkında yanıldığımı anlıyorum.” Sonra da şunu ekliyor yazdıklarına “Robespierre demokrasidir. Bu iki sözcük bütünüyle özdeştir.”
İttihat ve Terakki’nin (İT) örgüt yapısı
Yeni Osmanlılardan günümüze kadar Osmanlı-Türk aydınının “Jakoben” eğilimlere karşı zaafı vardır zaman zaman bu zaaf siyasal alanda da kendini göstermiştir. Robespierre Marat Saint Juste gibi idealleri uğruna gözünü budaktan sakınmayan; özgürlük ve eşitlik için canlarını bile verebilen yiğitler ise gene Osmanlı-Türk aydınının özlemini duyduğu tiplerdir.
Önderler Cemiyet’i illegal örgütleşmeden legal siyasal parti oluşuna kadar Jakoben bir yapıya kavuşturmak istemişlerdir. Nitekim 1908 Devrimi’nden sonra İttihat ve Terakki örgütlerinin kulüp olarak adlandırılması da bu eğilimin biçimsel düzeydeki görünümüdür. Diğer yandan siyasal örgütün bir blok oluşturması zorunluluğu Jakoben modelini akla getirmektedir. İttihat ve Terakki bir blok oluşturma amacındadır. İşçi (eğer varsa) sermaye sahipleri (eğer varsa) küçük burjuvazi bütün boyutlarıyla bu blokta yerini alacaktır. Kuşkusuz köylüler de aynı blok içinde düşünülmektedir. Örgütün illegal olduğu dönemde blokta yer alması düşünülen tüm katmanların üyeleştirilmesi mümkün değildi. Ama legalleşmenin akabinde bir pıtrak gibi yurdun her yöresinde kendini gösteren İttihat ve Terakki kulüplerinin yapısında böyle bir geniş cephe oluşumunun varlığı aranıyordu. Öncülük gerek örgüt içerisinde gerekse siyasal savaşımda küçük burjuvaziye bunların da sivil ve askerlerden oluşan bürokratik kesimine verilmişti. Tüccar banker vb. gibi unsurlar örgüt içerisinde belli bir mevkie sahip olsalar bile etkinlik bu bürokrat unsurlarda özellikle askerlerde idi. Ordunun en sağlıklı kesimlerinin (o günün koşullarına göre) örgüt içerisine alınması başarı için savaşım için gerekliydi. Bu arada Jakoben egemenliğinin bir başka özelliği Osmanlı siyasal yapısının despotik özelliğine uygundu o da “diktatorya” yanıdır. Jakoben iktidarında diktatörlük devrimci niteliği olan bir siyasal eylem biçimiydi oysa İttihat ve Terakki’nin sonradan sığınacağı bu despotik nitelik Jakobenlerin devrimci diktatoryası ile karşılaştırılamayacak kadar uzakta durmaktadır.
1) Cemiyet mi Fırka mı
İttihat ve Terakki Selanik’te kurulduğu ilk andan itibaren gizliliği de içinde barındıran bir cemiyet olarak ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar cemiyet olarak anılmış bugün bile İttihat ve Terakki’den söz ederken cemiyet sözcüğü yeğlenmiştir. Meclis-i Mebusan’ın açılışından itibaren İttihat ve Terakki’nin seçtirdiği milletvekilleri büyük bir çoğunluğu sağlamışlardır. Bunların büyük bir bölümü Cemiyet üyesiydiler. Bu noktadan sonra ortaya bir Cemiyet ve Fırka ikileminin çıkması kaçınılmaz olmuştur. Meclis-i Mebusan’daki milletvekili grubu Fırka olarak nitelendirilmiştir. Tarık Zafer Tunaya’nın altını çizdiği gibi “Fırka Cemiyet’in doğurduğu çocuktu.” Fırkanın Meclis dışında bir örgütü yoktu. Yurt düzeyinde örgütlenmeyi Cemiyet İttihat ve Terakki kulüpleri vasıtasıyla sağlıyordu.
1909’da Cemiyet ve Fırka’nın birbirinden ayrıldığı öne sürülmüş ve her ikisi için de bir iç tüzük hazırlanmıştır. Bu tüzüklere göre Fırka Cemiyet’in parlamentodaki uzantısı gibi kabul edilmiş lokalinin ayrı olacağı belirtilmiştir. Cemiyet’in temelinde ise yurda yaygın biçimde kurulan kulüpler yer almaktadır. Bunlar o günün idari bölünmesine göre sancak ve kazalarda bulunmaktadır. Kulüplere devam etmek için İttihat ve Terakki’nin üyesi olma koşulu yoktur. O yöredeki herkes bu kulüplere girebilir onların çalışmalarına katılabilir. Böylece Cemiyete toplumun kılcal damarı olma görevi de verilmiş olmaktadır. Her vilayette bu kulüplerin bağlı olduğu bir “Heyet-i Merkeziye” bunların da bağlı olduğu bir “Merkez-i Umumi” vardır. Cemiyete yöneltilen gizlilik suçlamalarını kaldırmak için oluşum dernekler yasasına dayandırılmış üye olurken yapılan “Tahlif” töreni de kaldırılmıştır. Bundan sonra 1913 yılına kadar çeşitli değişiklikler yapılmışsa da Cemiyet ve Fırka ikilemi genel hatlarını korumuştur.
İttihat ve Terakki’nin mutlak olarak iktidarını pekiştirdiği 1913 yılında yapılan kongresinde yıllarda beri süren eleştirilen bu ikili yapının kaldırılması bir kitle partisinin oluşturulması için önemli kararlar alınmıştır. Bu kongrede parti şöyle tanımlanmıştır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti program ve aşağıda gösterilen tüzüğü kabul eden Efrad-ı Osmaniye ve gazeteler ve zümrelerden meydana gelen bir siyasi Fırkadır.” Görüldüğü gibi bu tanım çok kapsamlıdır. Sadece kişileri değil yayın organlarını toplumsal katmanları alt-grupları içermektedir. Bu yapı içerisindeki merkez örgütlenmesi gene ikilidir:
a) İttihat ve Terakki Cemiyeti: Toplatıcı kitleci bir dernektir. Yasama alanı dışında çalışır. Bir genel başkana genel sekretere “Merkez-i Umumi”ye sahiptir. Bunların yani yöneticilerin milletvekili olamayacakları da belirtilmiştir.
b) İttihat ve Terakki Fırkası: Meclis-i Mebusan ve Ayan’daki İttihatçı üyelerden oluşur. Bunlar yasama alanında çalışmakla görevlidirler. Milletvekillerinin tatil sürelerinin 1/3’ünü kendi seçim yörelerinde ya da yurdun diğer yörelerinde geçirerek o bölgelerdeki sorunları öğrenmeleri halkla ilişki kurmaları zorunlu hale getirilmiştir. Fırkanın yürütücüsü “Vekil-i Umumi” ve yönetim kurulu ise “Kalem-i Umumi” olarak adlandırılmıştır. Bu örgütlenme yapısı partilerin bugünkü Meclis gruplarının örgütlenmesine benzemektedir.
Dikkat edilirse Cemiyet-Fırka ikilemi ortadan kaldırılmasına rağmen örgüt yapısında gene de ikili bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu ikili yapıyı birleştiren kurul ise “Meclis-i Umumi”dir. Bu kurulun her iki kanattan gelen doğal üyeleri bulunduğu gibi seçimle gelen üyeleri de Genel Kongre tarafından seçilmektedir. İşin temelinde 1908 yılından itibaren İT örgütünün çalışmaları iki alt örgüt tarafından adları ne olursa olsun yürütülmekteydi. İT’nin dışa dönük çalışmalarını “Teşkilat-ı Hariciye” yürütmektedir. “Teşkilat-ı Tesriiye” ise meclislerdeki çalışmalardan sorumludur. Merkez her zaman bu iki alan üzerinde özel bir yere sahip olmuştur. 1913 ve daha sonraki yıllarda yapılan değişiklikler bu yapının özünü değiştirmemiştir.
2 ) İttihat ve Terakki’nin kongreleri
İT kuruluşundan 1918’e kadar dokuz kongre toplamıştır. Bu kongreler genellikle Ağustos-Ekim aylarında toplanmıştır. 1908 1909 1910 ve 1911 kongreleri Selanik’te gizli olarak toplanmıştır. Buna karşın 1912 1913 1916 1917 ve 1918 kongreleri İstanbul’da toplanmıştır. Bu kongrelerle ilgili bilgiler şu anda derli toplu olarak sadece bir makalede Agah Sırrı Levent’in 1947 yılında memlekette çıkan “İttihat ve Terakki Kongreleri” adlı makalesinde bulunmaktadır. Cemiyetin ilk kongrelerini gizli olarak yapması daima eleştirilmiştir. Bu kongrelerle ilgili şu bilgileri vermekte yarar vardır:
1908 Kongresi: Bu kongrenin kararları 13 maddelik bir belge ile kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun dışında 21 maddeden oluşan bir siyasi program da yayınlanmıştır. Bu siyasi programın en önemli bölümleri Anayasada yapılması gerekli değişiklikler konusuna açıklık getirmesidir. Bunların arasında milletvekillerinin yasa teklif etme seçme hakkının belirli bir servete bağlı olmaksızın herkese tanınması gayri-Müslimlerin de askere alınması önde gelen konulardır. Siyasi programda eğitim konusuna da ağırlıklı bir yer verilmiş ve bütün okullarda “devletin denetimi” ilkesi kabul edilmiştir. Programın ekonomik bölümleri zayıftır. Yalnız bu programda çiftçiyi toprak sahibi yapma Türkiye’de ilk kez gündeme getirilmiştir.
1909 Kongresi: Bu kongrenin İT açısından en önemli kararı Cemiyet’in gizlilikten çıkarılarak dernekler yasasına göre kurulması gereğinin kabul edilmesidir. Bu kongrede seçilen Merkez-i Umumi üyelerinin adları ilk kez kamuoyuna açıklanmıştır.
1910 Kongresi: Bu kongre yankısı fazla olmayan bir kongredir. Eğitim programı içerisine yetişkinler için gece kursları oluşumu konulmuştur. Gene bu programda “Millet-i Osmaniye” deyimi kullanılmıştır.
1911 Kongresi: Bu kongre İT’ye karşı muhalefetin doruk noktasına ulaştığı ve Trablusgarp Savaşı’nın başladığı bir döneme rastlar. Kongrede İT’nin başına büyük sorunlar çıkaracak olan Anayasanın 35. maddesinin değiştirilmesi kabul edilmiştir. Toprak reformu konusunda bir adım daha ileri gidilmiş tarımsal krediler açısından önemli kararlar alınmıştır. İT ilk kez bu kongrede “az gelişmiş olma” koşullarını tespit etmiş görünmektedir. Bu arada anti-feodal bir yaklaşım da kongre belgelerine hakimdir. Kongre sonunda Tanin gazetesinde çok sert bir bildiri yayınlanmıştır.
1912 Kongresi: Bu kongre İstanbul’da toplanmıştır. İT artık muhalefettedir. Bu kongrede ilk kez üyeler arasında sert tartışmalar olmuştur. Gene bu kongre muhalefetin ve hükümetin ağır hücumları ve baskıları altında geçmiştir. Hüseyin Cahit Cavit Bey ve daha birçok Cemiyet üyesi tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne götürülmüşlerdir. Tanin kapatılmıştır.
1913 Kongresi: Bu kongre bir yıl öncesinin tam aksi koşullar altında toplanmıştır. İT iktidardadır. Edirne kurtarılmıştır. Ama buna karşın Selânik artık Osmanlı ülkesinde değildir. Bu kongrede ekonomik sorunlar anti-emperyalizm ciddi boyutlarda öne çıkarılmıştır. Kabul edilen programın ikinci maddesinde aynen şöyle denmektedir: “İT fırkası milli iktisat siyasetinin bağımsızlığını zorlaştıran ve yabancılarla ilgili mali ve iktisadi imtiyaz ve ayrılıkları kaldırmaya çalışacağı gibi tüm kapitülasyonların da kaldırılmasını sağlamayı en kutsal amaç sayar.” Hazırlanan programın en geniş bölümü ekonomiye ayrılmıştır. Ziraatta tarım kredisi olayı ve bunların da ötesinde tarım sendikaları kavramı ortaya atılmış bir önceki kongrede üzerinde durulan tarımda feodal bağların kaldırılması da yapılacak düzenlemelerin içinde sayılmıştır. Sanayi alanında “Teşvik-i Sanayi Kanunu” çıkarılması öngörülmüştür. Ülke yönetimi açısından İT yetkinin genişliği ve görev bölümü temelini gündeme getirmiştir. Gene bu kongrede daha önce de değindiğimiz fırka içinde örgütlenme sorunlarına açıklık getirilmiştir.
1916 Kongresi: Bu kongre savaş yıllarının havası içerisinde toplanmıştır. İT artık tek partili bir düzen yaratmıştır. Kongreye sunulan raporda Berlin Kongresi’nden Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen dönem incelenmiş ve bu savaşa giriş nedenleri sergilenmiştir. Gene raporda Ermeni tehciri iaşe olayları da ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Tarık Zafer Tunaya’nın da belirttiği gibi bu kongrenin sunuş belgesinde görülen en önemli nokta İT’nin Osmanlıcı ve liberal yaklaşımlardan vazgeçip Türkçü laik ve devletçi bir tutuma girmiş olmasıdır. İlk kez bu kongrede alınan kararlarla “Şeyh-ül İslamlık” yeniden düzenlenmek istenmiştir.
1917 Kongresi: Bu kongre İT iktidarının son kongresidir. ABD de artık savaşa girmiştir. Çarlık Rusya’sı büyük devrimin depremi içindedir. Ve Talat Paşa sadrazamdır. Merkezin hazırladığı rapor iyimserdir ve ilk kez Reis-i Umumi Talat Paşa kongrede bir kapanış konuşması yapmıştır.
1909-1918 arasında partinin genel başkanları şunlardır: Emrullah Efendi Halil Bey Seyit Bey Sait Halim Paşa (1913-1916) Talat Paşa (1916-1918).
Aynı dönem içindeki genel sekreterler ise Dr. Nazım Bey (1908) Hacı Adil Bey (1909-1910) Mithat Şükrü Bey (1911-1917).
1908-1918 arasında Merkez-i Umumi’de en çok görev alan isimler de şöyle sıralanabilir: Mithat Şükrü Talat Paşa Dr. Nazım Ömer Naci Ali Fethi Cavit Ahmet Nesimi Cemal Paşa Hüseyin Cahit ve Adil Beyler.
3) İttihat Terakki’nin yan kuruluşları
İT kuruluşundan itibaren bir aysberge benzer. Aysbergin su altında görünmeyen bölümü nasıl görünen bölümünden daha büyükse İT örgütünün de göz önünde olan bölümüyle gizli kalan bölümü arasında aynı fark vardır. Bilindiği gibi Cemiyet ilk kuruluşundan itibaren gizliliğe önem veren bir örgüttür. 1908’den sonra da bu yapısını büyük ölçüde değiştirmemiştir. Bundan ötürü de sık sık suçlanmıştır. “Cemiyet-i Hafiye” deyimi İT’yi anlatmak için kullanılmıştır. İT’nin özellikle gizli kalan “fedai” yapısındaki militan bölümü birçok karışık işe bulaşmıştır. Siyasi cinayetlere adam sindirmelere rahatlıkla girişmiştir. Gazeteci Hasan Fehmi ve Ahmet Samim Beyler’in öldürülüşü bu dediklerimizin en somut örneğidir.
Diğer yandan Cemiyet’in ordu ile olan ilişkileri de onun siyasi yaşamında önemli bir yer tutmuştur. Başlangıçtan itibaren ordunun genç subay kadroları Cemiyetin atılgan yiğit üyelerini sağlamıştır. Özellikle 1913’ten sonra bu kadrolar “Teşkilat-ı Mahsusa” içerisinde büyük eylemlere girişmişlerdir. “Teşkilat-ı Mahsusa” cemiyetin en gizemli yönünü meydana getirmiştir. Günümüzün Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve benzeri kuruluşlarının kökeni bu örgüte kadar uzatılırsa da yapısı ve amaçları bugünkülerden farklıdır.
Bu kuruluş 1913’te Enver Paşa tarafından oluşturulmuştur. Harbiye Nezareti’ne bağlı gibi gözükürse de temelde organik bir ilişkisi yoktur. Örgütte başkan olarak Süleyman Askeri Bey Halim Paşa ve Cevat Paşalar çalışmıştır. Zamanla bunlara Dr. Nazım Atıf Bey (Kamçı) Rd. Bahattin Şakir Yakup Cemil Resul Bey Süvari Kaymakamı Hüsamettin (Ertürk) Eşref ve Hacı Sami Kuşçubaşı kardeşler Ömer Naci Muri Paşa Eyüp Sabri Sapancalı Hakkı ve İzmitli Mümtaz Beyler de katılmıştır. Örgütün İT ve tüm resmi kurumlarla iletişim yetkisi vardı. Kuruluştaki çalışanlar gönüllülük temelinde çalışmaktaydılar. Bunları maaşları Harbiye Nezareti’nin örtülü ödeneğinden karşılanmaktaydı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın amacı ordunun görevini kolaylaştırmak bilgi toplamak düşmana karşı gerilla mücadelesini örgütlemek ve böyle bir savaşıma girişmek biçiminde özetlenebilirdi. Ama bunların dışında iki ideolojik amaçtan da söz edilmektedir. Panislamizm ve Pantürkizm. Bu ideolojik doğrultularda çalışan kuruluş Birinci Dünya Savaşı sırasında bir çok eyleme imzasını koymuştur. Bu eylemlerin bazıları bireysel bazıları da toplu girişilen eylemlerdir. Bu ikinci tip eylemlere teşkilatın meydana getirdiği çete ve müfrezeler katılmışlardır. Eylemlerin yoğunluğu Kafkasya ve yakın doğu üzerinde toplanmıştır.
Ortadoğu’daki eylemlerin içerisinde dikkati çekenler Şeyh Ahmet el Sunusi’nin bir Alman denizaltısı ile İstanbul’a kaçırılması ve Lawrence’a karşı girişilen hareketlerdir. Ne yazık ki bu hareketlerde önemli bir başarı elde edilememiştir. Kafkasya Asya’ya yönelik eylemlerin ilk adımını oluşturmuştur. Bu eylemlerin başlangıç noktası Trabzon’dur. İlk eylem Yakup Cemil’in kumanda ettiği çetenin Batum’u fethi ile başlamıştır. Gene Trabzon ve Artvin kıyılarından Kafkasya içlerine ajanlar sokularak Rusların askeri durumu öğrenildiği gibi o yörelerde kışkırtıcı hareketlere olanak sağlanmıştır. Bu konuda en fazla Müslümanların yoğun olduğu bölgelerde bir ilerleme kaydedilmiştir. Asya’ya yönelik eylemlerin en ünlüsü Rauf (Orbay) Bey ve Ömer Naci’nin gerçekleştirdikleri İran Seferi’dir. Rauf Bey İran üzerinden Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanarak buralarda karışıklıklar çıkartma görevini üstlenmiştir. Bu grubun harekatı Almanlar tarafından engellenmiş Rauf Bey’e geri dönme emri verilmiştir. Rauf Bey geri dönerken küçük bir müfrezeyi İran’da bırakmıştır. Bu müfreze Afganistan’a oradan da Hindistan’a ulaşabilmiş ve o yörelerde sınırlı bazı eylemleri gerçekleştirebilmiştir. Öte yandan Ömer Naci kumandasındaki gönüllü birlikler (Birkaç bir Kürt atlısı bin kadar da Türk piyadesi) 1915 Ocak ayında Tebriz’e girmişler Hüveyze ve Ahraz’a kadar uzanmışlardır. Bu eylemlerin dışında “Teşkilat-ı Mahsusa”nın en önemli eylemi Edirne’nin kurtarılmasından sonra Batı Trakya’yı kurtarma ve arada bir cumhuriyet kurmalarıdır. Mütareke döneminde Teşkilatın İstanbul’daki çekirdeği ünlü “Mim Mim” grubunu oluşturarak Milli Mücadele’ye büyük katkılarda bulunmuştur. Tarık Zafer Tunaya’nın belirttiği gibi teşkilata bağlı ajanlar inanılmaz ilişkileri kurmakta büyük başarı göstermişlerdir. İlişki kurulanlar arasında Mahatma Gandhi Sair İkbal Muhammed Ali Cinnah vb. vardır.
İttihad-ı Terakki’ye bağlı diğer yan kuruluşlar ise şunlardır: Türk Ocağı (1911) Köylü Bilgi Cemiyeti (1914) Osmanlı Maarif Cemiyeti (1915) Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti (1915) Halka Doğru Cemiyeti (1917) Osmanlı Hamallar Cemiyeti Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti (1913) Kalaycı Esnafı Cemiyeti (1915) Osmanlı Matbuat Cemiyeti(1917) Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti (1913) Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi (1916) Hilal-i Ahmer (1910) Donanma cemiyeti (1909) Baku Müslüman Cemiyeti (1913) Müdafaa-i Milliye Cemiyeti (1913) Türk Gücü Cemiyeti (1913) Osmanlı Güç Dernekleri (1914) Osmanlı Genç Dernekleri (1916)… Bütün bu yan kuruluşlar İT’nin örgütlenme açısından ne denli deneyimli olduğunu ortaya koymaktadır.
İttihat ve Terakki’nin düşünsel yapısı
1) Üç tarz-ı siyaset
Bu başlık Yusuf Akçura’nın çok ünlü bir incelemesinin adıdır. Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” diye bilinen eserinde İkinci Meşrutiyet döneminde İT’nin uyguladığı üç siyasal yaklaşımı birbiriyle karşılaştırmaktadır. Bu üç yaklaşım şunlardır: Osmanlıcılık İslamcılık ve Türkçülük. Bu üç yaklaşım 1908-1918 döneminin belirli aralıklarında başat bir şekilde İT’nin politikası hatta ideolojisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu üç politik yaklaşımın da Osmanlı İmparatorluğu’nun koşullarının dayattığı birer düşünce olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlılık düşüncesi Tanzimat’tan beri aydınlar ve hükümetler tarafından öne çıkarılmıştır. İT de Selânik’te gizli bir cemiyet olarak oluştuğu günden itibaren bu fikre önem vermiştir. Çok uluslu bir devleti kurtarmak yaşatmak ve geliştirmek istediğinizde başka türlü düşünmeniz mümkün değildir. Osmanlıcılık düşüncesinin o günlerde “İttihad-ı Anasır” diye bilinen bir açıklaması vardır. “İttihad-ı Anasır” unsurların birliği yani imparatorluk sınırları içerisinde yaşamakta olan ulusların birliği demektir. Böylece imparatorluk içersinde 19. yüzyıl boyunca filizlenen milliyetçi ayrılıkçı eğilimlerin de önünün alınacağı düşünülmüştür ne var ki Meşrutiyet’in ilk günlerinden itibaren Rum Bulgar Ermeni ve hatta Arnavut milliyetçiliği daha bir güçlü şekilde öne çıkmaya başlamıştır. 1908’de yapılan Meclis-i Mebusan seçimlerinde azınlıklar kendi milliyetçi eğilimlerini pekiştiren bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir. Hüseyin Cahit Bey’in Tanin’de yayınlanan “Milleti Hakime” başlıklı yazısı bu propagandalara karşı bir tepki makalesidir.
Balkan Savaşı’na kadar “İttihad-ı Anasır” politikası genel çizgileri itibariyle egemen politika olarak kalmıştır. Dahiliye Nazırı Halil Bey bir konuşmasında “Vatan-ı Umumi” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavram ulusların birliğini tamamlayan bir düşünceyi yansıtmaktadır. Halil Bey’in açıklamasına göre Osmanlı İmparatorluğu geniş bir “Vatan-ı Umumi”dir. Bu vatan sathında bir çok ulus (anasır) yaşamaktadır. Bunların söz konusu genel vatan içerisinde yer alan kendi vatanları bulunmaktadır. Yani “Vatan-ı Umumi” bir çok “Vatan-ı Hususi”leri içermektedir. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım bir çeşit Osmanlı Federasyonu düşüncesini de çağrıştırmaktaydı. Açık olan şudur ki İT’nin bütün iyi niyetlerine rağmen Rum Ermeni Bulgar Arnavut ve hatta Araplar ulusçu ayrılıkçı politikalarından vazgeçmemişlerdir. Balkan Savaşı “İttihad-ı Anasır” politikasının dönüm noktasıdır. Bu savaş imparatorluk içerisinde Türk unsurunu öne çıkartmıştır. Osmanlı olma yaklaşımı her ne kadar sürüyor gözükmüşse de gerçekte tarihe gömülmüştür.
İslamcı o günün deyimiyle “pan-islamist” politika Abdülhamit iktidarından itibaren süregelen bir siyasettir. Osmanlı padişahının aynı zamanda halife oluşu İngilizlerin yakın doğudaki yayılmacı siyasetine karşı İslam öğesini öne çıkaran siyasetin ağırlık noktasını teşkil etmiştir. İT liderlerinin Almanlarla yaptığı ittifak sonucu Alman İmparatorluğu da yakın doğu politikaları açısından İT’nin pan-islamist politikasını desteklemiş bundan kendi çıkarı doğrultusunda yararlanma planı yapmıştır.
İT islami öğeleri sürekli olarak kendi politikası açısından kullanmıştır. Buna rağmen laik bir yapıya sahip oluşu eğitimde yargıda islami etkileri mümkün olduğu kadar aza indirme politikası güttüğü için bu çevrelere tam anlamıyla yaranamamıştır. Parti içerisinde kurduğu ilmiye komitelerine rağmen Meclis-i Mebusan’daki muhalefet sürekli bir biçimde İT’yi şeriat kurallarına karşı kararlar almakla suçlamıştır. Özellikle 1916’dan sonra Rumi takvimin düzenlenmesi medreselere ve dini eğitime yeni bir görünümün kazandırılması buralarda okutulan derslerin çağdaşlaştırılması koyu dinci grupların açık olamasa bile alttan alta büyüyen muhalefetiyle karşılaşmıştır. 1918’den sonra yani mütareke yıllarında İT liderleri “Divan-ı Harp”te yargılanırken kendilerine bu doğrultuda pek çok soru sorulduğu gibi suçlamalarda da bulunulmuştur. İT’nin İslamcı yaklaşımını bir anlamda Ziya Gökalp’in şu sözleri daha bir ortaya koyacaktır: “Türk milletinden Batı medeniyetinden İslam ümmetindenim.” Milliyetçilik ve Batı uygarlığından yana olmakla islami düşünce ve akideler nasıl bir araya getirilebilinir Bu soru bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Türkçülük hareketi 1908 Devrimi ile su yüzüne çıktı. O güne değin “Etrak-ı bi İdrak” (İdraksiz Türkler) olarak adlandırılan Türkler ulusal bilinçlenme düzeyi olarak çok geride idiler. Osmanlı yönetimleri onlara daima ikinci sınıf insan muamelesi yapmışlardı. Yönetim için Türkler askere alınan sömürülen bir yığın olarak kalmıştır. İT’li genç aydınlar Rumeli’de yakından tanık oldukları Bulgar Yunan ve Ermeni milliyetçi hareketlerinin etkisiyle Türk milliyetçiliğinin de uyanması gerektiğine inanmışlardı.
Balkan Savaşı büyük devletlerin sürekli olarak azınlıkları arkalayan tavırları gene aydınların Türk milliyetçiliği düşüncesine dört elle sarılmasına neden oldu. Bu akımın öncülüğünü ideologluğunu Ziya Gökalp yapmaktaydı. Gökalp bir anlamda İT’nin düşünsel yapısının bileşenlerini belirleyen kişiydi. Türk Ocakları bu doğrultuda örgütlenmenin somut örneğini oluşturmuştur. Türk Yurdu Yeni Mecmua hatta bir yerde yine İT’nin çıkarttığı İslam Mecmuası reformcu radikal tezler üreterek gelişen bu yeni düşünceyi geliştirmeye çalışmaktadır. “Fikirler birbiri ardından doğup taşmaktadır. Halk uyanmıştır. Milli Mefkure Milli Şuur Milli Vicdan kavramları birer kutsal ilke olmuştur. Ziya Gökalpçiler bu ilkelere ideolojik bir atılım ve kendi kendini keşfetme duygusu vermişlerdir…dincilerin baskısından kurtulmak yabancı karşısında aşağılık duygusuna kapılmamak kendi kendini yaratmak.”1
İşte verilmek ve varılmak istenen nokta budur. Sonuçta “kökü mazide olan ati”ye erişilecektir. Bu ilkelere uygun yaşam modeli ise Gökalp’in “Yeni Hayat” önerisinde bulunmaktadır. Yeni Hayat milli düşüncenin denetimi altında Osmanlı İmparatorluğu için Türkçü ilkelere dayanan bir yaşam biçimidir.
İttihat ve Terakki’nin ekonomik yaklaşımı
İT’nin ekonomik düşüncesine gelince… Bu noktada üç akımı görmekteyiz. Birincisi Maliye Nazırı Cavit Bey’de somutlaşan liberal yaklaşımdır. Cavit Bey’in ve yandaşlarının savunduğu bu politikanın somut örnekleri Maliye Nazırı olarak yaptığı bütçe konuşmalarında bulunabilir. Cavit Bey Osmanlıların yarı sömürge oluşunu simgeleyen kurumların hiçbir zaman karşısında olamamıştır. Duyun-u Umumiye ve Osmanlı Bankası ona göre çok iyi çalışan örnek alınması gereken ekonomik müesseselerdir. Bunu 1911’de bütçe konuşmasında şöyle ifade etmektedir: “Memleketimizde mevcut olan yabancı malı kuruluşlar hakkında beslediğimiz saygı ve güven duygularına tamamıyla karşıt olarak onlara güven duyamadığımız biçimde yayılan rivayet ve yalanlara karşı bugün ülkenin gerçek dostlarından biri Duyun-i Umumiye yönetim kurulu başkanı Sir Adam Block yazmış olduğu bir raporla bütün o rivayet ve asılsız sözleri yalanladı. Evet bizi Duyun-i Umuminin can düşmanı gibi gösterirken o mali kurumun başkanı ülkede kesin olarak böyle bir düşüncenin olmadığını söylüyor hem de kendi ülkesinde bile şiddetle eleştirilen ve yerilen mali durumumuzu şiddetle savunuyordu. Ve zannederim ki böyle yetkili ve kelimenin bütün manasıyla doğru bir ağızdan çıkan sözler
1 TUNAYA T.Z., İttihat ve Terakki, s.136.
içeride ve dışarıda güven verici olmalı. Bu sözleri söyleten zata karşı da borçlu olduğum teşekkürü açıkça beyan etmeyi görev sayarım.”
Serbest ticaret yanlısı ekonomik politika Cavit Bey’in iktidarda olduğu sürece izlemeye ve uygulamaya çalıştığı bir ekonomik yaklaşım olmuştur. Zaman zaman dış borçlardan yakınmış fakat borç yükünü arttıran elemleri sürdürmüş gün gelmiş savaş yıllarında gayrı meşru yollardan kazanılan paraları savunmuştur. Örneğin 1917’de gene bütçe görüşmeleri sırasında konuşmasında yer alan şu satırlar ibret vericidir: “…bir kısmı hükümetin himaye ve müzahereti resmiyesi ile doğrudan doğruya ya da dolaylı yollardan kazandılar. Fakat her ne olursa olsun hepsi ticaretin zevkini tattı. Ticaretin zevkini tatmak onda devam etmek için en büyük neden en büyük amildir. Kendilerine yapılan müzaheret ve himaye -hatta bazılarının iddia ettiği gibi gayrı meşru olduğunun varsaysak- sonuç olarak ekonomik girişimlere karşı beslenen rağbetin temin eyleyeceği yarar benim nazarımda o kadar büyüktür ki o gayrı meşruiyeti bile ortadan kaldırabilir.”
“Milli İktisat” yaklaşımı Ziya Gökalp’in çerçevesini kurduğu ve savaş yıllarında İT’nin ideolojik öğelerinden biri haline gelen ekonomik politikadır. Gökalp Yeni Mecmua’nın 9 Mayıs 1918 tarihli sayısında yayınlanar “İktisadi Vatanperverlik” başlıklı yazısında Manchester Okulu diye nitelediği liberal ekonomik düşünceyi açık bir şekilde mahkum etmektedir. Ziya Gökalp milli iktisat politikasının önüne çok önemli bir hedef koymuştur: Büyük Sanayi kurmak.
Büyük sanayi yaratacak ekonomi politikasının araçları ne olacaktır Himayeci gümrük siyasetinin ötesinde bu konuda bir açıklık yoktur. Özetlersek İT’de düşünsel boyutta görülen üç iktisat yaklaşımının da serbest piyasayı reddettiğini göremiyoruz. Bu nedenden ötürü Cavit Bey gayrı meşru savaş kazançlarını hoşgörü ile karşılarken Kara Kemal Bey esnafı örgütlemek ve ulusal nitelikli anonim vb. şirketlerin teşviki için önemli meblağları gözü kapalı kullanmıştır. Ulusal sanayici ulusal tüccar özellikle “Milli İktisat” ve “Mesleki Temsil” yaklaşımlarının temel gayeleri haline gelmiştir. Yani her üç akım da kapitalistleşmeyi sağlayacak bir ulusal burjuvaziyi yaratmayı amaçlamıştı. Başarabildiler mi Kuşkusuz ki bu sorunun yanıtı uzun ve ayrıntılı bir incelemenin sonucudur. Görülen o ki başarılı olduğu pek söylenemez.
Son deyiş
İttihatçılar önce de belirttiğimiz gibi Jakoben sayılabilirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmaya soyunmuşlar bu bağlamda canlarını kanlarını hiçbir şeyden sakınmamışlardır. Devrimci bir parti örgütlenmesini gerçekleştirmişler ne yazık ki gerçek bir devrimi başaramamışlardır. Bunun ilk nedeni bilgi birikimlerinin böyle bir dönüşüm için yeterli olmamasıdır. Meşrutiyetin ilanını yeterli saymışlar ve yazık ki bunun yeterli olmadığını kısa sürede fark etmişlerdir. Küçük Sait Paşa Kamil Paşa vb. eski Osmanlı yöneticilerinin iktidarlarını engelleyememişlerdir. 31 Mart gerici ayaklanmasını örgütleniş gücü ve liderlerinin ustalığı sayesinde atlatabilmişlerdir. 1913 Babıali baskınına kadar Meclis-i Mebusan’da çoğunluğa sahip olmakla birlikte iktidara ancak ortak olabilmişlerdir. Ancak Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden (sadrazam) sonra tek parti olarak iktidarı sağlamışlardır.
İktidarları sırasında Birinci Paylaşım Savaşı’na Alman emperyalizmine bağlaşık olarak katılmışlardır. Programladıkları ya da doğru bir deyimle tasarladıkları dönüşümleri gerçekleştirmemişler yenildikleri yurt dışına kaçtıkları zaman dahi yurda dönük çeşitli siyasal atılımlara katılmaktan kaçınmamışlarıdır.
İttihat ve Terakki tüm zayıf yanlarına karşın Türkiye’nin siyasetinde etkili olmuştur. Milli mücadele onların örgütsel birikimi üzerine inşa edilmiştir.
Genç cumhuriyetin kadroları İttihatçı birikimin uzantılarıydı. Eski İttihatçıların Halk Fırkası’na (CHP) biat etmesi için çok baskılar uygulandı. 1926 Ankara İstiklal mahkemesinin acımasız sonuçları Cavit Bey İsmail Canpolat Dr. Nazım hatta bir anlamda Kara Kemal gibi bir zamanların önde gelen İttihatçılarını tasfiye etse bile siyasal yapı itibarıyla İttihat ve Terakki çizgisi CHP’de devam etti. Bir anlamda Celal Bayar’la muhalefete damgasını vurdu. Günümüzde de İttihat hareketinden öğreneceğimiz çok şey var.