“Mesela 2000’inci yılda; Türk Milli Kurtuluş Hareketinin fikir yapısını ve mahiyetini değerlendirmek isteyecek araştırıcılar, herhalde, derin görüş ayrılıkları içinde kalacaklardır. O kadar ki bu araştırıcılar, Türkiye bir inkılap hareketi yaşadı mı, yoksa olup bitenler, gelip geçenler, mücahit bir önderin müdahaleleri ile, onun mizacına ve günün icaplarına göre gelişen olağan işler midir diye, kararsızlık içinde bocalayabilecektir…” 1 [AYDEMİR Şevket Süreyya]
2000’li yılların Türkiyesi’nde, “Türk Milli Kurtuluş Hareketinin fikir yapısı” ya da kemalizm hakkında “derin görüş ayrılıkları”nın bulunduğunu herhalde kimse inkar etmeyecektir. Üstelik, görüş ayrılıklarına yol açan tek konu, bir “inkılap hareketi”nin yaşanıp yaşanmadığı da değil. “İnkılap”ın varlığını kabul edenler arasında da yine “derin” görüş ayrılıkları var. Kemalizm tartışmaları, 2000’li yıllarda da devam ediyor… Sol içinde de…
Bu tartışmaların “mahiyet”i, kuşkusuz sürekli değişiyor. ‘60’lı yıllarda yürütülen kemalizm tartışmaları ile ‘90’lı yılların kemalizm tartışmalarını aynı sepete koymanın mümkün olmadığı açık. Sol içi tartışmaların içeriği de bir hayli değişti. Sözgelimi, ‘70’li yılların “kemalizmden kopuş” tartışmaları ile ‘90’lı yıllara damgasını vuran kemalizm eleştirileri arasında, karşıtlık demesek bile çok ciddi farklılıklar var.
Ama “mahiyet” ne kadar değişirse değişsin, kemalizmin önemli bir tartışma başlığı olmaya devam etmesini de ciddiye almak gerekiyor.
Şevket Süreyya Aydemir, “İnkılap ve Kadro” adlı kitabına 1968 yılında yazdığı önsözüne bu yazının girişinde yer alan paragrafla başlarken, öngörüsünü şu şe-kilde gerekçelendiriyor:
“(…) inkılabımız kendi devrinde, kendi akışı içinde önderlerini, kahramanlarını yarattı, fakat yorumcularını, nazariyecilerini vermedi. Fikir alanında savaşçılarını, mücahitlerini ortaya atmadı. Hatta denebilir ki inkılabımızın sade fikir sistemi değil, edebiyatı da yoktur. Halk şarkılarında, destanda, şiirde, romanda ve sahne edebiyatında inkılap, onun azametini ve manasını daha sonraki nesillere aktaracak eserini vermedi” 2 . [AYDEMİR Şevket Süreyya]
Bu satırlar, kemalizm tartışmalarının bir türlü son bulmamasının nedenlerinden birine işaret ediyor: “Nazariyecileri” ve dolayısıyla “teori”si ya da “fikir sistemi” bulunmayan bir ideolojiye ilişkin tartışmalar nasıl tamamlanabilir ki? Bir kere, herhangi bir tartışmanın tamamlanabilmesi için, tartışma nesnesin az çok ortak kabul gören bir tarifini yapabilmek gerekir. Oysa konu kemalizm olunca, en temel başlıklarda bile ortaklık sağlanamayabiliyor.
Bu yazıda, kemalizm tartışmalarının bir türlü son bulmamasının başka nedenlerine de değinilecek. Ancak Şevket Süreyya’nın saptamaları üzerinde bir miktar daha durmakta yarar var…
“İnkılap” neden tamamlanamadı?
Şevket Süreyya, yine “İnkılap ve Kadro”nun 1968 tarihli önsözünde, bu soruyu da soruyor: “İnkılabımız niçin tamamlanmadı? Biz, yani onun milleti bugün, niçin ‘imtiyazsız, sınıfsız bir millet’ değiliz? Niçin bir taraftan toprak uyanır; millet uyanır, yollar harıl harıl işler ve bacalar tüterken; diğer taraftan içeride binbir çelişme şartlarının günden güne birikmesinden gelen bir sınıf kavgası endişesi içindeyiz. Ve dışarıya karşı niçin, daima el açan, uydu ve başı eğik durumlara sürüklenme korkusu içindeyiz…” 3
Verdiği yanıt son derece açık: “Atatürk’ün açtığı yolda ilerleyemediğimiz için”!
Yanıt açık olmasına açık, ama ne kadar tatminkar?
Bir başka deyişle: Peki neden söz konusu yolda ilerlenemedi?
Aslında, bir önceki alıntı, bu sorunun yanıtını da büyük oranda barındırıyordu. Diğer yandan, “İnkılap ve Kadro”nun 1931 tarihli önsözünde de aynı soruna işaret ediliyor: “Fikir hareketinden korkan toplum, kendine uygun ve kendine özgü bir dünya görüşü olmayan ve bunu bulamayan toplumdur. Yani, kendi ideolojisini yapamayan toplumdur. Biz inanıyoruz ki Türk inkılabı kendi ideolojisini işleyecek, düzenleyecek, yaratacaktır. Türk toplumunun dünya görüşü (cihanı telakki tarzı) hiçbir sosyal dünya görüşü karşısında zayıf, elverişsiz ve mücadeleden çekingen kalmayacaktır…” 4
Yazarları arasında Şevket Süreyya’nın da bulunduğu Kadro Dergisi, söz konusu boşluğu doldurmak için çıkarılıyor. Üstelik tam da zamanında, yani kemalist önderliğin iktidarını sağlama alarak toplumsal dönüşüm projelerini ha-yata geçirdiği 30’lu yılların başında.
Kadro’nun imtiyaz sahibi Yakup Kadri, “Zoraki Diplomat” adlı kitabında, CHP’nin bu konudaki tepkisini şu şekilde dile getiriyor: “(…) dergiyi çıkarmak üzere olduğum sıralarda, devrin Cumhuriyet Halk Partisi umumi katibiyle aramda geçen bir konuşmada, bu zat bana demişti ki: ‘Parti namına neşriyatta bulunmak hakkını kimden alıyorsunuz? Bir fikir mecmuası çıkarmak lazım gelirse onu ancak biz çıkarırız ve zaten çıkarmak üzereyiz de…’” 5
CHP ciddiye alınabilecek bir “fikir mecmuası” çıkarmıyor. Buna karşın kemalizmi sol bir yorumla “ideolojileştirmeye” çalışan Kadro Dergisi, yayın hayatı boyunca bir sorun başlığı olarak görülüyor. Ve 1934 yılında Yakup Kadri’ye Tiran büyükelçiliği, yani “zoraki diplamatlık” yolu açılıyor: “(…) ben politikanın satranç tahtası üstünde sadece bir ‘piyade’ idim. Ne mat edilmeğe değerdim, ne de başlıca bir rolüm olabilirdi. Onun içindir ki, hünerli bir satranç ustası beni bir ileri sürdü, bir geri çekti ve sonunda karşımdaki fil’e esir vermekte hiçbir zarar görmedi” 6 .
TKP döneklerinin de yazdığı Kadro Dergisi’nin kemalizmi “eksikli” ya da “yanlış” yorumladığı elbette ileri sürülebilir. Kadro, ‘30’lu yılların devletçiliğinden, “sınıfsız ve imtiyazsız millet” olma yolunda tutarlı bir strateji ve ideoloji türetmeye çalışıyor. Başta İktisat Vekili Celal Bayar olmak üzere dönemin CHP yöneticilerinin yoğun tepkisiyle karşılaşıyor. Ve Mustafa Kemal tarafından oyunun dışına atılıyor.
Tevfik Çavdar, söz konusu dönemde aynı zamanda bir politika değişimine gidildiği değerlendirmesini yapıyor:
“Kadro Dergisi çevresinde toplanan bir grup, Türk devletçiliğinin, Osmanlı’dan beri var olan sınıfsız toplumu güçlendirme açısından tek geçerli yol olduğunu ileri sürmekteydiler. 1932-1933 yıllarında Türk aydınları arasında fazla taraftar bulan bu düşünce, dünya bunalımının etkisini ağır ağır kaybetmesinin de sonucu olarak yerini burjuva yetiştirmeye öncelik veren bir devletçilik anlayışına bırakmıştır. Osmanlı’nın kerim devlet anlayışını bir ölçüde sürdürmeye çalışan İsmet İnönü, Recep Peker gibi parti ileri gelenleri yerlerini Celal Bayar ve arkadaşlarına bırakmışlardır. 1933’ten sonra Türk devletçiliğinde egemen düşünce burjuva yetiştirmeye yönelik bir devlet kapitalizmi anlayışıdır” 7 . [ÇAVDAR Tevfik]
Nitekim İsmet İnönü 1937 yılında “istirahat amacı ile” başvekillik görevinden ayrılırken yerine Celal Bayar getirildi.
Kadro’nun devletçilik ya da başka konularda kemalizmi ne oranda temsil ve ifade edebildiği tartışmalı olabilir. Kesin olan, kemalizme tutarlı bir bütünlük kazandırmaya yönelik girişimlerden uzak durulmuş ve böylesi girişimlerde bulunanların önünün kesilmiş olmasıdır.
Teorisi olmayan ve ideolojisi bulanık bir “inkılap” tamamlanabilir mi?
Ne kadarı tercih ne kadarı zorunluluk?
Kemalist önderlik, elini-kolunu bağlamak istemiyor. Ama ideolojik bulanıklığın ardında yalnızca böylesi bir “tercih”in bulunduğunu söylemek mümkün mü?
Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken, kemalist önderliğin toplumla ilişkisi üzerinde durmak zorunlu. Ama önce sonuç:
“İmanım demirkıratlar! Her dediklerini yaptırıyorlar. Bu sene din dersini koydurdular mı, gelecek sene de kendileri çıkar başa. Esas öteki Müslüman yazısıyla fesi getirirler gine. Atarlar şu dinini s…min şapkasını filan…” 8 [MAKAL Mahmut]
Yakup Kadri, Kurtuluş Savaşı’na inanmayan Anadolu köylüsünün romanını yazmıştı. Mahmut Makal ise, “Bizim Köy”de, 40’lı yılların ikinci yarısının Anadolu köylüsünü anlatıyor.
Bu dönemde kırsal nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde 75 civarındadır. 1927 ile 1950 yılları arasında bu oran neredeyse hiç değişmemiştir. Ve toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülük, kendi içinden çıkarak Köy Enstitülerinde eğitim gören öğretmenleri bile “yabancı” saymaktadır.
Bu arada, kent kökenli öğretmenler hiç kabul görmedikleri köylere gitmemek, köy kökenli öğretmenler de geri dönmemek için ellerinden geleni yapmaktadır.
Kemalist iktidar, çeyrek yüzyıllık iktidarı boyunca köylülüğü dönüştürmeyi neden başaramadı?
“Köylülerin yaptıkları çağrıya açık olmadıklarını gören Kemalistler onlara geneleksel önderleri aracılığıyla, yerel eşraf, din adamları ve şeyhlere ulaşmak zorunda kaldılar. Kemalistler ile eşraf arasındaki işbirliğinin bedeli, kırsal kesimdeki statükoyu korumak ve hatta güçlendirmek için yapılan üstü kapalı bir anlaşma oldu. Bu anlaşma, toprak ağalarının güçlü bir unsur olarak içinde yer aldıkları bir partinin, Halk Partisi’nin kurulmasıyla tamamlandı. İki basamaklı, dolaylı seçim sistemi, parlamento içinde reformları engelleyen güçlü bir toprak sahipleri lobisinin varlığını güvence altına aldı” 9 . [AHMAD Feroz]
Yani, burjuva devriminin Türkiye’deki önderleri, daha en başından, gerici kesimlerle ittifak kuruyor (ya da kurmak zorunda kalıyor).
Cumhuriyetin ilk 25 yılında devlet ile toplumun büyük çoğunluğu arasındaki ilişkilere ağalar ve şeyhler aracılık ediyor.
“Üstü kapalı anlaşma”, merkezi reformların kırlara ulaştırılmamasını içeriyor.
Kemalist reformların göreli radikalliği ile kemalizmin toplumsal tabanının kentlere sıkışıp kalması arasındaki çelişkinin bir sorun yaratmaması (ve sonrasında pek çok soruna kaynaklık etmesi), söz konusu anlaşma sayesinde mümkün oluyor. Alfabe değişimi, gerçekten de son derece “radikal” bir adımdır. Ama okuma-yazması olmayan ve çocukları okula gitmeyen köylüler açısından değil… Kemalist önderlik dinci gericilikle gerçekten de “radikal” bir mücadele yürütmüştür. Ama bu mücadele de köylerde pek fazla hissedilmemiştir.
Feroz Ahmad, sonucu şu şekilde dile getiriyor:
“Başkentin yüksek burjuvazisinin alameti farikası haline gelen (…) yeni Batı kültürü sadece ince bir yaldız olarak kaldı ve toplumu büyük çapta et-kilemedi. Aslında yönetenler ile yönetilenler arasında bir uçurum yaratıldı. Yönetilenler, tamamen ayrı bir dünyada yaşadıkları görülen yeni seçkinlerle hiçbir ortak nokta bulamıyorlardı. Bu seçkinler farklı giyiniyor ve anlayamadıkları bir dille konuşuyorlardı. Ve yönetenler gene de halkçı olduklarını iddia ediyorlardı. Bu yabancılaşma, 1930’lar boyunca artarak sürdü ve Atatürk’ün ölümüyle birlikte daha da ağırlaştı” 10 . [AHMAD Feroz]
Toplumsal tabanı bu denli dar kalan bir iktidarın tutarlı ve bütünsel bir ideolojiden yoksun olması bir zorunluluk değildir de nedir?
Ama yanıtlanması gereken bir soru daha var: Kemalizmin toplumsal tabanının bu denli sınırlı kalması bir zorunluluk muydu?
Eğer aynı tarihlerde Türkiye’nin kuzeyinde bir sosyalist kuruluş deneyimi yaşanıyor olmasaydı, ikinci soruya da “evet” yanıtı verilebilirdi. Buna karşın, Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluş süreci, devrimci bir öznenin geniş kitleleri ve bu arada köylülüğü seferber ederek dönüştürmesinin mümkün olduğunu gösterdi.
Bolşevikler, kendi toplumsal tabanlarını, asıl olarak, devrim sonrasında yarattı. Tutarlı ve bütünsel ideolojileri sayesinde!
Dolayısıyla, “tercih” boyutunu bir kez daha devreye sokmak gerekiyor: Kemalist önderlik, gecikmiş burjuva devrimlerinin neredeyse tüm diğer önderlikleri gibi, geniş kitleleri belirli hedefler doğrultusunda seferber etmekten çekindi.
Çünkü kemalist önderliğin ufku burjuva devrimiyle sınırlıydı ve geniş kitlelerin, bir kez seferber edildiklerinde, burjuva devriminin sınırlarında durmayabileceği 1848’den beri biliniyordu. Dahası, Ekim Devrimi, resmi bir komünist parti kurarken gerçek komünistleri katleden kemalist önderlik tarafından, kitle hareketlerinin ne kadar riskli olduğunu gösteren bir deneyim olarak algılandı.
Osmanlı’nın son birkaç yüzyıllık tarihi boyunca ezilen Anadolu köylülüğünün ağalara ve şeyhlere karşı harekete geçirilmesinin mümkün olmadığı iddiası, ancak bir “tercih”i ifade edebilir.
Cumhuriyet tarihi boyunca geniş kitleleri dönüştürmeye yönelik olarak kullanılmaya çalışılan temel araç “eğitim” olmuştur. Temel araç eğitim olduğunda da, eğiticilerin eğitimi sorunu bile çözülememiştir doğal olarak!
Bu söylenene kimi ekler yapmak gerekiyor.
Birincisi, geniş kitleleri seferber etmekten kaçınma eğilimi, yalnızca kuruluş dönemi söz konusu olduğunda bir tercih olarak değerlendirilebilir. Hatta bu dönemde bile kemalist önderliğin önünde bir seçenek bolluğu bulunmuyordu. Kurtuluş Savaşı döneminde yapılan ittifakları bozmak, 20’li yılların sonuna kadar iktidar mücadelesi yürüten kemalist önderlik açısından hiç de kolay değildi. Sonrası ise zorunluluklar dönemidir…
İkincisi, kemalist önderlik geniş kitlelerin dönüşümü konusunda tek başına eğitime bel bağlamamıştır elbette. Belki de asıl önemli beklenti, kapitalizmin olağan gelişimi içinde bu dönüşümün doğal olarak gerçekleşmesidir.
Ama iktisadi dönüşümlerin toplumsal ilişkileri değiştirme hızı hiç de o kadar yüksek değildir. Dahası, iktisadi dönüşümler, mevcut toplumsal ilişkileri değiştirdiği kadar, onları güçlendirir de. Örneğin, sermaye sahipleri haline gelen ağalar ve şeyhler ağalık ve şeyhlik, yapmaktan vazgeçmez. Aksine, ağalık ve şeyhlik, sermaye biriktirmenin yollarından biri haline gelir.
Geniş kitleleri dönüştürmek konusundaki başarısızlığın cezası, özellikle köylülüğün, bir “seçmen tabanı” olarak önem kazandığı her dönemde tercihini gericilikten yana kullanması oldu. Ve iktisadi dinamiklerin her şeyin üzerinde tutulmasına dayanan “liberal” yaklaşımlar, Cumhuriyet tarihi boyunca, gericiliğin önünün açılmasını sağladı.
Kemalizmin liberalizmle bir türlü uyuşamaması boşuna değil! Bugüne kadar dünya üzerinde hiçbir toplumsal dönüşüme öncülük etmemiş, buna karşın başkalarının öncülük ettiği toplumsal dönüşümlerin meyvalarını hovardaca harcamış olan liberalizme neden sempati duyulsun ki?
Kemalizmin mirası
Kemalizm, her şeyden önce, bir iktidar ideolojisidir. İktidarı hedefleyen öznelerin değil, iktidarda olanların ideolojisi… Kendilerini “has” kemalistler olarak tanımlayan topluluk ya da hareketler, bir noktadan sonra, beyhude bir uğraş içine giri-yor: “Has” olmamak, kemalizmin tanımında var.
‘50’li yıllarda kemalizm iktidardan düşmedi mi?
Eğer iktidar ile hükümeti özdeşleştirmeyeceksek, elbette düşmedi. Daha önemlisi, DP-AP geleneği, kemalizmin reddi üzerine kurulu değildir. Bu geleneğin zaman içinde kemalizmden giderek uzaklaştığı söylenebilir. CHP de uzaklaşmadı mı?
Peki kemalizmin devlet iktidarı katındaki mirası nedir?
Altı ok devrimciliği olmadığı kesin!
Aydemir Güler, “Restorasyon Kemalizmi” başlıklı ve Gelenek’in 57. sayısında yayımlanan yazısında şunu söylüyor:
“Kendine has özellikler listesi değişken olan kemalizm, daha çok bir düşmanlıklar listesi ile iktidar pratiğinin gereklerinden müteşekkildir” 11 . [GÜLER Aydemir]
Kemalizmin geleneksel düşmanları komünizm, Kürt hareketi ve dinci gericilik.
Burada, Aydemir Güler’in bir diğer saptamasını aktarmakta yarar var:
“(…) liberalizm burjuva devriminin önderlik çizgisi nezdinde bir mikroptur. (…) Ancak daha doğru bir ifadeyle, mikrop olan gündelikçi libera-lizmdir. Nihai liberalizm ise burjuvazinin ortak ülküsü ya da fetişidir. Burjuva devrimcilerinin ideolojik netlik kazanmalarını güçleştiren faktörlerin arasında bu paradoksu da eklemek gerekiyor” 12 . [GÜLER Aydemir]
Nihai liberalizm ülküsüi devletin ekonomiye ve topluma yönelik neredeyse her tür müdahalesinin gereksizleşmesini anlatıyor. Bir kez sağlıklı bir şekilde kurulduğunda, piyasa ilişkilerinin toplumsal ilişkileri de belirlemeye başlayacağı umuluyor. Bu noktaya yukarıda da değinilmişti. Dolayısıyla, işlerin az çok kendi doğal akışına girdiği düşünülen dönemlerde kemalizmin geri plana çekilmesi doğal.
Ama üç düşmandan bir ya da ikisi fazlaca güç kazandığında ya da düzenin istikrarı başka nedenlerle bozulduğunda (ki bu da düşmanların güç kazanacağı anlamına geliyor), kemalizm de yeniden gündeme geliyor. Daha doğrusu, gündeme sokuluyor. Doğal olarak devlet iktidarını oluşturan odakların bir bölümü tarafından ve çoğu kez bir “sopa” olarak.
27 Mayıs, bu açıdan bakıldığında, kısmen bir istisna oluşturuyor. Nitekim, “kemalist devrimi tamamlama” mücadelesi ,Türkiye’nin ve Türkiye solunun gündemine 27 Mayıs sonrasında giriyor. Öncesinde kemalizm, komünizme ve işçi sınıfına yönelik baskı ve şiddetle özdeşleşmiş durumdadır! 30’lu yıllarda faşist ülkelerden kopya edilen yasal düzenlemeler, işçi sınıfına dönük örgütlenme ve eylem yasakları ve komünist tevkifatları ile birlikte, DP çıkışının Türkiye solunda yarattığı heyecan hatırlatılabilir…
27 Mayıs’ın öncesinde bir şaşkınlık dönemi var. DP yönetimi de dahil olmak üzere iktidarı oluşturan odaklar, 50’li yıllarda yaşanan hızlı dönüşüme hazırlıksız yakalandı. 27 yıllık CHP iktidarının bu denli zayıf bir toplumsal tabana sahip olduğunu kimse düşünmüyordu. Asıl derdi hiçbir zaman düzenin temellerini tahrip etmek olmayan DP yönetimi, arkasına almaya çalışırken harekete geçirdiği toplumsal dinamiklerin de etkisiyle, hızla uç noktalara doğru sürüklendi.
Şaşkınlığın sonuçlarından biri, müdahalenin ordunun ara kademelerinden gelmesidir. Kemalizme özgü “tepeden inmecilik”le pek de uyumlu olmayan bir şekilde!
Diğer yandan, iktidarı alan subaylar, ne yapacaklarını pek de fazla bilmiyordu. Darbeyi kemalizm adına yaptıkları kesindi. Ama kemalizm, darbe sonrasında ne yapmaları gerektiği konusunda pek fazla netlik sağlamıyordu.
Boşluğu doldurmaya yönelik kimi özgün girişimler oldu. Bu girişimler kimi somut ürünler de verdi. 1961 Anayasası ve 60’lı yılların kalkınmacılığı, kemalizm adına gerçekten de şaşırtıcı yanları bulunan açılımlardır. Diğer yandan, 27 Mayıs döneminde yaşanan iktidar boşluğu ve bu boşluğun öznel müdahalelere açtığı alan, kemalist devrimi tamamlamayı hedefleyen bir sol kemalizmin (ve sol içinde de kemalist eğilimlerin) ortaya çıkmasını sağladı.
Eğer “kemalist devrimi tamamlama” hedefi gerçekçi bir hedef olsaydı, gerçekten de tam zamanıydı. Kemalizm, 60’lı yıllarda, tarihinde ilk kez, toplumsal bir hareket yaratmanın eşiğine gelmişti. Daha doğru bir deyişle, kemalizm adına toplumsal bir hareket yaratmak mümkün hale gelmişti.
Ama hangi toplumsal program ve mücadele stratejisiyle?
Kemalizmin mirası, böylesi bir program ve stratejiyi barındırmıyordu. Bundan daha önemlisi, kitlelerin harekete geçirilmesini içeren bir stratejiyi kema-lizme maletmek büsbütün olanaksızdı. Tutarlı ve bütünsel olmayan bir ideolojiyle, harekete geçen kitleleri kontrol altında tutmak nasıl mümkün olabilir ki? Nitekim, ‘60’lı yılların sol kemalistleri bile, bu konuda hayale kapılmadı: Kema-list devrimi tamamlama işini ancak “asker-sivil aydın zümre” üstlenebilirdi!
Diğer yandan, 60’lı yılların şaşkınlığı uzun sürmedi. Kemalizmin her şeyden önce bir iktidar ideolojisi olduğu çabuk hatırlandı. 27 Mayıs benzeri çıkışların bir daha yaşanmaması için gerekli düzenlemeler hızla yapıldı. Dahası, 27 Mayıs’ın da ürünü olan 60’ların sol hareketi, toplumsal açılımların ne denli riskli olduğunu kanıtlayan bir örnek olarak değerlendirildi. Hele 60’ların sonlarına doğru sol hareket içinde Kürt dinamiğinin de yeniden şekillenmeye başlaması, son derece ciddi bir tehlike işareti olarak algılandı. Tarihsel düşmanlar güç kazanıyordu! 71 Muhtırası’ndan sonra Türkiye İşçi Partisi’nin Kürt sorununa ilişkin açılımları gerekçe gösterilerek kapatılması boşuna değildir.
Restorasyon döneminde kemalizm
Dinci gericiliğin düzen açısından bir tehdit oluşturacak ölçüde güç kazanmasına yönelik tepkinin merkezinde kemalizmin bulunması doğaldı. Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül’da sola vurulur ve ‘80’lerin sonlarına doğru Kürt hareketine yönelik mücadele yükseltilirken olduğu gibi…
Diğer yandan, sola ve Kürt hareketine karşı mücadelede dinci gericilikle ittifak kurulması kadar, Kürt dinamiğini kontrol altına almak konusunda ciddi mesafe kaydedilen bir dönemde dinci gericilikle mücadele edilirken solun tehdit sıralamasındaki yerinin gerilere düşmesi de doğaldı.
Buradan ne çıkar? Neyin çıkmayacağı Gelenek’te üç buçuk yıl önce yazılmıştı. Dolayısıyla burada “Restorasyon Kemalizmi”ni uzun uzadıya tartışma ihtiyacı bulunmuyor:
“(…) bu rönesans kemalizmin ideolojik kalıplara sıkıştırılmama kuralına kesinkes uyacaktır. 28 Şubatçılığın ideolojik renkleri arasında anti-şeriatçılık baskındır. Anti-emperyalizm ile anti-faşizm sarsak ve tasfiye evresinde önü açık ögelerdir. Anti-komünizm ideolojik alanda altı çizilmeyecekse de politik şiddetin muhatabı olmaktan çıkartılamaz. Gericiliğin tasfiyesinden sonraki evrede sıranın devrimci dinamiklere geleceği, muhtemelen restorasyon paşalarının zihninden geçmektedir. Anti-kürt ögeler ise, şimdilik yeri geldiğinde parlatılacak, rönesansın ‘ulusal’ yanı faşistleştirilmeden öncelikli pozisyonunu koruyacaktır. Anti-emperyalizmi yurtseverlik duygularının ötesine, iktisadi, siyasal ve askeri alanlara taşımanın lüzumu elbette olmayacaktır. Anti-faşizm, faşist hareketin sokak gücünün sıfırlanmasına değil devlet yapısı, ‘Polis Partisi’ ve başta DYP olmak üzere merkez partilerdeki faşistleşmenin tasfiye edilmesine endeks-lidir. Bu müdahale karşısında kovuğuna çekilmek istemeyenlerin ‘maymuna çevrilmesi’ elbette gündeme gelecektir… Bütün bunların nasıl bir ideolojik örgü haline geleceği sorusu sorulmamalıdır bile! Böyle bir yönelim ancak uç yorumcu ya da frencilerin arayışları, bir de akıl öğretmenlerinin kenar notları olarak kayıtlara geçer. Asker Partisi sistemleştirme arayışlarını merkeze koymak gibi bir toyluğa düşmeyecektir” 13 . [GÜLER Aydemir]
Aynı anlama gelmek üzere, restorasyoncuların gündeminde, toplumu harekete geçirerek dönüştürmek yoktu. Geniş kitleler söz konusu olduğunda, depolitizasyon, restorasyon kemalizminin de merkezi öğeleri arasında yer aldı. Üstelik bu öğe, siyasal partilerin önemsizleştirilmesine yönelik müdahalelerle gayet uyumluydu.
Bugüne gelindiğinde, restorasyon kemalizminin sonuna gelindiğini söylemek mümkün. Restorasyon süreci nihayete erdiği için değil, restorasyon kemalizmini ortaya çıkaran dinamikler büyük oranda geriletildiği için. Daha önemlisi, restorasyon sürecinin merkezine, Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki konumunu sağlama alma çabalarının yerleşmesi nedeniyle. Bu çerçevede örneğin,
“restorasyonun hızlı seyrettiği günlerde beliren ‘kalkınmacı’, ‘otarşik’ ön ekli modeller muhtemel olasılıklar olmaktan çıkmıştır” 14 . [Sosyalist İktidar Partisi]
Ama bu arada Türkiye kapitalizminin kriz dinamikleri geri plana düşmek bir yana daha bir önem kazandı. Dolayısıyla, bir buçuk yıl önce dile getirilen şu sözler, bugün da güncel:
“(…) kemalist-laisist çizgi, ‘tepeden’ müdahalelerde gösterdiği başarıyı yeni bir ideolojik yapılanma açısından gösterememekte ve toprağı sarsak bırakmaktadır. Sarsılmakta olan Türkiye toprağında sosyalist ideolojiye kalıcı bir yer açmak, güncel ve yakıcı bir görevdir” 15 . [Sosyalist İktidar Partisi]
Ya restorasyon kemalizminden “devrimci” bir kemalizm türetme çabasına girişenler?
Restorasyonun canlandırdığı kemalist yönelimleri ayrıştırarak değerlendirmek gerekiyor.
Birincisi, Türkiye’de, dinci gericilikten ciddi şekilde kaygı duyan ve kemalizmi kurtarıcı olarak gören bir kesim gerçekten vardır ve bu kesim solun hitap kitlesi içinde de önemli bir yer işgal etmektedir. Diğer yandan, emperyalizme tam boy teslim edilirken kriz batağına saplanmış bir ülkede yurtseverlik duyguları elbette canlanacaktır ve Türkiye’de yurtseverliğin temel ifade kanallarından birinin kemalizm olması tarihsel bir gerçekliktir.
Zaten, kemalizm tartışmalarının bir türlü son bulmamasının ardında, Türkiye kapitalizminin “tepeden inmeci” müdahaleleri gereksizleştirecek bir istikrara bir türlü kavuşamaması da bulunuyor.
Solun toplumsal tabanını oluşturmaya aday kesimlerin çareyi kemalizmde aramaları ve bu arada solcu aydınların bile “Neden bir Atatürk daha çıkmıyor?” sorusunu sorabilmeleri son derece anlaşılır nedenlere sahip. Bu kesimlerin tepkileri, ancak bir siyasal ve toplumsal programa bağlanabildiği oranda, bugünkü naifliklerini aşabilecektir.
Ama bir nokta ihmal edilmemeli: Tek başına bu kesimlerin tepkilerine yaslanarak bir siyasal ve toplumsal dönüşüm programını hayata geçirmek mümkün olamayacaktır! Türkiye’de kemalizmin toplumsal tabanını ve aydınlar arasındaki kemalist yönelimleri ihmal etmek kadar, Türkiye devriminin yolunu açmaya çalışırken bunlara gerektiğinden fazla ağırlık vermek de yanlış olacaktır.
Çünkü Türkiye devrimi, toplumsal tabanını mutlaka genişletmek ve ilericiliği, yurtseverliği ve devrimciliği en başta işçi sınıfına maletmek zorundadır!
Restorasyon kemalizmine olmadık anlamlar yüklemeye kalkışan ikinci ke-sime gelince… Bu kesimin ayırt edici özelliğini açıkça ortaya koymak gerekiyor: Devrime inançsızlık!
Bu kesim, askerler arasında anti-emperyalizm ve Avrupa Birliği karşıtlığının güçlü eğilimler olduğuna inanmak zorundadır. Bu kesim, askerlerin gericilikle mücadeleyi toplumsal ölçeğe taşımak istediklerine inanmak zorundadır. Bu kesim, askerlerin ciddi ciddi kamucu yönelimler taşıdığına inanmak zorundadır.
İnanmak zorundadırlar, çünkü söz konusu yönelimlerin toplumsal ölçekli bir mücadeleyle, daha doğrusu işçi sınıfının mücadelesiyle güç kazanabileceğine inanmamaktadırlar! Askerlere bel bağlamak zorundadırlar, çünkü Türkiye’de siyasal bir işçi sınıfı hareketinin yaratılabileceğine, de bu hareketin iktidar yolunu açabileceğine de inanmamaktadırlar.
Bu kesimde en küçük bir tutarlılık aramak boşunadır. Geçen gün sosyalizme karşı Afgan gericiliğini savunurken, dün gericilikle mücadelenin bayraktarlığına soyunur ve bugün yine Afgan gericiliğini kutsarlar.
Diğer yandan bu kesim, ulusal ölçekte olduğu gibi uluslararası ölçekte de kendisine dayanak noktaları arar. Emperyalist ve kapitalist ülkeler arasında olmadık çelişkiler bulma çabasına girişmeleri, bu topraklardaki toplumsal dinamiklere ve bizzat kendilerine güvensizliklerinin yalnızca bir başka yansımasıdır.
Kemalizm, ‘60’lı yıllarda, sınıf mücadelesini uzak bir geleceğin sorunu olarak gören solculara, az çok anlamlı bir mücadele alanı açabilmişti.
‘90’lı ve 2000’li yılların kemalizmi ise, sınıf mücadelesine inanmayanları tükenişe sürüklerken akılsızlaştırıyor.
Aydemir yoldaş, üç buçuk yıl önceki yazısını şu cümleyle sonlandırmıştı:
“Amorfluk teslim alma gücüne sahip olabiliyor, dedik. İyi de, amorfluk tarafından teslim anılabilenlerin yalnızca güçsüzler olduğunu eklemeye gerek var mı?” 16
Dipnotlar ve Kaynak
- AYDEMİR Şevket Süreyya, İnkılap ve Kadro, Bilgi yay., İkinci Basım, Ocak 1968, s.11.
- a.g.e., s.12
- a.g.e., s.27.
- a.g.e., s.35.
- KARAOSMANOĞLU Yakup Kadri, Zoraki Diplomat, İletişim yay., Üçüncü Basılış, 1984, s.45-46.
- a.g.e., s.48.
- ÇAVDAR Tevfik, Bilanço: Yüzyılın Sonunda Dünya ve Türkiye, Gelenek Birinci Baskı, Ocak 2001, s.72.
- MAKAL Mahmut, Bizim Köy, Güldikeniyay., 14. Bası, Ocak 2000, s.124.
- AHMAD Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev: Yavuz Alogan, Sarmal yay., 2. Baskı, 1994, s.112.
- a.g.e., s.133.
- GÜLER Aydemir, “Restorasyon Kemalizmi”, Gelenek-57, Haziran ‘98, s.16.
- a.g.m., s.15.
- a.g.m., s.11-12.
- “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”, Sosyalist İktidar Partisi Konferansı, – Mart 2000, Gelenek dergisi içinde Mayıs 2000, S.62 s.14.
- a.g.m., s.14.
- GÜLER Aydemir, a.g.m., s.25.