Usame bin Ladin için “Afganistan’ın, Asya’nın Che’si” diye yayın yapan El Cezire’ye Türkiye’den en büyük tepki Amerikancı atv kanalından geldi. “Che insanlık için mücadele etti” diye bilgilendiriyordu atv bin Ladin’den farkını koymak için Arjantinli devrimcinin. Sonu ise son derece ilginçti: “Che bir ilericiydi…”
Bu haberde özgür bırakılan bir eski solcunun, ya da yüreği hala sol siyasetle atan bir basın emekçisinin payı olabilir mi. Önemli değil. Önemli olan başından beri ABD saldırganlığına mazeret arayan, onu “insani” gösteren bir kanalda uzun uzun “Che ile Ladin arasında hiçbir benzerliğin olmadığı”na işaret edilmesidir.
Bu sermayenin ideolojik mücadelede zaman zaman denediği bir yöntemdir. Daha önce Denizler’le bugünkü devrimci demokrat “lider”leri kıyaslayan yayınlar yapılmış, darağacına yolladıkları bir gence övgüler düzmüşlerdi. Günceli gözden düşürmek, onun kendisini tarihe mal olan değerlerle özdeşleştirme girişimlerine engel olmak için etkili bir yöntem olabilir.
Che benzetmesinin bizzat Ladin’in kendisi veya yakın çevresinde üretildiği açık. Demek ki yıllardır komünizmle savaş için para alan birisi, karanlık yüzünü ilahlaştırmak için bir devrimcinin aydınlığına ihtiyaç duyuyor.
Buna sevinmek ise gerekmiyor. Buna nasıl cüret edebildikleri üzerinde düşünmek gerekiyor. Buna cüret ederken, dünya solu ya da Küba sempatisi olan yüz milyonlarca kişi arasında “Asya’nın Che’si” yakıştırmasından etkilenebilecek olanların varlığına güvendikleri anlaşılıyor.
Her güncel gelişmede ideolojik referans noktalarını yeniden oluşturan “sol”cuları gördükçe Ladin ve arkadaşlarının kendi adlarına uyanık bir iş yaptıklarını düşünmemek elde değil. Bu nedenle “Bak Ladin de kendisini Che’ye benzetiyormuş” diyenlere ya da “emperyalistler onun Che’yle özdeşleşmesinden korktuklarına göre…” şeklinde akıl yürütecek olanlara hazırlıklı olmak gerekiyor.
Onlara atv ağzıyla konuşmak gerekiyor: Che bir ilericiydi… Che insanlık için mücadele ediyordu…
Solun mücadelesi
Che bir ilericiydi, insanlık için mücadele ediyordu. Peki bugünün ilericileri, insanlığın kurtuluşu için mücadele edenler Che ile özdeşleşmek isteyen bir gericinin liderliğindeki örgütün 11 Eylül’de gerçekleştirdiği eyleme nasıl tepki gösterdi nasıl tepki göstermeliydi? Burada artık eylemi Bin Ladin’in planlayıp planlamadığı önemsizleşmiş durumdadır. Çünkü bugün süren savaşın her iki “taraf”ı da eylemin faili konusunda anlaşmış gözükmektedir. Verilen tepkiler, yapılan hazırlıklar ve üretilen politikalar bu tür bir başlangıç noktasına göre şekillenmektedir.
Geniş anlamda dünya solunda da “kim yaptı” meselesi aşılmış durumdadır. Çünkü bugün gündemde askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik boyutları olan uluslararası gelişmeler vardır. Milyarlarca insanın etkilendiği, ilgilendiği ve kendisini ona göre konumlandırdığı bir olayın başlangıç noktasında durmaya devam etme şansı yoktur. Tarihte çok büyük gelişmeleri tetikleyen ama hâlâ bütünüyle aydınlatılamayan olaylarla hep karşılaşılır. Bu sıralar çok gündeme gelen Pearl Harbour baskınında da böyle olmamış mıdır? Bu baskının ABD’yi gafil avlaması için ABD tarafında da ciddi çalışmalar yapıldığı biliniyor. Bu çalışmaların kendisinden daha önemli olan, ABD’de İkinci Dünya Savaşı’na müdahil olunması isteyen lobinin gücüdür. Lakin bu “karanlık” başlık Pearl Harbor saldırısının genel ekonomik ve siyasi dinamikler tarafından belirlenen bir olay olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu açıdan bakıldığında dünya solunun hafiyelikten siyasal bir bakışa geçişinin hızlı gerçekleşmesi sevindiricidir. Ancak artık söz konusu siyasal bakış incelemeye alınmalı, dünya solundaki değişik eğilimler üzerinde durulmalı, bunların muhtemel sonuçları hesaba katılmalı ve Türkiye’de neler yapılabileceği bilince çıkarılmalıdır.
Başlangıç olarak dünya solundaki (bu yazıda sol, bizim sol standartlarımıza uygun bir kategori olarak değil, kendilerini düzen solundan ayıran siyasi yapıların “öznel” yakıştırmalarına dayanan genel bir ifade olarak kullanılmaktadır) ilk tepkilerin sağlıklı olduğunu yazabiliriz. Bu tepkileri özetlersek; a) 11 Eylül eylemi kınanmıştır b) Bu eylemin ezilen halkların mücadelesine yardımcı olmayacağı vurgulanmıştır c) ABD emperyalizminin bu eylemi bahane ederek yeni saldırılara girişeceği bu saldırılara karşı güçlü bir direnç oluşturulması gerektiğinin altı çizilmiştir.
Buraya kadarı iyidir hoştur ama bu işin elbette daha ötesi vardır. Daha ötesine gitmeden yapılması gereken ise iki “ön” tepki üzerinde durmaktır. Bilindiği gibi saldırıdan hemen sonra Küba liderliğinden ardı ardına açıklamalar gelmeye başladı. Yıllardır ABD’nin terörist saldırılarından fazlasıyla çeken bu ülke New York’ta gerçekleştirilen eylemleri kınamakla kalmıyor, ABD’ye yardım elini uzatıyordu. Kurtarma çalışmalarına yardımcı olmak, havada kalan ABD uçaklarının Küba’ya inmesine izin vermek, sağlık uzmanları yollamak gibi önerilerin “insani” boyutun ötesinde siyasal bir anlam taşıdığını herkes gördü ve en azından Türkiye’de bu durum bir kısım solcunun canını sıktı.
Bu kadarına gerek var mıydı?
soL dergisindeki yazılarımda birkaç haftadır anlatmaya çalışıyorum: Siyaset süreklilik ister. Siyaset anlık tepkilerle değil, anlık tepkileri kontrol altında tutan hedef ve eğilimlerle yürütülür. Küba yönetimi işi saldırının gerçekleştiği gün yaptığı açıklamalarla geçiştirseydi ortada gerçekten de bir problem olurdu. Ancak bir bölümünü yayınladık, merak edene temin edebiliriz, Castro ve arkadaşları konuyla ilgili olarak her gün bir açıklama yaptılar. Bu açıklamalarda 11 Eylül saldırısını terörist bir saldırı olarak mahkum etme noktası hep sabit kaldı. Ancak bu açıklamalarda giderek artan bir dozda ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı sorumlu, kararlı ama cesur açılımlar da geliştirildi.
Bir marksistin Küba’da olup biten her şeyden hoşnut olmaması son derece doğaldır. Küba’nın dış politika açılımlarında dünya devriminin çıkarlarıyla bazı açıların ortaya çıkması da… Bu nedenle ne Türkiye’de ne de bir başka yerde, bu onurlu halkın sosyalizmde direnirken yaptığı tercihlerle birebir örtüşme arayışı içerisinde olmanın bir anlamı yok. Ancak yaşlandıkça daha kıvrak ve ince siyasi açılımlara imza atarak birçok kişiyi şaşırtan Castro’nun tarzının biçim ve içerik olarak ciddiye alınması gerekiyor.
11 Eylül sonrasında Castro’nun izlediği çizgi yalnızca Küba için değil dünya solu için de son derece önemli ögeler barındırıyor. Bu ögeleri değerlendirirken vurgulardan ziyade yönelimler üzerinde durmak elbette daha verimli oluyor.
Yönelime geçmeden önce “ön tepki” meşruiyetine değinmek istiyorum. ABD’nin Afganistan önceliği elbette açıktır. Ancak 11 Eylül gününden sonra ABD’nin ve bu ülke içerisindeki çeşitli güç odaklarının “sağa sola saldırma” ortamı yaratmak için uygun fırsat aradıkları da biliniyor… Böyle bakıldığında Castro ve arkadaşlarının ilk yapması gereken yalnızca Küba değil, başta Latin Amerika olmak üzere dünya solunun bütününü “aklamak” olmalıydı. Bu korku değil sorumluluktur. Küba’nın talihi de şimdiye kadar sorumluluk duygusu ile hareket eden bir partiye bir önderliğe sahip olmasıdır. Çünkü sorumluluk duygusu birçok kez cüretli adımların da temel kaynağıdır.
11 Eylül günü sorumluluk duygusu ile hareket etmesi gereken iki özne bu açıdan üzerlerine düşenleri yapmışlardır. İki özneden birisi Küba’ysa diğeri Filistin’deki devrimci örgütlerdir.
Daha kısa bir süre önce genel sekreterlerini İsrail’in kalleş saldırısında kaybeden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) yönetimi ABD’deki saldırılardan hemen sonra yaptığı açıklamada sorumluluk duygusuyla hareket etmiştir. Her kim ki, bu hareket tarzının arkasında ABD’nin saldırmasından duyulan korku olduğunu söylüyorsa, o çok açık ki provokatörlük yapıyordur. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde devrimcilerin işi kendi soylu amaçlarıyla ilgisi olmayan bir eylemin faturasını ödemeye hazır olmak değildir. Saldırılardan hemen sonra hedef gösterilmeye başlanan FHKC ve diğer Filistinli devrimci örgütler bu açıdan doğrusunu yapmışlardır:
“FHKC New York ve Washington’daki saldırılarla herhangi bir bağlantısının olmadığını ilan eder. FHKC, mültecilerin geri dönmesi ve başkenti Kudüs olan bağımsız ve egemen bir Filistin devleti kurmak dahil olmak üzere Filistin halkının haklarını almak için çalışan bir siyasi partidir. Bugün siyonist işgale karşı meşru mücadelesini yürütme kararlılığını vurgularken FHKC aynı zamanda Amerikan halkına karşı olmadığını ve hiçbir zaman olamayacağını, Amerikan halkına karşı düşmanca duygular taşımadığını da ilân etmektedir. Doğru olan FHKC’nin ABD yönetiminin politikalarına ve onun İsrail işgalini kör koşulsuz olarak desteklemesine karşı çıkmasıdır. Buradan hiçbir biçimde Birleşik Devletler’in ya da başka sivil halkların Halk Cephesi’nin hedefi haline geleceği sonucu çıkmaz.” [FHKC]
FHKC açıklaması saldırının kınanması ve ABD halkının yanında olunduğu mesajıyla bitiyor.
Son derece açık. Sol söz konusu olduğunda 11 Eylül günü herkes sorumluluk duygusuyla hareket etmeliydi, herkes hesabını dikkate yapmalıydı. Ama dört özne bu açıdan daha özenli davranmak zorundaydı: ABD tarafından “terörist” ilan edilen Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile Filistinli ve Kolombiyalı devrimciler…
Bunlardan Filistin ve Küba’ya değinmiş olduk. Onların “ön tepki”lerinde şaşacak hiçbir şey olmadığını, suskunluk ya da “oh oldu” açıklamalarının siyasi ve etik açıdan bağışlanamaz olduğunun altını çizdik.
Şimdi ötesine geçebiliriz…
Ötesine geçerken tekrar etmek durumundayız. Dünya solu emperyalizmin yeni yayılmacı savaşlar için fırsat kolladığı bir sırada her türden kirli yöntemi meşrulaştıran, insanlığın korku-dehşet kuşatması içine sokulmasına neden olan, ideolojik siyasi ve sınıfsal ayrımların üzerinin örtülmesine yardımcı olan 11 Eylül saldırısının şu veya bu biçimde arkasında duramazdı, durmadı da.
Tekrardan sonra daha ayrıntılı bir değerlendirme yapabiliriz. Dünya solunun genel olarak “sağlıklı” dediğimiz tepkilerinin arka planında son derece karmaşık ideolojik eğilimler durmaktadır. Bu eğilimlerin zaman içerisinde oldukça farklı sonuçlar ortaya çıkaracağını bekleyebiliriz. Dolayısıyla 11 Eylül’de birbiriyle buluşur gibi yapan “sol”un değişik kesimleri, kısa bir süre içerisinde siyaset teori ve pratiğinde değişik yönlere doğru hareket edeceklerdir.
Bu doğal ama belli bir yönde baskı uygulanarak zayıflatılması gereken bir süreçtir. Dünya proletaryasının bugün en fazla ihtiyaç duyduğu şey temeli sağlam bir anti-emperyalist konumlanıştır. Bu konumlanışı zayıf düşürmemek ve bu konumlanış sayesinde “toplam”ı daha sağlıklı bir çizgiye çekmek için inatçı ve etkili bir ideolojik mücadele sürdürülmelidir.
Sözünü ettiğim ideolojik mücadelede ayaklarımızı yere sağlam basabilmek için, 11 Eylül’ün hemen ardından belirginleşen iki eğilimi iyi teşhis etmemiz gerekir. İki eğilimden bir tanesi çok açık ki “savaşa ve teröre karşı” gelişen harekettir. Özellikle Avrupa’da solun bir dizi kesimini ve “barış”çı oluşumları kapsayan bu hareketin, şu anda ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırganlığa karşı anlamlı bir kitleselliğe ulaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bugünkü koşullarda “eğilim”in birazdan değineceğim ideolojik-sınıfsal özelliklerinden bağımsız olarak “savaşa ve teröre karşı” gelişen hareket pozitif bir anlam taşımaktadır. Bugün anti-emperyalist mücadelenin kendisini daraltma lüksü kesinlikle yoktur ve “savaşa da teröre de karşıyız” söyleminin parçası olan özneler arasında sol gelenek açısından son derece kritik unsurlar olduğu açıktır.
“Savaşa ve teröre karşı” gelişen hareketin ideolojik açıdan anlaşılabilmesi için Türkiye’deki “ne şu-ne bu yaklaşımı” iyi bir araç olarak kullanılabilir. İyi bir marksist, 11 Eylül saldırılarını kınadıktan ve ABD emperyalizmini bunu bahane etmemesi konusunda uyardıktan sonra “savaşa ve teröre karşı durma”nın doğal olduğunu düşünemez. Tıpkı “darbeye de şeriata da karşıyız” yaklaşımında ısrarcı olan kimi solcularımızın yaptığı gibi, bu yaklaşım titizliğin değil, kendisini dışarıda tutma arayışının ürünüdür. Oysa siyaset dışarıda durarak değil, taraf olarak yapılır.
Seçilen örnekler taraf olunamayacak tarafların öne çıktığı karmaşık durumlardır ve burada yapılacak şey, pozitif anlamda yeni ve gerçek bir taraf olarak devreye girmektir. 28 Şubat gündeminde Sosyalist İktidar Partisi (SİP) “ne darbe ne şeriat” söyleminin yerine doğrusunun “darbeye ve şeriata geçit yok” olduğunu vurgular ve birincisinin kaçınılmaz olarak siyasetsizliğe ve verili taraflardan birisine koltuk değnekliği yapmaya evrileceğini belirtirken, ikincisinden somut ve bağımsız politikalar üretilebileceğinde ısrarcı olmuştu.
Aradan geçen süre zarfında SİP’in tercihinin haklılığı ortaya çıktı. “Canım ne farkı var” sorusunu soranlar bu soruyu sormaktan vaz geçtiler.
Şimdi benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Bugün “savaşa ve teröre karşı” gelişen hareketin kalkış noktası ile “emperyalizme ve gericiliğe karşı” gelişen hareketin kalkış noktası arasında çok ciddi bir ayrım vardır. Bu ayrım noktalarını keskinleştirmek gerekmiyor. Tam tersine bağları koparmadan son derece anlayışlı bir biçimde ilkini ikincisine evriltmek gibi bir görevimiz var.
Bu görevi yerine getirebilmek için daha derinlere inmek zorundayız. Bugün temel olarak ABD ve Avrupa’da ortaya çıkan “savaşa ve teröre karşı” hareketin içinde daha sağlıklı ve daha geri unsurlar olduğu açıktır. Yani karmaşık ve zengin bir bileşimden söz ediyoruz. Ancak bu zenginliği bir kenara koyarak, söz konusu hareketin baskın tonundan ya da ortalamasından söz ettiğimizde şunu görürüz: Tepkiler daha çok bir huzur arayışının ürünüdür.
İnsanların huzur-barış ortamı peşinde koşması anlaşılır bir şey. Ancak sınıf diliyle konuşacak olursak “huzur arayışı” gelişmiş kapitalist ülkelerde çok tipik bir orta-sınıf yaklaşımıdır. Savaşı ve terörü kimi kazanımların elden çıkmasına neden olacak “gereksiz”, “zararlı” olgular halinde yadsıyan orta-sınıfların son derece kaygan toplumsal ve ideolojik temellere sahip olduğunu elbette biliyorum. Buradaki değerlendirmem tamamen belli bir soyutlama düzeyine denk düşmektedir. Hareketin insani yönlerini, dünyadaki eşitsizliklere duyulan öfke ve kızgınlığı, ABD’ye dönük hiç tereddütsüz iyi ama eksikli olan tepkileri ve hareketin içindeki emekçi ağırlığı ihmal edilebilir bulmuyorum. Ancak bilinmelidir ki sağlıksız sonuçlara taşınabilecek bir orta-sınıf yaklaşımı ile karşı karşıyayız.
Savaşa ve teröre karşı durmak, “böyle şeyler hiç olmasa” demektir ve belli bir apolitizmi barındırır. Oysa dünyamızda emperyalizm, kapitalizm ve sınıf mücadelesi gibi olgular “gerçek”tirler, “var”dırlar. Savaş, ya da 11 Eylül’deki gibi çok kapsamlı sonuçlar doğuran eylemlerin ardından “gerçek”le yüzleşmek ve “gerçek” karşısında mümkün olduğunca “gerçek” bir konumlanış içine girmekte yarar vardır.
Komünist hareket bütün dünyada “böyle şeyler olmasa” duygusundan “bunlar şu şu nedenle oluyor” ve “bu bu şekilde böyle şeylerin nedenleri ortadan kaldırılabilir” bilincini açığa çıkartmak zorundadır. Dolayısıyla “savaşa ve teröre karşı” hareketin içindeki anti-emperyalist ya da anti-kapitalist unsurlar “savaşa ve teröre karşı” olmanın içini doldurmak yerine hareketi hızla anti-emperyalist bir eksene taşımak durumundadırlar.
Çünkü emperyalizmin açılımları “savaş”a muhtaçtır ama asla ondan ibaret değildir. Bugün uluslararası hukuk dönüştürülmekte, tek tek ülkelerde özgürlükler kısıtlanmakta, ekonomi cephesinde yoksullaştırıcı ve bağımlılaştırıcı adımlar atılmakta, enerji kaynakları üzerinde büyük tekellerin kontrolü sıkılaştırılmaktadır. Savaşa karşı mücadelenin yakıcılığı elbette tartışılmamalıdır, ancak bağlantı noktaları belirlenmeden saptanacak önceliklerin ters sonuçlar üreteceğini unutmak da olmaz.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle Avrupalı emperyalist ülkelerde toplumdaki “teröre yanıt verelim”cilerin oranı korkutucu derecede yüksektir. Afganistan’a dönük ABD saldırılarının ardından bu oranda gerileme başlamıştır, ancak bilinmelidir ki İtalya’da ya da Fransa’da “misilleme” yanlıları arasında komünist partilerin bir kısım seçmeni de bulunmaktadır. Bu partilerin politikalarını tartışmak bu yazının kapsamı içine girmiyor. Ne var ki örneğin Yugoslavya’ya dönük saldırılara onay veren en azından kayıtsız kalan bazı sol partilerin varolduğunu unutamayız. Kayıtsızlık ya da onayın arkasında yatan “orta sınıf” ideolojisinin pek “masum” olmadığını kavramamız gerekiyor.
“Savaşa ve teröre karşı” olursanız, bu adaletsiz dünyada adalet dağıtmaya kalkarsınız. Ve kalkış noktanız hep verili andır…
Şimdi ikinci bir eğilime değinmek gerekiyor. Yukarıda “savaşa ve teröre karşı” hareketi anti-emperyalist eksene çekmek gerektiğinden söz etmiştim. Bu, Avrupa ve ABD açısından geçerlidir. Doğuya doğru kaydıkça, “emperyalizme ve gericiliğe karşı” mücadele önem kazanmalıdır.
Çünkü gelişmiş kapitalist ülkelerde, egemen ideolojinin bir parçası kilisedir; hıristiyan gericiliğidir. Buna yahudiliğin malum etkisini de eklediğimizde oldukça güçlü bir “din” olgusu ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. İslamiyet ise, özellikle ABD’de karmaşık bir işleve sahiptir. Ezilen ya da dışlanan sınıf ve kesimlerin kurtuluşu islamda görmeleri nasıl bir olguysa, onların bu seçiminin sermaye sınıfı açısından hem tercih edilir, hem de önlem alınması gereken bir gelişme olarak değerlendirilmesi de bir olgudur. ABD dışına çıktığımızda Avrupa’daki göçmen işçilerin ya da sömürgelerden metropollere akan milyonların arasında doğal ve siyasal nedenlerle islami kimliği belirginleşmiş büyük kitleler vardır.
Anti-emperyalist karakteri zayıf bir ABD karşıtlığının, ya da sallanan bir savaş-terör karşıtlığının dışlanan ve daha yoksul kesimlere dönük gelişecek ırkçı, faşizan ya da “gerici” saldırılarından arınmış bu saldırılara kafa tutan bir “islami gericilik” hesaplaşması içine girmesi en azından şimdilik son derece güçtür.
Bilinmelidir ki, orta sınıf huzur arayışının bir parçası da, batı-doğu cepheleşmesinde taraf olmaktır. Kendi dışına “yazııık” diye bakmaya alışmış erosentrik ideolojinin etkisi altındaki milyonlarca işçi ve küçük burjuvanın bugün “ABD mi, islami terör mü tercih edilir” sorusunu sordukları ve bu soruya yanıt üretilmesini engelleyen bir formül olarak “savaşa ve teröre karşı” harekete katıldıkları gerçektir. Ancak ortada bir hassas denge vardır, bu dengeye dikkat edilmelidir.
Hıristiyan dininin egemen olduğu ülkelerde faaliyet gösteren komünist partilerinin islami gericiliğe karşı tavrı genellikle nettir. Bu netliğin sağlam ideolojik-sınıfsal köklere sahip olduğu örnekler de biliyoruz, yukarıdaki “denge”nin ürünü olan örnekler de. Ancak genel olarak bu ülkelerde solun anti-emperyalizmin yanına gericilik başlığını eklerken oturup düşünmelerinde yarar vardır.
Yarar vardır, çünkü bu başlıkta medeniyetler çatışması palavrasına hizmet etme tehlikesi söz konusudur. Örnek olsun, Rusya’daki bazı (son derece sağlıklı tepkiler veren özneleri unutmamak gerekiyor) komünist örgütler 11 Eylül’den hemen sonra, islami gericiliğin eski bazı Sovyet cumhuriyetlerinde hatta Rusya’daki faaliyetlerine dönük tepkilerin de yardımıyla ABD’nin misillemesine örtülü bir anlayış gösteren açıklamalar yapmışlardır. Bu iyi bir şey değildir.
Bu tehlikeli bir şeydir. Bu adalet dağıtmaya kalkmaktır. Bu adaletsiz dünyada hakim rolüne soyunmak solun yapacağı en son iştir.
Ancak sol, özellikle islami nüfusun yoğun olduğu bölgelerde gericilikle mücadele başlığını erteleyemez. Bunun bir sürü nedeni var. Gericilikle emperyalizm arasında bir karşıtlık olduğuna dair bir kanaatin dünya kamuoyunda pekişmesi gericilik ve emperyalizm kavramlarının unutulmasına yardımcı olur. Mesela savaş ve terör geçer bunların yerine!
Başka şeyler de olur… Birçok ülkede zaten geriye çekilmiş olan sosyalist alternatif yalnızca toplumsal değil, düşünsel ve siyasal düzlemde de likide olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Daha şimdiden bazı örgütler ve aydınlar “islamın mazlumların uyanışına hizmet eden bir tutkal” olabileceğini düşünmeye başlamışlardır.
Ancak en önemli konu, işçi sınıfının (en geri topraklar dahil olmak üzere) bir tarihsel özne olmaktan çıkartılmasıdır. İslami kodlamalar da emperyalist demagoji de “sınıf” kavramına en küçük bir hareket alanı bırakmamak için çaba gösteriyor. Zengin ve yoksul müslümanlar, zengin ve yoksul “uygar insan”lar…
Buna izin verilemez. Sol ideolojik referans noktalarına sadık kalmak zorundadır. Bu anlamda emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele Türkiye’de, İran’da, Pakistan’da, Afganistan’da ve zamanla Filistin’de büyük önem taşıyacaktır. Gericilik ve emperyalizmle mücadele geçici değil, kalıcı ve ilkesel bir konumlanıştır. Dolayısıyla ABD’ye cihat ilan etti diye su katılmamış bir gerici hareket olan Talibanlara arka çıkmak devletle derdi var diye sokağa inen gericilerle kolkola girmek ya da İran’daki gerici molla rejimini değiştirecek diye emperyalist müdahalelere kayıtsız kalmak solculuk değildir.
Aslında bu tutarsızlığın pragmatik bir dehanın ürünü olduğu da kuşkuludur. Tutarsızlık üzerinden bir şey olmuş “sol”a artık pek rastlanmamaktadır.
Bu başlıkta sağlıklı değerlendirmelerle, sağlıklı tepkilerle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Türkiye’de Sosyalist İktidar Partisi hiç tereddüt etmeden kendisinden bekleneni yaptı ve “emperyalizmle gericiliğe karşı mücadele”yi öne çıkarttı. Bunu yaparken hiç de soyut olmadı ve emperyalizmle gericilik arasındaki derin bağları sergilemeyi ihmal etmedi. Taliban’dan bir özgürlük savaşı üret-meye kalkanları da uyardı: Bunlar eli kanlı karşı-devrimcilerdir; ABD emperyalizmine karşı mücadelede onlara ihtiyacımız yok, tam tersine bu mücadelede onlar bizi zayıflatıyor gücümüzü ve itibarımızı yok ediyor!
Türkiye solunda bu tavır pek yaygın değil. Ancak bunun pek önemi yok.
İyi ki başka ülkelerde oldukça sağlıklı örneklerle karşılaşıyoruz.
Genel siyasi kimliğinden bağımsız olarak, şu anda sokaklarında darbeci faşistlerle gerici bir güruhun egemen olduğu bir ülkede kendi eylemlerini örgütlemeye çalışan Pakistan Emek Partisi (PEP) örnek gösterilebilir. 11 Eylül’de gerçekleşen türden eylemlerin ezilen insanların davasına nadiren yarayan bir politik yoğunlaşma yarattığını vurgulayan bu parti, genel sekreterlerinin açıklamasında emperyalizmle mücadelenin gericilikle mücadeleden kopartılamayacağını ısrarla vurguluyordu:
“Daha önce olduğu gibi şimdi de fanatik olan dinci fanatiklere karşı tutumunu değiştirme ihtiyacı duymayan bizleriz, Pakistan’ın sol güçleridir. ABD emperyalizmi dün de düşmanımızdı, bugün de öyle. Ancak dinci fanatikler için ABD 1980’lerdeki “cihad”larına büyük bir yardım kaynağıydı. Şimdi aynı ABD her ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken büyük Şeytan haline geldi. Pakistan Emek Partisi Pakistan emekçilerine ABD emperya-lizmine ve aynı zamanda bütün dünyada cihad adı altında terör politikalarıyla müslümanların yaşamı ile oynayan dinci fanatiklere karşı mücadeleyi yükseltme çağrısı yapmıştır.” [Pakistan Emek Partisi]
Ülke içinde gücü olmasa da ve tamamen anti-sovyetik bir geleneğe yaslansa da, kendisini Afganistan Komünist Partisi olarak adlandıran örgüt bile, ABD emperyalizmiyle mücadelenin bütün gerici örgütlere ve Taliban’a karşı mücadeleden ayrıştırılamayacağını ileri sürmekte, savaş ve işgal tehdidinin basıncında yanlış bir tutum almamayı becerebilmektedir.
Benzer bir tutum, son derece kritik bir ülke olan Hindistan’ın önemli politik gücü Hindistan Komünist Partisi (Marksist) için de geçerlidir. Pakistan’la ve ülke içindeki müslüman nüfus ile problemler yaşayan bu ülkede “islami gericilik” konusu son derece hassas bir başlıktır. Söz konusu parti, emperyalizmle mücadele ile gericilikle mücadele arasındaki bağların kopartılmaması için uyarılarda bulunurken, ABD emperyalizmine karşı dev gösterilere Hindu olmayan müslüman nüfustan emekçileri de çekmeye başlamıştır. Zaten Hindistan’daki her iki komünist partisine, bölgedeki önemli devrimci güç olan Hindistan emekçilerini temsilen çok fazla iş düşecektir.
Daha önce de vurguladığım gibi, Türkiye’de solun işi daha az önemde değildir. Tam tersine, müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu ve egemen sınıfı ABD çıkarları için yanıp tutuşan bir ülkede, solun nasıl bir siyasal ve toplumsal yer elde edeceği bölge açısından oldukça kritiktir.
Üstelik sol, bu kez ciddi avantajlara sahiptir. Sıralarsak, toplumdaki siyasal duyarlılık artışı -ki şubat kriziyle birlikte gündeme gelmiştir- mutlak bir avantajdır. Dinci gericiliğin ABD karşıtlığında soluksuz kalması, bu anlamda sahiplerine karşı daha sadık olması göreli bir avantajdır. Faşizmi her zaman besleyen milliyetçi-şoven yaklaşımların sarsıntı geçirmesi geçici bir avantajdır.
Nüfusun önemli bir bölümünün savaşa karşı olması ise yararlanılması ama mutlaka analiz edilmesi gereken bir avantajdır. Savaş istememe, ya da Türkiye’nin savaşa dahil olmasına dönük isteksizliğin ardında “islami dayanışma” dürtüsü vardır. Ama toplumda ortaya çıkan eğilim tek başına bununla açıklanamaz. Açıklanmamalıdır. Hatta daha fazla üzerinde durulması gereken, Türkiye’de insanların ilk kez gerçekten kendilerini düşünmeye başlamalarıdır. İnsanlar savaşın daha fazla işsizlik, daha fazla enflasyon, daha fazla açlık getireceğini sezmeye başlamışlardır. Bunu belki “borsa düşecek” basitliği ya da yanılsamasıyla hissetmektedirler, ama bu da önemlidir. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede huzur arayışı bencilce içe kapanıklığa hizmet edeceği gibi, kolektif davranma eğilimlerini de güçlendirebilir. Açıkçası sol, bunu zorlamalıdır.
Türkiye’deki huzur arayışı ile İtalya’daki huzur arayışı, birbirinden köklü şekilde ayrılmaktadır. Türkiye’de emekçilerin bugüne tutunma olanakları son derece zayıftır.
Sol bunu değerlendirmeli ve acele etmelidir.
Emperyalist dünyada neler oluyor?
Solun ne yaptığı kadar emperyalist dünyada neler olduğu da büyük önem taşıyor. Zaten bu dünyada neler olduğunu iyi kavramadan ne yapılabilir ki?
Başından beri emperyalist odaklar arasındaki çekişmelere bel bağlanmaması gerektiğini yazıyoruz. Bunu emperyalist odaklar arasında çekişme, rekabet hatta çatışma olasılığı olmadığı için yapmıyoruz. Çelişkisiz ve uyumlu bir emperyalist dünya olmaz. Emperyalizmin tanımında, daha doğru bir ifadeyle doğasında çelişki var.
Bu çelişkiyi gözlemek, bu çelişkinin ortaya çıkaracağı olanakları veya tehlikeleri öngörmek ile, stratejiyi bu çelişkiler üzerine kurmak farklı şeylerdir. Bizim söylediğimiz açıktır: Dünyanın hiçbir yerinde bir komünist hareket siyasetini emperyalist odaklardan birisinin diğerini dengeleyeceği ya da alt edeceği beklentisine endekslememelidir.
Bu beklenti yalnızca yanıltmaz, aynı zamanda öldürücü sonuçlar da doğurur.
Bu “standart”ı hatırlattıktan sonra, bugün ortaya çıkan gelişmeleri anlamaya çalışabiliriz. Bazı zorluklarla karşı karşıya olduğumuz açıktır, çünkü henüz sadece yakın gelecekte tersine dönüşebilecek eğilimlerden söz edebiliriz, ayrıca hangi veriler demetini elimizde tutacağımızı belirlemek de bir hayli güç.
Böylesi durumlarda ihtiyatlı olmakta yarar vardır. Siyasetsizleşmeden “öyle de olur böyle de” kolaycılığına düşmeden, soğukkanlı bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor.
Öncelikle bir konuda anlaşmak gerekiyor. 11 Eylül’den sonra ABD güçler dengesine son derece ciddi bir müdahale yapmıştır. Bunun sonuçlarının altından kalkıp kalkamayacağı elbette önemsenmesi gereken bir sorudur, ancak bu sorunun meşruluğu bizi rahatlatamaz.
Durum hiç de rahatlatıcı değildir.
Savaş başlamıştır. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi aralıksız bombalanmaktadır. ABD başka ülkelere de saldırabileceği tehdidini özgürce savurmaktadır. ABD halkı bir kez daha aptallaştırıcı bir şokla karşı karşıyadır. Bu ülkede milliyetçi, ırkçı eğilimler artmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde halk terörize edilmiştir. ABD’de yayınlanan günlük gazetelerde “Üçüncü Dünya Savaşı”, “Savaşa şans ver”, “Nükleer silah kullanalım” başlıkları atılmaktadır. “Güvenlik-özgürlük ikilemi” diye diye en temel demokratik haklar elden alınmaktadır. Washington’un “ya bendensin ya onlardan” dayatmasına kafa tutan pek az ülke vardır. 10 Eylül günü hiç hesapta olmayan, ama ABD planlarında hep hep mevcut olan bazı stratejik noktalarda ABD asker ve uçakları konuşlanmıştır. Bütün kapitalist ülkeler oportünist açılımlar için fırsat kollamaktadır. Bizim ülkemiz söz konusu olduğunda İncirlik filan derken, her tarafımızı ABD uçak ve askerlerine açan kararlar alınmış, sözde ulusal çıkarları savunmak üzere savaşa asker yollamanın önü tamamen temiz-lenmiştir.
Liste uzatılabilir. Bu listeye karşı ABD ve genel olarak emperyalizmin zayıf noktalarının da belirginleştiğini söylemek yetmez ve gereksizdir. Bu zayıf noktalara yüklenmek, bu zayıf noktalar üzerinden devrimci siyaset yapabilmek için, nasıl bir dönemden geçtiğimizi algılamamız gerekir. Saçma sapan beklentilerle topluma iyimserlik değil, aptallık aşılarsınız.
Bu tıpkı emperyalist savaşlara yaklaşımımız gibidir. Her iki dünya savaşından da sosyalizm güçlenerek çıkmıştır. Bu sonuca bakarak yeni bir dünya savaşını arzulamak veya tercih etmek son derece saçmadır. Benzer bir mantıkla, ülkemizde on yılda bir darbe yapan askerlerin 1990 ve 2000 yılını neden pas geçtiklerini de sorgulamaya başlamak, daha olmadı dilekçe vermek gerekir. Oysa biz onların muhtırasını beklemeden halkın muhtırasını vermek yanlısıyız!
Bunları geçelim. İnsanlığın üstündeki kara bulutlarla alay etmek olmaz. Mücadeleye çağrı için kullanılacak argümanlardan birisi elbette bu kara bulutlardır. Emperyalizmin ve kapita-lizmin yenileceğini, yenilmeye mahkum olduğunu söylemek için onun yenilmesi gerektiğini de anlatmak gerekmektedir. Ve onun asla kendi kendine ya da kendi iç çelişkileriyle yenilmeyeceğini anlatmak…
Kendi iç çelişkileri… Evet bu cephede ne oluyor?
En önemli kısmından başlamak istiyorum. Bugün ABD’nin attığı adımlar iki nedenle diğer emperyalist ülkeler tarafından desteklenmektedir. Birincisi; diğer emperyalist ülkeler ideolojik, ekonomik ve siyasi nedenlerle bu başlıkta ABD’nin karşısına geçme olanağına sahip değildirler. İkinci neden, daha önemsiz değildir. Bugün ABD’nin adımları, başka emperyalist odakların elinde olan ya da onların iddialı olduğu bazı bölgeleri hedeflememektedir. Hiç kuşku yok, söz konusu bölgede üç Avrupalı emperyalist ülkenin belli hesapları vardır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu hesaplar gerek bölgenin iç dinamikleri, gerek Sovyetler sonrası Rusya’nın özgün durumu, gerekse ABD politikaları nedeniyle dondurulmuştur.
Emperyalistler arası rekabette çelişkileri çatışmaya evrilten şey her zaman için statükodan yana olanlarla revizyondan yana olanlar arasındaki kutuplaşmadır. Oysa bugün bütün emperyalist aktörler belli bir revizyondan yanadır. Dünya kapitalizmi bazı bölgelerdeki tıkanmayı açmadan yoluna devam edemeyecektir. Yakın geçmişte güçleri yetmediği, ya da birbirlerine çelme takmaktan açılım geliştirmeye olanak bulamadıkları için doldurulamayan bazı boşlukları gündeme alma kararı 11 Eylül’de alınmamıştır. Gerek ABD, gerekse AB ülkeleri uzun bir süredir Kafkasya, Ortadoğu ve genel olarak Asya’daki bazı tıkanma noktalarına müdahale etme konusunda görüş birliğine sahiplerdi.
Görüş birliğinin ille de masabaşı planlamaya dökülmesi gerekmemektedir. Ancak son bir-birbuçuk yıl boyunca G-7 toplantılarından Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) zirvelerine varıncaya kadar bir dizi emperyalist kurumda “tıkanma noktaları” gündeme gelmiş, hatta özel olarak Afganistan’a işaret edilmişti.
Bu anlamda Afganistan 11 Eylül olsun olmasın hedef alınacaktı.
Çünkü Afganistan Kafkas petrollerini ama yalnızca Kafkas petrollerini değil, bölgenin stratejik önemini güneye bağlayan kritik bir ülkeydi. ABD 1990’ların ortalarında terk ettiği bu ülkede yeniden inisiyatif alırken, bölge çapında yeni bir düzenlemeyi de gündeme getirmiş oluyordu.
Bu kadarıyla ABD’nin açılımı Avrupalı emperyalistlerle örtüşmektedir. Çünkü dünyada bazı tıkanma noktalarını kapitalizm adına açacak olan ya da açma işlemine öncülük edecek olan tek güç hala ABD’dir. Bu işlemin kendisi değil ayrıntılarına dönük çe-kincelere sahip olan Avrupalı emperyalistlerle ABD arasındaki çelişkiler, tıkanmanın açılmasıyla birlikte ortaya çıkacak potansiyelin bugünden nasıl paylaşılacağında odaklanmaktadır.
Buradan büyük bir hesaplaşma çıkmaz. Ancak, daha sonraki büyük hesaplaşmaları besleyebilecek yeni dinamikler çıkabilir.
Bu nedenle ABD’nin tekrar yanına çekmek istediği cunta Pakistanı’nı Avrupalı ülkeler aniden kollama ihtiyacı duymuşlardır. Eylül ayının sonlarında 13 ülkenin Pakistan’ın borçlarını erteleme kararı alması yalnızca bu ülkeyi ABD’ye kaptırma kaygısının ürünü değildir. Bu ülkeler arasında bulunan Almanya Fransa ve İngiltere ABD’nin başlattığı “açılım”dan yararlanacak emperyalist ülkelerdir. Dahası birkaç yıl önce ABD’den kriz armağanı alan “üçüncü” odak Japonya da Pakistan’a 40 milyon dolar hibe ederken benzer saiklerle hareket etmiştir. Bu rakamın ABD’nin verdiği bahşişten az olması ise elbette kural gereğidir!
Başka örnekler de verilebilir. Ancak sürekli olarak ABD ile diğer emperyalist veya kapitalist ülkeler arasındaki çelişkilerin derinleşmesini beklemeye çalışmanın sol açısından siyasetsizlik anlamına geleceği açıktır. Çünkü bu beklenti temel ve baskın olan ile tali olan arasındaki ayrımları fark edememe sonucu doğurur. Türkiye’nin sağını solunu ABD çıkarlarına açıp sonra “ulusal çıkarlarımızı zedelemeyin” şerhini koyması sol siyaset açısından ne anlama gelir İngiltere’nin yoksul ülkeleri bombalayan ikincil aktör rolünü oynadıktan sonra “biz Irak’ta yokuz” demesi; Fransa’nın “ABD saldırsın” açıklamasına “ama siviller ölmesin” ekini yapması; Almanya’nın “ABD’yi sonuna kadar destekliyoruz” ilânından sonra iki-üç günlük suskunluk dönemlerine girmesi; Rusya’nın “ABD’yi anlıyoruz” politikasını “bölgede yerleşik ABD askeri istemiyoruz”la dengelemesi…
Bunların hiç önemi olmadığını söylemiyorum. Ama bu tür dengeleyici politikaları pertavsızla ararken “şaşı” ve “şaşkın” hale düşüleceğinden korkuyorum. Oysa bugün Rus komünistinin Putin’i “ne güzel dengeledin” diye arkalayacağına onu karşısına alıp “hain” demesi gerekir. Başka türlüsü mümkün mü? Avrupalılar’ın “haydi Fransa emperyalist çıkarlarına daha çok sahip çık” diye politika yürütmesi düşünülebilir mi? Veya bizim Almanya’dan ABD emperyalizmine “dur” demesini beklememiz, ülkemizdeki yönetime de “ulusal çıkarlarımızı zedelememe sözü vermiştin, hadi bakalım onu yerine getir” diye ricacı olmamız?
Herhangi bir çelişki ya da gerilimi ihmal edelim, gözlerimizi kapatalım demiyorum. Ancak gerek analiz düzeyinde, gerekse siyasal düzeyde dikkatli davranmak gerekiyor. Bugün emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, örnek olsun 1930’larda başlayan ve sırasıyla faşizm-savaşla devam eden rekabetten farklıdır.
Emperyalist ülkeler şimdilik hareket ettiklerinde birbirlerini ezmek zorunda değiller. Evet bugün Balkanlar’da büyük bir rekabet var ama bu rekabetten daha önemli olan, yeni alanların emperyalist yağmaya açılması konusundaki kutsal ittifaktır. Almanya, Orta ve Doğu Avrupa’daki birçok noktayı denetimine almıştır ama Bosna ve Bulgaristan’da ABD’nin koyduğu ağırlığı kabullenmiştir. Makedonya’da ise, ABD’nin Almanya lehine geriye çekildiğini görüyoruz. Bütün bu işlemler gerilimsiz ya da sancısız olmuyor ama şu anda baskın eğilim emperyalistler arasındaki işbirliğidir. Bu işbirliğinin ABD’nin mi Avrupa’nın mı lehine geliştiği sorusundan daha öncelikli olan, emperyalizmin dünya halklarının aleyhine ilerleyişidir. Bu ilerleyiş durdurulmalıdır.
Bu ilerleyişin durdurulması için yürütülecek mücadelede şu bilinmelidir: ABD emperyalizmi ve diğer suç ortakları, sanıldığı gibi hesapsız kitapsız iş yapmamaktadır. Onlara ne mutlak akıl (kapitalizm akıl dışıdır) yakıştırabiliriz, ne de sermayenin mantığının çılgınlıktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün dünya solu “ABD aptalca işler yapsa da çarşafa dolansa” beklentisinden çıkmalıdır. Her şeyden önce ABD’nin yapacağı aptalca işler, insanlığın bir bölgedeki yıkımı anlamına gelebilir, uzun vadede ABD emperyalizmini zayıflatsa, hatta yok edilebilir hale getirse de… Buna ek olarak siyasi hesaplarımızı ABD emperyalizminin kontrolden çıktığı üzerine yapmak gibi bir hatadan da uzak durmamız gereki-yor. Az önce Afganistan’ın tercih edilmesinin son derece planlı bir gelişme olduğunu hatırlatmıştım. Beyaz Saray’ın her gün bir başka yetkilinin ağzından “başka yerleri de vururuz” diye tehditler savurması da bu planın bir parçası. Bu planlanmasa her taraftan “Irak’a saldırı koalisyonu bozar” sesleri çıkarken en önemli bakanlardan birisinin “gerekirse Suriye’yi de vururuz” açıklaması gelir miydi? ABD vatandaşları aptallaştırılmıştır, dünyanın en salak yöneticileri oradan çıkar ama bütün bunların dizginlenmeyen bir öfkenin ürünü olduğunu düşünmek de bizim cephe-mizden bir aptallık olur.
Bakın, ABD Savunma Bakanı 60 ülkenin terörizmle öyle ya da böyle bağlantılı olduğunu açıkladı. Bu son derece sistematik bir propaganda. Amaçlanan, Afganistan operasyonuna karşı çıkışları azaltmak, bütün ülkeleri ABD’yle olan problemlerini çözmeye zorlamak, onları ödül-ceza ikilemine sokmak ve olası yeni ABD saldırılarına karşı gelecek tepkileri önceden kestirmek…
ABD’nin bir stratejisi var. Bu strateji, Kafkasları istikrarsızlaştırmak, bu bölgede askeri olarak varolmak, eski Orta Asya Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki etkisini artırmak, İran’ı yavaş yavaş sisteme entegre etmek, Irak’ı parçalamak…
Bunlar veri. Bu veriler karşısında diğer emperyalist ve kapitalist ülkeler mümkün olan en fazla şeyi almak için çaba gösteriyorlar. Bilinen örnekleri tekrarlamaya gerek yok. Çeçenistan’da Rusya’nın, Balkanlar’da Almanya’nın, Uygur bölgesinde Çin’in, nükleer silahlanmada Pakistan ve Hindistan’ın yeni inisiyatifler peşinde koşmaları ile ABD’nin stratejisi arasında belli bir uyum var. Bu uyumun sürekli olacağını düşünmek ne kadar yanlışsa, yakın gelecekte ABD’nin dünya halklarının dışında bazı güçler tarafından kuşatılacağını düşünmek de o kadar yanlış olacaktır. Evet ABD, Rusya’nın Çeçenistan’daki sorunlarını çözmesine göz yumacaktır, bu bir bedeldir. Özbekistan’a ABD askerinin çıkması için ödenen bir bedel. Başka yerlerde de yazdığım gibi bu ve benzer bedellerin “genel stratejik” hesaplarla karşı karşıya gelecek bir süreci başlattığı açıktır. Ancak bu sürecin henüz başlarında olduğumuzu bilelim. Ayrıca bu sürece değil, emekçi sınıfların mücadelesine güvenelim. Çünkü Chirac Fransası’ndan, Putin Rusyası’ndan, Schroeder Almanyası’ndan insanlığa zerre kadar hayır gelmez. Onlar ABD emperyalizmiyle karşı karşıya geldiklerinde bile faturayı işçi sınıfına yoksullara çıkartacak bir düzenin üstünde oturuyorlar…
Tıpkı bizimkiler; Ecevit, Sezer vb. gibi…