Sosyalist Politika’nın (SP) yayınladığı son bülten, Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ile bir yol ayrımına geldiğinizi gösteriyor. Bu konumunuzun gerekçelerini de aynı bültende açıklıyorsunuz. Sizce ÖDP neden başarısız oldu?
Sosyalist Politika yaklaşık 6 yıl ÖDP’de yeraldı. Kuruluş döneminde ÖDP’de yeralırken birkaç tespiti vardı. Bir kere, Türkiye’de sosyalist solun verili an için mümkün olan en geniş birliğiyle siyaseti zorlamanın belirli kanalları açabileceği düşünülmüştü.
İkincisi, farklı geleneklerden gelen sosyalistlerin aynı örgüt çatısı altındaki birarada oluşlarının belirli bir sinerji (pozitif) yaratabileceği varsayılıyordu. Nihayet, Sosyalist Politika’nın genç unsurlarının, böyle bir havuz içinde hem dışa dönük hem de parti içi yaşama ilişkin değerli deneyimler kazanabilecekleri öngörülmüştü.
Bu gerekçelerden söz etmemin nedeni şu: Sosyalist Politika, başka pek çok kesim ve gruptan farklı olarak, “sosyalizmi baştan keşfetme”, “sıfır noktasından yeni bir deney başlatma” ya da örneğin “21. yüzyıl sosyalizmi” gibi gerekçelerle ÖDP’de yer almamıştı. Üstelik, ÖDP’nin “sonuncu köy” olduğunu, bu deney de başarısız olursa “yapacak bir şey kalmayacağını” hiç düşünmemiştir ve bugün de düşünmemektedir.
Gelelim ÖDP’nin neden başarısız olduğuna. Bize göre bunun birkaç temel nedeni var: Bir kere ÖDP hiçbir zaman temel bir politik doğrultuya sahip olamamış, güncel ya da reel politika adına hep konjonktürel siyasal olgu ve gelişmelere yüklenerek yol alabileceğini düşünmüştür. Böyle bir politika tarzı ise tam anlamıyla ters tepip bu kez partinin kendi üyelerini depolitize etmiştir.
İkinci neden ise “çoğulcu” parti anlayışına dayanmaktadır. Partinin kendisinin temel bir politik hattı bulunmayınca, ortaya çıkan, farklı grupların siyaset anlayışlarının ve önceliklerinin “ağırlıklı ortalaması” olmuştur. Kimseye haksızlık etmek istemiyorum; ama ÖDP’de dünyaya, Türkiye’ye, olası siyasal gelişmelere, sol hareketin temel sorunlarına ilişkin düşünce ve tartışma ortamı hiçbir zaman olmamıştır. Bunun dayatmacılıkla, despotlukla, çoğunluk tahakkümüyle falan ilgisi yoktur. İnsanlar “sokak”, “eylem”, “güncel siyaset”, “kitlelerin verili andaki nabzı” gibi gerekçelerle temel politik hattı ortaya çıkarabilecek süreçlerden hep uzak durmuşlardır.
Ama sanırım çok daha belirleyici olan şu: ÖDP kurulurken “birlik” olgusu fetişleştirilmişti. Birlik yüceltiliyor, başka her konu birlik temasının ardına atılıyor, “aman birlik bozulmasın” kaygısıyla ciddi ne varsa ondan uzak duruluyordu. Sonra, birliğin kendi başına pek fazla şey getirmediği görülünce, yani birlik fetişizminden uzaklaşıldıkça, bu kez de “inceldiği yerden kopsun” anlayışı egemen oldu. Parti yaklaşık son 1-2 yıl içinde bu havadadır ve sözcüğün tam anlamıyla atıl durumdadır.
Kuşkusuz bu tür tespitleri SP dışında yapanlar da vardır. SP’nin bu kişi ve kesimlerden farkı, ÖDP’deki mevcut durumun yeni bir yapılanma ve hamle ile aşılabileceğine artık hiç inanmamasıdır.
“Birlik fetişizmi” dediniz. Bu SP’nin bundan böyle ortada “birlik” kapsamında herhangi bir görev görmediği, bu defteri tamamen kapattığı anlamına mı geliyor?
Tam öyle değil. SP için kapanan defter, “benzemezlerin birliği” diyebileceğimiz, önce 90’ların başında Kuruçeşme/BTDK ile denenen, sonra 1996’da ÖDP ile fiilen ortaya çıkan birliktir. Yani kapanan, elmalarla armutların birliği dönemidir. Bunun dışında, örneğin Amasya, Starking, Golden elmaları ve ayrıca ekşi elmalar pekala biraraya gelebilirler ve bence gelmeleri de gerekir.
Bu durumda, Türkiye’de sosyalizmin önünü açacak anahtarı bir başka ölçekte olmak üzere gene “birlik”te görüyorsunuz?
Hayır. Hangi türde, kimler arasında olursa olsun, bence birlik artık kendi başına ön açacak, eşik atlattıracak, bu ölçüde belirleyici bir dinamik olamaz. Ama ortada bir gerçek var. Bugün Türkiye’de siyasal diriliğini koruyan, bir şeyler yapmaya çalışan, örgütlü ya da örgütsüz ama duyarlı ve mobilize edilebilecek insanların hepsini “sol nüfus” diye tanımlayalım. Bence, kendi başına sıçratıcı bir gelişme olamasa bile, bu nüfusun kendi iç re-organizasyonunda yarar vardır.
Hassas bir nokta olduğundan biraz daha açmaya çalışayım. Bence bugün Türkiye’de sosyalist hareketin temel sorunu, demin sözünü ettiğim sol nüfus ile geniş emekçi kesimler arasında hemen hemen hiç rezonans bulunmamasıdır. Sosyalizme Türkiye’de eşik atlattıracak olan, belirli bir rezonansın öncüllerinin, sinyallerinin görülmesidir. Özetle, daha önce hiç solda olmamış, kendini sosyalist olarak nitelememiş yeni işçi ve emekçi önderlerle, gençlere ihtiyaç vardır.
Eğer temel sorun buysa, bu sorunun, sol nüfusun kendi iç re-organizasyonuyla çözümlenemeyeceğini peşinen görmek ve bilmek gerekiyor. Ama iç re-organizasyon gene de gereklidir; çünkü bugünkü dağınıklık gereksiz mesaiye, zaman kaybına, dağılmalara yol açmaktadır. O halde şöyle özetlenebilir: Sol nüfusun iç re-organizasyonu ve bu anlamda “birlik”, daha geniş kitlesel ilişki anlamında sola eşit atlattıracak bir dinamik değildir, olamaz; ama sosyalist solun asli görevine daha şevkle koyulması, gereksiz mesaiden kurtulması ve elini rahatlatması anlamında bu re-organizasyona hâlâ belirli bir değer biçmek gerekir.
Sözünü ettiğiniz anlamda bir re-organizasyon sürecine girildiğini, ya da farklı kesimlerin bu gerekliliği kabul ettiklerini varsayalım. Sürecin birtakım siyasal-ideolojik ön kabuller ya da anlaşmalar üzerine oturması gerekmiyor mu? Herhalde insanlar böyle bir sürece “biz galiba birbirimize benziyoruz, birbirimizi daha iyi anlıyoruz, hadi birlik olalım” diye yaklaşmayacaklardır. O zaman hangi temel ölçütler ya da ilkeler?
Bu yerinde bir soru. Ama, sorunun ayrıntılı ve bir anlamda “tüketici” yanıtının bugünden verilmesi mümkün görünmüyor. Gene de önemli kimi yaklaşımlar sıralanabilir.
Belki garip ya da “baştan bozucu” gibi gelecek ama, benim önerim, böyle bir sürece “amasız, fakatsız” net saptamalar ve tercihlerle başlanmalıdır. Yani, belirli tartışma konularını uykuya yatırmak, pek de belirgin olmayan nüansları unutmak yerine, tersine bunların üstüne üstüne gitmek gerekir. Bu, salt “olacaksa baştan sağlam olsun” kaygısının getirdiği bir gereklilik değildir. İç re-organizasyonu ya da herhangi bir başka re-organizasyonu bir yana bırakalım, solun şu ya da bu kesimi kendi başına bir çıkış yapmayı düşünüyorsa bile, bu tür netliklere ve kesin tercihlere gerek duyacaktır. Birkaç örnek vermeye çalışayım.
Örneğin bana göre bugün Türkiye’de sosyalist solun genel anlamda sol içinde belirli bir ağırlığa ulaşması, geniş kesimlere uzanması isteniyorsa, şunu çok iyi bilmek gerekir: Her “siyaset”, Türkiye’nin uluslararası planda nerede durduğuna ve nereye yöneldiğine; Türkiye toplumunun hangi özgül dinamikleri barındırdığına, insanların özel duyarlılıklarının nerelerde toplandığına vb. ilişkin tespit ve öngörülere, örneğin “genç Marx’la olgun Marx arasında bir kopuş olup olmadığı” ya da “Gramsci’nin nereye oturtulması gerektiği” gibi başlıklardan daha fazla önem ve öncelik vermek zorundadır. Özetle, dün, kuramdan ve tarihsel olandan kalkıp güncele yöneliyorduk; bugün ise güncelden kalkıp kurama ve tarihe göndermelerde bulunmamız gerekiyor.
İkincisi, artık sosyalistlerin, dillerini titreklikten kurtarıp mümkün olduğunca “ama”sız konuşmaları gereken bir dönem yaşıyoruz. Örneğin biz bir gerçekliği görüyoruz da, onu dillendirirken şu ya da bu öncülümüze halel gelmesin diye gördüğümüz gerçekliğin ardına bir “ama” ekliyoruz ve “ama”dan sonra sıra ortodoksluğumuzu göstermeye geliyor. Diyelim “küreselleşme karşıtı” hareketlere kuşkuyla yaklaştığımızı belirttikten sonra hemen bir “ama” ekleyip “enternasyonalizmi bugün de sahiplendiğimizi” belirtme gereği duyuyoruz. İşçi sınıfının yapısında ve bileşiminde ortaya çıkan değişiklikleri görüp söylüyoruz da, bundan sonra gene bir “ama” ekleyip sanayi proletaryasının önemini yeniden vurgulama yoluna gidiyoruz. Bu tür örnekler çoğaltılabilir.
Marksizmin son 15-20 yıl içinde uğradığı saldırılar, bu arada örneğin postmarksist yaklaşımların yaygınlaşması vb. sosyalistleri savunma ve sahiplenme konumuna itmiş olamaz mı?
Olabilir, ama bence artık bu dönemin kapatılması gerekir. Üstelik burada marksist ortodoksiden yan çizilmesi gerektiğini de söylemiyorum. Bana göre Marx, diyalektik ve tarihi materyalizmle, bu arada kapitalist topluma yönelik çözümlemeleriyle bugün de dimdik ayaktadır. Ama bir noktayı unutmayalım: Marx’ın bu önemli birikiminin somut siyasete projeksiyonu herhangi bir transformasyon olmadan mümkün değildir. Dahası, günümüzde etkili siyaset için ideolojiye her zamankinden daha fazla gerek olduğunu kabul ediyorsak, Marx’ın bize bilim ve yöntem verdiğini, ama ideoloji vermediğini de görmemiz gerekir.
Marksist ortodoksi dendiğinde, Türkiye ile ilgili önemli ve herkesin üstünde düşünmesi gereken bir başlık daha var. Bu başlık, Türkiye toplumunun doğu ile batı arasında nerede durduğuyla, bu bağlamda da Türkiye’deki devrimci marksistlerin ayaklarını nereye basmaları gerektiğiyle ilgili.
Çok kaba bir özet yapmak gerekirse, Türkiye toplumu (burada devletin, hükümetlerin, etkili kurumların politikalarından değil toplumdan söz ediyorum) doğulu, geleneksel, kültürel vb. özelliklerinden pek çoğunu koruyarak kendini Batı’ya yakıştıran, kendini orada gören bir toplumdur. Kimi aydınlar gibi, batılılığın ya da batıcılığın hep yukarıdan dayatıldığını, halkın bu yönelimleri hiç benimsemediğini hiç düşünmüyorum. 20’ler ve 30’lar için kimi zorlamalardan söz edilebilir; ama, özellikle 1950’den sonra Türkiye’de modernleşme toplumun kendi iç dinamikleriyle de yol almıştır. Ama ne kadar boyutlanırsa boyutlansın bu dinamikler Türkiye toplumunu kavramın tam karşılığıyla batılı bir toplum yapamamıştır, yapamayacaktır. Gelgelelim, Türkiye toplumunun büyük bölümü kendini “oraya” layık görmekte, kendini “öyle” tanımlamaktadır. Bu, edilgen bir kabulleniş değildir gene de. Söz konusu olan “size geleceğiz, ama genç nüfusumuzla, geleneklerimizle, dinimizle, kurbanımızla, kokoreçimizle, arabeskimizle geleceğiz ve size bunları kabul ettireceğiz” türü bir tavırdır. Ben bunun salt “yukarıdan” körüklenen bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Diyelim “toplumumuz” böyle, peki böyle bir toplumun marksisti nerede durmalı, ne yapmalı?
Oraya geliyorum. Ortodoksi konusunun netameli yanlarının ortaya çıktığı yerlerden biri de bu. Enternasyonalizmi ele alalım. Kendini çok fazla batılı sayan ya da ayağını hep Batı’ya basmak isteyen bir sosyalistin, bu konumunda ve enternasyonalizm bağlamında, her yıl parayı bastırıp şu ya da bu kentteki “küreselleşme karşıtı” gösteriye gitmesi; bütün mesaisini barış, demokrasi ve insan hakları meselelerine vermesi ya da Avrupa’nın Garbaçov artığı komünist partilerine öykünmesi kaçınılmazdır.
Diyelim, devrimcisiniz ve enternasyonalistsiniz, ama kendinizi ve toplumunuzu batılı saymıyorsunuz. O zaman ne yapacaksınız? Yapabileceğiniz tek şey vardır: ‘32-34 döneminin kadro hareketini yeniden günümüze uyarlamaya çalışırsınız; “mazlum ülkeler” diye bir enternasyonalist dayanışma kategorisi oluşturursunuz; Türkiye’nin ve örneğin Çin’in bu mazlum ülkelere önderlik edebilecek konumda olduğunu ileri sürersiniz. Tabii artık burada ulus-devlet ölçeğinde sınıf mücadelesi paradigması büsbütün ortadan kalkacaktır. Sınıfları, toplumsal kesimler ve üretim ilişkileri bağlamında, ulus devlet ölçeğinde tanımlamaktan vazgeçip, taraflarını ülkelerin oluşturdukları, bölüşüm ilişkileri bağlamında ve uluslararası planda tanımladığınız “sınıflardan” yola çıkarsınız.
Gelelim çözüme. Bana göre, “biz neredeyiz”, “Avrupalı mı yoksa doğulu muyuz” türü soruların bu çerçevede yanıtını aramanın anlamı yoktur. Yanıt, Türkiye denen bu ülkede sosyalizmin yolunun nasıl açılabileceğini, Türkiye’de sosyalizmin kuruluşunun nasıl, nereden başlayabileceğini düşünmektir. Bu yapıldığı ölçüde doğu-batı ikileminin geri planlara düştüğü görülecektir. Örneğin sınıflara yaklaşırken elbette marksist kavramları, çözümleme araçlarını kullanacaksınız ve sınıfın farklı kesimlerinin konumunu öyle tespit edeceksiniz. Bundan sonra, diyelim sınıfın şu ya da bu kesiminin siyasal ve kültürel yönelimlerinin diğerlerine göre belirgin bir farklılık gösterdiğini saptıyorsanız, bunun nedenleri konusunda artık Marx’a fazla baş vuramazsınız. Orada oturup kendi özgün çözümleme ve değerlendirmenizi yapmanız gerekir. Sınıfın nesnel konumuna ilişkin yaklaşımlarda fazla marksçı (ya da batılı) olmanın bir sakıncası yoktur; ancak, sınıfın verili siyasal, kültürel tercihlerini araştırıyorsanız, bu kez Batı’daki örnekleri bir süre unutup ülkenin özgül gerçekliklerine eğilmeniz gerekir. Üstelik bu özgül durumların sizi mutlaka Doğu’ya yöneltmesi de gerekmez. Göreceğiniz, batılı kavram ve yöntemlerle tespit edeceğiniz nesnel sınıf konumlarının, bize özgü (biraz doğulu, biraz batılı) siyasal ve kültürel tercihlerle eklemlenmişliği olacaktır. Burada da fazla batılı olursanız, bu kez “bu sınıf neden insan hakları ve demokrasi konularına pek sahiplenmiyor” diye düşünüp işin içinden çıkamazsınız.
Bu konular açılmışken, içinde yer aldığınız “Sol Meclis”e de değinebiliriz. “Sol Meclis” sizce ne yapmalı? Nasıl yol almalı? “Sol Meclis”ten beklentileriniz neler?
Sol Meclis henüz çok yeni bir deneyim. İlk toplantısını kısa bir süre önce yaptı. Bu toplantıdan kalkarak geleceği hakkında çok kesin yargılarda bulunmak pek mümkün görünmüyor. Gene de, bu konuda birkaç noktayı belirtmekte yarar görüyorum.
Bir kere, kendi adıma doğal olarak Sol Meclis’in işlevleri ile, daha önce dile getirmeye çalıştığım gereklilikler ve zorunluluklar arasında bir örtüşme olsun isterim. Yani Sol Meclis, verili siyasal yapılanmalar içinde gündeme getirilmesi çeşitli nedenlerle daha güç olan, oysa siyasetin önünü açma, ki buna sosyalistlere daha gelişkin bir ideolojik-siyasal kimlik kazandırma da dahildir, anlamında çok büyük önem taşıyan konuları ele alıp bu konularda ürün vermelidir.
Bileşimi açısından bakıldığında Sol Meclis’in fantezi üretmesi beklenemez. Burası iyi, ama Sol Meclis bence mevcut siyasal duyarlılıklar açısından “netameli” ya da “sorun çıkarıcı” gibi görünen konulara da el atmalı, bu konularda gerekiyorsa ezber bozmalıdır. Sol Meclis’in belirlenen ilkelerini kabul ettiğim için elbette bu ilkelerden söz etmiyorum. Ancak, bu ilkeler ya da başlıklar biraz daha açımlandığında, tartışmaya değer pek çok nokta ortaya çıkacaktır. Sol Meclis işte bunların üzerine yürümelidir.
Bu çerçevede, Sol Meclis’in, Türkiye solundaki çok farklı, siyasal anlamda biraraya gelinmesi mümkün görünmeyen kesimleri de etkileyecek bir üretime yönelmesi benim tercihimdir. Sol Meclis herhalde, zaten belirli ortaklıkları olan, Türkiye solunun son 20-30 yılında birbirlerinden çok da aykırı yerlere düşmemiş insanlar biraraya gelip birbirlerini güzellesinler ve dayanışsınlar diye düşünülmemiştir. Başka bir deyişle, Sol Meclis, etki alanı ile siyasal vizyon arasında bir açı olabileceğini kabul etmelidir: Daha önce sözünü ettiğim “iç re-organizasyonun” kapsamı daha dar düşünülebilir; ancak Sol Meclis’in kendi etki alanını bunun ötesinde, daha geniş kurgulaması gerekir.
Diyelim, bütün bunlar konusunda üç aşağı beş yukarı anlaşıldı.
İş burada bitmiyor. Yapısından ve bileşiminden bağımsız olarak, Sol Meclis’i bekleyen birkaç nesnel risk var bence.
Bu risklerden birincisi, Sol Meclis’in ele aldığı, tartıştığı ve ürettiği konuları gereğinden fazla çeşitlendirmesi, bu anlamda teknisist birimlerin topluluğu haline gelmesidir. Karşı uçta yer alan diğer risk ise, Sol Meclis’in araştırma ve üretim alanından kopup adeta bir siyasal parti gibi davranacak ölçüde güncelci-politize olmasıdır.
Bana kalırsa, bu risklerden ikincisi Sol Meclis’i bir süre sonra dağıtır. Birincisi ise bir dağılmaya yol açmasa bile, birimlerin birbirlerinden kopmalarına, ortak üretimde bulunamamalarına, ortaya konulan ürünleri hep birlikte tartışamamalarına yol açar ve bu da bir tür “sönümlenme” anlamına gelir.
Kuşkusuz, burada adı üstünde birtakım risklerden söz ediyorum. Şu anda bunlardan birinin ya da ötekinin gündemde olduğuna ilişkin hiçbir verim ve yargım yok. Yalnızca bu konularda dikkatli olunması gerektiğini belirtmek istiyorum, o kadar.
Sonuçta, Sol Meclis’in geleceği, grup, parti vb. aidiyetlerinden bağımsız olarak bu meclisin üyelerinin elindedir. Bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum: Sol Meclis’in kendisinden beklenen işlevleri yerine getirmesi halinde ortaya çıkan ürünler, solun bütününü etkileyecek, bu bütün içinde ise, etkilemenin ötesinde belirli kesimlerin önünü açacaktır.