11 Kasım günü Sosyalist İktidar Partisi’nin (SİP) Olağanüstü Kongre ile Türkiye Komünist Partisi adını benimsemesi gerek Kongrede ve sonrasında yaptığımız konuşmalarda gerekse kimi yayın organlarında yazılı olarak ele alındı. 1993’ten 2001’e yani sekiz yıl boyunca SİP’in “İ”sini doğru telaffuz etmeyi başaramayan günlük basın bile bu kez verdiği haberlerin kontrollü kısalığına karşılık meselenin özünü karıştırmamayı başardı.
Gelenek’te bu açımlamaya devam etmek istiyorum. Başlarken kimi uyarılarda bulunarak…
Türkiye solunun tarihinde bir süre TKP çatısı altında sonra çeşitli partiler örgütler giderek farklı parti ve örgütleri kapsayan belli başlı kanallar halinde bir bölünmüşlük yaşandı. Bu bölünmüşlüğün tarihsel bir vaka olarak yeri ile bugünkü mücadele üzerindeki etkisi iki farklı olgudur. Bu yazıda esasen tarihin bugünkü mücadele ve soldaki yapılanma üzerindeki etkileriyle ilgileniyorum.
İkinci olarak bu yazının polemik amacı yoktur. Şu günlerde polemik kaçınılmaz olarak solda bize TKP adını yakıştıramayanlara doğru yönelecektir. Her şeyden önce bu son derece yersiz olur. 2001 sonlarında solun içine dönüp siyasette patent ya da tapu kaydı olamayacağını dünyanın hiçbir komünist partisinin komünistler arasında referandum yoluyla kurulmadığını anlatmanın bize yakıştıramadıkları adı yıllardır neden ölmeye yatırdıklarını sormanın herhangi bir verimi yok. Bizim konumuz da işimiz de başka… Zamanımız daha değerli.
Ancak TKP açılımı solda bir dönemin kapanışına da denk düşmektedir. Neyin kapandığı olası gelişmelerin ne yönde olacağı gibi tartışmalar polemik sözcüğünün dar değil geniş anlamına denk düşmektedir.
Son olarak hem Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel momentin analizini bu yazıya sığdırmak mümkün olmadığından hem de bu yöndeki çabamızın teorik ve ideolojik üretimimizin önemli bir ağırlığını oluşturması nedeniyle tekrarlara düşmek kaçınılmaz olacağından bu açıdan da bir sınır çizmekte yarar var. Bu yazı içinde bulunduğumuz dönemin solun toplumsallaşması ve kitleselleşmesi için çok elverişli olduğunu “varsaymaktadır”. Açıklama yerine bu varsayımla yetinilmesinden kaynaklanacak kısıtların mazur görülmesini diliyorum.
Düzende bir perde sonu
Türkiye kapitalizminin istersek 1990’ların ortalarından bu yana gelen restorasyon sürecini istersek 1960’ların sonlarında başlayan gericileşme sürecini ele alalım aynı derse varıyoruz: Düzen “oyunun bir perdesini” kapatmaktadır.
1960’larda burjuvazinin el yordamıyla bulduğu ama belli bir ekonomik siyasal sosyal kültürel yönelişi ifade eden sürecin -atsan atılmaz satsan satılmaz- bir ayağı da işçi sınıfı ve sol idi. 1965’i izleyen birkaç hızlı yıl içerisinde işçi sınıfının aldığı mesafeden ve soldan bunalan burjuvazi bu ayakları budamaya yönelik stratejik hatta ilkesel bir karar almışa benzer. Burada kastettiğim düzenin devrimci tehditlere göstereceği direnç ile sınırlı değil. Devrimci tehditlerin yükselişi söz konusu olsun olmasın içinde bulunulan uluslararası siyasal ortam ile ülkenin iç dinamikleri ne derse desin Türkiye kapitalizminde alınan karar toplumsal koordinatların alabildiğine sağda sabitlenmesi yönündedir. Bu kararda düzenin yapısal zaafları ile burjuvazinin tarihsel paranoyalarını görmemek mümkün değil. Burjuvazi siyasal haritada belli bir hacmi dolduran bir sol-emekçi dinamiğini kontrol altında tutmak etkisini sınırlamak gibi işlerle uğraşacağına söz konusu sol bölmeyi mümkün olduğunca minik ve izole tutmak bu amaçla şiddet uygulamak tercihindedir.
Bana kalırsa bugün Türkiye burjuvazisinin hem bu siyaseti yer yer delinmektedir ama daha önemlisi yarım yüzyılı aşkın süredir peş peşe tekrar eden ve artık tutarlı bir dizge haline gelen tercihlerin oluşturduğu bir ağırlık söz konusudur. Gelinen noktada emekçi ve sol bir siyasal bölmenin reddi hem hayata geçirilemeyecek bir tutarsızlık anlamına gelecektir hem de öznel niyetler ne olursa olsun siyasetin mantığı gereği bu ret gerçekçi olmayacaktır.
Solun göstereceği direncin de hafife alınmaması gerektiğini eklemeliyim. Ama solun yalın haliyle bilek gücünü tartmaktan daha önemlisi siyasette karşı tarafı bağlayan bir açmazlar dizisinin kurulabilmesidir. Satranç çağrışımına başvurursak bugün burjuvazinin sola saldırı için kullanabileceği taşlarının birçoğu kendi şahıyla değilse de kale ya da veziriyle aynı hat üzerinde açmaza düşmüş durumdadır. Bunlar yerlerinden kıpırdatılamaz.
Düzenin tercihler dizgesi Avrupa ile entegrasyon biçiminde kodlanmış olmakla birlikte dışsal kaynaklarla sınırlı değildir. Böyle olsaydı egemen güçlerimizin dış siyaset parametrelerinden devşirecekleri başka silahları söz konusu olabilirdi. Ama mesele AB sürecinden çok ülkenin toplumsal kültürel siyasal ve ekonomik dokusuyla ilgilidir.
Açmaya çalışacağım; Türkiye burjuvazi anti-komünizm lokomotifine taktığı katarlarla 12 Mart darbesinden kontr-gerilla katliamlarına 12 Eylül’e dinci gericiliğin -bir ayağı Washington öteki ayağı Ortadoğu’nun şeriat yuvalarında- büyütülmesine faşizmin şişkinleşmesine… uzun bir yolculuk yapmıştır. Ortaya çıkan anti-komünist ve alabildiğine tutarlı bu yapılanma kapitalizmin kendi hareketi için ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını bile kurutmuştur. Türkiye burjuvazisi artık kentlerdeki yeni emekçi ve orta sınıf kalabalıklarını düzen içerisinde fonksiyon sahibi kılma yeteneğini yitirmiştir. Türkiye kapitalizmi kapitalizmle herhangi bir ciddi sorunu ve muhalefet geleneği olmayan kırsal sınıfları kendi istediği yönde dönüşümlere tabi tutamamaktadır. Türkiye kapitalizminin anti-komünist silahları birer basit mekanizma olmanın ötesine çoktan geçmiş ve toplumsal yapıda tarikatlardan küçük ve orta mülk sahibi sınıfların kültürel dünyalarına faşist ve ırkçı reflekslerden devletin her düzeyde bürokrasisine ideolojik belirsizliklere kadar ilginç dinamiklere ve tıkanıklıklara evrilmiştir. 1960’lardan yaklaşık 35 yıl sonra burjuva egemenliği bu sağ dinamiklerden ve bunların yol açtığı tıkanıklıklardan muzdariptir. Bu sorunlar burjuvazinin kendi has çocuklarıdır ve bu nedenle egemen güçler aşırı derecede hassasiyet yüklü ve tedirgin görünmektedir. Ama bu tedirginliklere ve denge arayışlarına karşın kesinlikle bir perdenin sonuna gelinmiştir.
Aynı zamanda düzenin burjuvazinin tahammül sınırlarını zorlayan ölçüde dejenerasyonu anlamına gelen bu süreç aslında 12 Eylül diktatörlüğü ile mantıksal nihai noktasına getirilmişti. Sonra temkinli yukarıdan bir liberal restorasyon süreci başlatılmaya niyet edilmişti ki bu kez burjuvazinin bir diğer hastalığı bölünme paranoyası kaşındı. Kürt hareketiyle birlikte Özalcı restorasyon olasılığının yerini komünizme karşı mücadele boyunca öğrenilmiş bütün derslerin dizginlerinden boşanarak hayata geçirildiği bir gericilik aldı. Susurluk kazasından bu yana tarikat ve çete diye kodlanan karşı-devrim yığınağı ve elbette bunların muadili ilan edilen Kürt hareketi önemsizleştirilmektedir.
Burada mükemmele yakın bir iç tutarlılık işlemiş burjuvazinin bu çok boyutlu yeniden yapılanma sürecinin 35 yılda şekillenen sınıfsal kompozisyonu sarsmaksızın yol almasının mümkün olmadığı görülmüştür. Türkiye burjuvazisi açısından restorasyonun bir ayağı da tekelleşme ve uluslararası sermaye ile birleşme eğilimidir.
Bu perde kapandıktan sonra Türkiye’de demokrasinin şafağının sökeceğini zannedenler yanılmaya ve yenilmeye mahkumlar. Liberal sol ve liberal Kürt hareketi bu hayalin peşinde yalpalayıp duruyor. Bizim sözünü ettiğimiz olgu ise başka. Restorasyon düzen için çok şiddetli sarsıntılar yaratıyor. Bu sarsıntıya dayanamayan yapıların şöyle ya da böyle doğrudan ya da dolaylı olarak sola karşı kurulmuş setlerle bağlantılı olması dikkat çekicidir. Gericilik setlerinin yıkılmasını bugün düzenin asıl karar alma mercileri fazla önemsemiyorlar ise yani 35 yıllık paradigmalarını değiştirdikleri anlaşılıyor ise bu kuşkusuz solun önemsenmemesi anlamına da gelmektedir. Türkiye burjuvazisi sola artık içerisinde oynayacağı bir “kum havuzu”nu layık görmektedir. Kum havuzundan çıkmak isteyene karşı eski cephaneliğin kullanılmaması için neden yoktur ama “pire için yorgan yakılmayacaktır!”
Özetle restorasyon mantığı aslında reel sosyalizmin çözülmesinden sonra Türkiye egemen güçlerinin ezberlerini değiştirme çabalarıyla son derece yakından ilişkilidir. Solun kum havuzundan çıkıp çıkamayacağı bir yana bundan daha önemlisi solun önündeki gericilik setlerinin kalkmakta olmasıdır. Bunun anlamı toplumun yüzünün sola dönmesinin mümkün hale gelmesidir. Bu sonuç Türkiye kapitalizminin serüveninde varılmış maddi bir konumdur. Gerisi sola kalır!
Gerisi sola kalır çünkü Türkiye kapitalizminin serüveni bir demokratikleşme ya da solculaşma değildir. Bu bir kitle dinamizmi hiç değildir. Bu yönelimin son derece güçlü uluslararası bir çerçevesi bulunmaktadır süreç dünya kapitalizminin temel gidişatı ile bağdaşır niteliktedir. Bu sürecin ipine takılmayı solculuk sananlara ise herhangi bir şey kalmayacaktır.
Yıkıcılığın zaferi kuruculuğun çıkmazı
Bu noktada benim çok önem verdiğim nokta restorasyon sürecinin iki evresi arasındaki çarpıcı verim farkıdır. Restorasyonun Erbakan’ı hükümetten indirmekte tarikatları sessizleştirmekte kontr-gerilla şeflerini teslim almakta gösterdiği performans kuşkusuz kolay olmamıştır ama kendi programı açısından oldukça başarılı olmuştur. Aynı gözlem Kürt hareketiyle yapılan mücadele için de geçerlidir. Ama sonrası hiç de böyle gitmiyor.
Birincisi restorasyon bu başarının kredisini tüketecek ölçüde yeni sarsıntılardan kan almaya mecbur kalmıştır. Peş peşe gelen ekonomik krizler elbette başta emekçilerin yoksullaşması anlamına gelmektedir; ancak egemen sınıfların bu sarsıntı ortamında huzurla dolduğu da söylenemez. Burjuvazi kriz gerilimlerini kendi iç yapılanmasında tekelci ve emperyalist düzenlemeler doğrultusunda iyi kullanmaktadır. Hatta daha ileri gidilerek krizin gerçek ve popüler anlamından kopartıldığı aslında kontrol ve risk payları ayarlı bir restorasyon politikası bir politika aleti haline getirildiği de söylenebilir. Zaten toplumsal süreçlerde kontrollü bir riski bizzat üretmek ile iradeden bağımsız olarak karşınıza çıkmış bir olguyu belli bir yönde değerlendirmek arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır.
Türkiye burjuvazisi solun tehlike oluşturmadığı toplumsal dinamiklerin ya da enerji kaynaklarının geçmiş karşı-devrim yığınağı altında yeterince kurutulduğu gibi güvenceler barındıran yeni ezberinden hareketle tatmin edememekte olduğu kentli sınıfları ezmekte dönüştüremediği köylü kesimleri tasfiye etmekte emekçi kitlelerden daha fazla yaşam standardı çalmakta beis görmüyor. Yalnızca işçi sınıfının değil toplumun tamamının tevekkül kapasitesinin kat be kat gelişmiş olduğu düşünülüyor.
Bu değerlendirme tablo durağan biçimde ele alındığında yanlış değildir. Dedik ya zaten temel belirlemeleri ihlal eden bir devrimci eylemin topluma mal olma yeteneğinden bağımsız olarak yani potansiyel tehlikenin realize olmasına bakılmaksızın eski silahlarla karşılanmasının önünde bir engel de yoktur. Toplumsal dinamiklerdeki kuruma çağ atladığı iddia olunan ülkede son derece vahşi devlet terörü görüntülerinin sahnelenebilmesinin de güvencesini oluşturmaktadır.
Bu alt bölümdeki esas eksene dönersem; özetle restorasyon karşısına aldıklarını tasfiye ederken sergilediği beceriyi yeniden yapmaya sıra geldiğinde gösterememektedir. Burada yetineceğim gösterge ortaya çıkan “boşluk”tur. Bu boşluk en fazla siyasal alana aittir ve boşluğun neden bir dipten gelen dalgayla dolmadığının açıklaması sanırım yukarıdaki satırlarda bulunmaktadır. Ne halkımıza kızmaya ne de mücadeleci değerlerle çağımızın insanı arasındaki mesafeyi teorisize etmeye gerek var…
Bugün Türkiye burjuva siyaseti tıkanmıştır. Bugün örneğin meclisin seçime gitmek zorunda kalması ve seçime giderken seçim yasalarını değiştirememesi olmayacak imkansız ya da saçma bir durum değildir. Siyasette rastlantının payını daha ihmal edilebilir sayan “bilimci” bir bakış açısıyla bile bu olasılığı sıfırlamamız mümkün değil. Örneğin böyle bir durumda belki meclis kurulamayacak belki oyların yüzde 60-70’i meclise yansımayacak belki büyük burjuvazinin ve restorasyon kurmayının “istemiyorum” diye ilan ettiği bir dinci liberal parti tek başına koltukları durduracaktır… Saçma olasılıklar artırılabilir. Ama olasılıkların saçmalık derecesi bir yana 1999 Nisanı’nda olduğu gibi sonucu belirsiz kaç seçim yaşayabilir bir restorasyon ülkesi Bunun bir sınırı olmak zorundadır. Burjuva siyaseti restorasyoncu tasfiyelerle bozduğu dengeleri yeniden üretmekte inanılmaz bir yeteneksizlik içerisindedir.
Kapanan perdenin tanımı yapılabilmektedir. Oyunun bir sonraki perdesinin temel esprisi de önceden bilinmektedir. Ama ortada ne oyuncu var ne ışıkçı. Elektrikler bir gidip bir gelmekte yönetmen ağır bir depresyon geçirmektedir senaryo metinleri ise bulunamamaktadır!
Restorasyonun kurucu evresinde özellikle siyaset alanında derin bir tıkanıklık bir kilitlenme durumu gözlemleniyor. Birçok kez değişik yerlerde söylediğimiz gibi bu sonuca gelen sürecin başlangıç noktasında “bizim” bulunduğumuz ise açıktır. Ama düzen daha biz herhangi bir şey yapmamışken parmağımızı bile kımıldatmamışken kilitlenmiş durumdadır. Sol olaya böyle bakmalıdır. Solun toplumsal siyasal süreçler üzerindeki etkisinin ihmal edilebilir düzeyde olduğu emekçi hareketlerinin -tencerenin buharının alınması denebilecek ölçüde- kontrollü yaşandığı bir ülkede burjuva siyaseti çökmüş durumdaysa solun yüzünü hızla ve ikirciksiz biçimde topluma alışıldık deyişle kitlelere dönmesinin tam zamanıdır.
Bu ortam sola ek avantajlar kazandırmaktadır. Kurucu ya da yapıcı bir karakterin kapitalizm çerçevesine sığmadığı burjuvaların ne yaparlarsa yapsınlar bir taşı diğerinin üzerine koyma yeteneğini yitirmeleri karalama olmaktan çıkmıştır. Komünizm bu anlamda mevcut düzene karşı yıkıcılığının yanına hiç de reformist olmayan bir kurucu/yapıcı kimlik ekleyebilecektir.
Öte yandan mevcut düzenin yıkılası bir karakter taşıdığına itiraz edebilecek kimse kalmamaktadır ortada! Yani solda kurucu bir kimliğin devrimcilikten uzaklaştığı devrimci bir kimliğin ise tamamen yıkıcı olarak algılandığı eski kalıplar geçersizdir.
Türkiye’de solun bir “tehdit unsuru” olmadığı yargısı elbette egemen güçleri silahsızlandırmıştır. Ama bu konuda yukarıdaki satranç benzetmesi işleyecektir. Solun tehdit unsuru oluşturmadığı yargısı toplumsal algıda yer tuttuğu sürece ve üstelik sol da belli bir etkinlik eşiğine ulaştığı koşullarda anti-komünist müdahaleler o kadar da ucuza hayata geçirilemeyecektir.
En yalın haliyle bugün belli bir gerici kitle basıncını arkasına almaya ihtiyaç duyacak anti-komünist pratikler için restorasyon mağduru karşı-devrimci yığınağa başvurmak kaçınılmazdır. Bu bile anti-komünizmin meşruiyetine sınır çeker! Belki daha önemlisi ise anti-komünizmi göğsünü gere gere bayrağına yazacak meşru bir akımın var olmamasıdır.
Halk diliyle söylersek memleketi bu hale getirenler soyup soğana çevirenler mi satanlar mı komünistlere karşı huruç harekatına kalkacak! İşsizliği borçları pahalılığı artıran bu satılmışlar mı!
Düzen sola müdahale etmeye yeltendiğinde halkımızın böyle tepkiler vermesi pek mümkündür. Yeter ki sol dendiğinde akla amaçsız biçimde etrafına zarar veren devrimci demokrat görüntüleri ile temiz toplumdan hamamda fotoğraf çektirmeyi anlayan laçkalık anlaşılmasın!
Üçüncü yükseliş mi?
Türkiye ilk kez yaklaşık 1919 ile 1921 başları arasında solculuğu bağrına basmış güçlü biçimde teneffüs etmiş solculuk ciddi ve onurlu bir “meslek” olarak algılanır olmuştur. 1921 başlarında bu sürece Kurtuluş Savaşı’nın Kemalist önderliği nokta koymuş hem her yola başvurarak kendi solunu tasfiye etmiş hem de ulusal kurtuluş sorunsalına kendi sorularını ve yanıtlarını egemen kılmayı başarmıştı. Sonra komünizm marjinalleşeceği bir sürece sokuldu.
Arada iğneyle kuyuların kazıldığı onurlu ve sorunlu uzun yıllar vardır. 1946’da geldiği sanılan “zaman” ise 1960’lara ertelenmiştir. Türkiye solunun iki görkemli kitlesel yükselişi işte bu iki konjonktürden ibarettir. Kuşkusuz 1960’larda TİP’in açtığı yol bir dizi akım tarafından doldurulmuştur ancak 1970’ler hem zamansal olarak hem de toplumsal dinamikler itibariyle bir önceki on yılın devamı sayılabilir. Ne yazık ki 1970’lerin özellikle ikinci yarısında ağırlaşan toplumsal krize cevap verme ve bu anlamda geniş kitlelere umut olabilme konularında solun sınavı geçemediğini gördük. Zayıf not alınan ders ne cesaret ne çalışkanlık ile ilgilidir. Nedenlerini hep tartıştığımız ve kuşkusuz tartışmaya devam edeceğimiz etmemiz gerekecek olan özet “yenilgidir”!
Türkiye solu 1970’lerde yenilmiştir. 1 Mayıs 1977 çok sayıda sol siyasal stratejinin tükendiği tarihsel momenti ifade etmiş buradan sıyrıldığını düşünenler Maraş Katliamı’na ya da başkalarına çarpmışlardır.
20 yılı aşkın süre için ise aklı başında gerçekçi ve dürüst bir Marksistin bu örneklere denk bir diğer siyasal kitlesel yükseliş kaydetmesi mümkün olmayacaktır. Düzenin kapadığı perde ile bağlantılı bir dizi nesnel gerekçe bir üçüncü yükselişin arifesinde olduğumuza ilişkin işaretler olarak okunabilir.
Ancak mesele nesnel durumun ne olduğu kadar solun öznelliğinin ne durumda olduğuyla doğrudan ilişkilidir. Hatta altını çizerek söylemeliyim solun öznel bakış açısı yakın-orta vadede neler yapabileceği ne tür siyasal hedeflere doğru yol alabileceği konusundaki değerlendirmeleri ve elbette çeşitli açılardan -ideolojik örgütsel kültürel- hazırlıklar bu noktada belirleyici olacaktır. Yani solun keşfedeceği bir nesnel maddi olanaktan belki daha fazla gerçekleştireceği üretimin iyi randıman vermesine elverişli koşullardan söz edilmelidir. Evet Türkiye’nin solu görmesini engelleyen setler kaldırılmaktadır. Ama birincisi o yöne gözler çevrildiğinde bir sol halen görülmemektedir. Sol gerçekten görülmesi güç boyutlara inmiştir çünkü.
İkinci olarak toplumun ille de cazip bir görüntünün ortaya çıkmadığı sol yöne bakmasını gerektiren bir kural yoktur. Toplumun yüzünü sola döndürecek olan da bizzat solun aktivitesidir. Son olarak dahası toplumumuz bakmayı unutmuştur!
Buraya kadar çizilen çerçevenin solun öznelliğine alışılmıştan çok daha geniş bir yer bıraktığının farkındayım. Ancak bunun keyfiliğe varan bir volontarizm olarak yorumlanmasına da itiraz edecek durumdayım. Burjuva egemenliğinin de bir tarihselliği var. Burjuva egemenliği yalnızca kurum ve fonksiyonlardan oluşmaz bunların yanı sıra değişim yaşamayı sürdüren ilişkilerle de tanımlanır. Egemen güçler ve yönetilen kitleler arasındaki ilişkinin değişimini gözden kaçırarak olup biteni kavramak mümkün olmayacaktır.
Neden 1970’lerde veya tarihin bir başka diliminde ülkedeki verili siyasal tablo bugünküyle karşılaştırıldığında görece küçük bir temsiliyet sorunu içeriyorken kriz derinleşmekte ve kitleler hareketlenmektedir de bugün düzenin temsil mekanizmalarının neredeyse tamamen tıkanmış olması bir devrimcileşme anlamına gelmemektedir Neden bugün kitleler daha az patlama eğilimi içindedir Neden işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler gelirlerinin azalmasına karşı düzeni sorgulamak yerine kendi standartlarını aşağıya doğru esnetmeye devam etmektedirler Ya da solcuların haz etmeyeceği bu tür esnemelerin bir son sınırı tayin edilebilir mi
Nedenlerini başka zaman tartışmak üzere bir saptamanın altını çizmek isterim: Örgütlü olmayan kitlelerin düzenden kendiliğinden kopma dinamikleri tarihsel olarak çok azalmıştır. Aynı anlama gelmek üzere geçmişte örgütsüz kitlelerin kendiliğinden hareketlenme ve bu arada örgütlenme eğilimleri daha güçlüdür. Bu eğilimin güçlü olduğu koşullarda düzen dışı tepkilere veya sol örgütlenmelere yönelen kalabalıkların karşısına burjuva egemenliğinin faşist fonksiyonlu yapılarla dikilmesinin mantığı vardır. Bu mantık tamamen yok olmasa da kuşkusuz önemi azalmıştır. Bu son cümleler dünya üzerinde burjuva egemenliğinin 20.yüzyılın son 20 yılında kaydettiği yapısal bir başarıyı anlatıyor.
Hal böyleyse kendiliğinden hareketlenme siyasallaşma ve örgütlenme eğilimlerinin gerilediği koşullarda siyasete yüklememiz gereken rol tartışmasız artacaktır. Bana kalırsa geçen yüzyılın başında Lenin’in temsil ettiği haliyle siyasetin önemine konan vurgu bugün defalarca şiddetlendirilmeyi hak etmektedir. Söylediğim gibi bu durumun Türkiye’ye özgü bir hal olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak dünya kapitalizminin kendiliğinden kitle dinamiklerinin yükselmesine karşı başarılı ek önlemler geliştirdiğini yine kendiliğinden kitle dinamiklerine karşı kendisini çok daha korunaklı bir yapıya kavuşturduğunu görmek gerekiyor.
Bu solun ve emekçi sınıfların üzerinde burjuva siyasal ve ideolojik kuşatmasının kalınlaşmasının bir tezahürüdür. Bu kalınlaşan çembere karşı devrimci öncü partinin yürüteceği siyasal etkinlik son derece kritik bir önem kazanmış durumdadır.
Bu ara başlığın sonlarına gelirken kimsenin 1920 Türkiyesi’nde olduğu gibi pıtrak gibi solculaşma beklememesi gerektiğini söylemeliyim. Düzenin son derece ağır bir kriz ortamında solun ulusal kurtuluşçuluk platformunda başa güreşmesi olarak özetlenen 1920 yılının elverişliliği ile günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak anlamsız olacaktır. Aynı şekilde 1960’larda TİP’i kuran işçi önderlerinin de TİP’e davet edilen Marksist aydınların da birkaç yıl içinde ülkeyi bu denli sarsacaklarını tahayyül ettiklerini zannetmiyorum. Ama “büyük oynadıkları” kesindir. Kitlelerden yapılacak etki karşısında beklenecek olan tepkinin bu eski dönemlerle benzer boyutlarda olacağını sanmak bugün serap görmek anlamına gelecek ve yalnızca hayal kırıklığı yaratacaktır. İçinde bulunduğumuz evrede atılan taşın suda giderek genişleyen halkalar yaratmasını beklemek saçmadır çünkü karşımızda geniş bir su yüzeyi yerine halkaların yolunu kesen sayısız doğal engel bulunmaktadır.
Siyasete daha fazla vurgu konması gereği kanımca keyfiyetten değil burjuva toplumlarının egemenlik ilişkilerinde yaşanan ve kuşkusuz bir kez daha Sovyetler sonrası döneme özgü olan değişimden kaynaklanmaktadır.
Burjuvazinin egemenlik ilişkileriyle ilgili bir diğer dikkat edilmesi gerekli boyut ise bir sol yükselişin üzerinde gelişeceği stratejik temalardır. Burada sözünü ettiğim düzlem toplum ile genişlemesine temasa ilişkin. Bu açıdan işçi sınıfı kimliğinin yurtseverliğin aydınlanmacılığın kamuculuğun fonksiyon üstleneceğini zaten çok söyledik. Burada kendiliğinden dinamiklerin çaresizliğine karşı da altı çizilmesi gereken bir diğer öğe örgüt faktörü olacaktır. Devrimci öznenin örgütünün saygınlığı ve gücü geçmişte olduğundan çok daha fazla önem taşıyacaktır. Saygınlık ve güç eksikleri sırıtan bir öznelliğin kitle önderliği yeteneğini geliştirme olasılığı pek zayıf olacaktır.
Diğer temaların her biri için burjuvazinin alanı boş bırakmadığı sabittir. Bir Genelkurmay yetkilisinin “Avrupa Birliği’ne karşı olduğumuzu söyleyeni Allah çarpar!” açıklaması yeterince açık sözlü olmakla ve en az iki tema açısından Asker Partisi’nin konumuna açıklık getirmekle birlikte yine de gerçek aydınlanmacılık yurtseverlik ve kamuculuğun komünistlere vergi olduğunun bir kanıtlanma işleminden geçirilmesine ihtiyaç vardır. Devrimci bir hareketin aslında tarihen burjuva kategoriler olmak gibi bir özellik taşıyan bu ve benzeri başlıklarda “en gerçeğinin” bizzat kendisi olduğunu kanıtlamasında hem bu kategorilerin tarihsel kaynağından hem de burjuva siyasetinin çeşitlenme yeteneğinden gelen zorluklar vardır. Bu zorlukların aşılmasında ve kitleler nezdinde bir değer üretilebilmesinde farklı unsurların birlikte tutarlı bir bütün oluşturmaları ve işçi sınıfı kimliği ve örgüt faktörüyle de birlikte devrimci bir kopuşa işaret etmeleri kritik öneme sahiptir. Yoksa solcuların “en aydınlanmacı”lık yarışını kitlesel algı jürisi önünde birinci olarak bitirmelerinin garantisi yoktur. Komünizmin düzenin topluca bataklık halini almasında zerre kadar sorumluluğu yoktur tersine bataklığın ana malzemesi anti-komünizmdir. Bu doğru olmakla birlikte bizzat bataklık ortamı toplumsal algıyı deforme etmiştir. Sol güçler geçtiğimiz yüzyılda “en yurtseverlik” yarışmasından çok kez galip çıkmışlardır. Şimdi yurtseverliğin bir değer olup olmayacağı tartışma konusu edilirken burjuva milliyetçiliği de tarihsel demagojisini terk etmemektedir. Kamuculuk alanı burjuvazi tarafından satışa çıkartılmış olmakla birlikte egemen ideoloji kamuculuğu arkaik ilan etmekte ciddi bir ideolojik mesafe almıştır.
Bu öğelerin her birini mercek altına almayacağım; söylemek istediğim özetle şu: Sol bugün de yeni bir yükselişe imza atabilmek için emek-sermaye çelişkisini bazı toplumsal prizmalardan yansıtmak durumundadır. Solu toplumsallaştıracak olan temalar -ve solun toplumsal kimliği anlamında işin doğrusu- aydınlanmacılık yurtseverlik ve kamuculuk olarak öne çıkmıştır. İşçi sınıfına bir dünya görüşü somutluğu kazandıran bu temaların sosyalizm programı ve hedefi ile bağı bir tür “en hakiki…” yarışında kurula gelmiştir. Bugün burjuva egemenliği tekil başlıklardaki yarışlardan solun alabileceği verimi azaltan ve kendi elini rahatlatan yapısal bir tahkimat gerçekleştirmiş durumdadır. Dolayısıyla temaların tek tek getirilerine bakmak yerine topluca oluşturdukları tutarlı bütünlük ve ait oldukları güçlü prestijli örgütsel adres önem kazanmıştır.
Bugün solun 1920’deki gibi ulusal kurtuluşçuluk adresi olarak kendisini sivriltmesi mümkün olmayacaktır. Bugün solun 1960’lardaki kamucu-plancı ve yurtsever-anti-emperyalist pozisyonlarla topluma kök salması gerçekçi değildir. Temaların birlikteliği öne çıkmalıdır bir. İşçi sınıfı ekseni net ve sağlam olarak kurulmak zorundadır iki. Ve örgütün basit bir alet olmanın ötesinde ideolojik çıktıları olan bir düzlem olduğu atlanmamalıdır üç. Burjuvazinin tarihsel tahkimatının karşısına bunlar ihmal edilerek çıkılacaksa hiç çıkılmamalıdır!
Solda kapanan perdeler
Bugün bir çakışma zamanı adeta. Çünkü solda da bazı perdelerin bizim analizimizden bağımsız olarak indiğini görüyoruz. Sanırım sol hareket hiç mi hiç yaratıcı olmayan bir şekilde olası tüm seçenekleri denemiş bulunuyor. 1980 sonrası süreçlerin karşısında ezilen ulus siyaseti liberalizm (sivil toplumculuk/radikal demokrasicilik/toplumsal muhalefet hareketleri küreselleşme karşıtlığı) ulusal sol (burjuva cumhuriyetçiliği altı-okçuluk köylücülük -Maoizm bile değil- Polpotçuluk) uvriyerizm (sendikalizm/işçi kitle partisi) devrimci demokratizm (kent yoksulları) tek tek sahne almıştır. Tümü yenilmiş veya tıkanmıştır!
İç bayıltıcı bir film mi seyrediyoruz yoksa Kahramanımızın yakınlarının bir kısmı salgın hastalıkta kalanlar savaşta ölmüş kendisi aldatılmış işten atılmış göç etmiş sekiz on meslek değiştirmiş arada zengin olmuş iflas etmiş… Başka olasılıklar varsa onları da ihmal etmemiş! Aklı başında bir izleyici hepsini bir kerede topluca mı anlatmak gerekiyordu diye şikayet edecektir; ama ülkemiz solunda aşağı yukarı böyle bir senaryo sergilenmiştir.
Hepsi bitmiştir.
Daha doğru ifade etmek gerekirse aslında siyasette bir olgu için “bitmiştir” demek bilimsel olarak güç iştir. Hele ideolojinin göreli değerinin düşük olduğu dolayısıyla siyasette hesaplaşmaların fikirler düzeyinde pek az ama fiili güç ilişkileri ekseninde yaşandığı Türkiye’de bitti demek iyiden iyiye zordur. Kimse devrimci demokrasinin yaşadığı tüketici ve deforme edici kent yoksulları deneyiminin teorik ve pratik derslerinin kuşaktan kuşağa taşınacağı ve aynı yanılgıya karşı bir aşı etkisi yaratacağını iddia edemez. Öte yandan “parti olmayan parti” fikrinin (!) yerini ala ala “21.yüzyıl sosyalizmi” alabilmektedir. Bu da bir ders değeri taşımanın çok uzağında kalmaktadır.
Ancak hal böyle olsa bile şu anda Türkiye’de toplumun geneli ile sol arasındaki duvarların ortadan kalkmasına bu anlamda kitlelerin solu “görmeleri” için elverişli bir ortamın doğmasına karşılık solun bazı türevlerinin önü hiç de açık değildir. Ezilen ulus kimliğinin restorasyon gelgitlerinde yaşadığı yıpranmanın telafisi bulunmuyor. Türkiye kim ne derse desin belirli bir sınaileşme ve modernleşme düzeyini geçmiştir ve burjuva devrimi dönemine ait cumhuriyetçilik kategorisi ile üçüncü dünyacılığın en köycü tuhaflıklarından biri olan Polpotçuluğun bizde geleceği yoktur. İşçi ve emekçilere solcu olduğumuzu söylemediğimiz takdirde onların güvenini ve desteğini kazanacağımızı iddia eden yaklaşım daha kaç yıl bu kişiliksiz yoldan kitlelerin depolitizasyonuna su taşımaya devam edebilir Devrimci demokratların ise hitap edebildikleri “siyasal akıl yaşı” kısa zamanda ciddiye alınır bir değere dönemeyecek ölçüde düşmüş bulunmaktadır.
Bütün bunlar son birkaç yıllık kısa zaman diliminde yapılmış testlerdir. Sonuçların tamamı olumsuz çıkmıştır.
Durum böyleyken komünist hareketin müdahale zamanlamasının sadece ülke nesnelliği itibariyle değil sol içi konumlanışlar açısından da gerekçelendiğini söyleyebiliriz.
1980 sonrasında Türkiye solunun kapsayıcı ve öne çıkan temaları yenilenme ve birlik olmuştur. Yenilenme yukarıda sıralamaya çalıştığım her yönde denenmiş bulunmaktadır. En etkileyici olan yenilenme versiyonu kuşkusuz ÖDP ile son halkasına ulaşan ve geleneksel soldan devrimci demokrasiye kadar solun 12 Eylül öncesi ana akımlarının çoğunu (PDA yani İP HK yani EMEP gücü gerileyen DS ve gücü kalmayan Kıvılcımlı çizgisi ve ayrışan Kürtler hariç) kapsayan deneydir. Etkileyiciliğin yenilenme ve birlik motiflerini iç içe geçiren bir örnekte doruğa çıkması normaldir. Bilindiği gibi geçmişi bir yanıyla Kuruçeşme-BTDK diğer taraftan TBKP süreçlerine uzanan bu girişim 2001 yılı kış başında kabuk değiştirmiştir. ÖDP’nin yenilenme ve birlik şampiyonu DY-merkezi bugün 21. yüzyıl sosyalizmi söylemi ile yenilenmeyi elde tutmaya çabalarken birlik motifini terk etmiştir. İlginç olan bu partinin yaşadığı süreçlerin sonunda birliğin albenisini tamamen yitirmiş olmasıdır. Birlik siyasi üretkenliği en aşağı düşenlerin elinde ama artık çakar almaz bir silahtır.
Niyetim bu yöne doğru da bir polemik açmak değil. Benim işaret etmek istediğim yenilenme ve birlik motiflerinin solda bir sıçramanın parametrelerini oluşturmalarının aslında baştan beri imkansız olduğudur. Yenilenme her yenilgiden sonra ortaya çıkan bir telaş halidir. Marksizm-Leninizm’in bir yenilenme ekine özel olarak ihtiyaç duyduğunu iddia etmek burjuva ideolojisinin yıllarca sürdürdüğü karşı kampanyalara teslim olmak anlamına gelmiştir. Bu kampanyada bütünüyle ampirisist bir yöntemle hareket edilerek Marksizm’in tarihselci yanının teolojiye bilim dışına itilmesine çalışılmıştı. Yıllar ve yenilgiler sonrasında Marksistlerin gelecek kurgusunu sorgulamaya yönelmeleri eleştiri karşısında da yenilmek anlamına geliyordu. Bize kalırsa Marksizm toplumların gelişiminde sürekli ortaya çıkan gerçekten “yeni” olguları kavrama yeteneğine sahip dinamik bir sistemdir.
Birliğe gelirsek siyaset üretiminin önüne geçen hatta engeli haline gelen birlik hiçbir şekilde ilerleme sayılamaz. Türkiye’de bu yapılmıştır. Nereden gelindiği ve nereye gidildiğine ilişkin kaotik bir hal ile övünmek Marksist değil herhangi bir aklı başında siyasetçi için bile algılanamaz bir durum olmalıdır.
Ancak hepsinden önemlisi tüm bu temalar solun kendi içine dönük bir nitelik taşıyordu. Yenilenmenin geniş toplum kesimlerini işçi sınıfını kapitalist sömürü ve eşitsizliklerden rahatsızlık duyan genç kuşakları ilgilendirdiğini hiç mi hiç zannetmiyorum. Olsa olsa “komünizm iflas etmedi mi Rusya’da bile…” şeklindeki retoriğin “halkçı” versiyonlarını savunmacı bir yaklaşımla göğüslemek ve “biz o müflislerden değiliz” biçiminde bir dolayım kurmak mümkün olacaktır. İyi de sıra şimdiki niteliğimize geldiğinde dananın kuyruğu kopacaktır ama o zaman da “yeni” olunduğundan başka bir şey duyulamamaktadır! Bir de toplumsal duyuların özeleştirinin erdeminin hakkını vermesi değil yenilgi karşısında hat değiştirenlerin her türünü kişiliksizlik ve döneklikle damgalaması daha güçlü bir olasılıktır…
Birlik daha da içe dönük bir motiftir. Toplumsal algının mutfağın düzeniyle değil sofranın düzeniyle ilgilenmesi kuraldır. Elbette eğer gerçekten kadro dinamiklerinin ötesinde bir toplumsal satıha yönelik politika yapmaya niyetiniz varsa… Üstelik birlik pozitif bir tezin ortaya çıkmasının başlı başına engelidir. Farklı “tezlerden” sentez elde edilmesi başka düşünsel disiplinlerin ve sosyal pratiklerin bir niteliği olabilir ama siyasette netlik etkinlik hedef gösterme gibi özelliklerin yerini başka bir şey alamaz.
Bu içe dönüklük soldaki siyaset üretimsizliğinin kolaycı ve kısa yoldan aşılmasının anahtarı sayılmıştır. Birincisi zaman kaybedilmiştir. İkincisi kimi örgütlü yapıların daha anlamlı bir geleceğe katkıda bulunma olasılıkları bu yoldan sıfırlanmış ve bu birikimler büyük ölçüde likide edilmiştir. Üçüncüsü özellikle taşraya yayılmış ve “merkezden” toparlanma sinyali bekleyen eski kadro birikimlerine zararlı bir doping yapılmıştır. Bu birikimin enerjisi bugün yalnızca bu nedenlerle bile daha zayıf düşmüş bulunmaktadır.
Komünist hareketimizin birkaç yıldır ısrarla işlediği neredeyse bıktırıcı biçimde tekrarladığı yurtseverlik aydınlanmacılık kamuculuk enternasyonalizm ilkeleri bir kimlik deklarasyonu olarak hiçbir biçimde Marksist-Leninist kimliğin yerini tutamaz. Bu ilkeler esasen komünist hareketin “içsel” tanımıyla değil toplumsal yüzüyle ilgili olarak kavranmak ve tartışılmak durumundadır. Yenilenme ve birlik türü içe dönük ve depolitize edici motiflerin yerine böylesi bir kategoriden unsurlar geçirilmelidir.
Bugün kanımca Türkiye solunda siyasal kimliğin tanımlayıcı öğeleri olarak içe dönük unsurların yazılı olduğu bir perde kapanmaktadır. Bir benzerinin yeniden açılmasına kesinlikle izin verilmemelidir. Bu öznel ortamın daha yukarılarda değindiğim toplumsal/kitlesel açılım olanaklarıyla zaman açısından çakışması az bulunur bir şanstır.
SİP’ten TKP’ye
Türkiye solunda kapanması gereken perdeler bu kadarla bitmiyor. İki sayı önceki Gelenek’te Eylül ayında yani eski TKP’nin kuruluş yıldönümünde tarih içinde bir gezinti yapmayı denemiştim. Hareketin eski kuşak emektarlarının arkalarında yazılı evrak bırakmaktaki çekinikliklerine tarihimizdeki başka sıkıntılı boyutlara değinmiştim. Türkiye komünistlerinin cefalı ve onurlu tarihleri keşke aynı zamanda başarılarla dolu da olabilseydi. Keşke komünizmin genç kadrolarına ve yalnızca onlara değil komünizmin potansiyel bütün sempatizanlarına yazmaya ve anlatmaya doyamayacağımız bir tarih bırakılabilseydi! Böyle değildir ve bunu telaffuz etmek soğuk bir gerçekçilikten de ibaret değildir. Bu aynı zamanda yüzü geleceğe dönük sorumlu komünist siyasetçilerin görevidir de. Bugün bizim üzerimize düşen sorumluluk birbirimize ve yeni kuşaklara utkan gelenek efsaneleri anlatmak olabilir mi
İşimiz çok daha zor! Açıkça söylüyorum; komünist ve devrimci tarihimizin gelecek ile irtibatlandırılabilmesindeki anahtar bugün komünistlerin devrimci bir siyasal hattı hayata geçirebilmelerinden başka bir şey olamaz. Bu görevin altından kalkabileceğimiz ölçüde mirasımızın hatalı yanılgılı yani hesaplaşılması ve ders çıkartılması gereken unsurlarının ağırlığı yeni kuşaklar ve komünizmin hitap alanında yer alan milyonlar nezdinde azalacaktır. Tarihe her bakmaya kalkanın öznellikler kişisel gerilimler bir kısmı çok büyük hatalar bulmaları ve tarihe sahip çıkanların da “yok aslında o kadar değil…” diye başlayan düzeltmelere ihtiyaç duymaları geride kalmalıdır. Tarihimiz bugünü zenginleştirebildiğimiz ölçüde çok daha güçlü bir sevecenlikle içselleştirerek olgunca ve öznellikleri aşarak bakabileceğimiz bir nitelik kazanacaktır.
Eski hatalarla ne mi kastediyorum Başka yerlerde bol bol ayrıntılara girdik ama yenilmekten daha büyük siyaset suçu olabilir mi Türkiye komünist hareketi daha doğumunda yenilgi tatmaya başlamıştır. Yenilgiler zaman zaman likidasyonlarla içerden de gelebilmiştir. Bu yenilgilerin gölgelerini hafiflettiğimiz ölçüde yani komünist hareketi ülke topraklarımızda yakın zamanda güçlü mevzilere ulaştırabildiğimiz ölçüde tarihimizle de gerçek bir barışıklık tesis etmemiz olanaklı hale gelir.
SİP’ten TKP’ye geçerken altı çizilmesi gereken birinci nokta budur. 2001’in TKP’si sadece eski TKP’den de ibaret olmayan çok daha geniş anlamda tarihimizdeki zaafları aştığı ölçüde bu tarihten kopmayacak tersine geleceğe bağlayacak canlı hale getirecektir.
İkinci nokta yine bu sonuçla ilgili bir boyut. Türkiye solunun tarihindeki konumlanışların önemli bir kısmının bugün herhangi bir güncel toplumsal karşılığı kalmamıştır. Bu konumlanışlar üzerinden güncel sol siyasal hareketi tasnif etmek “saçma” hale gelmiştir. Elinizdeki Gelenek’te Kongre konuşma metinleri de yer alıyor. Tekrar olacak ama olsun bugün sadece tarihsel TKP içerisindeki farklı pozisyonların birer tasnif kriteri sayılması terk edilmekle de kalınmamalıdır. Tasnifçilik geleneksel solun diğer kanalları olarak TİP TSİP TKEP gibi partiler ya da Kıvılcımlı gibi kişilikler için olduğu kadar tek tek Marksist aydınlar ve geleneksel partili kanadın dışındaki devrimci demokrat akımlar için de terk edilmelidir. Türkiye’de hareketin içinden geçtiği özgün yollar partili hareketlerin dışında göz ardı edilmesi olanaksız bir devrimci değerler silsilesi üretmiştir. Bu değerlerin kaynakları arasında 1960 ve 1970’lerin devrimci gençlik hareketleri Kürt devrimci hareketleri de kuşkusuz bulunmaktadır. Geçmişi sahiplenmeyi eski deneylerin dümdüz tekrarlanması olarak kavramıyoruz. Komünist mücadelemizin bu yolla bir dizi değerden yoksun bırakılmasını reddetmek durumundayız. Bugünkü TKP böyle bir tasnifçilik reddi ve tarihsel mirasın yeniden tanımlanması görevi ile karşı karşıyadır.
Bu tanımlama misyonunda ise kılavuzumuz bellidir: Bugünkü TKP hareketinin yola çıkışında 1970’lerin sonlarında kendine seçtiği ad Sosyalist İktidar’dır. Yani hedefimiz bu ölçüde büyüktür. Yani siyasi iktidar devrim hedefinden bizi uzağa çekecek her öğe bir hesaplaşma konusudur. Bu hareketin kendisini deklare ettiği isim Gelenek’tir. Bu kavramdan anlaşılması gereken hiç tereddütsüz Marksizm’in 1917 ile girdiği gelişim rotasıdır. Doğrusuyla yanlışıyla ama tereddütsüz Komintern geleneği 20. yüzyılın sosyalizm deneyleri ve bu çizginin uluslararası temsilcisi olarak partili komünist damarlar bizim geleneğe yüklediğimiz tarihsel anlamın somutlanmış halidir. Burada zaafların olduğunu hep gördük ama geleneğin zaaflarının elimizi kolumuzu bağlayacağına hiç inanmadık. Bu geleneğin eleştirilemez olduğunu hiç düşünmedik. Ama eleştirinin siyasal değer taşıyabilmesi için önce bu mirasın sahiplenilmesi gerektiğini bildik.
Üçüncü olarak tasnifçiliğin reddedilmesinden ilke ve program sorunlarında ortalamacılığı anlamaktan kaçınılmalıdır. Kaldı ki yukarıda tarif edilen kapsayıcılıktan bir sentez çıkması da olanaksızdır ve hareketin düşünsel çerçevesi aritmetik işlemlerle değil gerçek bir teorik-siyasal üretimden hareketle yetkinleşebilir. Devrimci mirasın içerisinde ilke ve program sorunlarına “beş benzemez” çözüm önerileri yer almaktadır. Tasnif etmeyeceğiz derken kastettiğimiz siyasal hattın feda edilmesi anlamına gelen diplomatik nezaket hiç değildir.
Bir diğer vurgu bu geniş tarihin içinde gelenekten kopuşu temsil eden kırılma noktalarıdır. Siyasal nezaketin geleneğimizin deforme edildiği ihanet likidasyon ve yanılgılara hoşgörü olarak yorumlanması anlamsızdır. Bizim “Gelenek”imiz dürüst ama sert polemiklerle yolunu açtı. TKP’nin mirasında Kemalizm’e iltihak edenlere liberallere likidatörlere yer açılmasına elbette izin vermeyiz.
Beşinci olarak Komintern partilerinde temsil edilen ve yalnızca siyasal ve örgütsel değil aynı zamanda etik içerik taşıyan bir değeri hatırlamalıyız: Bir ülkede tek parti! Geçmişte “hangi ülkede hangi parti” sorusunun muğlaklaştığı örneklerde devreye bir enternasyonal otoritenin girdiği bilinmektedir. Bu anlamıyla bir enternasyonalizmin uluslararası işçi ve komünist hareketlerinin bugününde ve geleceğinde bir yeri bulunmuyor. Zaten burada değinmek istediğim can alıcı nokta da burası değil… Yakın geçmişte Türkiye’de kimi komünistlerin bir ezilen ulus hareketinde yer almayı komünist parti örgütlenmesine göre daha doğru bulduklarına rastlanmıştır. Başkaları o konjonktürde komünistlerin kendi bağımsız örgütlenmeleri yerine geniş bir toplumsal muhalefet birlikteliğinde mesafe kat etmeyi savunmuşlardır. Örneğin bir diğer öbek yine komünist partinin etkinliğinin değil başka örgütsel evrelerin anlamlı olduğunu düşünmüşlerdir. Bunların herhangi birinin saçma denerek çöp sepetine gönderilmesi ise ülkemizde ve uluslararası komünist harekette yaşanan ağır sarsıntılar göz önüne alındığında mümkün olmamıştır. Öyle ki ülkemizde bir dönem boyunca “örgütsüz komünistlik” bile olabilir bir durum sayılmıştır.
Oysa komünistlerin “ayrı bir parti” olarak örgütlenmeleri gereği Manifesto’nun çağrısı ve Komintern’in yenilemesiyle bizim geleneğimizin en oturmuş maddelerinden birini oluşturur. Oysa aynı gelenek “Marksist birey” ile “komünist” arasındaki ayrımı partili kimlik ile belirginleştirmiştir.
TKP komünistin partili kişiyi anlattığını söyleyen ilkeye ve bununla birlikte “bir ülkede tek parti”ye dönüş anlamına gelmelidir. İşçi sınıfının öncü parti örgütlenmesi modelinin dışındaki tüm olasılıklar denenmiş ve her biri kendi duvarına çarpıp tıkanmış ise bu dönüşü talep etmeye bizim hareketimizin hakkı vardır; bu talep meşruiyete sahiptir. TKP adı bu meşruiyetin de ilanıdır.
Bu meşruiyeti solda sorgulayanlar ve itiraz edenler ise elbette vardır ve olacaktır. Kimi kesimler için bu itiraz komünist parti hattının dışında arayışlara denk düşecektir. Ancak bu arayışlar tanım gereği başka zeminlere aittir. Komünistlerin ekseni ile soldaki diğer dinamikler arasındaki ilişki bir örgütsel ve siyasal ortaklığı dışta bırakır. Başkaları da olacaktır; ve bu kesimler TKP’nin çizgisinden yeğ tuttukları bu çizgiden bağımsız ve alternatif bir çıkışı denemek yükümlülüğüyle karşı karşıya gelmişlerdir. Ancak bu yükümlülük mutlaka TKP’deki içeriğe eşdeğer bir ideolojik siyasal ve örgütsel donanımın geliştirilmesi ile yerine getirilmelidir. Bugün Marksist kesimler arasında böyle bir donanımın yanından geçen kimsecikler bulunmamaktadır. Varolduğu söyleniyor da haberimiz olmamışsa bu da herhalde bizim sorunumuz değildir. Gerisi siyaset dışıdır.
Bir perde açılıyor
Buraya kadar kapanan ya da kapanması gerekenlerden çok söz edildi. Elbette her bir belirleme aynı zamanda açılan perdenin senaryosuna dair ipuçlarını veriyor. Ama “sonuç yerine” bazı gölgeli başlıkları vurgulamak istiyorum.
Bir: Kitle siyaseti kanallarına erişilmesi bu açılımla güç kazanmıştır. Türkiye’de solun gerçek anlamda kitlesel olduğu dönemlerde bile komünist sözcüğünün burjuvazinin lanetinden arındırılması mümkün olmamışken bugün son derece cüretli bir yola başvurulmuştur.
İki: İsmet İnönü’nün ortanın solunu bile kapsamına alan gevşek ve dejenere sol kavramının mükemmel bir berraklığa kavuşturulması mümkün hale gelmiştir. Ülkede bir komünist partisi mevcut ise ve solda güçlü bir kanalı ifade ediyorsa kitlelerin dönüp “aranızda ne fark var” demeleri ve bu soruya kendilerinin yanıt verememesi herhalde sürüp gitmeyecektir. Kavramsal ama kitleleri kapsayan bir netlik ülke siyasetine armağan edilmiştir.
Üç: Hareketi bu aşamaya taşıyan değerlerin önemini koruyacağından kimse kuşku duymamalıdır. Gelenek-STP-SİP en nazik ifadeyle “kapsayıcı olamamakla” eleştirile gelmiştir. Bu eleştiriye bizim hak vermemiş olmamız bir yana toplumsal ölçekte bir siyaset üretmeye kimin niyetinin olduğu bugün açıklık kazanmıştır. Kapsayıcılık ise biçimsel bir vasıf değil toplumsal siyasetin ürünü olabilir ancak.
Dört: “Geleneğimizin” örgütsel boyutlarını da değiştirmeye niyetimiz olmadığı bilinmelidir. Ülkemizde solun eski kitle buluşmalarını siyasal içeriğiyle değil örgütsel esnekliklerle açıklamak çok anlamsızdır. Esneklik derecesi siyasal mücadelenin belirleyeceği bağımlı bir değişkenden ibarettir. Zamandan ve mekandan bağımsız bir esneklik güzellemesinin aslında laçkalık ve yorgunluk göstergesi sayılması gerektiğinden hiç kuşku duymuyorum. Sözcüğün çift anlamında olduğu gibi mücadelenin gerekleri ile uyku hali birbirine karıştırılmamalıdır. Özetle bilinmelidir ki TKP gerektiği ölçüde “esneyecektir” ama örgütsel mevzilerini revize etmesini dostlarımız akıllarından bile geçirmemelidir. Bu ikisi birbirini çelmiyor. Komünist hareketin toplumsallaşma sürecinde Leninist olmaktan çıkması gerektiği yolunda bir yasa yoktur. Olsa olsa toplumsallaşma sürecinde yorgun düşenlerin Leninizm’i terk ettiklerine rastlanmıştır. TKP bunlardan değildir.
Öte yandan komünistlerin mülkiyet duygusu pek zayıftır. Örgütsel değerlerimizi temellük etmek için değil paylaşmak için sahiplendiğimizi eklemek bile gereksizdir.
Beş: Bu yazıda sanırım hiç değinmediğim bir boyut var. Türkiye’de Siyasi Partiler Kanunu’na göre komünist adıyla parti kurulmasının yasak olması… Ama Türkiye’de burjuvazinin keyfine göre yorumladığı veya işine gelmediği için uygulamamayı seçtiği mevzuatın genişliğini kim ölçebilir Aslolan siyasettir. Solun önünde ciddi olanaklar bulunduğu tezimiz ve TKP’nin bu olanakları değerlendirecek bir niteliği barındırdığı iddiamız doğru ise hukuk alanı yalnızca bir yeni mevziinin fethine sahne olabilecektir.
Burada bitiriyorum. Perdeyi açıyoruz. Yani yola devam ediyoruz. Dün olduğundan daha güçlü daha umutlu…