5 Mart 2002 tarihli Yediot Ahronot gazetesine göre, İsrail Altyapı Bakanı Avigdor Lieberman bir önceki gün gerçekleştirilen kabine toplantısında “Filistin saldırılarını durdurmak için yeni bir plan” öneriyor.
“Filistinlileri üç gün içinde pes ettirecek” bu plana göre, Gazze ve Batı Şeria bombardımana tutuluyor, Filistin lideri Yaser Arafat’ın bürosunun elektrik ve telefonları kesiliyor, ziyaretçi kabul etmesi engelleniyor.
Lieberman, planın detaylandırılmış biçimini kabine toplantısına şu şekilde sunuyor:
“08:00 – Batı Şeria ve Gazze’deki tüm ticari merkezleri bombalıyoruz. Tabii önceden haber vererek ki evlerine gidebilsinler.
12:00 – Tüm benzin istasyonlarını bombalıyoruz.
14:00 – Tüm bankaları bombalıyoruz.”
Tam bu esnada toplantıda bulunan Dışişleri Bakanı Şimon Peres araya giriyor ve
“16:00 – Lahey Uluslararası (savaş suçluları) Mahkemesi’nden bir davet alıyorsunuz” diyor.
Liebermanın yanıtı samimi: “Kim takar Lahey’i. Sizin bütün endişeniz kendi … örtmek. İsrail’in güvenliğini değil, kendi prestijinizi düşünüyorsunuz.”
Planının uygulanması halinde “Filistinlilerin müzakere için yalvaracaklarını” ileri süren Lieberman gerçekten kendisi için bir şey düşünmüyor. Ülkesini düşünüyor, bir savaş devleti olan İsraili…
Nitekim, birkaç hafta sonra, Arafat’a “iki kafes arasında dolaşabilir” aşağılamasıyla Gazze ve Batı Şeria arasında geçiş yapabilme izni verilmesiyle birlikte hükümetten istifa edecektir. Lieberman ve kendisiyle birlikte hükümetten çekilen Turizm Bakanı Eron, Arafata “ödün verildiğini” düşünmektedirler.
Kısa bir süre sonra ise “fikirleri iktidardadır”.
Saatleri uymasa da İsrail ordusu, Liebarman’ın “çılgın” dize getirme planını yürürlüğe koyacaktır. Arafat’ın elektriğini kesme fantezisi de dahil olmak üzere…
Lahey’deki mahkemeden herhangi bir çağrı gelmemekte, “İsrail solu”nun temsilcisi Şimon Peres, büyük bir ikiyüzlülükle bu “operasyonu” icra eden yönetimle ortaklığını sürdürmektedir.
İsrail’in yukarıdaki kabine toplantısının gerçekleştiği günlerde Filistin topraklarında başlattığı geniş çaplı operasyonlar, 29 Mart tarihi itibarıyla başlayan ve Filistin yönetimini etkisizleştirmeyi de içeren işgal girişiminin bir provası niteliğindeydi. İsrail yönetiminin Suudi barış önerisinin gündeme getirildiği Arap Zirvesi’ne denk gelecek bir biçimde başlattığı işgalin planlamasının ise, çok daha önceki tarihlerde yapıldığını belirtelim.
Mart ayı başındaki “provada” İsrail devletinin vahşeti, Nazi uygulamalarını aratmayacak bir niteliğe zaten kavuşmuştu. İsrail ordusu mülteci kamplarına “teröristleri arama” gerekçesiyle giriyor ve buradaki tüm erkek nüfusu topluyor, kadın ve çocukları ise barınaklarını başlarına yıkarak cezalandırıyordu.
Topladığı Filistinlileri “esir” olarak kabul eden İsrail ordusu, esirlerin kollarına dövmeyle kimlik numaraları yazma uygulamasını da gerçekleştirerek Nazilerin Musevi tutsaklara yaptıklarının aynını yapmaya “muktedir” olduğunu göstermişti.
Böyle bir uygulama olmadığını söyleyen İsrail ordu sözcüsü, arsızca “İsrail ordusu insan haklarına saygılıdır” açıklaması yapmıştı.
İsrail ordusunun Filistin topraklarında gerçekleştirdiği “teröre karşı operasyon”un, “klasik bir savaşın bütün özelliklerini taşıdığı” o günlerde, BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından da teyit edilecekti. Annan, İsrail Başbakanı Şaron’a gönderdiği bir mektupta, “savaşta yüzlerce masum sivilin öldüğünü çok sayıda binanın yıkıldığını” hatırlatıyor ve İsrail ordusunun F-16 bombardıman uçakları, helikopterler, savaş gemileri güçlü bomba ve füzeler kullandığına dikkat çekiyordu. Annan bunların tümüyle klasik bir savaşta kullanılan silahlar olduğunu belirtiyordu. İsrail yönetimi, genel sekreterin mektubunun basına sızmasına büyük tepki gösterdi. Çünkü o günlerde İsrail gerçekten de bir savaşın “kendince provasını” yapıyordu.
Evet, bir süredir ülkemiz yönetenlerinin “stratejik ortak” ilan ettiği bir devlet, topraklarını işgal ettiği bir halka karşı yeni bir işgal saldırısı gerçekleştirmenin hesabını yapıyor. Savaşıyor, kan döküyor…
Uyarılar, sert açıklamalar, diplomatik çabalar ve notalardan göz gözü görmüyor. Bu kaos ortamında yaşlı başbakanımız “coşuyor” ve yine kastı aşan açıklamalar yapıyor, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırıları için “soykırım” nitelemesini kullanıyor. Sonra, gün aşırı özür diliyor.
Tüm bunlar insan olarak bizleri utandırıyor, sinirlendiriyor…
Bu yazının yazıldığı günlerde İsrail’in Filistin kentlerine yönelik son işgal saldırısı sürüyor ve Filistin lideri Yaser Arafat, Ramallah’taki karargahında kuşatma altında bulunuyordu. İsrail yönetiminin işgal denemelerine emperyalist ağabeyinden onay gelmemesi ve yeni bir “geri çekilme” yüksek bir olasılık olmakla birlikte, ağabeyi sinirlendirecek “çılgın”lıklar yapma ihtimali de gündemdedir. Bu olasılıkları reel kılan uluslararası güç dengelerine ve İkinci Filistin İntifadası olarak adlandırılan sürece ilişkin değerlendirmelerle devam edelim.
Nasıl bir dünyadayız?
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından “glasnost” döneminin “silahlarından arınmış emperyalizm, savaşsız bir dünya” kurgusunun çok tehlikeli bir illüzyon olduğu belirginlik kazanmaya başladı. Piyasa ekonomisi ve demokrasinin zafer kazandığı “yeni dünya”nın, emperyalist saldırganlığın tümüyle zincirlerinden boşandığı bir dünya olacağını görmek için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi. Irak’taki “diktatöre” dersinin verilmesi gerektiğini düşünenler ise, ABD’nin neden hâlâ ortaçağa özgü bir düzeni devam ettiren Suudi Arabistan gibi bir ülkeyle “pek sıcak” bir ilişkiyi sürdürebildiği sorusunu hiçbir zaman akıllarına getirmediler.
Evet ABD’nin Irak’a saldırısı, Yeni Dünya Düzeni’nin efendisi ABD’nin tüm dünyayı “demokratikleştirme” efsanesi içinde gerekçelendirildi. Ama, daha “maddi” nedenleri de vardı. “Jimmy Carter döneminin Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Zbigniev Brzezinski, son derece açık bir biçimde yazıyor: Körfez krizinde ABDnin gerçek yaşamsal çıkarı, İran Körfezinin, sanayileşmiş Batıya makul bir fiyatla satılan petrol ikmalinin kesin ve istikrarlı bir kaynağı olmasını sağlamaktı.” 1
Bir temel ve önemli gerekçe budur. Bir başkası Ortadoğu ve Körfezin başta silah tekelleri olmak üzere, emperyalist şirketlerin ihtiyaç duyduğu önemli bir pazar oluşudur.
Ama 1990’larda öne çıkarılması gereken tarihsel öncelik, ABD emperyalizminin emperyalist hiyerarşinin yeniden kurulduğu bir dönemde yeni dünyanın efendiliğini kaptırmayacağını gösterme ihtiyacıdır.
Körfez Savaşı’nın ardından Somali, Haiti gibi “gösteriler” de gerçekleştiren ABD, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çözülüşünün ardından gündeme gelen “yeni dünya dengeleri” tartışmalarına net bir yanıt veriyordu.
Bu dönemde, Japonya ve Almanya’nın (merkezinde durduğu AB’nin de denebilir) isimleri, emperyalist hiyerarşide öne geçebilecek olanlar listesinde yer alıyordu. Japonya’nın hem tarihsel hem de güncel olarak böyle bir niyete veya iddiaya sahip olmayacağının anlaşılması kısa sürdü.
Ancak, Almanya’nın hiyerarşi içindeki yerini kabullenebilmesi için Yugoslavya trajedisinin yaşanması gerekti. ABD, Avrupa’nın arka bahçesinde bile borazanını rahatlıkla öttürebilecek bir küresel güce ve birikime sahip olduğunu göstererek Dayton Anlaşması’nı masaya koyacaktı.
1990’ların ikinci yarısına gelindiğinde artık emperyalist hiyerarşinin nasıl kurulacağı biraz daha belirgin hale gelmişti. 90’ların başında Avrupa kapitalizminin sınıf mücadeleleri birikimi üzerinden elde ettiği ve kapitalizmin bir niteliğiymiş gibi pazarladığı demokrasinin bu hiyerarşi içinde fazla bir kıymet-i harbiyesinin olmayacağı da artık açıktı. ABD hegemonyası belirginlik kazandıkça, emperyalizmin savaşçı saldırgan yüzü ve tümüyle keyfi “müdahaleciliği” de öne çıkmaya başladı.
Yeni Dünya Düzeni’nin piyasa ekonomisiyle birlikte temel niteliklerinden biri olan “demokrasi”, giderek içi boşalan ve ihtiyaç halinde utanmazca başvurulan bir demagojiye dönüştü. Kapitalist düzenin en ileri demokrasisinin, Avrupa’nın kökü derinlere uzanan işçi sınıfının mücadeleci geleneğinin, Sovyet sosyalizmi tarafından dürtüklenmesinden duyulan korkunun ürünü bir “rüşvet” ve kapitalist sistem için aslında “geçici” bir durum olduğu yönündeki Ortodoks inanış doğrulanmış oldu.
Emperyalist sistemde değerler hiyerarşisinin de yerli yerine oturtulabilmesi ve “demokrasi”, “insan hakları”, “barış” gibi kavramların pek para etmediğinin ve bundan sonra da etmeyeceğinin anlaşılması için 11 Eylül’ün yaşanması gerekti.
Aslında 90’ların ikinci yarısında netleşen bu tablonun belirgin renkler kazanması için 11 Eylül 2001’e kadar beklemeye gerek yoktu. Ancak hem ABD’nin dünyaya kendini daha açıkça anlatması/göstermesi ve hem de dünyanın bu yeni durumu daha kolayca kabullenmesi/benimsemesi için 11 Eylül’ün yaşanması gerekmişti.
Bugün artık, emperyalizmin daha tutarlı ve gerçek yüzüyle karşı karşıyayız. Her ne kadar Avrupa demokrasisinin hayaleti ve “insan hakları” retoriği yine emperyalistlerin elinde bir “koz” olarak duruyor olsa da, saldırganlık ve savaşlar emperyalizmin baskın niteliğini oluşturuyor.
Şimdi bir kez daha, insanlık için “umutsuz” bir dünya tablosuyla karşı karşıyayız.
Öncelikle teorik bir dayanağa sahip, psikolojik bir müdahale gerekiyor: İnsanlık ve tarihsel birikimi bu tabloyu hak etmiyor. Etmiyorsa, bu tablo değişecektir. Değişeceğine inanmak gerekiyor. Bu tabloyu değiştirecek olan dinamiklerin bu tablonun veri olduğu bir durumda hissedilmemesinden daha doğal bir şey olamaz. Ancak, bu hissi mutlaklaştırarak buradan umutsuz “doğru”lar çıkartmak ve bunları yaymak, birazcık akıl ve bilgi sahibi olanların yapmaması gereken bir şey olmalı. Tablo değişecek, bu kesin…
İnsanlığın hak etmediği bu tabloda ne var?
Hiyerarşinin en tepesinde arsız ve insanlık düşmanı ABD emperyalizmi duruyor. Bunun hemen yanı başında, beceriksiz bir biçimde onu taklit etmeye çalışan, çoğu zaman eski alışkanlıklarından vazgeçemeyen bölgesel “iş ortakları” bulunuyor. Bu ortakların bir kısmı, daha “yaranmacı” bir biçimde iş yürütürken, bir kısmı ise daha “fırsatçı” tarzda faaliyet gösteriyor.
Bu ortaklarla ilişkilerde koz olarak kullanılmak da dahil olmak üzere bir dizi “kirli” işi üstlenen “uşaklar” başka bir ara kategoriyi oluşturuyor. Uşaklar evi geçindirmek için emperyalistlere çalışmak zorundalar. Görevlerinin niteliğine göre zaman zaman maaş pazarlığı yapıyorlar.
Bir de “sorunlular”, “uyumsuzlar”, “tedavi edilmesi gerekenler”, “şımartılmışlar” … çoğu alt basamaklarda yer alan ve hiyerarşinin alt basamaklarında olanlar var.
Bir de, şimdilik bu dengelerde çok büyük dalgalanmalar yaratmasa da, “bizimkiler”…
Biraz kabaca tarif edilen bu hiyerarşi, “iki kutuplu dünya” modelinde olduğu kadar sade değil. Bugünkü tablo bir hayli “yalın” görünmekle birlikte, daima böyle kalacağını düşünemeyiz. Çünkü emperyalist saldırganlığın son yıllarda adet olduğu üzere yalnızca alt basamaklardaki kaybedenleri hedef almakla yetinmesini bekleyemeyiz. ABDnin bugün görece “rahat bir biçimde” inşa etmekte olduğu dünya imparatorluğunun pürüzsüz bir şekilde yönetilebileceğini sanmamak gerekir.
Ancak, İsrail Filistin’e bu yalın emperyalist hiyerarşi tablosunda saldırmıştır ve El Aksa İntifadası adı verilen direniş süreci böyle bir dünya manzarasında yaşanmıştır. Şimdilik bu veriler üzerinden devam edebiliriz.
Barış görüşmelerinde tıkanma ve provokasyon
2000 sonbaharında Filistin lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ABD Başkanı Bill Clinton’un “arabuluculuğunda” yürüttükleri görüşmelerde zaten bir “olgunlaşma” ve tıkanma aşamasına gelmişlerdi. Camp David görüşmelerinde Kudüs’ün statüsü sorunu çözülemez bir başlık olarak kalmıştı. ABD’li stratejistler için de bu tıkanmanın veri olduğu bir dönemde, bu durumu belli bir biçimde aşmaya yönelik hamle, “kendisinden de ancak bu beklenebilecek olan” kasap Şaron’dan geldi. Dönemin muhalefet partisi lideri Ariel Şaron, -daha önce Lübnan’daki mülteci kamplarında gerçekleştirdiği kıyımlar nedeniyle kasap sıfatıyla anılıyor; kendisine zaman zaman buldozer de dendiği oluyor- 28 Eylül’de Kudüs’te bulunan Haremül Şerif’teki Müslümanlar için kutsal sayılan El Aksa Camii’ni ziyaret etti. Sembolik önemi nedeniyle gerçek bir provokasyon niteliğindeki bu ziyaretin sonunda beklenen şey oldu. Sokakları işgal eden Filistinlilere ateş açan İsrail askeri birkaç gün içinde ciddi bir kıyım yaptı ve ardından El Aksa İntifadası tüm Filistin topraklarına yayıldı.
Bundan sonra gerçekleştirilen görüşmeler ise, artık yol alınan deği,l yeniden zemin oluşturmaya çalışılan görüşmeler niteliğinde oldu. Filistinli örgütlerin intihar saldırıları ve bombalama eylemleri de başlamıştı.
ABD ve İsrail’de hemen hemen aynı tarihlerde hükümet değişiklikleri gündeme geldi ve her iki ülkenin de “şahinleri” olarak bilinenler iktidara geldiler.
Emperyalizmin yeni ihtiyaçları Bush yönetimini iktidara getirirken, bu sürece bir yerinden bağlanan Ortadoğu için de Şaron’lu günler gelmiş oldu.
ABD dış politikasındaki değişiklik, basit olarak şahin ABD Başkanı’nın keyfi tercihlerinden değil, dönemsel olarak emperyalist sistemin kriz siyasetinin çözüm arayışlarında öne çıkarttığı öznelliğin ihtiyaçlarının ürünü olarak belirginleşti. Bu öznelliğin ihtiyaçları, uluslararası hiyerarşi içindeki konumun “efektif” hale getirilmesini ve optimum saldırganlığa sahip olarak bu konumun yeniden inşa edilmesini gerektiriyordu.
ABD dış politikasına dair ekol tartışmalarına bu yazı kapsamında girilmeyecek ancak, gerektiği ölçüde tek taraflı, gerektiği ölçüde “uluslararası koalisyonlara dayanarak” hareket etme konusunda Bush yönetiminin bir kısıtı bulunmadığını not edelim. ABD’nin mevcut yönetimi, ihtiyaç duyulduğunda uçurulacak şahinlere de, güvercinlere de sahiptir.
Bush yönetiminin asıl yönelimleri 11 Eylül ile birlikte belirginleşmiştir. Kimilerine göre ise, zaten 11 Eylül bu yönelimlerin bir “ürünüdür”. Hangisinin neden, sonuç veya gerekçe oluşundan bağımsız olarak, Avrupa’da kendince bir “yerleşim” planını belirginleştirmiş ve emanetçilerini de belirlemiş olan ABD, Ortadoğu’ya ilişkin bir türlü çözemediği “Saddam sorunu” dışında özel bir kaygı taşımıyor; Asya ile ilgili ise, belirgin hedefler peşinde koşuyordu.
Bugün ABD, Orta Asya’da petrol ve doğalgaz rezervlerinin çok yakınında ihtiyaç duyduğu hakimiyetin altyapısını oluşturmuş durumdadır. Bu sayede ABD’nin Ortadoğu’da “elinin rahatladığını” söyleyebiliriz. Ancak, bölgenin “karmaşık” ve emperyalist siyasetin konusu olmak için fazla tanımsız dinamikleri sayesinde, ABD’nin “Saddam sorunu” bir kez daha Filistin-İsrail sorununa bağlanmıştır.
Bu sorun aynı zamanda ABD’nin yeni yarattığı düşmanın Müslüman kimliği ile de bağlantılıdır.
İsrail’e gelince… Bir savaş ve işgal devleti olan İsrail, emperyalist saldırganlığın geliştirdiği tüm silahları, güncel çıkarları öyle gerektirdiği için ve tarihsel nedenlerle “ortadan kaldırmayı” istediği Filistin halkına yöneltti. Çünkü, ABD’de Bush yönetiminin iktidara gelmesinin ardından Washington’un artık barış havariliği yapma ihtiyacı duymadığı bir döneme girildi ve böylece İsrail için “aile baskısıyla evlendirilme” zorunluluğu -geçici de olsa- ortadan kalkmış oldu.
El Aksa İntifadası’na İsrail’in yanıtı hazırdı. Önce, “seçici suikast politikası” devreye sokuldu. İsrail ordusu kendi “arananlar” listesinde bulunan ve “terörist eylemlerin planlayıcıları” olduklarını iddia ettiği Filistinli militan ve yöneticileri tek tek öldürmeye başladı. Suikastlar çoğunlukla helikopterlerden keskin nişancıların ateş açması veya füze atılması ile gerçekleştiriliyordu ve bu haliyle yalnızca biçimsel olarak bile oldukça “öfke” vericiydi. İsraildeki barış örgütleri tarafından da eleştirilen bu “yargısız infazlar” Filistinliler için son derece provokatif eylemlerdi ve öldürülen militan ya da yöneticinin cenaze törenlerinde intikam yeminleri ediliyordu. Ve “intikam” alınıyordu.
Mayıs ayında İsrail ordusu, çocukları ve Filistin polislerini öldürmeye başladı. Bundan sonra intihar saldırıları yoğunlaştı ve 21 Mayıs’ta George Mitchell’in “acil ateşkes çağrısı” gündeme geldi. İsrail Filistin yönetimini “teröre yataklık etmekle suçluyor” ve diğer yandan da yeni yerleşim yerlerinin inşaatlarını sürdürüyordu.
1 Haziran’da Tel Aviv’de bir diskotekte 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan o güne kadarki en büyük intihar saldırısı gerçekleştirildi. Bu saldırının İsrail yönetimini, Filistin yönetimini “ortadan kaldırmak”, “etkisizleştirmek” yönünde bir planı hazırlamaya sevk ettiği söyleniyor.
Haziran ayında ABD isteksiz de olsa bir müdahale daha yaparak George Tenet aracılığıyla bir “ateşkes planını” devreye soktu. ABD, Filistin yönetiminin terörü durdurmasını, İsrail’in de Filistin topraklarından çekilmesini istiyordu. Elbette bu plan işlemedi. Temmuz ayı başında yapılan bir Güvenlik Kabinesi toplantısında İsrail hükümeti orduyu “Filistin bölgesindeki teröristleri bulması için serbest bıraktı. Şaron yönetiminin Arafat’ı devirme kararının da bu toplantıda alındığı ileri sürülüyor.
İsrail’in suikast politikaları yaz aylarında yoğunlaşarak devam etti. Hamas, El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) yöneticilerine yönelik suikast saldırıları gerçekleştirildi. Bu süreçte en ağır darbeyi alan, 27 Ağustos’ta İsrail ordusunun saldırısında liderleri Ebu Ali Mustafa’yı yitiren FHKC oldu.
Filistinlilerin Yahudi yerleşim birimlerinde keskin nişancılar tarafından gerçekleştirdikleri saldırılara, intihar saldırıları eşlik ediyor. Ağustos ortalarında İsrail ordusu Cenin’e girerek Filistin güvenlik birimlerinin binalarına saldırıyor. Bu artık Filistin yönetiminin hedef alınacağı mesajının net olarak verilmesidir. Tüm bu süreçte ABD ısrarla “Tenet planı”nın uygulanmasını istemekte ancak başka herhangi bir yaptırımı gündeme getirmemektedir.
Eylül ayında ilk kez bir İsrailli Arabın gerçekleştirdiği intihar saldırısının ardından 11 Eylül’de İsrail tankları Cenin’e ve diğer Filistin bölgelerine saldırı düzenledi. ABD’de gerçekleşen terörist saldırıların dünyadaki dengeleri tümüyle kendi lehine değiştireceğine inanan Şaron yönetimi, ilk işgal provasını bu saldırıyla yaptı. Ancak kendi hesabını İsrail’in yükünü taşımadan yapmak isteyen ABD, bu girişime çok sert tepki gösterdi. Ve İsrail çekilmek zorunda kaldı.
11 Eylül’den Afganistan savaşının sonucunun netlik kazandığı aralık ayı başına kadar olan dönem ABD’nin İsrail’in dizginlerini fazlasıyla sıkı tuttuğu bir dönem oldu. Hele ABD’nin 7 Kasım’da havadan Afganistan’ı bombalamaya başlamadan önce gözettiği hassas dengeler nedeniyle neredeyse İsrail-Filistin barış görüşmeleri yeniden ve hatta Şaron ve Arafat arasında yapılmanın eşiğine getirildi.
Bunun neden böyle olduğu sanırım yeterince açık. Olgularla destekleyecek olursak, İsrail’in çekilmesinin ardından taraflar “ateşkes”i kabul ediyorlar ve Arafat ile Peres görüşmesi gündeme getiriliyor. Bu dönemde gerçekleşen intihar saldırıları Arafat-Peres arasındaki “görüşmenin” bir türlü yapılamamasına neden oluyor ama ABD Başkanı Bush’un 2 Ekim’de “Filistin devleti”nden söz ettiği bir konuşma yapmasına engel olmuyor. Afganistan’a yönelik saldırganlık, Filistine atılan çiçeklerle dengelenmeye çalışılıyor, hepsi bu.
Kendisini “dışlanmış” hisseden İsrail yönetimi, birkaç “bağımsız” adım atarak 5 Ekim’de El Halil’e girme cesaretini gösteriyor. ABD’nin tepkisi gerçekten çok “sert” oluyor. Birbirlerine bağlılar. Ancak “kavga” ediyorlar.
Bu kısa “esirgenme” döneminde Filistin yönetiminin ABD’ye bağlılığı ise doruğa çıkıyor. Öyle ki ABD Afganistan’a saldırdığında Usame bin Ladin’i desteklemek için gösteri yapan Filistinlilere Filistin güvenlik görevlileri ateş açıyor, 2 Filistinli vuruluyor.
ABD’nin Afganistan bombardımanı sürerken Britanya Başbakanı Tony Blair hassas formülü dillendiriyor: “Afganistandaki askeri harekat İsrail-Filistin barış sürecindeki ilerlemelerle dengelenmeli.”
Dengeleniyor: 11 Ekim’de ABD’nin Kudüs’ün Filistin ve İsrail “devletleri” arasında paylaştırılmasını öngören bir planı olduğu basına sızdırılıyor. Blair, Arafat’ı Downing Street 10’de ağırlıyor ve “Filistin devletine desteğini” açıklıyor.
ABD ve Britanya Filistin’e attıkları çiçeklerle uluslararası alanda barış için bir şeyler yaptıkları yanılsamasını beslerken İsrail, suikast politikalarını yoğunlaştırarak sürdürüyor.
Ekim ayının 17’sinde FHKC öldürülen liderleri Ebu Ali Mustafa’nın intikamını almak için sağcı Turizm Bakanı Rehavam Zeevi’yi öldürüyor. İsrail buradan suikast politikaları ve Filistin yönetimini sıkıştırmak için gerekçe üretiyor. Artık Arafat “doğrudan” tehdit ediliyor. İsrail bir kez daha Filistin kentlerine giriyor. ABD’nin “ağır eleştirileri” sonucunda yeniden geri çekiliyor. Ancak, Şaron artık bir milyon Yahudiyi daha bölgeye yerleştirmekten söz ediyor.
Aralık ayı başında Filistinlilerin intihar saldırıları ve bombalama eylemlerinin ardından İsrail ordusu, Arafat’ın Gazze’deki karargahını hedef alıyor. Bu sırada Ramallah’ta bulunan Arafat, o tarihten sonra hiçbir yere gidemeyecektir.
İsrail Filistin güvenlik birimlerine yönelik saldırılarını yoğunlaştırırken, Arafat yönetimi geri adım atarak yüzlerce militanı tutukluyor. Ancak, artık İsrail için yapılanların hiçbiri yeterli olmuyor.
Aralık ortalarında Afganistan’da durum netleşmiştir ve ABD açısından artık Ortadoğu konusunda bir karar verme zamanı gelmiştir. ABD’nin “sorunu İsrail’in inisiyatifine bırakma” tercihini yapma olasılığı Filistinli özneleri ciddi bir biçimde kaygılandırmaktadır. Arafat, atacağı tüm geri adımları atmış Hamas ve İslami Cihat da “ateşkes” çağrısına onay vermiştir.
ABD, aralık ortasında Ortadoğu temsilcisi Anthony Zinni’yi geri çağırmış, İsrail de Arafat’ın 24 Aralık’taki ayin için Beytüllahim’e gitmesine izin vermeyeceğini açıklayarak yeni bir provokasyonu gündeme getirmiştir.
Nihayet ABD’nin tutumu, Ocak ayındaki İsrail’in Kızıldeniz’de baskın düzenlediği Karine gemisi olayıyla birlikte belirginlik kazanmıştır.
Afganistan dosyasını öyle ya da böyle kapatan ABD, artık yeni hedefler peşindedir ve İsrail’in Filistinle ilgili tercihlerine fazla müdahale etmeyeceği mesajını, Arafat’ı net olarak karşısına alarak vermiştir. Bush yönetimi, gemiden ele geçen İran bağlantılı silahların Arafat’ın bilgisi dahilinde olduğunu ileri sürerek ve bunu sert bir biçimde eleştirerek Filistin yönetiminin ipini çekmiştir.
Bundan sonrası Filistin yönetimi ve Filistin halkı için gerçekten “tufan” olmuştur: Dizginlerinden boşanmış saldırgan bir devletin birikmiş öfkesi ve kurtuluşu emperyalist güç dengeleri içinde arayan bir liderliğin halkına ihaneti.
Başka özne var mı?
Uluslararası alanda söz sahibi olmaya çalışan Avrupa Birliği’nin Ortadoğu sorununa ilişkin -sürekli tekrar edilen ve hiçbir somut sonucu olmayan diplomatik temasları ve uyarıları saymazsak- naçizane somut çabası, Şubat başında İspanya’da yapılan AB Dışişleri Bakanları gayri resmi toplantısında Fransa tarafından sunulan “barış planı” ile kısa bir süre oyalanmak, ardından Suudi barış planına destek vermek biçiminde olmuştur.
Fransa’nın önerdiği ve AB’ye mal edilen planda, ABD ve Britanya’nın “Filistin devleti” söylemini dayanak yaparak, Ortadoğu barış süreci müzakerelerinin başlangıç noktası olarak “Filistin devletinin kurulması” önerilmiş, derhal Filistin’de seçimlerin yapılması hedefi konmuştur.
Seçim konusunda kendisine güvenmeyen Arafat’ın bile sıcak bakmadığı bu plan için Türkiye’de gerçekleştirilen AB-İKÖ Zirvesi’nde kısmi bir “tantana” yapılmış, ardından bölgeye giden İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw Arafat’la yaptığı görüşmede “şiddetin durdurulmasını” istemiş, Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer de Peres’le görüşerek “temennilerini” sunmuştur.
Avrupa Birliği ve onu oluşturan özneler bundan sonraki süreçte tümüyle devekuşu taktiğini benimseyerek sorunu ABD’nin çözmesini istemiş, Suudi planını desteklediklerini ilan etmiş ve İsrail saldırganlığının doruğa çıktığı 29 Mart sonrası dönemde dahi “şiddeti durdurun” uyarıları dışında hiçbir müdahale girişiminde bulunmamışlardır.
29 Mart’tan sonra bölgeye gönderilen AB heyetinin İsrail tarafından engellenmesi ve Filistinlilerin tabiriyle “aşağılanması” AB Konseyi tarafından “yalanlanmıştır”.
Bir garip ‘barış’ planı
İsrail’in ABD’den aldığı açık destekten sonra, yaz aylarından beri gündeminde tuttuğu Arafat’ı etkisizleştirme ve Filistin topraklarını işgal planının önünde bir engel kalmamış oldu. Mart ayı, İsrail’in mülteci kamplarını da hedef aldığı ağır saldırılarıyla başladı.
Ancak, Mart ayı aynı zamanda ABD emperyalizminin Irak ile ilgili planlarını netleştirmek üzere bölgeye Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin bir ziyaret gerçekleştireceği aydı. ABD tıpkı Afganistan saldırısı öncesinde olduğu gibi, bir kez daha “Filistin devleti” söylemini cebinden çıkarttı ve “sızdırmaya” başladı.
Birleşmiş Milletler’in tarihinde ilk kez “bağımsız bir Filistin devletinin” kurulmasından söz edilen bir karar kabul ediliyor, Genel Sekreter Kofi Annan, İsrail’i illegal bir biçimde girdiği Filistin topraklarından çekilmeye çağırıyordu.
Ve Cheney’nin gezisine paralel olarak ABD, Ortadoğu temsilcisini yeniden bölgeye gönderiyordu.
Ortadoğu’da dengeler biraz karışıktı. Cheney’nin Suudi Arabistan ve Körfez’deki diğer dostlarının sıkıntılarını anlamaması mümkün değildi. Önceden bulunan formül ise, “Suudi barış planı” oldu. Planın ABD’de hazırlandığı kesin olmakla birlikte neler içerdiği bir türlü öğrenilemedi. Ancak, sürekli olarak İsrail’in 1967’den önceki sınırlara çekilmesinin istendiği buna karşılık İsrail’in Arap ülkelerince tanınacağı şeklinde bir “madde” dilden dile dolaştı ki, bu İsrail’in kabul edemeyeceği bir talepti.
Suudi Arabistan’ın ABD’yi bu formülü bulmaya zorlayan önerisinin “Saddam gidecekse Şaron da gitsin” şeklindeki yaklaşımı olduğu belirtiliyor. Körfez Savaşı’ndan önce de Suudi Arabistan ve Mısır’ın benzer bir pazarlık yaptığı Madrid Konferansı’nın bu süreç sonucunda başladığı ve Başbakan İzak Şamir’in sonunun geldiği hatırlatılıyor.
ABD, Arap ülkeleriyle Irak pazarlığını daha rahat yapabilmek için, aslında bizzat kendisinin icat ettiği bu plana “destek” verdiğini açıkladı.
Şaron yönetimi de kabul etmediğini…
Planın görüşüleceği Arap Zirvesi 28-29 Mart tarihlerinde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta gerçekleştirildi. Zirveye Mısır ve Ürdün katılmadılar. İsrail Arafat’ın katılımını “istersen git ama geri dönemezsin” tehdidiyle engellerken, Lübnan da Filistinli liderin telefonla zirveye müdahil olmasını engelledi.
Bu zirve, ABD kuyruğundaki Arap yönetimlerinin kendi iktidarlarını bir şekilde sürdürme gayretinden başka bir çabaya tanıklık etmedi. Suudi barış planının tam içeriği zirvede de anlaşılamadı. Tıpkı ABD’nin “Filistin devleti” planı gibi…
Filistinli militanların intihar saldırısı yine İsrail’in beklediği günde geldi: 28 Mart günü Netenya’da 1 Haziran’daki saldırıdan bu yana en fazla kişinin öldürüldüğü saldırı gerçekleşti. İsrail artık işgal ve Filistin yönetimini yok etme planını “meşru” bir biçimde uygulayabilecekti.
Gerisini biliyoruz…
Yaser Arafat sorunu
Uzunca bir süredir “Arafat gözden çıkarıldı mı?” sorusuna, “Ama onun alternatifi yok ki” yanıtının verildiğini biliyoruz.
Soru da, yanıt da yanlış… Gözden çıkarılan Arafat değil, Oslo Barış Süreci diye tarif edilen ABD’nin barış havariliği yaptığı, nesnel karşılığı ya da çözümleyiciliği olmayan ve yalnızca kimi figüranlara ihtiyaç duyulan bir piyes’tir. Arafat’a duyulan ihtiyaç son dönemde bu piyes’teki rolü yüzündendir. Bu piyes sona ermiştir. Ve Arafat’ın “alternatifi olmayan” misyonu da.
Arafat’ın alternatifi yalnızca bir tane değildir. Uzunca bir süredir, İsrail ve ABD kimi zaman ayrı kanallardan kimi zaman birlikte Filistin yönetimi içindeki kimi “odak”larla doğrudan ve gizli görüşmeleri sürdürmektedirler.
Post-Oslo dönemi diyebileceğimiz dönem için ise, Filistin sorununun “geleceği”ne ilişkin belirgin bir plan yoktur. İsrail’in arzusu sorunun “ortadan kaldırılmasıdır” ABD açısından bu sessizce halledilirse onay verilebilecek, ama gürültü çıkardığında istenmeyen bir tercihtir.
Ve maalesef gürültü çıkmaktadır.
ABD açısından sorun öylesine yalındır ki, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, bu yıl başında gerçekleşen bir görüşmede İsrail Savunma Bakanı Ben Eliezer’e “Bana kalırsa Arafat’ı asabilirsiniz” diyebilmiştir. Bu duyulunca korkunç bir gürültü çıkmış ve tabii Cheney’nin bürosu tarafından Eliezer’in açıklaması sert bir şekilde yalanlanmıştır. Ben Eliezer, “özel bir görüşmenin ayrıntılarını açıkladığı için” özür dilemiştir ama “Cheney öyle demedi, ben maksadı aşan bir şey söyledim” filan dememiştir.
Şaron ve Bush arasında yapılan görüşmelerde defalarca Arafat konusunda “ortak duygular” paylaşılmış, ancak ABD’nin gürültü korkusu nedeniyle Bush Şaron’a “kılına bile dokunamazsınız” talimatını vermiştir. Bunu da dünyaya ilân etmiştir.
Son kuşatmada Arafat’a “bir şey yapılmayacağı” defalarca yinelenmiş, bu nedenle İsrail’in hedeflediği “tutuklama”, “paketleme” gibi uygulamalar teknik olarak mümkün olamamıştır.
Halkının zayıf desteğine rağmen Arafat, bu operasyonda politik olarak güç kazanmış “şehit olmasının” ne kadar önemli olduğunu ABD politikalarını tersten okuyarak kavramıştır.
Arafat İsrail’in sahtekarlıkları ve Filistinlilere yönelik propaganda saldırılarını rahatça deşifre edebilmektedir. İsrail’in büyük bir terör yaratarak “bana füze atılıyor” gerekçesiyle Filistin topraklarına girmesinin ardından “Bunlar da füze mi? Dalga geçiliyor herhalde. Bu ilkel füzelerin bugüne kadar kimseyi yaraladığı görülmemiştir, hatta bir kediyi bile korkutmaktan acizdir bunlar. Bunları füze diye satmak, İsrail’in bize karşı saldırılarını haklı çıkarma propagandasıdır, aşırı uçlardaki fanatiklerden para sızdırma çabalarıdır. Unutmayalım ki Hamas’ı da İsrail yaratmıştır” diyen Arafat’tır. Arafat durumları “çözümlemekte” ancak “çözüm getirememekte”dir. Örneğin, İsrailin cezaevlerini bombardımanından bir şey anlamadığını söyleyen Arafat, “İsrail benden teröristleri tutuklamamı istiyor, sonra da gidip cezaevlerini vuruyor. Bu koşullarda düzeni nasıl sağlayabilirim” diye İsrailin komplolarını açığa vurabilmektedir.
Arafat’ın temel sorunu, halkının örgütlü bir direnişine değil, ucu ABD’nin elinde bulunan mafyatik ilişkiler ağına dayanarak “liderlik” yapabileceğini düşünmesidir. Bu nedenle “Bize göre barış süreci ölmedi. Avrupa da bizim gibi düşünüyor. Ancak bizim barış isteğimiz İsrail’i müzakere masasına götürmeye yetmiyor, ABDnin baskısı lazım” çaresizliği içindedir.
Arafat’a ilişkin olarak dillendirilebilecek pek çok şeyi bir paragrafta özetleyen bir yaklaşımı aktararak geçiyorum:
“Ben kendi adıma onun halkına karşı aşağılayıcı tavırlarından ve taş kesilmiş otokrat duyarsızlığından başkalarını dinleme ve ciddiye alma yoksunluğundan, sonu gelmez kararsızlığından, gizliliğinden ve kör bir irrasyonalite içerisinde bir patrondan diğer bir patrona doğru seyreden bitmeyen yalpalamalarından ve bu arada kendi kendisini savunan acılı halkını yapayalnız bırakmasından artık bıktım. Yol gösterin Bay Arafat, halkınıza yol gösterin. Eğer bunu yapamıyor ya da yapmak istemiyorsanız lütfen bunu açık kalplilikle söyleyin. Oslo sürecinin başlangıcından beri yaptıklarınız bizleri yanıltmaktan, hile yapmaktan etrafınızı sarmalayan yozlaşmış politikacılardan bir kısmına kâr getiren gizli anlaşmalara girmekten ve bu arada bizlerin durumunu daha kötüye ve çok daha kötüye götürmekten ibaret.” 2
Arafat’ın alternatifi olarak sayılan isimleri ise, not ederek geçebiliriz. Yaz aylarından beri Britanya medyasında tartışılan bu isimlerin ortak özelliği İsrail ve ABD ile “yakın”lıkları. Hukuki olarak Arafat’a bir şey olması durumunda 60 gün içinde yönetimi devralacak olan kişi Ebu Alâ olarak tanınan parlamento başkanı Ahmet Kurey. İsrail’in muhatap kabul ettiği diğer aday, Arafat’ın yardımcılarından Mahmud Abbas.
Bunun yanında Batı Şeria ve Gazze’nin güvenlik şefleri olan Cibril Recep ve Muhammed Dahlan da İsrail ve ABD’ye “yakın” isimler olarak biliniyor.
Filistin’in çıkışı var m?
Tümüyle emperyalist pazarlıkların konusu haline getirilmiş olan Filistin sorununda, olası senaryoların hiçbiri gelecek vaad etmiyor. Yukarıda tartışılan bir seçenek, ABD’nin Irak saldırısını dengelemek için yeni bir barış sürecinin gündeme gelmesi olasılığıdır ki, kimse bunun sonunda daha fazla şiddete yol veren ve hiç bir kazanım getirmeyen Oslo sürecinden daha “ileri” bir süreç olabileceğini düşünmemelidir.
Bir başka ve daha trajik olan diğer olasılık ise, İsrail’in sorunu “ortadan kaldırma” hedefine doğru yol almaya devam etmesidir. Çeşitli biçimlere bürünebilecek olan bu süreçte, “Filistin devleti”nin kurulmasının imkansız olmadığını düşünebiliriz. 3 Gözü dönmüş İsrail devletinin ırkçı uygulamalarının daha da yoğunlaşma olasılığının da bulunduğunu düşünebileceğimiz gibi.
Bu seçeneklerin hiçbiri Filistin halkı için anlamlı bir gelecek vaat etmiyor.
Filistin halkının, bugünkü dünya tablosunda “zor” olan, ama imkansız sayılamayacak bir yola girmesi gerekiyor. Filistin direnişinin siyasi çerçevesini kendisinin belirlediği net bir programı ve bu doğrultuda yenilenmiş bir örgütlülüğü olmak zorunda. Ancak bu çerçevede gerçekleştirilebilecek bir direniş, bölgede adil bir barışı sağlayabilecektir.
İsrail saldırganlığının mutlak olarak geriletilmesi ve bölgede farklı dinlere mensup halkların kardeşçe yaşamasının mümkün hale gelmesi ise, ancak sosyalizm yanlısı güçlerin ortaya çıkaracağı yeni dengelerin ürünü olacaktır.