Amacı polemik olmayan dergi yazılarına sola ilişkin eleştirilerle başlamak okurlara sevimsiz gelebilir. Bu yazı, Türkiye’nin mevcut durumu ve uluslararası konumlanışından hareketle “anti-emperyalist mücadele” ve “yurtsever cephe” kavramları üzerinden yürüyen kimi tartışmalara katkıda bulunma amacını taşıyor. Denecektir ki, “böyle bir yazıya sola yönelik eleştirilerle başlamak zorunlu mu?” Kanımca zorunlu. Üstelik, “ne yazık ki zorunlu” da demiyorum; çünkü, ortada, hayıflanılacak değil, gereği yapıldığında bize mesafe kazandırabilecek bir zorunluluk var.
Başka pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, solun genel durumu son dönemde ağırlıklı olarak “yenilgi” ve “gerileme” kavramlarıyla anlatılıyor. Bu kavramların hemen ardından, tanık olunan “savrulmalar” gündeme geliyor; “döneklerden”, “liberalleşenlerden”, “reddiyelerden” vb. söz ediliyor. Bunların olmadığını söylemek kuşkusuz mümkün değil. Gelgelelim, eğer ortada gerçekten bir “yenilgi sendromu” varsa, bu sendromun salt sağa ve liberalizme savrulmalarla yaşanmadığını da görmek gerekiyor. “Yenilgi sendromunun”, üzerinde pek durulmayan bir başka yüzü daha vardır: Önünü arkasını fazla düşünmeden eski ezberlere dönme…
Özetle, direngenlik ve solukluluk gibi görünse de, eski ezberlere sımsıkı tutunmanın, yenilgi sendromunun bir başka tezahürü olduğunu söyleyebiliriz. Yenilmişlik ve güçsüzlük duygusu, solun insanlarını oraya buraya savurabildiği gibi, yeni tezlere, sınırları zorlayan girişimlere ve deneyselci yanı ağır basan yaklaşımlara karşı aşırı muhafazakar, kuru ilkeci ve her durumda mesafeli konumlara da hapsedebiliyor. Ne kadar doğruydu bilemiyorum; ama uzun yıllar önce bu durumu “cenin duruşu” benzetmesiyle açıklamaya çalışmıştım.
Ezber bozulması gereken dört kavram
Girişi uzatmadan meramımı açıkça söyleyeyim. Türkiye solu, özellikle dört başlık söz konusu olduğunda, 1960’ların başından ‘70’lerin sonuna uzanan dönemde öğrenip dağarcığına yerleştirdiklerini yeniden sorgulamak, kimi ezberlerinden vazgeçmek zorundadır. Başlıklar şöyle: “Cephe” kavramı, “ulusal sorun”, “sol Kemalizm” ve “demokrasi”.
“Cephe” kavramıyla başlayalım.
Türkiye solu “cephe” kavramını, düşmana karşı mücadelede güç yığınağı yapılan, mücadelenin en kritik uğraklarının yaşanacağı bir alan bağlamında değil, daha çok “bileşim” bağlamında (cephede “bizden başka” kimler var?) algılar. Böyle olunca, “verili durumda neler yapmak gerekir?” sorusunun yerini “farklı çıkarların temsil edildiği bir cephede ortak payda olarak en fazla ne yapılabilir?” sorusu alır. Bu düşünce biçimi, Türkiye solunun özel bir kusuru veya eksikliği sayılamaz. Çünkü, dünya sosyalist hareketinin tarihinde “cephe” kavramı ve pratiği, 1930’lardan başlayarak hep böyle şekillenmiştir: Baş düşmanı yalıtmak için, “asgari müştereklerde” buluşmak ve böylece mümkün olan en geniş bağlaşıklığı oluşturmak…
Bu cephe mantığı, bir zamanlar “tren-istasyon” benzetmesinde ifadesini bulurdu. Tren, bütün vagonları dolu yola çıkardı. Sonra, farklı kesimlerden yolcular, kendi varış yerleri olan istasyonlarda trenden inerlerdi ve yola böyle devam edilirdi. Üstelik bu benzetme, son istasyonu sosyalizm olan bir yolculuğu anlatmak için kullanılırdı. Bu mantıkla gidildiğinde, trenin son istasyon olan sosyalizme yalnızca makinistleriyle ulaşması olasılığı üzerinde pek durulmazdı.1
Türkiye solu, örneğin bugün gündemde olan “yurtsever cephe” bağlamında, böyle bir “cephe” ezberinden vazgeçmelidir. İki anlamda da. Bir kere, öngörülen cephede bileşimin “türdeşlik” taşımayacağı elbette kabul edilmektedir; bununla birlikte öne çıkarılan, “farklı çıkarlar nedeniyle asgari müşterek belirleme” değil, mücadelenin yoğunlaştırılacağı, güçlerin seferber edileceği alandır. İkincisi, gündemde olan, belirli merhalelerde “evli evine köylü köyüne” anonsu yapan bir yaklaşım da değildir; süreç içinde bütün katılımcılara tek bir “ev ve köy” işaret eden, bu anlamda “ileriye taşıyıcı” bir yaklaşımdır.
Gelelim “ulusal sorun”a. Burada, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ile ilgili genel değerlendirmelere girmeden, salt bizdeki Kürt sorununa ilişkin birkaç saptama yapmak istiyorum.
Türkiye’de sosyalizmin, Kürt emekçilerle ortak bir yürüyüş ve mücadele olmadan ancak bir düş olarak kalabileceği doğrudur. Dahası, Kürt emekçilerin katılımı olmaksızın Türkiye’de sosyalist hareketin ileriye doğru belirli eşikleri aşmasının çok güç olacağı da doğrudur. Ancak, bu iki doğrudan “Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden hiçbir sorun çözülmez” sonucunu çıkarmak yanlıştır. Daha ötesi de söylenebilir: “Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden hiçbir sorun çözülmez” deyip bunda ısrar edenlerin çok büyük bir çoğunluğunun dünyaları “demokratikleşme” ile sınırlıdır. Başka bir deyişle, Kürt sorununu çözen bir Türkiye’de “demokratikleşme” sürecinin kısıtlarından kurtulacağına inanılmaktadır.
Bu inanış, burada ele alınamayacak sayıda ve yoğunlukta zaafla maluldür. Öyle ya, Kürt sorunu dendiğinde “çözüm”den ne anlaşılmaktadır? Ne olursa olsun her tür “çözümün” Türkiye’nin önünü açacağı nasıl varsayılmaktadır Kürt sorununun “çözümü”, Türkiye’nin emperyalist odaklarla bütünleşmesinden dinci gericiliğe, emekçi sınıfların ideolojik koşullanmışlığından milliyetçi-şoven eğilimlere kadar bir dizi sorundan kurtulmamızı nasıl sağlayacaktır? Bunlar, akla yatkın yanıtlar verilmesi mümkün olmayan sorulardır. O halde, “Türkiye’de Kürt sorunu çözülmeden başka hiçbir sorun çözülmez” diyenlerin asıl meramları konusunda bir kestirimde bulunmak haksızlık sayılmamalıdır: Böyleleri, siyasal arenada yer alan her kesimin, ağırlıklı olarak da değil, yalnızca Kürt sorunuyla ilgilenmelerini istemektedir.
İsteyen kuşkusuz böyle yapabilir. Ancak, daha sağlıklı bir yol tutturma kaygısı olanların dikkate almaları gereken kritik kimi durumlar da söz konusudur. Bunlardan başlıcasına, elden geldiğince açık biçimde değinmek istiyorum. Bugün için, Kürt demokratlarından-solcularından ve bölgedeki Kürt emekçilerinden oluşan ciddi denebilecek bir niceliği ödünsüz anti-emperyalist (hem ABD’ye hem de AB’ye karşıtlık anlamında) bir konuma çekmek mümkün görünmemektedir. “Yanlarında durup/içlerine girip oraya doğru itekleyelim” tezi, yaklaşık 15 yıllık bir süreçte hiçbir karşılık bulmamıştır. Meselenin özü ise hayli basittir: Sen ciddi bir güç oluşturmamışsan, istediğin kadar belagat sahibi ol, istediğin kadar doğrulara işaret et, söylediklerin, ABD’nin ve AB’nin vaatleri ile Barzani/Talabani perspektifleri karşısında etkisiz kalacaktır.
O halde toparlayalım: Evet Türkiye’de Kürtsüz bir sosyalizm tasavvur etmek mümkün değildir; Türkiye’de gene Kürtsüz, ama belirli eşikleri aşmış bir sosyalist hareket tasavvur etmek de çok güçtür; ancak, giderek güçlenen, dahası ülke ölçeğinde hareket yaratmasını beceren ödünsüz anti-emperyalist bir konumun, liderlikler pek olmasa bile Kürt emekçiler gözünde giderek alternatif bir çekim merkezi haline gelmesi pekala mümkündür ve yapılması gereken de budur.
“Geriden ileriye”
Buraya kadar “ezber bozulmasını” gerektiren başlıklardan “cephe” ve “ulusal sorun” üzerinde durduk. Geriye “Kemalizm” ve “demokrasi” başlıkları kalıyor. Hemen devam etmek yerine, bu iki başlıkla, ayrıca bir kez daha “cephe” başlığıyla ilgili açıklamaların yerli yerine oturması için, daha genel birkaç saptama yapılması gerekiyor.
Bugün ortada bir “dünya sosyalist sistemi” olmadığını hepimiz biliyoruz. Günümüz kapitalizminin, örneğin 1945-1980 dönemi kapitalizmine göre hayli farklı denebilecek yapılanmalara yöneldiğini de az çok biliyoruz. Bunları bilmek elbette iyidir; ancak, bu iki temel olgunun ne tür siyasal sonuçlara ve olasılıklara işaret ettiği üzerinde kafa yorulursa, çok daha iyi olacaktır.
Bugünkü durumun içerdiği paradoksu anlatmak için, dünya komünist hareketinin özellikle ‘70’li yıllarda gündemine yerleşen ve “anti-tekel” mücadeleye odaklanan “cephe” stratejisini anımsayabiliriz. Dahası, şöyle can alıcı bir saptama da yapabiliriz: Bu dönemin stratejisi, ayaklarını ileri bir zemine basan, ancak hedeflerini daha sınırlı tutan bir stratejiydi. Bundan kastettiğim şudur: Dönemin sosyalist-komünist partileri, gerek işçi sınıfının kazanılmış hakları gerek eldeki geniş kamusallaştırılmış alan gerekse ulus-devlet ölçeğinde ayarlanabilecek/yönlendirilebilecek ekonomik ve sosyal politika araçları sayesinde ileri bir zemine ayak basmaktaydılar. Buna karşılık, benimsenen hedef, örneğin “tekellerin kuşatılması/etkisizleştirilmesi” türü görece sınırlı bir perspektife oturmaktaydı.
Günümüzde ise, herhangi bir sol silkiniş/yükseliş yitirmiş olduğu mevziler/kazanımlar yüzünden daha geri bir zemine ayak basacak, ancak süreç içinde hedeflerini daha ileri bir perspektiften belirlemek/yenilemek durumunda kalacaktır.
Anlatmaya çalıştığım durum, bugün kendini en sıcak biçimde Latin Amerika solunda hissettirmektedir. Latin Amerika solu, yitirdiği merkez bankalarıyla elden kayıp giden ülke ölçekli ekonomik-sosyal politika araçlarıyla, artan işsizleriyle, uluslararası tekellere peşkeş çekilen tarımıyla ve madenleriyle pek çok şeye “yeniden” başlamak zorunda kalacaktır. Can alıcı bir başka soru ise şudur: Bu “geriden başlama” zorunluluğu, aynı zamanda “saflara çekilebilecek” müttefikler açısından yeni zenginliklere ve olanaklara da işaret etmiyor mu?
İşte bu sorunun ikirciksiz ve net bir yanıtı yoktur. Latin Amerika’nın, dün belki de “ulusal” denebilecek burjuva kesimleri, bugün doğrudan veya dolayı yollardan uluslararası tekeller ve emperyalist odaklarla bütünleşmiş durumdadır. Üstelik, ucuz emek sömürüsü, böyle bağlantıları olmayan sermaye kesimlerine bile çok tatlı gelmektedir. Özetle, bir bütün olarak alındığında, Latin Amerika solu bir yol ayrımındadır: Yitirilen mevzilerin ardından çıkılan yolda giderek radikalleşmek veya işe “küreselleşme reformizminin” belirli versiyonlarıyla başlayıp sonra süreç içinde bunun bile gerisine mahkum olmak…
Latin Amerika örneğini vermemin nedeni aradaki önemli birçok farka karşın temel sorunun Türkiye için de geçerlilik taşımasıdır. Dahası, bu temel sorun örneğin “Kemalizm”, “ulusalcılık”, “ulusal sol” vb. siyasal konumlanışlar açısından doğrudan önem ve belirleyicilik taşımaktadır.
Türkiye, son 25 yıllık dönemde, solun üzerine basabileceği birçok zemini yitirmiştir. Bunu solda hemen herkes biliyor, teslim ediyor. Şimdi, can alıcı soruyu Türkiye için de soralım: İşe yitirilmiş mevzilerden başlama zorunluluğu, solda herhangi bir “cephenin” potansiyel katılımcıları açısından zenginlik ve çeşitlilik de getiriyor mu? Aynı soru şöyle de sorulabilir: Günümüz Türkiye’sinde, 1920’lerden ‘70’lerin sonuna kadar uzanan dönemde en azından belirli bir inandırıcılığı olan, komşu sosyalist sistemin varlığıyla bu inandırıcılığı artan, 1930’larda aydınların, ‘60’larda Avcıoğlu çizgisinin ve klasik MDD’nin kimi unsurlarının gündemine giren “üçüncü yolcu, bağımsızlıkçı ve ulusalcı” çizginin yeniden ihya edilmesi mümkün müdür? Böyle bir çizginin farklı sınıfsal aidiyetleri olan geniş kesimlerle güçlendirilmesi söz konusu olabilir mi?
Bana göre bu sorunun tek ve net bir yanıtı var: Türkiye, bir, 1980’lerde başlayıp ileri düzeylere varan uluslararası entegrasyon süreçleriyle; iki, bugün işgal ettiği coğrafi konumla ve üç, dünya sosyalist sisteminin yokluğunda böyle bir çizgiye yönelme imkanlarını tümden tüketmiştir. Dünyada, bugün bile, entegrasyon derecesinin görece sınırlı kalmasıyla ve cümle alemin üzerine gelmesine gerek bıraktırmayan coğrafi konumuyla görece bağımsız ve “ulusal” politikalar izleyen ülkeler olabilir; ancak, Türkiye bunlardan biri değildir ve olamayacaktır.
Öyleyse geriden başlamak zorunda olan Türkiye solu, aynı zamanda daha ilerisini hedeflemek durumundadır. Daha ilerisini hedeflemek durumunda olan Türkiye solu, “cepheyi” geniş tutma adına, örneğin Kahramanmaraş’ta (bu ili entegrasyon düzeyini vurgulamak için örnek veriyorum) yabancı firmalara düdüklü tencere üreten sanayicilere pazar garantisi ve ihracat pirimi vermek tencereci sermaye rekabet edebilsin diye ucuz emek sömürüsüne göz yummak zorunda değildir. Yurtsever, emekten yana katmanların, bürokratların, meslek kuruluşlarının, akademisyenlerin vb. cephede elbette yerleri olacaktır; ancak, varlıkları ücretli emek sömürüsüne dayanan kesimlerin aynı cepheye “ilgi duymaları”, tanımları gereği olmasa bile bugünkü bağlantıları ve uluslararası ağ içindeki konumları nedeniyle mümkün görünmemektedir.
Yukarıda söylenenleri dikkate alarak bir kez daha toparlayalım: Çıkardıkları gürültüye karşın, bugün Türkiye’de siyasal konum ve perspektif açısından en büyük açmazı ve tutarsızlığı yaşayan kesimi, kendilerini “Kemalist”, “ulusal solcu” gibi etiketlerle tanımlayan siyasal çizgiler oluşturmaktadır. Kendileri de bunun farkında olsalar gerek, son dönemde “laik Cumhuriyeti koruma” sloganına başka her şeyi bastıran bir önem ve öncelik tanımaktadırlar. Yarın, laiklik, misakı milli ve “AB ile daha kişilikli ilişki” gibi başlıklarda biraz rahatlarlarsa, gerçek konumlarını ortaya koyacaklardır ve bu da iç çözülme/ayrışma süreçlerini hızlandıracaktır.
Dış dinamik-iç dinamik: Kısa bir not
Gelenek’in önceki sayısında günümüz dünyasında tekil ulus-devletlerin iç dinamiklerini aşan ve belirleyici ağırlıkları giderek artan dış dinamikler üzerinde durulmuştu.2 Burada özellikle vurgulanan noktalardan biri de, “tek tek toplumların gündeminin dış faktörler tarafından istila edilmesi” idi.
Peki, iç dinamik-dış dinamik ilişkisi, emperyalizmin daha önceki evrelerine göre bugün nasıl bir farklılaşma gösteriyor? Dış dinamiğin başatlaşması, iç dinamiklerin silinip süpürülmesi anlamına mı geliyor? Dış dinamiğin başatlık kazanmasıyla birlikte, artık Türkiye gibi ülkeler geçmişte (‘60’lar) sıkça kullanılan bir tabirle “içi emperyalizm tarafından doldurulan boş kap” durumuna mı düşüyor?
Dış dinamik-iç dinamik ilişkisinin düne göre farklılaşmasının temel nedeni, zaman ve mekan boyutlarındaki sıkışma, başka bir deyişle zamansal ve mekansal mesafelerin giderek kapanmasıdır. Günümüzde emperyalizm, sermaye birikim sürecinde kendi özel evresini (zaman-tarihsellik) yaşayan özel bir coğrafi birime (mekan) bu zamanın ve mekânın özelliklerini ve kırılganlıklarını da gözeterek, belirli bir eklemlenme modeli içinde uzanmaktan çok, herhangi bir birikim evresini ve herhangi bir coğrafyayı doğrudan soğurmakta, kendi parçası haline getirmektedir. Bu yüzden, örneğin ABD’nin faiz oranlarını yükseltmesi, Kahramanmaraş’taki tencere imalatçısını hemen etkileyebilmektedir.
Bütün bunlar, dış dinamiğin ulus devlet ölçeğindeki iç dinamikleri ortadan kaldırması, etkisizleştirmesi veya bu dinamikleri standartlaştırması anlamına mı geliyor?
Bu sorunun yanıtı ikirciksiz bir “hayır” olmalıdır. Esasen, “küreselleşme” adı verilen ve kimilerince baş tacı edilen olgunun en zayıf noktası da buradadır. Az önce değinilen boyutlarıyla “küreselleşme” ne kadar mesafe alırsa, zaman ve mekan ayrımlarını silikleştirerek ne kadar birimi kendine soğurursa, soğurduklarında ortaya çıkan ters dinamikler karşısındaki kırılganlığı da o kadar artacaktır. Ulus devletlerin manevra alanlarını daraltarak devleşen küresel kapitalizm, ulus devlet ölçeğindeki çelmelerle tökezlemeye o kadar açık bir devdir. İç dinamiğe baskın çıkan dış dinamik, ters yönde gelişen bir iç dinamiğin sarsıcı etkilerini dünden daha ağır biçimde yaşamaya adaydır.3
Son bir söz daha: Günümüz emperyalizminin standartlaştırıcı, yeknesaklaştırıcı ve bu anlamda merkezde toplayıcı dinamiklerine tam ters yönde merkezkaççı ve tepkisel dinamiklerin eşlik etmesi kaçınılmazdır ve bu kaçınılmazlık aynı zamanda “iç dinamiğin” kendi rolünü oynayacağı sahnelerin hazırlayıcısıdır.
Bilinenleri tekrarlamak pahasına…
Günümüzde kapitalizmin uluslararası entegrasyonunun en sorunlu alanlarından biri de, deyim yerindeyse “altyapıya” yerleşen neo-liberalizm ile, gene deyim yerindeyse “üstyapıyı” oluşturan siyasal rejimlerin uyumunu sağlamaktır.
Ekonomideki serbestliğin, siyasette serbestliği, “demokrasiyi” vb. getireceği yolundaki hamhalat tezlerin artık pek inandırıcılığı kalmamıştır. Buna karşılık, aynı altyapının, zorunlu olarak yeni bir tür faşizmi dayattığı yolundaki tezler de aşırı determinist, dolayısıyla sakıncalıdır. Bugün görüldüğü kadarıyla dünya kapitalizmi “altyapı-üstyapı uyumu” sorununu çözememektedir ve bu çözümsüzlük içinde çeşitli seçenekleri denemektedir.
İlk hevesle denenen, ancak bugün çekiciliğini büyük ölçüde yitiren seçeneklerden biri, ulus devletler ölçeğinde merkezi iktidar/devlet üzerindeki siyaset yoğunluğunu seyreltmeye yönelik ademi merkezileştirme veya “yerelleştirme” girişimleridir. Kuşkusuz, bu seçeneğin büsbütün gündemden düştüğünü söylemek yerinde olmayacaktır. Gene de, örneğin Türkiye gibi ülkelerde bu seçeneğin önemli riskleri, giderek içinden çıkılması güç kaotik durumları davet edeceği söylenebilir.
Diğer seçenek ise en başta “terör”, “fanatizm”, “yerleşik değerleri koruma” türü gerekçelerle, hissedilme derecesi az veya çok olmak üzere, otoriter rejimlerin palazlandırılmasıdır. Bugün görüldüğü kadarıyla, bir yanda ademi merkezileşme, diğer yanda merkezi otoritenin güçlendirilmesi, altyapı/üstyapı uyumu arayan kapitalizmin gelgit alanlarını oluşturacak, bu gelgitler muhtemelen süreç içinde belirginleşen genel bir trende oturacaktır: Ademi merkezileşme ile destekli merkezi otorite güçlenmesi…
Bu olasılık, kanımızca Türkiye’nin yakın ve orta dönemli geleceği açısından şimdiden gündeme girmiştir. Hollywood filmlerine gönderme yapacak olursak, böyle bir rejimde kalkınma, istihdam, işsizlik ve yoksullukla mücadele, asgari ücret tespiti, sosyal güvenlik ve yardımlar vb. “yerelliklerin” işi olurken, temel dış politika meseleleriyle “stratejik ortaklıklarla”, AB’ye verilecek yeni ödünlerle, “terörist faaliyetlerle” ve benzeri makro gündemlerle de “federaller” uğraşacaktır.
Yanlış anlaşılmasın: Bu bir “çözümdür” veya “çözümü böyle bulacaklardır” demiyorum; bunu deneyeceklerdir diyorum. Bu denemede, çözüm değil tam tamına çözülme vardır. Türkiye’nin böyle bir modeli denemesi mümkün ama aynı modelle kendini sürdürmesi mümkün değildir.
Çözülme ve çürüme
Basit, ama basit olduğu kadar önemli bir gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Türkiye’de egemen sınıfların ve siyasal temsilcilerinin ABD bağlantıları ve AB ilişkileri, yerine oturmuş, temelleri sağlam, birtakım “senaryoları” serinkanlılıkla değerlendirebilecek bir düzenin tercihleri değil, varlığını sürdürme çabaları olarak algılanmalıdır.
Meselenin bir yanı budur. Öbür yanında ise şu vardır: Varlığını ABD bağlantılarına ve AB ilişkilerine bağlayan Türkiye kapitalizmi (siyasal ve toplumsal formasyon düzeyinde), bu yönde attığı her adımda kaçınılmaz olarak çözülmeye uğramakta elinde tuttuğu iplerin ucunu bir bir kaçırmaktadır. Daha açığı şudur: Bugün dünyada, kaderi bu kadar doğrudan ve rahat biçimde dış odaklarca belirlenebilecek ülke sayısı çok azdır.
Bizim taraftan bakıldığında, bu durumu nasıl değerlendirebiliriz? Bu söylenen, önümüzde, yalnızca büyük fırsatların bulunduğuna mı işaret ediyor?
Çözülme süreçlerine çürümenin de eşlik etmesi kaçınılmazdır. Gelgelelim, çözülmenin şiddetiyle çürümenin şiddeti arasında her zaman doğru orantı olması gerekmiyor. Tarih, çözüldüğü ölçüde çürümeyen, hatta çözülürken içinden büyük değerler çıkarabilen formasyonlara tanıklık etmiştir. Bizim için en büyük sorun da buradadır; Türkiye çözüldüğünden de hızlı biçimde çürümektedir ve bu çürüme sosyalistlerin ve yurtseverlerin fırsat alanlarını ne yazık ki daraltmaktadır. Türkiye kapitalizmi veya Türkiye’deki düzen, boğulurken elinin değdiği ne varsa kendisiyle birlikte dibe çeken bir varlığa benzemektedir.
Karamsarlık sayılmasın: Yukarıda söylenen, umutsuzluğa değil, güncel ve acil görevlerin önemine yapılan bir vurgudur. Düzenin çözülmesine müdahale etmek, daha fazla çözülmemesi için çalışmak kuşkusuz bizim işimiz olamaz. Ancak, çözülmeye eşlik eden çürümeye müdahale etmek, trendi tersine çevirmek elimizdedir. Düzenin çözülmesi sürerken, çürümenin bir noktada kesilip tersine döndüğü, çürüklerin onarıldığı, kayıtsızlığın, duyarsızlığın, neme lazımcılığın aşılıp ülkesine ve yaşama sahip çıkan insanların hızla arttığı bir Türkiye düşünün…
Bu, aynı zamanda, devrime giden kapıların aralandığı bir Türkiye olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Daha önce kullanmış olmama karşın, yukarıdaki “cephe” anlayışının absürdlüğüyle ilgili bir göndermeyi yeri gelmişken yeniden yapmak istiyorum. Latin Amerika’da bir ortam düşünün, devrimciler, cephelerini daha da genişletmek için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Şunlar söyleniyor: Liberal toprak sahiplerinin desteğini kazanmak için tapu kadastro kayıtlarını kurcalamaktan vazgeçelim. Sonra, Katolik kitlelerin desteğini de kazanmak gerekiyor; öyleyse, din adamlarının nüfuzunu fazla dert etmeyelim. Bir de, ailenin bütünlüğüne ve aileye verilen değere sahip çıkmak şart; öyleyse, evlilik dışı doğan çocuklara eşit haklar verilmesi talebimizi askıya alalım. Ardından, bütün bunların “taktik gereği” olduğu, kitle tabanının ancak böyle genişletilebileceği ekleniyor. Biri dayanamayıp atılıyor: “Dediğiniz gibi, savaşın halka dayanan tabanını bu değişikliklerle genişleteceksek, muhafazakar rejim geniş bir halk temeline dayanıyor demektir. Sözün kısası, demek oluyor ki, biz yirmi yıla yakın süredir halkın duygularına karşı savaşmışız.” (Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık, çeviren: Seçkin Cılızoğlu, Sander Yayınları, 1981, s. 178.)
- Bkz. “Yurtsever Cephe’nin Önünü Açmak”, Gelenek, 87 Temmuz 2006, s. 5-6.
- Dikkat edilirse, burada dış-iç dinamik başlığını kapitalizmin küresel ölçekteki “ekonomik” eklemlenmesi ekseninde değerlendirmeye çalışıyorum. Burada söylenenlerin büyük bölümünü, emperyalizmin siyasal-askeri hegemonyasına yansıtmak da mümkündür. Daha önce bir vesileyle değindiğim gibi, Irak’taki bir tıkanma veya olası bir İran macerasının fiyaskoyla sonuçlanması, ABD emperyalizmini, 1970’lerin başındaki Vietnam yenilgisinden daha ağır biçimde etkileyecektir. Kısacası, zaman-mekan sıkışması, iki tarafı da keskin bir kılıçtır!