“Çürüme”, uzunca bir süredir, sağcısıyla solcusuyla, her meşrepten yazarın ve siyasetçinin, hatta neredeyse orada burada “memleket meseleleri”ni konuşmaya meraklı yurttaşların bol bol kullandığı bir sözcük oldu. Üstelik, insanlık kalmadı, ahlak çöktü, bu memleket adam olmaz türünden her yana çekilebilir konuşmaların konusu olmanın ötesinde, bizim burada doğrusu budur diye öne çıkaracağımız anlamına çok da uzak sayılmayacak bir bağlamda kullanılabiliyor.
Bunun, bir sürü farklı algılama ve yorumlamayla bağlantılı olsa bile,bir nesnelliğin varlığını gösterdiğini; ayrıca, kimsenin de işaret edilen, değinilen, hararetle tartışılan durumu pek öyle olumlu ya da kabul edilebilir bulmadığını ileri sürebiliriz.
Türkiye’de ve, hem o kullanımlarda hem de bu yazıdaki niyetimizde yer almasa bile dünyada, insanlar, insan toplulukları, toplumlar biraz tuhaflaşmışlar, tuhaflık “biraz”ın anlattığının çok ötesine geçmiş; yapılıp edilenlerde, ilişkilerde, tutumlarda, davranışlarda bir güvenilmezlik, bir iticilik, bir ürkütücülük, kısacası bir kötülük hali ortaya çıkmıştır; ortaya çıkmakla kalmamış, gitgide artmakta ve yayılmaktadır.
Ne zamandır genellik kazandığını söyleyebileceğimiz hissiyatı, ortalaması alındığında,aşağı yukarı böyle anlatmak mümkün görünüyor. O kadar farklı bakış açılarından söz ettiğimize göre, yukarıdaki uygun ve yeterli bir özettir; dolayısıyla, buraya kadar pek bir sorun yok, denebilir.
Denebilir mi? Burada, bu kadarla bırakacaksak,evet. Pek itiraz edilemeyecek bir saptama yapılmış; saptamayı zenginleştirmek ve gerçekliğe uygunluğunu, dolayısıyla inandırıcılığını güçlendirmek üzere birkaç ya da gerekiyorsa ve kolaylıkla birçok gözlem de sıralandığında, ilgiye ve üzerinde durmaya değer bir tablo ortaya konmuş olur.
Oysa, yapılması gereken, bunun epeyce ötesine geçiyor; çünkü, bizim taraf da bu sözcüğü çok kullanmaya, sadece kullanmak değil, ona basbayağı merkezi bir yer vermeye başladı. “Bizim taraf” dediğime göre, kendimi de işin içine katıyorum, demektir.
Bunun bir ilk yazı ya da giriş olacağını sanıyorum; demem şu ki,devam etmek üzere bir başlangıç yapıyorum. Bu kadarını kendi ilgimin doğurduğu kaygı ve sorumluluk açısından söylüyorum; benzer bir sorumluluk duyanlardan başka yazıların da gelmesi beklenmelidir.
Sözcüğün kendisiyle başlamakta yarar var; çünkü, her zaman olduğu, gibi Türkçe düşünüp konuşan ve yazanların bildik dikkatsizliğinin, daha dikkatli olanlar açısından ise, çaresizliğinin yarattığı bir güçlükle karşı karşıyayız: Herkes aynı sözcüğü kullanıyor olsa da aynı anlam ortaya konmuş olmuyor.
“Çürüme”, aslında bir süreci, ama yaygın kullanımında, bundan daha çok, o sürecin sonunda ya da sonuna yaklaşmış bir aşamasında ulaşılan durumu anlatıyor. Bu durumun hangi nitelikleriyle ayırt edildiği sorusunu ise şöyle yanıtlamak mümkün: Başlangıç durumuna göre bir,gerileme bozulma, yozlaşma, kötüleşme… Bunun kısa ya da uzun bir sürenin sonunda, sürecin öznesinin içinde bulunduğu, etkilendiği içsel ve/veya dışsal koşullara bağlı olarak gerçekleşmesi…
Olgunun ve onu anlatan kavramın ilk kaynağının bitkiler dünyası olduğunu kabul etmek yanlış olmazsa, oraya da bazı göndermeler yapılabilir. Sözü edilen sürecin sonucu olarak ortaya çıkan çürümüşlük ya da çürüklük, bitkilerde çok sayıda bakteri ve mantar türünün yol açtığı hastalıkların genel adı olarak biliniyor. Burada iki noktanın altı çizilebilir. Birincisi, hastalığa yol açan bakteriler ve mantarlar ya bitkinin serpilip geliştiği çevrede, toprakta bulunuyor ya da dışsal etkenlerle başka çevrelerden taşınıyor. İkincisi, bitkinin değişik bölümlerinde, tohumunda, kökünde, gövdesinde, meyvesinde ortaya çıkan çürüme olağan, normal, sağlıklı durumuna göre farklı özelliklerin görülmesi anlamında bozulmayla, bozucu etkenlerin varlığı ortadan kaldırılmaz ve sağaltıcı önlemler alınmazsa, ölümle sonuçlanıyor.
Şimdi burada bir parantez açarak değindiklerimizi gerektiğinde hatırlamak üzere, asıl konuya dönebiliriz.
Çürümeden söz edilebilmesi için başlangıçtakinden ya da iyilik durumundan farklı bir durumun, buna işaret eden özelliklerin ortaya çıkmış olması; bunun da öncekine göre bir gerileyiş, alçalış, çöküş anlamını taşıması gerekiyor. Dolayısıyla, çürüme, hem bu sözcüklerin dile getirdiği anlamların tümünü birden içeriyor, hem de bunlar bir arada ya da birbirlerinin yerine kullanılabiliyor.
Bu alt başlığı kapatmadan, iki sözcüğe daha değinmekte yarar olabilir. Bunlardan biri, artık pek kullanılmayan,Arapça “tefessüh” sözcüğü. Çürüyüp dökülme, kokuşma anlamına gelirdi ve daha çok, özelliklerini yitirerek bozulan, tanınmaz hale gelen kişiler ve toplumlar için kullanılırdı.
İkincisi ise Fransızca “dekadans” sözcüğü. Öteki dillere de geçmiş bu sözcük de bir gerileyişi ve çöküşü anlatıyor; ilk yaygınlaşması sırasında, özellikle, ahlak, sanat edebiyat alanlarıyla ilgili olarak kullanılıyor. Sıfat olduğunda “dekadan” diye söyleniyor ve, örneğin, “dekadan şiir” denildiğinde özelliklerini yitiren, çöküş halindeki şiir anlatılmış oluyor. Kapitalizmin dekadansından da söz edilebiliyor; bununla, emperyalizm aşamasında bulunan, hiçbir ilerici niteliği kalmamış, çöküş içindeki kapitalizmi kast etmiş oluyoruz.
Söz kapitalizme gelmişken, burada durup bazı belirlemeler yapmamız gerekiyor; çünkü, devam ederken oluşturmamız gereken temel onunla ilgili.
Kapitalizmin gelişiminde, gelişim derken herhangi bir olumluluk atfında bulunma niyetim yok, o yüzden, tarihinde demek daha doğru belki, başlıca iki ana evre düşünmek, hemen bütün solcuların ortak alışkanlığı. Burada da, “solcu” derken, kendileri için “Marksist” yakıştırmasını uygun görenleri kast ediyorum.
Bu iki ana evre, kapitalizmin yükseliş dönemi ile çöküş dönemidir; biraz önce değindiğimiz “dekadans” sözcüğü de bu ikinci dönem için sık sık kullanılır. Yükseliş, genellikle, kapitalizmin doğuşundan 19. yüzyılın ortalarına ya da ikinci yarısına kadar getirilir. Çöküş ise oradan ve 20. yüzyıl başlarından,daha kesin bir tarih zorlanırsa ilk dünya savaşından bugünlere kadar gelen ve devam etmekte olan evre olarak düşünülür. Dolayısıyla, bu ikinci evrenin, emperyalizm dönemi ile büyük ölçüde çakıştığını söylemek yanlış olmayacaktır; zaten, emperyalizmin en yüksek, ama ölüm öncesi aşamasındaki, Doktor’un Türkçesiyle “geberen” kapitalizm olduğu bilinmektedir. Ancak, çözümlemenin ve siyasal yaklaşımların bundan sonrası için ortaklaşmanın devam etmediği apaçık ortadadır. Bununla birlikte,o tartışmalara girmek,bu yazının amaçları arasında bulunmuyor.
Şunu söylemek istiyorum: Çürümeden söz eden solcular açısından, bunun maddi/toplumsal temelinin emperyalizm aşamasındaki kapitalizm olduğu hemen hemen kesindir, tartışılması gerekmeyecek kadar açıktır. Böyle bir açıklıktan söz etmekle birlikte, ilki doğrudan bununla ilgili olmak üzere, bazı ihtirazi kayıtlarım, bugünkü dille çekincelerim diyelim, bulunduğunu belirtmeliyim. Onlara daha sonra geleceğim.
Öyleyse, emperyalizme ilişkin ilk ve hâlâ genel kabul gören kuramsal kaynaktaki bazı saptamaları hatırlamak, hem düşünmemizi bir zemine oturtmak hem de ilerletmek bakımından yararlı olacaktır. Lenin, hiçbir tanımın bir olgunun bütün bağlantılarıyla gelişimini eksiksiz biçimde kapsayamayacağını, dolayısıyla her tanımın ancak koşullu ve göreli bir değer taşıyacağını hatırlattıktan sonra, emperyalizmin beş temel özelliğini şöyle sıralıyor:
“(1) üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının,iktisadi hayatta belirleyici bir rol oynayan tekelleri ortaya çıkaracak kadar ileri bir aşamaya ulaşması; (2) banka sermayesinin sanayi sermayesi ile birleşmesi ve bu ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir ‘mali oligarşi’nin yaratılması; (3) meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının istisnai bir önem kazanması; (4) dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ve (5) bütün dünyanın büyük kapitalist güçler arasında toprak bakımından bölüşümünün tamamlanması.”1
Ancak, bunun tanımlanmaya çalışılan olgunun sadece iktisadi kavramlarla sınırlı kalınarak ele alınması gibi bir eksiklik taşıdığı hemen belirtildikten sonra, daha ileride, tanımdaki eksikliği gidermek bakımından önemli bir boyuta da birkaç kez değiniliyor; örneğin, şöyle:
“(…) bir avuç çok zengin için yüksek tekel kârları demek olan emperyalizm, proletaryanın üst katmanlarına rüşvet verilmesini mümkün kılar ve böylece oportünizmi besler, biçimlendirir ve güçlendirir.”2
Bu noktaya, burada ele aldığımız çürüme konusu ile yakın ilgisi bakımından, biraz daha devam edebiliriz; daha doğrusu, şu anda göz attığımız kaynaktaki vurgulamalar üzerinde biraz daha durabiliriz. Lenin, Engels’in yazdığı birkaç mektupta altını çizdiği, bu yozlaşma, bozulma konusuna ilişkin bazı saptamalara değiniyor. Bunların ilki ve daha 1858 yılında iken, başka bir anlatımla, nereden bakılsa emperyalizmin bütün özellikleriyle tarih sahnesine çıkışından söz edebilmek için erken bir zamanda, Engels’in Marx’a yazdığı bir mektupta altını çizdiği gelişme şu:
“İngiliz proletaryası gerçekten gittikçe daha fazla burjuvalaşıyor; öyle ki, bütün ulusların bu en burjuva olanı, anlaşılan, en sonunda burjuvazinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisine ve bir burjuva proletaryasına sahip olmaya yöneliyor. Bu, elbette, bütün dünyayı sömüren bir ulus için bir ölçüde hak verilebilir bir durum.”3
İleride işimize yarayacak bir özet yapmadan önce,Lenin’in konumuz açısından önem taşıyan bir vurgusuna daha değinmek gerekiyor. “Kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi” başlığını taşıyan bölümden aktarıyorum:
“Emperyalizm,az sayıda ülkede,(…) parasal sermayenin muazzam bir birikimidir. Rantiye sınıfın ya da,daha doğrusu,rantiye katmanın,(…) herhangi bir işletmenin çalışmasına hiçbir biçimde katılmayan,meslekleri aylaklık olan insanların olağanüstü çoğalması bundandır. Emperyalizmin başlıca iktisadi temellerinden biri olan sermaye ihracı,rantiyelerin üretimden kopuşunu daha da artırır ve pek çok denizaşırı ülkenin ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan ülkenin tümüne birden asalaklık damgasını vurur.” 4
Artık biraz önce sözünü ettiğimiz özeti yapabilecek durumdayız. Şöyle: İktisadi hayatta belirleyici rolü olan tekeller, mali oligarşi, sermaye ihracı, uluslararası kapitalist birliklerin dünya pazarlarını paylaşması ve en büyük kapitalist devletlerin yeryüzünü nüfuz alanları açısından bölüşmesi ile karakterize edilen emperyalizm, aynı zamanda, bütün dünyayı sömürebilmesinin verdiği güçle kendi topraklarında işçi sınıfının bir katmanını iğfal edebilme imkanını buluyor ve, aynı zamanda, hiçbir üretici etkinliğe katkıda bulunmadan büyük bir zenginlik ve güce sahip olan asalakların sayısını olağanüstü ölçülerde artırıyor.
Sıra, daha önce haber verdiğim çekincelerimin ilkine geldi.
Emperyalizmden önceki kapitalizmin, bazı solcuların zaman zaman övgü düzme yanılgısına düşebildikleri, yine yanıltıcı bir adlandırmayla, “rekabetçi” kapitalizmin ya da onun “rekabetçi” döneminin, birtakım sorunlardan, olumsuzluklardan, haydi günahlardan diye de ekleyelim, masun olduğu, böyle kötülüklerden doğası gereği uzak bulunduğu düşünülmüştür. Hatta, işçi sınıfı hareketindeki revizyonizm, oportünizm gibi adlandırmalarla anılan akımlar, emperyalizme karşı çıkışlarında rekabeti engelleyen gelişmeleri, olguları eleştirerek bir tür geriye dönüşü, kapitalizmin rekabetçi döneminin erdemlerini savunmuşlardır.
Lenin, yukarıdan beri başvurmakta olduğumuz çalışmasında yararlandığı en önemli iki kaynaktan biri olan Rudolf Hilferding’in Finanskapital başlıklı kitabından bir alıntı yapıyor önce:
“(…) kapitalist politikanın karşısına geçip gitmiş serbest ticaret döneminin politikasını ya da devlet düşmanlığını çıkarmak, proletaryanın işi değildir. Finans kapitalin, emperyalizmin politikasına proletaryanın yanıtı, serbest ticaret değil, sosyalizm olabilir. Bugün proleter politikanın amacı, artık gerici bir ülkü haline gelmiş olan serbest rekabetin yeniden kurulması değil, kapitalizmin yok edilmesi yoluyla serbest rekabetin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.”
Sonra da kendisi devam ediyor:
“Kautsky mali sermaye çağında ‘gerici bir ülküyü’, ‘barışçı demokrasiyi’, ‘salt iktisadi öğelerin işleyişi’ni savunduğu için Marksizmden kopmuştur; çünkü, nesnel olarak bizi tekelci kapitalizmden tekelci olmayan kapitalizme doğru geri çeken bu ülkü, reformist bir düzenbazlıktır.
“(…) Varsayalım ki, serbest rekabet, herhangi bir tür tekel olmaksızın, kapitalizmi ve ticareti daha hızlı geliştirecekti. Ama, ticaret ve kapitalizm ne kadar hızlı gelişirse, tekelleri doğuran sermayenin yoğunlaşması da o kadar büyük olur. Tekeller ise zaten kesinlikle serbest rekabetten doğmuştur! Tekeller bugün ilerlemeyi geciktirmeye başlamış olsalar bile, bu durum, tekelleri yarattıktan sonra imkânsızlaşan serbest rekabet lehine bir kanıt olarak kullanılamaz.”5
Genel olarak böyle; ama, yazımızın konusu olan çürüme ilgili olarak da emperyalizm öncesindeki kapitalizmin daha temiz, daha korunaklı ya da bağışık olduğu sanılmamalıdır. Emperyalizmin daha önceki dönemin kapitalizminden, öte yandan, tekelciliğin ve tekellerin de rekabetten doğduğunu söyledikten sonra, daha fazla söze gerek kalmadığı düşünülebilir elbette. Yine de, çürümenin köklerine ilişkin olarak ileri sürülebilecek argümanlardan birine değinmekte sakınca olmasa gerektir. Bunun içinse Marx’ın gençlik dönemi çalışmalarından birine başvuracağım.
1844 El Yazmaları’nda ve “Paranın gücü” başlığı altında, Goethe’nin büyük eseri Faust’tan aktardığı dizeleri açıklayıp yorumlarken şöyle yazıyor Marx:
“(…) Paranın gücünün büyüklüğü benim gücümün büyüklüğüdür. Paranın özellikleri, benim, onun sahibi olan benim özelliklerim ve öz gücümdür. Dolayısıyla, ne olduğum ve ne yapabileceğim, hiçbir biçimde benim bireyselliğim tarafından belirlenmez. Ben çirkinim, ama kendim için kadınların en güzelini satın alabilirim. O halde, ben çirkin değilim; çünkü çirkinliğin sonucu, onun engelleyici, gücü para tarafından yok edilmektedir. Kendi bireysel özelliklerime göre, ben topalım, ama para beni yirmi dört ayakla donatıyor. Öyleyse, ben topal değilim. Ben kötüyüm, namussuzum, vicdansızım, aptalım; ama para onurlandırılmıştır ve sahibi de öyledir. Para en yüksek iyiliktir, dolayısıyla sahibi de iyidir. Ayrıca para beni namussuz olma derdinden de kurtarır; o yüzden, ben de namusluyumdur. Ben beyinsizin biriyim, ama para her şeyin gerçek beynidir; o zaman, onun sahibi nasıl beyinsiz olsun? Üstelik, paranın sahibi akıllı insanları kendisi için satın alabilirken, akıllılar üzerinde gücü olan, akıllıdan daha akıllı değil midir? Para sayesinde insan yüreğinin can attığı her şeyi yapabilen, bütün insani yeteneklere sahip olan ben değil miyim? Dolayısıyla, bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştüren benim param değil mi?
“Eğer beni insan hayatına bağlayan, toplumu bana bağlayan, benim doğa ve insan ile bağlantımı kuran bağ para ise, bütün bağların bağı para değil midir? Bütün bağları çözebilen ve bağlayabilen o değil midir?”6
Kısacası, para, insan etkinliğinin bir ürünü olmasına karşın,onu egemenliği altına alır, yabancılaştırır, onun kişiliğini ve ilişkilerini çürütür. Bütün bu özellikleri ve etkileri ile paranın ortaya çıkışının ise emperyalizm döneminden epey öncelere rastladığı biliniyor.
Tartışmayı uzatmadan toparlarsak, başka konularda olduğu gibi bu yazıda ele alınan konuda da, kapitalizmin ya da burjuvazinin aklanmayı hak eden herhangi bir dönemi, biçimi ya da türü bulunmamaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğim çekincelerin ikisine daha değindikten sonra bu giriş yazısını bitirmek istiyorum.
Birinci nokta şu: Çürüme, emperyalizm aşamasında, kapitalist toplumun çıplak gözle görülebilir, gittikçe yaygınlık ve derinlik kazanan bir özelliği, belirtisi, çaresizliği durumuna gelmiştir. Onun kaçınılmaz yıkılışının hem habercisi hem de hızlandırıcısıdır. Bütün bunları yazıp söylemekte bir sakınca yok. Ancak, ölçüyü kaçırmamak koşuluyla. Birçok durumda olduğu gibi burada da ölçü, işin rengini değiştirecek, daha uygun bir anlatımla, özünü etkileyecek kadar önemlidir. Ölçünün ölçüsüzlüğe dönüşmesinin bir örneği şurada ortaya çıkıyor: Kapitalizmin ya da çağımızın kapitalizmi olan emperyalizmin olağanüstü boyutlardaki çürüme süreci, eninde sonunda ve kendi başına, onun çöküşüne yahut yıkılışına varacaktır. Bir bakıma, daha önce göndermede bulunduğumuz bitkiler dünyası ile bire bir benzetme yapılmış, çürümenin önü alınmazsa ve alınamadığına göre ölüm kaçınılmazdır, denilmiş oluyor. Bunu söylemenin son derece sakıncalı olduğunu, hemen ve çok açık biçimde vurgulamak zorundayız. Söylenmesi o kadar değil, sadece söyleyip geçmek çok büyük bir sakınca yaratmayabilir belki; ama bunun beklenmes, insanlığın kurtuluş umudunun başlangıcı olan yıkılışı geciktireceği, hatta bekleyiş sürüp gittikçe imkânsızlaştıracağı için, gerçek anlamda bir felakettir. Çürümekte olanın yıkılması, ancak, çürümeden en az sorumlu iken ondan en büyük acıyı çekenlerin bilinçli, iradi çabasıyla mümkündür.
Bununla da biraz ilgili sayılabilecek ikinci nokta ise şu: Buraya kadar, çürüme sürecinin ya da olgusunun kapitalizmle ilgili olduğunu, ondan kaynakladığını ve onun içinde gerçekleştiğini vurgulamış olduk. Bunun kapitalizmin yıkılışı açısından, bunu amaçlayanlar ve bu amaçları doğrultusunda mücadele edenler açısından bir kolaylaştırma etkisi yaratacağını, bu anlamda bir “avantaj” oluşturacağını düşünmekte bir yanlışlık yok. Ama çürümenin sadece kolaylaştırıcı bir etkiye yol açtığını düşünmek doğru değil; çünkü, bu olgunun zorlaştırıcı etkisi de var. Zorluk şurada ortaya çıkıyor: Çürüme ve uzantıları, son derece bulaşıcı bir özellik gösteriyor; emperyalizmin kendisi kadar yayılmacı bir eğilim içinde bulunuyor. O kadar ki, bu bulaşma ve yayılma, deyiş uygunsa, “yapı”nın dost öğelerine yönelmekle kalmıyor, düşman öğeleri de etkiliyor. Sadece bir ayağı çukurda olanlar değil, ünlü benzetmeyle “mezar kazıcılar” da, kimileyin değişik biçim ve ölçülerde kimileyin tam da ötekiler gibi, çürümeye maruz kalıyorlar.
Bu durumdan ya da sorundan, çok uzun zamandır, kendi dersini çıkarmaya çalışanların varlığını biliyoruz. Bunlar arasından iki örneği, önceki yıllarda ve aylarda birkaç kez değinmiş olmama karşın, bu kez farklı bir bağlama yerleştirilebildiğinden, bir kez daha anmakta sakınca görmüyorum.
Aslında, bu çürüme, daha doğrusu çürümenin etki alanında bulunma sorunu, başlıca ve en çok iki durumda önem kazanır: yıkarken ve kurarken. Vereceğim iki örnek de bu durumlarla ilgili; ilki, yıkmanın kuramsal hazırlıklarıyla uğraşırken, ikincisi kurma gailesi içindeyken düşünülüp yazılmış.
Marx ile Engels, insanlığın kurtuluşunu gösteren dünya görüşünün temellerini attıkları eserlerinden biri olan Alman İdeolojisi’nde ve onun bu değerlendirmeyi eksiksiz hak eden “Feuerbach” başlıklı ilk bölümünde, devrimin gerekliliğini açıklayan nedenlerden biri olarak şunu söylüyorlar:
“Hem bu komünist bilincin kitlesel bir ölçekte üretilebilmesi hem de davanın kendisinin başarısı için, insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi, ancak pratik bir hareket içinde,bir devrimde gerçekleştirilebilir; dolayısıyla, sadece egemen sınıf başka bir yolla devrilemeyeceği için değil, ama aynı zamanda, onu deviren sınıf ancak bir devrimde kendisini geçmişin bütün pisliğinden temizleyebileceği ve yeni bir toplumu kurmaya uygun duruma getirebileceği için de devrim zorunludur.”7
Lenin ise 1919 yılında, kuruluşun sorunlarıyla boğuşurken, burjuva koşullar altında yoğrulmuş ve onun ruh durumu ile doldurulmuş bir insan malzemesinin oluşturduğu bir aygıtı kullanmanın çaresizliğinden söz ediyor. Biraz daha ileri giderek, ütopyacı sosyalistlerden ayrıldıkları noktayı, sosyalizmi onlar gibi saksılarda ve seralarda yetiştirilmiş değil, kapitalizmde yetiştirilmiş malzemeden yararlanarak kurmak isteyişlerine dayandırıyor. Bu malzemenin “yüzlerce ve binlerce yıllık kölelik, toprak köleliği, kapitalizm, küçük bireysel işletmecilik ve pazarda bir yer ya da ürünü veya emeği için daha yüksek bir fiyat elde etme uğruna herkesin komşusuna karşı yürüttüğü savaş ile çürütülmüş” olduğunu söylüyor.8
Bir yıl sonra, 1920 ilkbaharında Çocukluk Hastalığı’nı yazarken de, aynı çizgiyi sürdürüyor:
“Sosyalizmi kurmaya soyut insan malzemesi ile ya da bizim için özel olarak hazırlanmış insan malzemesi ile değil, kapitalizmin vasiyetinde bize bıraktığı malzeme ile başlayabiliriz, başlamalıyız.” 9
Sanıyorum, şunu ekleyerek bir nokta koyabiliriz, ya da bir noktalı virgül: Çürümenin etkilerini, yok etmenin demeyelim de, en aza indirebilmenin başlıca iki yolu akla geliyor.
Birincisi, bu olgunun nesnelliğini,kaçınılmazlığını “bilince çıkarmak” ve bunun gereği olarak, bulabildiğimiz her türlü önlemi almaktır. Lenin’in yukarıda değindiğimiz, bu işi seralarda yetiştirilmiş insanlarla yapacak değiliz yollu önermesini verili durumu kabullenmek biçiminde algılamak, o yerinde uyarıya yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Mücadele eden insanlarla, kendimizle de uğraşmak ve yaşamayı sürdürüp mücadele ederken çürümeden korunmanın yollarını bulmak şarttır. Ne kadar bulabiliyorsak, ama bulabildiklerimizle de yetinmeyerek…
İkincisi, olabildiğimiz değil, olabileceğimiz kadar hızlı olmak ve hep bu hızı artırmanın çarelerini araştırmaktır. Ne yazık mı demeli, hız burada anahtar kavram olmaktadır; çünkü, çürüme ölümcül biçimde sürmekte ve nesnellik neyi gösterirse göstersin, en haklılaştırılabilir gecikmeler bile, dönüp dolaşıp, hızı biraz daha artırma sonucunu doğuran bir ikileme ya da kısır döngüye yol açmaktadır. Çürütücü etkeni olabilecek en büyük hızla yok etmekten başka bir çözüm görünmemektedir.