Türkiye’de bir ABD karşıtlığıdır gidiyor. Anketlere göre Türkiye dünyada Amerikan karşıtlığı şampiyonu. Halkın yüzde 88’i ABD’ye karşı olumlu duygular beslemiyor.1 Tabii ki bu anketin nasıl yapıldığını ve gerçeği ne kadar yansıttığını bilmiyoruz. Ancak etrafına bakan herkes ABD’ye karşı olumsuzluğu hissedebiliyor. ABD yetkilileri bu durumdan şikayetçi; bir yandan bu durumun düzeltilmesini, diğer yandan da halkın eğilimlerine kulak asmayacak otoriter bir siyasi iktidarı istiyorlar.2 Düzenin siyasi aktörleri ise yükselen Amerikan karşıtlığını sıkıştıklarında bir pazarlık aracı olarak kullanma eğilimindeler, ancak burjuva siyasetinin bu topraklarda giderek zorlaştığının da farkındalar.
Oysa 1946 yılında İkinci Dünya Savaşına katılan Missouri zırhlısı Türkiye’yi ziyaret ettiğinde yer yerinden oynamıştı. Amerikan savaş gemisinin Türkiye’yi ziyareti büyük bir coşkuyla karşılanmış, basılan hatıra pulları kapışılmıştı. Ulaşılması gereken “çağdaş uygarlığın” yeni adresi, savaşın galibi özgürlük ve refah ülkesi Amerika’ya karşı büyük bir hayranlık dalgası yükselmişti. Kore Savaşı’na götürülen bir emekli astsubay geçenlerde şu hikayeyi anlattı: Kore’ye gitmek üzere ABD savaş gemilerine bindirilen askerlere, Kızıldeniz’de yol alınırken “Kutsal şehirlerinizin yakınından geçiyoruz, namaz kılabilirsiniz” anonsu yapılıyor. Büyük bir kanlı oyuna alet edilen askerler, Amerikalıların bu inceliğine şaşırıp hayran oluyorlar…
1970’li yıllarda ise gerek ABD’nin Vietnam’da uğradığı bozgun, gerek ‘68’liler hareketi, Türkiye’nin sınıf dinamikleri ile buluşunca ABD emperyalizmini hedef alan ve ses getiren anti-emperyalist bir mücadele yükseldi. Ancak o yıllarda bile anti-emperyalist mücadele daha çok öğrencilerle sınırlı kalıyordu ve bugünkü kadar yaygın bir Amerikan karşıtlığı yoktu. Peki, ne oldu da, günümüzde ABD’ye yönelik duygu ve düşünceler bu kadar olumsuzlaştı? 1990 sonrasında, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte, detant döneminin dengelerinde şekillenmiş dünyanın siyasi coğrafyasına yeniden şekil verme ve ABD sermayesinin önünde engel olabilecek hiçbir ulusal siyasi irade bırakmama işlemi giderek daha çok askerileşerek sürdü. Yugoslavya’nın parçalanması ve emperyalizm ile bütünleştirilmesi işlemi, Bosnalı Müslümanların katledilmesini önleyen “insani amaçlı müdahalenin” ideolojik örtüsü altında fazlaca rahatsızlık yaratmadan tamamlandı. Afganistan’ın işgali dahi, gerici rejimin tarihi eserleri imha eden görüntüleri altında, modernleşmenin önündeki engelin temizlenmesi gibi sunulabildi. Emperyalist savaşa eşlik eden emperyalizmin ideolojik araçları Irak’ın işgaline kadar Türkiye’de emekçilerin gözlerini bağlamayı başardı. Irak, bugün çocukların dahi bildiği bir yalan üzerine işgal edildi. Ülkede kimyasal/biyolojik silah arama komedisi bir süre devam etti, sonrasında işgalin gerekçesinin başından beri bir yalana dayandırıldığı kanıtlandı. Egemen bir komşu ülkenin nasıl yok edildiği adeta canlı yayında izlendi. Amerikan militarizminin uyguladığı faşizan yöntemler, toplama kampları, işkenceler sivil insanların hunharca öldürülmesi, sansüre rağmen Türkiye’ye yansıdı. Ama bunlar kadar önemlisi, insanlar sezgisel de olsa Türkiye’nin de tehdit edildiğini fark ettiler. Bütün Sovyet düşmanlığına rağmen, Sovyetler Birliği’nin yer aldığı bir dünyayı, varlığını sürdürmek için en fazla kullanan ülkenin insanları kendi siyasi coğrafyalarını da topun ağzında hissettiler.
ABD karşıtlığı sosyalist siyasete ne kadar sağlam bir zemin sunuyor?
Türkiye’de egemen sınıfın emperyalizmle bütünleşme sürecindeki işbirlikçi konumlanışının anti-emperyalist mücadeleyi sosyalist devrim sürecinin başlıca stratejisi haline getirdiğini biliyoruz. Emperyalizmi bu topraklarda yenmek herhangi bir aşama barındırmaksızın işçi sınıfı iktidarı anlamına gelecektir. Bu konu Gelenek’te ayrıntıları ile işlendi. Ancak bundan 7 yıl önce Cemal Hekimoğlu’nun (Kemal Okuyan) düştüğü notu hatırlatmakta yarar var:
“(…) 1970’ler öncesinden 80’e kadar sosyalizmin karşısına çıkarılan ‘bağımsız Türkiye’ stratejisinden farklı olarak, bugün anti-emperyalist düşünce ve eylemin neden otomatikman sosyalist iktidar kavgasının bir öğesi haline geldiğini anlamak, anlatmak durumundayız. (…)
Bugün kapitalizmin temellerini sorgulamayan, siyasi iktidarı hedeflemeyen ve emperyalizmi bir bütün olarak ele almayan ‘bağımsızlıkçı’ konumlanışlar, ya arızidir, ya sahte ya da yanılsama.”3
Bu nedenle Türkiye’de işçi sınıfı yurtseverliğinin örgütlenmesi, güçlü bir anti-emperyalist hareketin yaratılması büyük bir önem taşıyor. İşte bu noktada Türkiye’de yaygınlaşan Amerikan karşıtlığını görmezden gelemeyiz. Bu karşıtlığın, örgütlenmeye çalışılan anti-emperyalist mücadeleye ne kadar zemin sağlayacağını tartışmaya açmamız gerekiyor. Tartışmayı, anlaşılma kolaylığı sağlaması açısından, çoğu kez birbirinden ayrılması mümkün olmasa da önce ideolojiler alanında, sonra siyaset alanında yürütmeye çalışacağız.
İdeolojiler alanında Amerikan karşıtlığı nasıl şekilleniyor
İdeolojiler alanının kendisi ile ilgili başlıca bir tartışma burada yürütülmeyecektir. Konunun esası ile ilgili daha fazla bilgi almak isteyen okuyucular bu konuda zengin bir mutfak bulacaklardır.4 ,5 ,6 Bir sosyo-ekonomik formasyon içinde, egemen sınıfın dışındaki sınıflar üretilen ideolojilerle düzene bağlanırlar. Zor, siyaset, hukuk gibi egemenlik araçlarının yanında ideolojiler, emekçi sınıfların kendi aleyhlerine olan bir düzene bağlanmalarında en önemli unsurlardan biridir. Anlaşıldığı gibi, burada sermaye sınıfı ile değil, onun dışında kalan sınıf ve toplumsal tabakaların anti-emperyalist mücadeleye ve sermayeden bağımsızlaşan işçi sınıfı ideoloji ve siyasetine kazanılmasında Amerikan karşıtlığının rolü olup olmayacağı ile ilgiliyiz. Bu nedenle egemen ideolojiler ve burjuva ideolojileri ile Amerikan karşıtlığı fikri arasındaki ilişkiyi incelemek zorundayız.
Egemen ideolojiler, burjuva ideolojileri de dahil olmak üzere toplumsal bilinci oluştururlar. Bazen önceki üretim tarzlarının ideolojileri kendilerini yeniden üretir, bazen başkalaşarak var olan üretim tarzının ideolojileri ile eklemlenir. İdeolojiler alanı dinamiktir ve yan yana duran, birbirleri ile etkileşen bazen, birbirlerini besleyen, bazen çelişen ideolojiler yumağı sürekli bir değişim içindedir. Bu zengin içeriğe karşın egemen ideolojinin bir özü bulunur. Bu düşünme yöntemidir. İnsanlar düşünürlerken bir yöntem kullandıklarını bilmeseler dahi eninde sonunda ideolojilerin yeniden üretilmesinde bir yöntem bulunmaktadır.
Günümüz kapitalizminde en yaygın yöntem öznel idealizmdir. Burjuva aydınlanmacılığı feodalizmin karanlığında kalmış çok sayıdaki olguyu gün ışığına çıkarırken, onlar arasındaki ilişkileri derinlemesine çözecek olan yöntemi esirgemiş ve emekçi sınıfların aklını bilinemezcilikle sakatlamıştır. Bu, günümüz emekçi sınıflarında popüler kültürün de eklemlendiği bir sığlığa yüzeyselliğe neden olmaktadır. ABD’nin uluslararası etkinlikleri ile emperyalizmin, emperyalizm ile kapitalizmin ilişkisini kurmak böyle bir yöntem ile çok zordur. Emperyalizm ile emekçilerin yaşam koşullarının, Amerikan siyasi aktörleri ile arkasındaki sermaye sınıfının, emperyalizm ile emperyalist araçların arasındaki ilişki çok zayıf olarak algılanmaktadır. Emekçiler ABD karşıtıdırlar, ama kötülüğün Bush ve ekibinden kaynaklandığını, Clinton döneminde her şeyin daha iyi olduğunu düşünebilirler. ABD karşıtıdırlar, ama Türkiye’ye sıcak para girmesine olumlu bakarlar. ABD karşıtıdırlar ama NATO karşıtı değildirler. ABD hakkında olumsuz düşüncelere sahiptirler ama bir diğer emperyalist oluşum olan AB hakkında farklı düşünürler.
Burada bahsettiğimiz egemen ideolojinin özünde bulunan yöntem sorunu halkın derin cahilliği ile daha karmaşık bir hal almaktadır. Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe’nin düzenlediği “ABD’nin İran saldırısına Türkiye ortak olmasın” konulu imza kampanyasında farklı toplumsal katmanlardan binlerce kişiyle karşılaştığımız için bir çeşit ampirik bilgi edinmiş olduk. Örneğin, halkımızın bir kısmının emperyalizmi solcuların kullandığı bir etiket olarak bildiğini, bir kısmının ise ne olduğunu hiç bilmediğini fark ettik. Cahilliğin her türlü idealizmi beslediği doğrudur, ancak öznel idealizm cahilliğin doğrudan sonucu değil, egemen ideolojinin temel bağlama aracıdır ve akademisyenler, sendikacılar, sanatçılar vb. toplumsal tabakalarda da yaygındır. Örnek olarak, 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO zirvesi sırasında TKP’nin arkasında durduğu belgi “İstanbul kapılarını NATO’ya kapatıyor” iken, başka siyasi oluşumlar “Bush gelme”yi kullanabiliyorlardı.
Nesnel idealizm ise kapitalizme göre daha eski üretim tarzlarının egemen ideolojilerinin özünde bulunan yöntemdir. Tanrı-devlet-kral gibi otoritelere mutlak bir güç, kullarına/tebaasına ise mutlak bir güçsüzlük atfeder. Emekçi sınıfların üyelerinin önemli bir kısmı için ABD kötü veya emperyalizmin aracı da olsa yenilmez bir güçtür. ABD’nin ekonomik ve askeri gücü ve göreli olarak Türkiye’nin zayıflığı fikri, ABD karşıtlığının bir anti-emperyalist mücadeleye eklemlenmesini engellemektedir. ABD’ye atfedilen mutlak gücün yanı sıra örgütlü güce olan inançsızlık temel sorun olarak gözükmektedir. Bu yöntemin ürettiği bir diğer ideoloji ise bir şekilde devrimini gerçekleştirmiş sosyalist bir Türkiye’nin emperyalist ablukaya dayanamayacağı fikridir.
Egemen ideolojinin ürettiği temel eğilimleri saptadıktan sonra artık bu zemin üzerinde etki alanı bulan burjuva ideolojilerine bakabiliriz. Resmi ideoloji; düzenin istikrarı ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik, tek tek sermaye gruplarının gündelik çıkarlarından görece bağımsız taktik ve stratejileri üreten mantıktır. Başka bir deyişle, sömürü düzeninin ve sermayenin tasarruf alanı olan ülke topraklarını korumaya yönelik bir ideolojiler toplamıdır. İşçi sınıfı iktidarlarının ve emperyalist güçlü ülkelerin olduğu bir dünyaya doğan Türkiye sermaye sınıfının, bu dünyada nasıl korkuları ile birlikte yaşadığı, anti-komünizmi ve jeopolitik önemini kurtlar sofrasında nasıl bir taktik olarak kullanmaya çalıştığı Okuyan’ın “Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı” kitabında ayrıntısı ile işlenmiştir.7 Resmi ideolojiye göre ABD rezilin rezili bir emperyalist ülke olabilir, ama ulusal çıkarlar istikrarın ve toprak bütünlüğünün korunması için ABD’nin kanlı politikaları ile işbirliği gerektiriyorsa bu yapılmalıdır. Geçenlerde Cumhuriyet gazetesi manşetten şunu veriyordu: “Dış politika gözlemcileri, Erdoğan’ın Hamas’ın elindeki asker için diplomat yerine Meşal’in Ankara ziyeretinin mimarı olan danışmanı Davutoğlu’nu Şam’a göndermesini eleştirdiler. Diplomatlar, ABD’nin gelecek yıllarda olası hedefleri arasına girebilecek bir ülke ile çok daha dikkatli bir diplomasi yürütülmesi gerektiğine işaret etti.”8 Resmi ideolojinin belirlenmesinde ABD’ye göre hiza almanın ve her seferinde onursuzluğu, ilkesizliği üretmenin tipik bir örneğini oluşturuyor. Ancak burada konumuz resmi ideolojileri üreten öznelerin konumu değil, emekçi sınıfların da resmi ideolojinin şöyle ya böyle etkilenimi altında olmasıdır. ABD karşıtlarının bir kısmı, istikrarın -bunu bir emekçinin kendisini alışılagelmiş şekilde sömürülmesinin sürdürülmesi olarak da okuyabiliriz- korunabilmesi için ABD işbirlikçiliğine, ABD üslerine, NATO’ya ve olası savaşlara asker göndermeye olağan olarak bakmaktadır.
Resmi ideolojiyle zaman zaman kesişen milliyetçiliğe ve Kemalizme ayrıca değinilmeyecektir. Bu kadar çok emperyalizmin gereksinimlerini kollamış, buna göre hiza almış bir resmi ideoloji varken, milliyetçiliğe önemli bir paye düşmesi olası değildir. Aydemir Güler bu konuyu incelediği makalesinde şunu vurgulamıştır:
“Burjuva siyasetinin, yalın ve kısmi düşmanlara (Yunanlılara, Kürtlere…) karşı militarist kampanyalar körüklemek dışında, milliyetçi bir ideolojiyi toplumsal hareketlenme ve bağlanma yaratmak amacıyla kullanmayı aklından geçirmesi imkansızdır.9
Toplumu en çok çürüten, emekçi sınıfları en çok kirleten ve kimliksizleştiren ideoloji ise burjuva pragmatizmidir. Resmi ideolojiden kesin sınırlarla ayrılması imkansız olan burjuva pragmatizmi, çok daha ilkesiz, çok daha günlük hesapların peşinden giden ve çok daha tüccar mantığı ile üretilen ideolojilerin toplamıdır. Bölgedeki savaşlara bir leş kargasının gözüyle bakmaktadır. Irak işgal mi edilecek, yıkılıp yerle bir edilen Irak’ın yeniden inşasında bir bereket görür. İran’a saldırı olasılığı mı var, olaya kâr-zarar hesabı ile bakar. Kırmızı çizgileri değil, kâr oranları vardır. Yeri geldiğinde kâr oranlarını yüksek tutabilmek için ülkenin ve insanlarının bir kısmını birilerine verebilir. Bu ideolojiden etkilenen emekçiler, ABD karşıtı olabilirler, ama sanki kendileri burjuvalarmış gibi, yaklaşan savaş ve işgallerde ne kazanıp ne kaybedeceğim diye düşünmektedirler.
Siyasi İslam ideolojisine gelince, burada bir ideolojiler yumağı ile karşılaşıyoruz. Dünyanın bütünlüğünü ortaçağ idealizmi ile açıklamasının yanı sıra, kapitalizmin çürütücü etkisine karşı emekçi sınıfların tepkiselliğinden, İslamcı sermayenin en ilkesizinden burjuva pragmatizmine kadar ideolojilerin şekilsiz bir toplamı olarak gözükmektedir. Bu zemin Hıristiyan ve Müslüman dünyaları arasında bir medeniyetler çatışması veya siyonizmin yönettiği bir dünya kapitalizmi gibi tuhaf fikirlerin yeşermesine çok uygundur. Burjuvazinin ve emperyalizmin İslamı bu kadar yaygın olarak kullanmasının veya yardımına çağırmasının nedeni, sınıflar üstü bir cemaat ideolojisi olmasıdır. Bu ideoloji tarafından kapsanan emekçi yığınlar, Amerikan karşıtı olmasına karşın, anti-emperyalist mücadele ile aralarında önemli bir mesafe barındırmaktadırlar. İdeolojinin özündeki bilim dışılık, her türlü takiyeye ve yönlendirmeye bu topluluğu açık hale getirmektedir. Düzen kurumlarının İslamcı ideolojiyi düzen içinde tutmak için yaptıkları baskı takiyeciliği olağan hale getirmekte ve Erdoğan’ın Amerikancılığı gibi her türlü olguya bir kılıf uydurma yeteneği doğurmaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de emekçi sınıflar büyük oranda ABD karşıtıdırlar, ancak egemen ve burjuva ideolojileri ile harmanlaşmış bu ABD karşıtlığının kendiliğinden anti-emperyalist bir harekete dönüşmesi olasılığı bulunmamaktadır. ABD karşıtlığı bu haliyle yüzeysel, ilkesiz, örgütsüz ve çaresizdir. ABD karşıtlığının anti-emperyalist mücadeleye dönüşebilmesi için emekçi sınıfların egemen ve burjuva ideolojilerinin kapsam alanından çıkartılması ve işçi sınıfı ideolojisiyle buluşması gerekmektedir. Ancak üzerine basılamayacak kadar kaygan olan bu zeminin anti-emperyalist mücadele açısından olanaklar barındırıp barındırmadığını anlamak için siyaset alanına dönmemiz gerekiyor.
Düzen siyaseti Amerikan karşıtlığını daha ne kadar kapsayabilecek?
Türkiye’nin ABD ile “Ortak Vizyon” belgesini imzaladığı gün ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayınlanan harita Türkiye’nin nasıl bir belayı başına aldığını, freni tutmayan bir araba gibi nasıl giderek hızlanarak bir felakete doğru sürüklendiğini bir kez daha gösterdi. Haritada Irak, İran ve Türkiye topraklarının birer parçası Kürdistan olarak birleştiriliyor, İran parçalanıyor ve Türkiye’nin bir bölümü de Ermenistan’a katılıyordu.10 Bir yandan Ortak Vizyon belgesi ile Türkiye ABD’nin bölgedeki bütün operasyonlarının işbirlikçisi olduğunu hukuksuz bir şekilde ilan ederken, yayınlanan harita bir kez daha operasyonların başlıca konularından birisinin Türkiye’nin kendisi olduğunu gösteriyordu. Türkiye’nin bundan sonraki ortakları veya başka bir deyişle ABD’nin diğer işbirlikçileri olan Kuzey Irak’taki Kürt Devleti ve İsrail aynı zamanda, Türkiye’nin siyasi coğrafyasının değiştirilmesinin özneleri olarak yerlerini alıyorlardı. Haritanın yayınlanmasından birkaç gün sonra ise emperyalizmin her türlü müdahalesine açık ve doğal bir sınırmış gibi Türkiye’yi ortadan ikiye bölen Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru hattının açılışı yapıldı. İşte bu koşullarda düzen siyasetinin aktörlerinin, ABD karşıtlığını ideoloji dağarcığına yerleştirmiş emekçi sınıfları kapsama yeteneğinde değişiklik olup olmayacağına bakabiliriz.
Resmi ideolojinin en iyi üreticisi ve taşıyıcısı olan ordu, burjuva siyasetinin bir öznesi olarak 1990’ların sonlarında Türkiye’ye özgün bir terminolojiyle Asparti olarak tanımlanmıştır.11 Halen Türkiye’de halkın en çok güvendiği kurum olan ordu, burjuvazinin günlük çıkarlarından görece bağımsız yapısıyla “ulusal çıkarlar” adı altında burjuvazinin uzun erimli çıkarlarını gözeten kurum olmuştur. Ancak yukarıda çizilen siyasi tablo “ulusal çıkarı” korumaya izin vermemektedir. Süreç, ordu da dahil olmak üzere düzen kurumlarının ABD ile yoğun işbirliğini koşullamakta, tüm ezber bozulmaktadır. Bu haliyle, İran ve Suriye’nin tasfiyesi ve parçalanarak emperyalizmle bütünleştirilmesi, Irak’taki işbirlikçi rejimi direnişçilere karşı koruma görevleri, bırakın emekçi sınıfları resmi ideolojiyle bağlamayı, doğrudan Aspartinin üyelerini dahi bir arada tutmaya yetmeyecek gibi gözükmektedir. Yurtseverlikle birlikte ülke çıkarlarının bayrağının işçi sınıfının eline geçtiği bir tarihsel dönemde, ABD karşıtlarını resmi ideolojinin mantığı kapsayamayacaktır.
Asparti için geçerli olan şey diğer tüm düzen partileri için de fazlasıyla geçerlidir. Özellikle bir İran savaşına hiçbir siyasi öznenin gönüllü asker toplama olasılığı gözükmemektedir. Gerek bu sınırların yüzlerce yıldır barış içinde bozulmadan kalmış olması, gerek halkın Irak’takine benzer bir ABD tezgahının işleme konduğunu fark etmesi, Türkiye destekli bir ABD saldırısının meşruluğunu sıfıra indirmektedir. AKP bu süreçte tüm Amerikancılığı ve İsrail işbirlikçiliği ile yıpranmış olmasına rağmen, AKP sonrası dönemde ABD-İsrail-Türkiye-Kuzey Irak Kürt Devleti’nin saldırısına maruz kalacak ülkelerin İslam ülkeleri olması dinci gerici bir konsolidasyona karşı bizi uyanık kılmalıdır.
Türkiye’deki Kürt siyasi öznelerine gelince; eğer bir emekçi Barzani taraflısıysa kısa dönemde yapabileceğimiz çok az şey var demektir. Muhtemelen ankette ABD’ye olumlu bakan yüzde 12’nin içinde Barzani yanlıları da bulunmaktadır. Ya Türkiye kökenli Kürt özneler? Bu hareketin ve tabanlarındaki emekçi ve yoksul Kürtlerin arasında önemli bir ABD karşıtlığı da bulunmaktadır. Öte yandan Kürt hareketi kendi konumunu o kadar özel bulmaktadır ki, hiçbir tarihsel soyutlamaya, kategoriye kendisini layık görmemektedir. Oysa bütün çekilen acılara rağmen tarihsel materyalizmin kategorileri kapsayıcıdır ve hiçbir toplumsal/tarihsel özne soyutlamaların dışında kalamaz. Sonuçta her siyasi hareketin bir programı vardır ve programa bakıldığında hangi sınıfın öncülük ettiği belli olur. Örneğin DTP’nin siyasi programına bakıldığında AB’ci ve özelleştirmeleri destekleyen yanıyla, Kürt burjuvazisinin önderliğinde bir ulusalcı hareket olduğu anlaşılacaktır. ABD’ye Kürt öznelerinin bakışı, Türkiye’nin resmi ideolojisinden farklı değildir. ABD emperyalist bir devlet olabilir, ama Kürdistan’ın ulusal çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılır. Gerekiyorsa işbirliği… Ancak bölgede ABD emperyalizminin operasyonlarının özgürlük ve barış değil, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyeceği giderek daha çok fark edilmektedir. Aslında tutarlı bir anti-emperyalist duruş sergilemeyen hiçbir özne artık ülke çıkarını temsil etmemektedir. Bu koşullar altında Kürt emekçiler arasındaki ABD karşıtlığının sosyalizme uzanacak bir işçi sınıfı yurtseverliği tarafından kapsanma olasılığı artmaktadır.
Son olarak liberal, liberal sol ve Kürt öznelerin AB’ciliğine değinirsek tabloyu tamamlamış olacağız. Bundan bir iki yıl öncesine kadar AB ve ABD emperyalizmlerinin iki kutuplu bir dünya oluşturmayacaklarını ama farklı emperyalist politikalar güttüklerini söylüyorduk. Örneğin AB’nin Türkiye’yi kapsamak istemesinde özellikle Türkiye’nin kara ordusunun önemli olduğunu, böylece AB’nin de güçlü bir militarist strateji gütmeyi hedeflediğini varsayıyorduk. Ancak işler sanıldığı gibi gitmedi. ABD, Irak’ın işgali ile bölgedeki hegemonyayı tamamen ele geçirdi. AB’nin kapsadığı ülkelerden Bulgaristan ve Romanya’ya ABD üsleri açıldı. Ukrayna’da denendi. Türkiye ile AB arasındaki müzakereler devam ederken, Türkiye tarihinin en büyük riskini alarak, en Amerikancı dönemine girdi. AB ise CIA’nın işkence uçakları vb. başlıklarda hiçbir pürüz çıkarmaksızın ABD’yi izlemeye başladı. Bu arada kapitalistleşen ama giderek güçlenen ekonomileri ile bağımsız siyasi iradesini koruyan Rusya ve Çin’in siyasi etki alanından bahsedilir oldu. Bugünden iki kutuplu bir emperyalist dünyaya doğru gittiğimizi söylemek için erken. Ancak AB’nin en azından bir süre daha ABD’nin kuyruğundan ayrılmayacağı ve emperyalist politikalarda yardakçılık yapacağı açıklıkla ortaya çıkmış oldu. Artık ABD karşıtı olup da AB’nin özgürleştirici, demokratikleştirici etkisinden bahsetmek iyice zorlaştı. Buna dayanarak solda, sağda liberal siyasi özneler tarafından kapsanmış, ABD karşıtı ama AB’ci emekçilerin işçi sınıfının öncülüğünde bir anti-emperyalist mücadeleye kazanılma şansının arttığını söyleyebiliriz.
Ne yapmalı?
Türkiye tarihinde her zaman anti-emperyalistler ve mücadeleleri olsa da, anti-emperyalizmin etkili olduğu üç dönemden bahsedebiliriz. İlki 1920’lerdeki Kurtuluş savaşıdır.
İkincisi daha önce belirttiğimiz gibi, 1968’lilerin anti-emperyalist hareketidir. Ve üçüncüsü TKP’nin 1990’ların sonunda başlattığı ve günümüzde etkisi giderek artan anti-emperyalist mücadeledir. İlki bir burjuva programına bağlı bir harekettir ve daha o günlerden bir sömürü cumhuriyetinin kurulacağı, eninde sonunda kurulan cumhuriyetin emperyalizme bağımlı hale geleceği bellidir. Ancak ne olursa olsun, bu ülkeden birileri çıkmış, örgütlenmiş, iradi davranmış ve emperyalizmin bu coğrafyaya ilişkin planlarını bozmuştur. İkincisinin işçi sınıfı ve sosyalist devrim programı ile ilişkisi sağlıklı değildir. Bütün gözü pekliğine ve samimiliğine rağmen burjuvaziden tam olarak ayrışmamış bir siyasi programa dayandığı bilinmektedir. Her iki harekette daha önce Aydemir Güler’in belirttiği gibi, bize esin kaynağı olacak izler taşımakla birlikte, bizi rahatlatacak ve sırtımız yaslayacağımız bir gelenek devretmemiştir.12 Yine de, ”ABD defol bu memleket bizim” yürüyüşünün İncirlik’ten Dolmabahçe’ye uzanması gibi önceki mücadelelerle bağlantı kurulması bugünü güçlendirecektir.
SİP’in 1998’de başlattığı McDonald’s karşıtı kampanya, TKP’nin Irak’ta İşgale Karşı Komiteleri ve 2004’de “İstanbul NATO’ya kapılarını kapatıyor” ve halen güçlenerek süren “Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe” çalışması. Yazının başında belirtildiği gibi, anti-emperyalist mücadelenin bir sosyalist devrim stratejisi olarak kavranması ile tarihimizde ilk kez işçi sınıfı siyaseti burjuvaziden yollarını tamamen ayırıyor ve etkili mücadele araçları geliştiriyor.
Eğer bu hareketin içinde olmasaydım, ABD karşıtlarından anti-emperyalist yaratmak için emperyalizmin ne olduğunun anlatıldığı pedagojik kurslar önerebilirdim. Oysa yapılan ve yapılması gereken, tüm emekçilerin görebileceği ve örgütlenebileceği, anti-emperyalist duruşu net, emperyalizmin ülkemizdeki ve bölgedeki çıkarlarını geriletici bir eylemlilik hattı örmektir. Düzen siyaseti ve düzeni koruyan kurumlar sıkışmış bir çaresizlik içindedir. Bu koşullarda ABD karşıtlığının bu kadar yoğun olması ciddi bir olanağa işaret etmektedir.
Ülkemiz ve komşu halkların emekçileri tarihte görülmedik kadar büyük bir tehdit altındalar, ama devrimci olanaklar da bir o kadar büyük. Bize düşen durmadan çalışmaktır. Çalışan emperyalizmi de yener, devrimini de yapar.
Dipnotlar ve Kaynak
- Cumhuriyet, “ABD Karşıtlığı Tırmandı” (Amerikan Pew’un araştırmasına göre ABD için olumlu görüş bildirenlerin oranının en düşük çıktığı ülke Türkiye), 15 Haziran 2006.
- Yezdani İpek, “Ankara, Ortadoğu’daki rolüne karar versin” (Perle’den dış politika eleştirisi), Milliyet, 1 Temmuz 2006.
- Cemal Hekimoğlu, Anti-Emperyalist Mücadelenin Güncelliği: “Burjuvazinin Seçimi ve Sosyalistler”, Gelenek 59, s. 3-14, 1999.
- Metin Çulhaoğlu, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu. YGS yayınları, 2002.
- Metin Çulhaoğlu, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Öteki Yayınları, 1998.
- Cemal Hekimoğlu, İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti, Gelenek 60, s. 17-42, 1999.
- Kemal Okuyan, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, NK Yayınları, Gelenek Dizisi, 2. baskı, 2003.
- Cumhuriyet, “İkinci El Diplomasisi”, 5 Temmuz 2006.
- Aydemir Güler, “Türkiye’de Anti-Emperyalist Mücadelenin Kısıtları”, Gelenek 79 s. 7-18, 2003.
- Ergin Yıldızoğlu, “ABD Silahlı Kuvvetleri Dergisinde Ortadoğu’nun Yeniden Çizilmesi Gerektiği Savunuldu: Parçalanma Planı”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2006.
- Aydın Demir Esen, “Dünden Bugüne Türkiye Siyasetinde Asker Partisi”, Gelenek 59, s. 15-46, 1999.
- Aydemir Güler, a.g.y.