Yurtseverlik konusunda polemik yapmak zor iş. Zor iş çünkü sol içinde yurtseverlik konulu yazıların pek çoğu sınır olarak çizilebilecek bir dürüstlük ve samimiyet çizgisinin altında kalıyor. Dürüstlük ve samimiyet ortadan kalktığında da polemiğin pek bir anlamı kalmıyor. Tabii şayet, polemik bir tür itişme veya birbirine çamur atma olarak değil de teorik ve siyasi bir geliştirme yolu olarak algılanıyorsa…
Aslında Türkiye solu söz konusu olduğunda yurtseverlik hakkında tartışmak zor da, diğerleri hakkında konuşmak kolay mı sorusuna da tutarlı bir yanıt vermek pek mümkün değil ama yine de onca yazıyı, tartışmayı çöpe atmamak pahasına bile bu soruyu görmezden gelelim isterseniz. Çöpe atmamak, arada söylenmiş onca lafın, yazılmış onca cümlenin arasında bir değeri olanlara haksızlık yapmamanın tek yolu galiba. Bir başka deyişle kurunun yanında yaşı yakmamanın…
Yurtseverlik konusunda da itiş kakışın arasında bir değer taşıyarak ortada kalmaya aday cümlelerin yüzü suyu hürmetine, bu defa dürüstlük ve samimiyet meselesini en azından başlangıçta görmezden gelmeye çalışalım ve tartışmayı deneyelim.
Bu tartışma belki yurtseverlik hakkında söylediklerimizin altını tekrar çizmemize veya bir kısmını açıklığa kavuşturmamıza, arada unuttuğumuz veya atladıklarımızı da hatırlamamıza ve hatırlatmamıza vesile olur.
Yurtseverlik tartışmaları, sözcük üzerine bir girizgahla başlıyor hep nedense. Bu girizgahı yapmak bir adet olmuş:
“Soldan bakıldığında, nedir yurtseverlik? Sol sıfatını bir kenara bıraktığımızda cevabı basit bunun. Adı üstünde, yurdunu sevmek. Britanya milliyetçiliğinin sloganıyla: ‘My country, wright or wrong.’ (Yanlış veya doğru – benim ülkem!) İnsanın en tabii duygularından biri olarak reklam ediliyor – düşünceden, duygudan önce, ‘güdüsel’ bir eğilim.”1
Soldan bakarak yurtseverliğin tanımını aramak ne kadar doğalsa, hemen akabinde sol sıfatını bir kenara bırakmak da o kadar acayip galiba. Hadi bunu yazının girişi olma halinden kaynaklı bir zafiyete yoralım. Ama daha girişten Britanya milliyetçiliğine atfı neye yoracağız? O sloganın bir tanım arayışında referans olarak kullanılmasını nasıl algılamalıyız? O lanetli sloganın tanımsal bir çerçevede kullanılması, şayet, yazının nereye gideceğine dair polisiye tadında bir ipucu ise, baştan belirtmeli, cinayeti kimin işlediğini bu kadar açık eden ipuçlarıyla polisiye roman yazılmaz.
Polisiye dilini siyasete tercüme edersek de en başa geri dönüyor ve bu yazının kuyusunu kazıyoruz. Ama olsun, yine de deneyelim.
Siyasi terim ve kavramların anlamlarını araştırırken sol sıfatını bir kenarda bırakmak bu kadar kolay mı?
Bunun yalnızca yurtseverlik için değil ama pek çok sözcük için hiç kolay olduğunu sanmıyorum.
İşin ilginci, yukarıdaki alıntı, bunun hiç kolay olmadığının harika bir örneği. Çünkü yukarıdaki örnek, sol sıfatının bırakıldığında sağ sıfatının alındığını pek güzel gösteriyor. O zaman sol sıfatını niye bırakıyoruz diye sormak doğal değil mi? Bora’nın cümlelerinden hareket edersek, bu sorunun yanıtı gerçekten garip çünkü. Bora’ya göre sol sıfatını sağ sıfatını almak için bırakıyor ve hemen Britanya milliyetçilerinin öğretici sloganını hatırlıyoruz.
Sonra devam etmek oldukça kolay; burayı sırf burada olduğumuz için sevmek, burası nasıl bir yerdir, doğru muyuz, yanlış mıyız diye sormamak, bizi, salt biz olduğumuz için yüceltmek, üstün görmek… Yurtseverliğin tanımını ararken geldiğimiz yere bakar mısınız?
Siyasi kavramları incelemek gerçekten hassasiyet isteyen bir iş. Sağın ve solun olmadığı bir siyaseti tahayyül etmek ne kadar zorsa, bu kavramları, siyasi referanslarından koparmak da aynı ölçüde zor. Bu kavramlar hakkında konuşurken, kökenlerine de baksanız şimdiye, dair bir analiz de yapsanız, hangi zaman dilimini kullanıyorsanız kullanın, o zaman dilimine ait siyasi koşulları yok sayamazsınız. Yok saydığınızı varsaydığınızda da, siyasi referansınızın yön değiştireceğini, sizin yok saydığınızın aslında halen sizin nerede durduğunuzu belirlediğini unutmamalısınız.
Bu bağlamda, sıkça hatırlatılan yurtseverlik ve vatanseverlik ayrımı siyasi olarak bir değer taşısa da aynı nedenle teorik olarak oldukça anlamsız aslında. Kimse kendisini veya siyasi hattını, vatansever yerine yurtsever sözcüğünü kullanıyorum diye aklayamaz mesela. Ya da başka bir deyişle, yurtseverlik, vatanseverliğin yerine kullanıldığı ölçüde yalnızca sözcüksel düzeyde bir garanti olamaz.
Tanıl Bora da zaten böyle bir teminatın olmadığından dem vuruyor, ancak aynı hatayı bir başka düzlemde tekrarlamaktan kendisini alıkoyamıyor. Yurtseverlik solculuk, vatanseverlik sağcılık anlamına gelmez deyip, yurtseverliği sol sıfatından ayıklamaya çalışırken, sağın kucağına düşüveriyor.
Aslında bunu da oldukça bilinçli yapıyor. Polisiyeyi öldüren tarzda bir ipucu da burada açığa çıkıyor. Bora, yurtseverliğin doğal olarak sağcı bir kökene sahip olduğunu ve dahası bu kökenin bugün de yurtseverliğin tanımsal alanı için belirleyiciliğini ima ediyor. Her ne kadar, sol ile yurtseverliğin rabıtası kurulabilir mi sorusunun peşine düştüğünü iddia etse de, daha başlangıçta verdiği örnek, arayışının yönünü bize gösteriyor.
Cumhuriyetçilik ve yurtseverlik
Yurtseverliğin marksizme içkin bir kavram olmadığını biliyoruz. Bu konuda bir korkaklığa gerek yok.
Ama yurtseverliğin sağcı kökeni mutlak bir doğru mu? Bugünkü tartışmalarda bu köken tartışılmaz bir veri olarak ele alınmalı mı? İşte bunlar çok tartışmalı. Zaten Bora da bu tartışmadan kaçamıyor:
“Kendisini ciddiye alan bir sol yurtseverlik anlayışının kökü, anti-emperyalizm ve olası başka ‘anti’liklerden önce pozitif bir temel olarak, radikal cumhuriyetçilik felsefesine dayanır. Cumhuriyetçi yurtseverlik, buraya sırf ‘burası’ olduğu için, bize sırf ‘biz’ olduğumuz için değer vermez. O ‘yurt’ olarak ortak bir politik iradeyle, ortak erdemler etrafında oluşturulmuş toplumsal birliği bilir.”2
Bora tartışmadan kaçamazken, kendi koyduğu tuzaklardan da kaçamıyor. Yurtseverliğin sol sıfatını attığımızda milliyetçiliğin kucağına düştüğümüzü iddia eden Bora, şimdi de aslında yurtseverliğin kendi tarihinden bağımsız olarak sol yurtseverliğin tarihini deşifre etmeye çalışıyor. Oysa bu pek mümkün değil.
İlginç olan, bunun milliyetçilikle yurtseverliğin arasındaki kopmaz bağı vurgulamaya çalışırken yapılması…
Geriye doğru aydınlanma düşünürlerine kadar izi rahatlıkla sürülebilen cumhuriyetçi felsefeyle bağlantısı kurulan sol yurtseverlikle, yurtseverliğin arasındaki farkı ben samimi olarak merak ediyorum mesela. Şu başındaki sol sıfatı atıldığında Britanya milliyetçilerinin kullandığı sloganlarla tarif edilen yurtseverlikle, kökü aranan sol yurtseverliğin tarihsel maceralarını birbirinden ayırmak bu kadar kolay mı? Yoksa doğrusu şöyle söylemek mi: Kendisini ciddiye alan bir yurtseverlik anlayışının kökü pozitif bir temel olarak radikal cumhuriyetçilik felsefesine dayanır.
Bu önermenin de açılmaya ve tartışılmaya muhtaç yanları bir yana, bu iki cümle arasındaki küçük fark sanıldığından daha önemlidir. Çünkü iki cümlenin arasındaki fark bize yurtseverliğin tarihi ve kökenine dair iki farklı hikayenin anlatılmasının pek mümkün olmadığını söylüyor.
Bu farkın ortadan kalkması ise kimilerine şaşırtıcı gelecek ama yurtseverlikle milliyetçiliği birbirine eşitlemiyor.
Oradaki sol sıfatı bizi kurtarmıyor ya da doğru yola sevk etmiyor, tam tersine yanlış bir yönlendirmeyle bir kavram karmaşasının içine itiyor.
Burjuva devrimlerinin arifesinde, ya da burjuva devrimlerinin yaşandığı süreçte iki ayrı yurtseverlik tarif etmek çok zordur. Oysa Bora, 18. yüzyılda bu iki farklı yurtseverlik anlayışının rekabet halinde olduğunu iddia eder ve daha ilginci, hemen sonrasında da bu ikisi arasındaki ayrımın pek pürüzsüz olmadığını söyler.3
İşçi sınıfının bir siyasi aktör olarak tarih sahnesine çıkmadığı bu dönemde ayrım burjuva düşüncesi içinde gerçekten de muğlaktır. Ama bu muğlaklık Bora’nın iddia ettiği gibi iki ayrı akımın varlığından değil, tek bir akımın geçiş dönemi içinde karmaşıklığından kaynaklanır. Bu karmaşık karakter, yurtseverliğin ayrılmaz özelliklerinden biri haline gelecektir. Dahası, yurtseverlik farklı ülke ve tarihsel koşullarda bu karmaşıklıktan kaynaklı olarak, çok başka kimliklere bürünebilecektir.
Mesela, ne Fransız Devriminin yurtseverleri, ne de Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci iradesine karşı bağımsızlık savaşı veren ABD’li yurtseverler bu iki farklı akımın rekabetinden hareketle anlaşılamaz. Bu devrimleri takip eden zaman diliminde ulus-devletlerin ortaya çıkış sürecinde somut bir temele kavuşan milliyetçiliğin yurtseverlikle ilişkisi de yine sol ve sağ olarak iki ayrı varyantla tarif edilen yurtseverlikle ortaya çıkarılamaz.
Rekabet halinde olan iki ayrı yurtseverlik anlayışı değil, aslında iki ayrı sınıftır. Yurtseverlik de o dönemde açıkça burjuvazinin tekelindedir. Aristokrasinin kendine ait bir yurtseverlik anlayışı oluşturmasının önünde yapısal engeller vardır.
Hem Bora’nın sözcükleriyle, “dağlı halkın ‘soylu vahşi’ imgesini de güzelleyerek ‘reel’ halkı-milleti yücelten cemaatçi-muhafazakar bir yurtseverlik anlayışı”4 nerede hakim bir yurtseverlik anlayışı haline gelmiştir ki?
Marksizmin bildik formüllerini işe koşmanın tam vaktidir; bu anlayışın çok farklı bir düzlemde içerik de değiştirerek yurtseverliği kapsadığı dönem aslında, işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuvaziyi zorladığı dönemdir.
Sol yurtseverliği tarihsel olarak ayrı ve bağımsız bir damar halinde bugüne getirmek, ilk anda verdiği intibaın aksine bize pek bir yarar sağlamaz. Burjuvazinin “solcu” düşüncelerini incelemektense, burjuvazinin tarihsel dönemlerini ayırt etmek çok daha sağlıklıdır. Bir dönem tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış sınıfın bağrından doğmuş ve zaman zaman ona kılavuzluk etmiş siyasi akımların inceleneceği zemin, mahut dönemlerce yapısal olarak belirlenir aslında.
Cumhuriyetçiliğin, bir cemaate bağlı olmaktan sıyrılamamasının temel nedeni de bir burjuva düşüncesi olarak sınırlarının belli olmasıdır. Bir burjuva düşüncesi olarak yurtseverlik, iki farklı yurtseverlik anlayışı arasındaki rekabetin “muhafazakar” olanın lehine çözümlenmesi nedeniyle değil, burjuvazinin devrimler çağında ilericiliği işçi sınıfına devretmesi sebebiyle 19. yüzyılın sonunda pek çok yerde bir milli kimliğe bağlılığı ve ulus-devlete sadakati ifade eder hale gelmiştir.
Cumhuriyetçi yurtseverliğin, bu tür milliyetçi ideolojilerin bünyesinde demokratikleştirici bir kutup olarak varlığını sürdürdüğü iddiası da bir genel doğru olarak kabul edilemez. Bakılması gereken yer, böyle bir demokratikleştirici kutbun yurtseverliği ve burjuvaziyi nereye doğru çektiği değil, burjuva demokratik devrimlerin yapısı ve dinamikleridir. 19. yüzyılın sonuna doğru, yurtseverlik bağlamında mutlaka incelenmesi gereken bir örnek olarak önümüzde duran Paris Komünü’nü de bu yaklaşımla açıklamak imkansızdır.
Oysa Komün’ü basbayağı yurtsever bir çıkış tetiklemiştir ve bu çıkışın artık karşısına aldığı burjuvaziyle bir ilişkisi yoktur ve olamaz.
Peki, ama aynı çıkışın yurtseverliğin cumhuriyetçi kökeniyle bir alakası var mıdır?
Elbette vardır ve işin ilginç yanı bu bir çelişki olarak nitelenemez.
Paris Komünü’nden önce yurtseverlik bir burjuva düşüncesidir ve kendi içinde homojen bir yapı sergilemese de, karmaşık denebilecek özelliklere sahip olsa da bir bütündür. Paris Komünü’nü yaratan burjuva yurtseverliğinin cumhuriyetçilikle alışveriş halinde olan sol kanadı değildir. Komün, yurtseverliğin sınıfsal temelinin değişebileceğinin, burjuvaziden devralınıp işçi sınıfı adına kullanılabileceğinin ispatıdır. Tanıl Bora’nın tüm yazı boyunca Paris Komünü’ne tek bir referans dahi vermemesi manidardır.
Komün’ü pas geçen, yurtseverliği sınıfsal eksende yeniden ele almayan bir yaklaşım, 20. yüzyıl boyunca yurtseverliğin izlediği hattı anlayamaz.
Yurtseverliğin kökeninde bir sorun görmeye gerek yok. Yurtseverliğin sol ve işçi sınıfı ile sonradan buluştuğu da aşikar.
Ama bu, burjuvazinin ilericilik döneminden devşirilen pek çok kavram hedef ve olgu için böyle değil mi?
Yine cumhuriyetçilik başlığı altında pekala değerlendirilebilecek iki ideal olan eşitlik ve özgürlük için farklı konuşmak mümkün mü? Başlangıçta burjuvaziye ait bu iki idealin, elbette çok farklı bir içerikle işçi sınıfının malı olmasında hiçbir gariplik yoktur. Hatta, marksizme içkin bu iki idealin malikliğinin bir sigortası da olamaz.
Özgürlük idealinin, özellikle 20. yüzyıl sonundan bugüne izlediği seyre bakmak, böyle bir sigorta olmadığını anlamak için yeterlidir. Bu dönemde sol ve işçi sınıfı bu idealine sahip çıkamamış, tersine, solun alamet-i farikalarından sayılabilecek bu ideal, solu can evinden vuran bir silaha dönüşmüştür.
19. yüzyılda, burjuvazinin işçi sınıfını açıkça karşısına aldığı yıllarda, düşünsel planda burjuva düşüncesinden açık bir kopuş yaşayan Marksizm de bu ve benzeri kavramları kullanırken azami bir dikkat sergiler. Marksizmin ustaları, bu kavram ve idealleri yeni içerikleriyle işçi sınıfının mülkiyetine geçirirken, tarihsel somut koşullara ve bu somutluktan hareketle dünyayı değiştirebilecek bir sınıfın gücüne ve iradesine vurgu yapıyorlardı. İdealleri mülk edinen sınıf, aslında bu işi başarabileceği için, örneğin gerçekten eşit ve özgür bir dünya kurabileceği için idealleri hedef belliyordu.
Marksizm için o idealler, işçi sınıfı olmaksızın hiçbir şeydir.
Marksizmin temel kavramlarından sayabileceğimiz eşitlik ve özgürlük için dahi durum böyleyken, yurtseverlik gibi köken olarak Marksizm dışı sayabileceğimiz bir anlayış için mesele çok daha zor ve karmaşıktır.
Cumhuriyetçiliğin iki idealinin izlediği yolu, niye yurtseverliğin izleyemediği açıktır aslında. Yurtseverlik, parçalı tanımı ve ideolojik haritada durduğu yer gereği, eşitlik ve özgürlük kavramlarından farklı olmak üzere, ancak çok özel koşullarda Marksist sistematiğin bir parçası olabilir. Ama bu asla genelgeçer bir duruma işaret etmez. Bir başka deyişle, Marksist olma iddiasındaki bir siyasi hat, söz konusu yurtseverlik olunca kendisini değişen tarihsel koşullarda tekrar ve tekrar sınamaya mecburdur. Dışsal bir kavramın Marksizmle olan gerilimi başka türlü aşılamaz.
İşin en güzel yanı, böylesi bir alışverişin daha Marx ve Engels hayattayken yaşanmış olmasıdır.
Marx’ın 1870 Almanya-Fransa savaşı sırasında yurtsever çığırtkanlarla dalga geçen yazısını alıntılayan Tanıl Bora, aslında basbayağı talihsiz bir referansa başvurmuştur.5 Çünkü aynı savaşın sonrasında Marx, bu defa Fransız işçilerine yurtseverlik görevini hatırlatacaktır. Bu ne Marx’ın, ne de yurtseverliğin çelişkisidir. Yurtseverlik tam da böyle bir olgudur ve yine bu nedenle Marksist sistematiğin içsel bir unsuru olamaz.
Marx’ın siyasi yazılarından toparlanan yurtseverlik karşıtı argümanların bu bağlamda pek kıymeti yoktur. Aynı Marx, hem de gayet haklı bir biçimde, Paris Komünü sırasında çok farklı değerlendirmeler yapacak, yurtsever taleplerin sınıfsal taleplerle çakışmasına işaret edecektir.
Yurtseverlik, işçi sınıfının elinde, enternasyonalizme uzanan bir köprü olduğunu Paris Komünü sırasında ispatlar.
Yurtsever işçilerin Alman işgaline karşı direnişiyle tetiklenen ihtilalin sonucunda ortaya çıkan Komünün enternasyonal niteliğini ve yurtseverliğin sosyalist hedeflerle Komün sırasında somut olarak çakıştığını görmezden gelmek, kabul edilemez bir cahillik olduğuna göre tutulacak yol bellidir; Komün yurtseverlik tartışmalarında görmezden gelinecektir.
Solun tarihinde benzer yönde daha farklı örnekler de var elbette.
Ama misallerin ortak noktası, ülke çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla çakışmasıdır. Bu özel dönemde, ülke çıkarları kavramı sınıfsal bir nitelik arz ettikçe, yurtseverlik de işçi sınıfının elinde bir koza dönüşür. İşçiler ülkeye hiç de olduğu gibi sahip çıkmazlar aslında. Günahıyla sevabıyla, doğrusuyla yanlışıyla benim ülkem de demezler. Peşinde olunan sınıfsal çıkarların gerçeklenebileceği bir zemin, ülke çıkarlarıyla sınıfsal çıkarların en rahat kesiştiği düzlem olan iktidarın kendisidir.
İktidar perspektifi olmayan bir işçi sınıfı yurtseverliği var olamaz.
Ancak iktidar perspektifi ile yurtseverliğin sıkça yan yana gelmesi için emperyalizmin 20. yüzyıldaki saldırgan hamlesi beklenmelidir. Emperyalizme karşı mücadelenin damgasını vurduğu bu yüzyılda, Komün’den sonra ilk ciddi sınav 1914 yılında verilecektir. Zaten 1914’ten sonra yaklaşık olarak on yıllık bir zaman dilimini kapsayan süreci anlamak, yurtseverliğin geçtiğimiz yüzyıldaki macerasını kavramak için hayatidir. Bora bu döneme bakarken de yine bir sözcük oyununa sığınır:
“Lenin, bu tutuma, (1914 yılında Avrupa sosyal demokrasisinin malum tutumu – y.n.) ‘küçük burjuvaların ve burjuvaların şovenizmine ve ‘yurtseverliğine’ karşı bütün ülkelerde tavizsiz bir mücadele yürütmek gerektiğini’ söyleyerek tepki göstermişti. Yurtseverlik ile şovenizm aynı solukta anılmıştır burada. Gerçi yurtseverlik tırnak içindedir ve ‘sözümona-yurtseverlik’ iması taşır; yine de, şovenizmle yurtseverliğin geçişliliğine dair bir uyarı saklıdır.”6
Sanırım Tanıl Bora da yazısını tekrar okuduğunda en azından bu satırlarda “biraz” zorladığını düşünmüştür.
Bora biraz değil bayağı zorlamaktadır. Lenin’den yapılan alıntının en hayati noktalama işaretini “gerçi” ile başlayan bir cümle ile tasvir etmek en hafif deyimle, bir hatadır. Lenin’in tepkisi “yurtseverlik” etiketi altında pazarlanan şovenizmedir ve evet bu bağlamda Lenin şovenizmin veya milliyetçiliğin “yurtseverlik” kılıfıyla satılabileceğine dair bir uyarı yapmaktadır.
Peki haksız mıdır? Hiç değil… Yalnızca Türkiye tarihi bu pazarlamanın sayısız örnekleri ile doludur.
Yurtseverlik ile şovenizmin aynı solukta anılması en azından bu alıntıda bir geçişliliğe işaret etmez. Bu geçişlilik var mıdır sorusu ise elbette meşru bir sorudur. Ama sorunun yanıtı bu alıntıyla aranamaz. Lenin bu sualin cevabını burada vermemiştir.
Lenin, sözümona yurtseverliğe tırnaklarla yaptığı vurguyla aslında “gerçek” yurtseverliğe bir selam gönderirken Bora’yı ters köşeye yatırır.
Tanıl Bora’nın hem Marx hem de Lenin konusundaki heveskarlığı anlaşılabilir. Size onlardan bile medet yok demek istemiştir belli ki.
Ama açıkça söylemek lazım, Marx’ın da, Lenin’in de izlediği düşünce sistematiği Bora’ya değil, bugün yurtseverlik diyen komünistlere yakındır.
Zaten, Bora’nın Lenin’den yaptığı ikinci alıntı bunun açık ispatıdır: Lenin, yurtseverliği, “farklı vatanların yüzlerce, binlerce yıllık ayrı var oluşuyla kökleşmiş en derin duygulardan biri” olarak tanımlar. Lenin’in sözcüklerinin, Britanya milliyetçilerinin sloganlarından hareketle yapılan tanımdan oldukça farklı olduğu hemen göze çarpar. Lenin’in temellerini attığı Sovyet yurtseverliği, elbette yurtseverliğin farklı tarihsel evrelerde, farklı sınıfsal içeriğinin olduğu saptamasına dayanacaktır. Sovyet yurtseverliğinin temel önermelerinden bir diğeri bekleneceği gibi sosyalist anayurdun korunmasıdır. Ancak bu yurtseverlik de enternasyonalizmle sıkı sıkıya bağlıdır. Zaten Bora’nın pek değinmediği tarihsel pratik bunun somut kanıtıdır.
Tanıl Bora, elbette bu pratiğe değinmek zorunda değildir. Ancak Bora’nın bu yaklaşıma itirazı anlaşılmamakla maluldür. Arada Stalin dönemindeki yurtseverliği eleştiren Troçki’yi işe koşmayı da ihmal etmeyen Bora’nın ne dediği bir muammadır:
“Sosyalizmin tarihinde yurtseverlikle ilgili ‘mesele’nin, esas olarak milliyetçilikle hegemonya rekabetine dayandığını söyleyebiliriz. Sosyalistler, yurtseverlik kavramına, milliyetçiliğin büyük bir toplumsal ve siyasal akım olarak var olduğu ya da büyük bir güç potansiyeli arz ettiği tarihsel durumlarda başvurmuşlardır.”7
Bu “rekabet” meselesi anlaşılan o ki bayağı sevilen bir mevzu Bora’nın nezdinde. Ama bir sevgi nesnesi olarak muteberleşebilen “rekabet” olgusu, aynı ölçüde açıklayıcı olamıyor ne yazık ki.
Yurtseverliğin siyasette kullanılmasının, çoğu zaman milliyetçiliğin güç biriktirdiği yahut böyle bir potansiyele sahip olduğu dönemlere rastlamasının 20. yüzyıl özelindeki temel gerekçesi,, emperyalizmin dinamikleridir. Bora konuyu tersine çevirmiş başının üstüne dikmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın pek çok ülkesinde, savaşın hemen akabinde Yunanistan’da, sonrasında Portekiz’de ve Afrika ve Asya’nın ulusal kurtuluş mücadelelerinde öne çıkan yurtseverlik olgusu, bu ülkelerdeki milliyetçi yükselişe bakıp rekabet teorileri üreterek değil, emperyalizmin bu ülkelere müdahalesinin tetiklediği dinamiklere odaklanarak anlaşılabilir. Emperyalizmin müdahaleleri zaman zaman aynı ülkede, milliyetçiliğin güç toplamasına vesile olabilir ya da böylesi bir ihtimali yaratabilir ama bu yalnızca sonuçlardan bir tanesidir. İki sonucu yan yana koyup, bunların birbiriyle neden aracılılığıyla değil doğrudan bağlantılı olduğunu iddia etmek, tüm neden sonuç ilişkisini alt üst etmekle eş anlamlıdır.
Yurtseverliği, milliyetçiliğin bir türevi olarak formüle eden Bora, konunun özünü görmezden gelmekte yine oldukça başarılıdır. Dogmatik bulduğu Sovyet Marksizmi, yurtseverliğin tarihsel olgularla bağlantılı olarak sınıfsal temelinin farklılaşabildiğini ve bu sınıfsal temelin örneğin emperyalist sistemin dinamikleriyle yakından ilişkili olduğunu vurgulayıp enternasyonalizmle rabıtayı sınıfsal bir kimlik aracılığıyla kurmaya çabalarken ne kadar “dogmatik”se, Bora’nın bir tür rekabete dayandırdığı anlaşılamayan yaklaşımı da o kadar “canlı” bir teorik mülahazanın ürünüdür.
Yurtseverlik vesilesiyle, şu eski bitmek bilmeyen tartışmayı hatırlamamıza yardımcı olan Tanıl Bora, kim dogmatik, kim değil cümle aleme tekrar göstermiştir.
Türkiye’de yurtseverlik ve işçi sınıfı
Cumhuriyetçi ve sol bir yurtseverliğin en baştan beri var olduğunu, yurtseverliğin bugüne değin izlediği siyasi ve ideolojik hattın farklı sağ ve sol yurtseverlikler arasındaki rekabet tarafından belirlendiğini, dahası sosyalizm ile yurtseverlik arasındaki ilişkinin de sosyalizm ile milliyetçilik arasındaki rekabete bağlı olduğunu iddia ederseniz, bu çerçevede sınıflar mücadelesini belirleyici bir yere yerleştirmezseniz, bugüne baktığınızda da arayacağınız o malum rekabet olacaktır.
O çekişmenin sonucu bellidir. Cumhuriyetçiliğin kazanma şansının olmadığı ve hatta belki miadını doldurduğu bir dönemde, sol yurtseverliğin bugün ne kadar başarı ihtimali olabilir ki? Olamaz. Bora’nın aradığı yanıt budur…
Dolayısıyla yurtseverlikle tarihsel bir bağ aramaya kalkan solun bu tuzaktan kaçınması zaruridir. Burjuvazinin çocukluk çağında solcu yurtseverlik aramaya kalkışmak yanıltıcı bir uğraştır.
Türkiye için zorluk daha da belirgindir. Bora bunu kayıt altına alır:
“Türk milliyetçiliklerinin analizine ilişkin son on-on beş yılda zenginleşen literatür, yurttaşlık esasına dayanan bir yurtseverlik anlayışının cılızlığını ortaya koyuyor. Millet ve devlet inşa sürecinin demokratik niteliğinin zayıflığı, bu cılızlığın esas sebebidir. (…) Türkiye Cumhuriyeti devletinin cumhuriyetçiliği, milliyetçilikle kayıtlanmıştır.”8
İddia oldukça açık; bugünün koşullarında zaten oldukça müşkülatlı bir iş olan cumhuriyetçi yurtseverlik, Türkiye’de malum nedenlerle neredeyse imkansız bir iştir. Ancak yine aynı noktaya dönüyoruz. Asıl imkansız olan bugün yurtseverliği böylesi bir çerçevede anlamlandırmaktır.
Türkiye’de yurtseverliği işçi sınıfı temelinin üzerine oturtmak gerçekten kolay bir iş değildir. Ancak zorluk Bora’nın gösterdiği yerde değildir.
Bora, anti-emperyalizmin müşkülatları aşmak için sihirli bir kavram olmadığını söylerken aklında bulundurduğu anti-emperyalizm, Kemalizm kaynaklı veya Kemalizmin etkisi altında bir solun anti-emperyalist refleksleridir.
Tanıl Bora yurtseverliğe, Kemalizmi karşısına alarak yüklenirken, Kemalizmi tamamen dışarıda bırakan bir alternatifi kendince siyasi uyanıklık sergileyerek yine görmezden gelir.
Yurtseverlik ile Kemalizmi eşitlemek gerçekten Türkiye’de yapılabilecek en kolay iştir. Oysa başından beri yurtseverlik ile sınıf sözcüklerini yan yana getirmekten kaçınan, hatta bunu yapanları da dogmatiklikle suçlayan Bora, Türkiye’deki işçi sınıfı yurtseverliğinin gerçek bir hüviyet edinmesinin Kemalizmle hesaplaşmadan mümkün olmadığını bilmelidir.
Türkiye’de bunu yapmayan akımlar mevcut olabilir. Ama bu akımların sol ile yurtseverlik arasındaki tartışmada ana referans olmaları, bilinçli bir yanıltma operasyonunun parçası değilse, ancak korkunç bir kafa karışıklığının delili olarak değerlendirilebilir.
Kemalist yurtseverler yahut ulusal solcular bizi bu tartışma bağlamında hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
Bora’nın bu noktadan sonra isim vermeden Kemalizmle ilişkilendirerek yaptığı sol içi değerlendirmelerini yanıtlamak anlamsız bir uğraş.
TKP-Gelenek çizgisinin Kemalizmle ilgili tutumunun netliği bunun muhatabı biz değiliz rahatlığını beraberinde getiriyor. Ancak dahası da var; Bora’nın Türkiye tarihi ve dünyanın gittiği yön hakkında Birikim’in başka yazarları tarafından da paylaşılan ve her defasında daha da derinleşiyormuş gibi sunulan saptamalarını yanıtlamanın pek rağbet edilecek bir yanı yok.
Ama Tanıl Bora TKP’yi ulusal solcu geniş yelpazenin içine tıkıştırmak amacıyla oldukça heveskar davranıyor:
“(…) Atatürk kültünün, ‘sol’ bir okuması olabilir mi? Ama zaten kemalist milliyetçiliğin standartlarından da taşıp Türkçülüğe kadar açılan ‘ulusal solcu’lar, bu malzemeyi/mirası dönüştürmek gibi bir kaygı gütmüyorlar; mirasın kendisiyle mutabıklar.
TKP’nin Yurtsever Cephe stratejisi, AB’ye beynelmilel entegrasyon nedeniyle Türkiye’de hakim sınıfın ‘milli çıkar’ vs. milliyetçi şiarları kullanamayacak, kullansalar da inandırıcı olamayacak bir biçimde açığa düştüğü; komünistlerin/sosyalistlerin bu tutarsızlık boşluğuna hitap ederek, bunu bir kriz fırsatı olarak değerlendirerek, bizzat egemen sınıfa ve onun milliyetçi demagojisine yönelecek ‘yurtsever’ bir tepkiyi örgütleyebileceği savına dayanıyor.”9
Alıntıyı bir önceki paragraftan başlatmamın bir anlamı var.
Sorun bir önceki paragrafta ne dendiği değil. Atatürk kültünün sol bir okumasının mümkün olmadığı ve ulusal solcuların bu mirasın kendisiyle gayet iyi anlaştıkları konusunda zaten Tanıl Bora ile mutabıkız. Ancak bu paragrafın hemen arkasından gelen TKP eleştirisi, yazı içindeki konumlanışı nedeniyle söylediklerinden daha fazla anlam taşıyor.
Bora, TKP ulusal solcudur diyemiyor. Ama yazının son bölümünde bunu çok ilginç bir yolla, bir tür yazı tekniği kullanarak ima ediyor. Yukarıdaki paragraf geçişi bunu açıkça gösteriyor. Ulusal solcular hakkında yazdığı bir bölümün hemen ardından, birden TKP hakkında yorum yapmaya başlayan Bora’nın niyeti belli.
Dahası da var. Bora bu konuda o kadar temkinli ki, bu tür tekniklerin dışında TKP’yi Kemalizmle itham ettiği tek yer bir dipnot; orada da başkasının ağzından konuşuyor ve TKP’yi “Kemalizm hormonlu” olarak niteleyen bir çevrenin eleştirisini referans olarak kullanıyor.10 Tabii yine katıldığını açıkça söylemeden…
Tanıl Bora’nın bunu açıkça yapamamasının ardındaki nedenlerin üzerine uzun boylu düşünmeye gerek yok. Böyle saçma sapan bir iddiaya yanıt vermek için çaba harcamaya da…
Bu hepimiz için geçerli aslında. Bora için de birisi çıkıp liberalizmin solundan sağına geçti artık dese, o da “ne sağı” diyerek buna yanıt vermekten yüksünür herhalde.
Bu oldukça garip sayılacak bir yöntemle yapılan ithamı bir kenara bırakıp açıkça TKP’yi hedef alarak yazılmış satırlara dönersek, TKP’nin Yurtsever Cephe stratejinin eksik ve yanlış anlaşıldığını kolayca görmek mümkün.
Ama önce bu yanlış bakışı tamamlayalım:
“(…) TKP’nin yurtseverliği, negatif bir söylemin fazla ilerisine geçememekle maluldür. ‘Patronlar sınıfının ülkemize yabancı oluşu’ (…) vb. motifler, yukarıda da değinildiği gibi, milliyetçi ideolojiyi sarsalamak, itibarsızlaştırmak için hayırlı bir işlev görebilir. Ancak sol bir yurtseverlik, -sol olan her şey gibi!-, ‘anti’likle tanımlanamaz, pozitif bir içeriğe dayanmalıdır; içi alternatif bir politik öznelliğin kuruluş deneyimiyle -ve ütopyasıyla- doldurulmalıdır.”11
Bugünleri de mi görecektik? Birikim dergisi, TKP’yi iktidar perspektifine sahip olmamakla da mı suçlayacaktı?
Demek sol olan her şey gibi yurtseverlik de anti’likle tanımlanamaz öyle mi?
Peki ama TKP’ye gelmeden önce insan biraz kendi evinin önüne bakmaz mı? Birikim dergisini biraz karıştırmaz mı? Bir Birikim yazarı bu satırları nasıl yazabiliyor, insan anlamakta güçlük çekiyor.
TKP’nin yurtseverliği, tam tersine, bu ülkede kurulacak bir sosyalist iktidarı veri alıyor ve tüm hesabını ona göre yapıyor.
TKP, yurtseverliği, bu ülkede sosyalizmin somut ve güncel bir hedef olmasından hareketle oluşturuyor. Hatta şu açıkça ifade edilmeli, TKP’nin yurtseverliği bunu söylemeden tüm anlamını kaybediyor.
TKP, bu ülkede sosyalizmin kurulacağına olan inancı nedeniyle, işçi sınıfın yurtseverliğinin gayet gerçekçi bir siyasi strateji olarak kurguluyor.
Peki Birikim bunun tam tersini düşünmüyor mu? Onlarca yazıda Birikim yazarları açıkça biz bu ülkeden umudumuzu kestik, çok da yorgunuz diye yazmadılar mı?
Genelde Birikim’in ve özelde Tanıl Bora’nın anti’likle tanımlanamayan solculuklarını hangi pozitif içerikle doldurduklarını merak etmek hep hakkımızdı, Bora şimdi bunları yazdıktan sonra daha çok hakkımız değil mi?
Bu ülkeden umudunu kesen, tek gerçek çıkış noktası olarak dışarıdan gelecek yardımı gören, zavallı bir tutumla kurtuluşu Avrupa’dan bekleyen bir çevre, bu zavallı teslimiyeti, pozitif bir kuruluş deneyimi olarak pazarlayacak ve kimse sesini çıkarmayacak, öyle mi?
Kendilerinin bile utangaçça emperyalist bir örgüt olarak kabul ettiği Avrupa Birliği içinde nasıl somutlandığını, yine kendileri dahil hiç kimsenin bilmediği bir tür acayiplik olan emekçilerin Avrupası şiarı mıdır Birikim’in alternatif kuruluş önerisi?
Teslimiyeti Birikim’in en mahir kalemi Bora bile bu projeyi alternatif bir politik öznelliğin kuruluş deneyimi diye yutturamaz. Emperyalizmin çizdiği çerçevede, Avrupa burjuvazisinin kucağında o somut alternatif aranamaz. Daha doğrusu, işçi sınıfı adına aranamaz. Burjuvazinin yanındaki bir arayışın içinden de başkalarına işçi sınıfı adına ahkam kesilemez.
Bu eleştiri bir yanıyla ciddiye alınma ihtimali olan bir eleştiridir.
TKP yanlış yaptığı için değil, o hatırlatma bir doğruyu ifade ettiği için, solun yalnızca neye karşı olduğunu söyleyerek iş yapmasının mümkün olmadığını söylediği için bu eleştiri dikkate alınabilirdi. Ama o gerçekten anlamı olan cümleler bir Birikim yazarının kaleminde tüm sahiciliğini kaybetmiştir.
Bu Birikim yazarlarının hakiki bir sorunudur. Sol adına doğru bir noktaya değseler bile o nokta gerçekliğini yitirmektedir. Birikim sol içinde silici, buharlaştırıcı bir unsur haline gelmiştir.
Bu dergi sol aritmetiğin yutan elemanıdır.
Hepimiz için en sağlıklısı, Birikim’in sol adına, soldan konuşmayı bırakmasıdır.
Birikim yayın hayatı boyunca sosyalizm projesi adına hiçbir alternatif önermemiştir. Son on yıl içinde Türkiye’nin AB’ye üyeliğini desteklemekten başka hiçbir somut siyasi argüman geliştirmeyen bir siyasi hattın en önemli temsilcilerinden birisinin, Sosyalizm Programı’nı arkasına alan bir partiye, tüm varlık nedenini sosyalist iktidar hedefi ile anlamlandıran bir partiye, yalnızca neye karşı olduğunuzu söylüyorsunuz demesi, en hafif deyimle gülünçtür.
TKP için bunu yazan kalem daha bir sayfa önce şunları da yazmıştır:
“Anti-emperyalizmin anti-globalizm söylemindeki (bunu alternatif veya karşı-globalleşme söyleminden titizlikle ayırmalıyız) tecellisi, sol iddialı bir yurtseverliği büsbütün milliyetçiliğin hudutlarına tıkmaya azmediyor.”12
Birikim’i solun yutan elemanı yapan, söylediklerini değersizleştiren işte bu cümlelerin bir sayfa ara ile art arda dizilmesinden ortaya çıkan teslimiyetçilik ve çelişkidir.
Hem daha yazının başında yurtseverlik bu yurdu olduğu gibi sevmek ve kabul etmektir diyen Tanıl Bora değil midir? Peki bu satırlarda globalleşmeyi kabul eden bir başkası mıdır? Ülke düzeyinde kabul edilmeyenin, küresel ölçekte kabul edilmesinin bir açıklaması var mı? Yok elbette…
Alternatif globalleşme ile anti-emperyalizmi evet kesinlikle titizlikle birbirinden ayıralım. Bizim de muradımız budur.
Ayıralım ki, herkes emperyalizme karşı olmadan ortaya konacak alternatif bir globalleşme tasarımının neye benzeyeceğini açıkça görsün. Bu dünyanın gittiği yönü ana hatlarıyla kabul etmenin, bu çerçevede dünya üzerinde ancak küçük düzeltmelerin mümkün olduğunu savunmanın ne anlama geldiğini herkes görsün ki, neden yurtseverliğin milliyetçiliğin hudutlarına tıkılamayacağı iyice anlaşılsın.
IMF’ye karşı çıkarken AB’yi desteklemenin, ABD’ye karşı Avrupa’nın yanında yer almanın, Dünya Bankası’yla hesaplaşırken, uluslararası sermayenin fonladığı sivil toplum örgütleriyle haşır neşir olmanın mantığını belki çözeriz o zaman. O anda içimiz alternatif bir politik öznelliğin kuruluş deneyimiyle ve ütopyasıyla dolar mutluluktan uçarız herhalde.
Alternatif globalleşmeci Birikim, ütopyaya AB etiketiyle sponsor almaktan çekinmemektedir ama emperyalizme ve şu anki koşullarda globalleşmeye karşı çıkan yurtseverliği milliyetçi olarak itham edebilmektedir. Hem de bunu var olanla hesaplaşmalıyız derken yapmaktadır.
TKP’nin bunun tam tersini söylediği açık… Milliyetçiliğin hudutlarının içine bırakalım tıkılmayı, milliyetçiliğe hiç bulaşmadığı da…
TKP’nin yurtseverliği evet anti-emperyalisttir ve bu ülkeyi içinde devindiği koşullardan kurtaracak, sosyalizme doğru yol almasını sağlayacak bir çıkışın temel ekseninin anti-emperyalizm olduğu tezine dayanır. Bu mücadelenin ölçeği de açıkça ulus-devlet ölçeğidir. TKP enternasyonal dayanışmayı ve o düzeyde yapılabilecek olanları hiç ihmal etmeden, her ülkede mücadelenin esas olarak o ülkenin sınırları içerisinde verileceğini söyler ve bu bağlamda bugün de yine her bir ülkede kurulacak olan sosyalist iktidarların mücadelenin öncel hedefi olduğuna inanır.
TKP’nin Yurtsever Cephe stratejisi, emperyalizmin 1990’lar dönemecinden sonra girdiği yolu veri alır. Bu bir yeniden yapılandırma sürecidir.
Sistem yeniden yapılanıp hegemonya daha fazla merkeze toplanırken, emperyalist hiyerarşinin altında yer alan bağımlı ülkelerin ağırlığı azalıyor ve hatta bu ülkelerin bazılarının tamamen gözden çıkarılması gündeme gelebiliyor. Bu tür bir ağırlık kaydırma eylemine, sistemin dışında kalan veya kalma ihtimali olan ülkelere karşı açık bir askeri saldırganlık güdüsünün eşlik ettiği de görülüyor.
Bu tabloyu solun yaşadığı çok ağır yenilgi tamamlıyor. Sol, bu karmaşık geçiş sürecinde insanlığa kapitalizme alternatif bir seçenek sunma konusunda zorluk yaşıyor.
Bora’nın negatif diye nitelendirdiği söyleme karşı geliştirdiği alerjinin temelsiz kaldığı yer burasıdır. Bir an için Birikim’in yutan eleman etkisini unutup eleştiriyi ciddiye almaya çalışırsak, bugün somut bir gelecek projesini merkezine alan, ona odaklanan bir siyasi strateji geliştirmenin önündeki temel zorluk budur.
Birikim ve Bora’nın aslında hiçbir zaman böyle bir somut gelecek tahayyülünün peşinde olmadığını ve bu tartışmayı anlayamayacaklarının farkındayım. Ama olsun, bu nokta gerçekten önemlidir.
Önce 12 Eylül’ü, sonra 1990 dönemecini yaşayan solun ve Türkiye işçi sınıfının içinde bulunduğumuz koşullarda, yalnızca sosyalist bir toplum projesini kullanarak bir tür toplumsal kimlik ve siyasi ağırlık kazanması imkansızdır. Dahası, saf anlamıyla bir sosyalizm propagandasının çok özel dönemler dışında, tarih boyunca sola ne kadar alan açtığı da fena halde tartışmalıdır.
Bugün hem kendisini ciddiye alan ve bir hedefi olan Türkiye solunun hem de Türkiye işçi sınıfının, Türkiye’de siyasete ağırlık koyabilmeleri için dolayımlara, bağlantı noktalarına ve kaldıraçlara ihtiyacı vardır. Tam bu noktada dünyada, değişen koşullara ve bu koşullara her bir hakim sınıfın ve özelde Türkiye burjuvazisinin verdiği tepkilere tekrar bakılmalıdır.
Türkiye burjuvazisi, bu yeniden yapılandırma sürecinden ve bu süreç içerisinden kendisine düşen rolden genel olarak memnundur. Daha doğrusu, bir direnç üretmek için ne yeterli birikimi vardır, ne de cesareti. Duruma hızla uyum sağlayan Türkiyeli sermayedarlar, hakim oldukları topraklardaki egemenlik haklarından, emperyalizmin istekleri doğrultusunda, elbette bir pazarlık hattını takip ederek, feragat etmektedir. Ortada bu bağlamda ciddi bir boşluk vardır. Bu boşluk, emperyalizmin ulus devletleri aşındıran ve güçsüzleştiren müdahaleleri sırasında, ulus devleti ikame edecek bir modeli geliştirememesi nedeniyle daha da etkili ve önemli hale gelmiştir.
Mesele, tabii ki bu boşluğu, sosyalist devrim ve dolayısıyla iktidar hedefine, alternatif bir toplumsal projeye bağlayabilen bir siyasi stratejiyle doldurabilmektir. Bu beceri isteyen bir iştir. Yurtseverlik, bu bağı kurabilecek, işçi sınıfının toplumsal olarak bir kimlik edinmesini sağlayabilecek, solun siyasi bir özne olarak hareket alanını genişletecek ve tüm bunları sosyalist devrim hedefinden uzaklaşmadan yapabilecek bir siyasi stratejidir.
TKP, yurtseverliğin solun yaşadığı her sorunu çözebilecek bir büyülü formül olduğunu düşünmemektedir. Dahası, TKP, Türkiye’de sosyalizm mücadelesini yurtseverlikle eşitlememektedir de.
Ancak ortada ciddi olanaklar olduğunu bu memleketten umudunu kesen kesimler dışında kim inkar edebilir ki?
İşin ilginç yanı, bugün Türkiye’de yurtseverlik, tarihsel köken açısından da hayli tuhaf, riskli ama yine olanaklar barındıran bir döneme girmiştir.
Yurtseverliğin cumhuriyetçilikle olan tarihsel ilişkisini yazı boyunca açmaya çalıştım. Bugün Türkiye’de cumhuriyetçilikle yurtseverliğin ilişkisi mutlak surette tekrar gözden geçirilmelidir. Söz konusu olan, yurtseverliğin, cumhuriyetçi kökenine doğru aslına rücu etmesi kesinlikle değildir.
Bir burjuva cumhuriyeti olarak Türkiye’nin gittiği yön tam tersini göstermektedir. Ama konunun fazlasıyla hassas yanları mevcuttur.
Özetle, Türkiye’de cumhuriyet ve onun üstüne kurulu olduğu 1923 paradigması bugün bir çözülüş sürecinden geçiyor.
Cumhuriyetin, üniter devlet ve tüm acayiplik ve eksikliklerine rağmen kendine özgü sekülerizmi gibi en temel özellikleri, bir tartışma ve pazarlık sürecinin nesnesi olmuştur. Bir devlet söz konusu olduğunda bu tartışma süreci, bir çözülüşle eş anlamlıdır.
Bu çözülüş Türkiye’de burjuva cumhuriyetçiliğinin de bitişidir aynı zamanda.
Ama bu çözülüş saptaması sosyal demokratların ve Kemalistlerin “cumhuriyet elden gidiyor” çığırtkanlığıyla karıştırılmamalıdır. Gözlemleyebildikleri siyasi semptomları, AKP’ye karşı güçlenebilmek için servis eden bu topluluk, konunun özünü göremedikleri gibi, çözümü de elbette burjuva cumhuriyetin 1923 dönemecindeki değerlerine geri dönüşü gibi tarihsel olarak imkansız bir yerde arıyor gözükmektedir. Gözükmektedir diyorum, çünkü emperyalizmle ilişkiler bağlamında şimdiki iktidardan temelde farklı bir yaklaşıma sahip olmayanların bu arayışlarında dahi samimi olmaları mümkün değildir.
Bu bağlamda Türkiye’de yurtseverliğin eli serbest kalmıştır.
İşçi sınıfının elinde yurtseverlik, tarihsel nedenlerle kolayca, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ise cesurca cumhuriyetçilikle hesaplaşabilir, bu hesaplaşma sürecinde bazı ideolojik öğeleri dönüştürerek, sosyalist ideolojiye eklemlemenin yollarını bulabilir. Sosyalist bir cumhuriyete giden yolda bu öğeler hayati önem kazanabilir.
Çözülen ve bitmekte olan burjuva cumhuriyetin yerine konulabilecek tek somut alternatif bugün sosyalist cumhuriyettir.
Tanıl Bora’nın bu ihtimali gözden kaçırması, Türkiye’de solcu bir yurtseverliğin cumhuriyetçi kökenle olan ilişkiyi tesis edemeyeceği için, milliyetçiliğe hapsolacağını iddia etmesi gayet normaldir. Çünkü konuya Bora’nın hiç değinmediği yerden bakmak ancak bu topraklarda bir sosyalist kuruluşun mümkün olduğuna inanmak ve bunu hedeflemek ile mümkündür.
Bora’nın baktığı yerden gördükleriniz, neyin neden olamayacağı ile sınırlıdır. Üstelik bakış açınız yanlış olduğu için gördükleriniz de doğru değildir.
Milliyetçilik tartışması yurtseverlikle ilgili tartışmamız gereken başlıklardan yalnızca bir tanesidir ve üstelik en önemlisi değildir. Yine, milliyetçilik eleştirisini bu tartışmanın tepesine yerleştirmek, yurtseverliğin Türkiye işçi sınıfına açtığı yolu görmemekte inat etmekle yakından ilgilidir. TKP için bu tartışmanın geride kaldığı söylenmelidir.
Dahası işçi sınıfı yurtseverliği, TKP için enternasyonal bir pratiğin parçası haline de gelmiştir. Dünya komünist camiasının bir parçası olarak TKP, tüm dünyadan sol ve komünist hareketlerle yurtseverlik açılımını ve Yurtsever Cephe stratejisini tartışmış, bu konuda pek çok parti ve hareketle görüş alışverişinde bulunduğu gibi başta Yunanistan ve Portekiz Komünist Partileri olmak üzere bazı partilerle birlikte somut projelere de imza atmıştır. Bu çalışmalar kesintisiz olarak devam etmektedir.
TKP’nin enternasyonal deneyimi bugün daha cesur bir çıkışı olanaklı kılmıştır: Türkiye’de yurtseverliğin milliyetçiliğe bulaşmamasının önündeki asıl engel bizzat Yurtsever Cephe’nin kendisidir.
Türkiye’de yurtseverlik adına solda durma iddiasına sahip başka hareketlerin yaptıkları da, onların milliyetçilikle bulaşıklığı da TKP’yi bağlamamaktadır. Tıpkı, Birikim’in sol adına verdiği fermanların ve yaptıklarının solu bağlamaması gibi… Birikim’in AB’ciliği, reformculuğu, teslimiyetçiliği ve umutsuzluğunun bizim solculuğumuzla bir ilgisi yoktur. Birikim’in nasıl solculuk konusunda böyle bir karar yetkisi veya ehliyeti yoksa, Bora’nın bir vücut çalımıyla, TKP’yle aynı kefeye koymaya çalıştığı hareketler de yurtseverlik hakkında benzer bir tasarrufa sahip değildir.
TKP’nin yurtseverliği, ancak ve yalnızca kendisinin siyasi ve ideolojik çizgisine bakılarak ve somut siyasi açılımlarıyla birlikte değerlendirilebilir.
Yurtseverliğin özrü
Bu tür polemiklerde bazen görmezden gelinen hususlar, bir tür onay olarak algılanabiliyor. Aşağıdaki talihsiz satırlara yer vermemin tek nedeni bu:
“Öte yandan, bu kampanyada ‘yurtseverlik’, anti-liberal söylemi popüler, daha doğrusu (anti-kozmopolitizmle bağıntılı) popülist bir temele oturtmak için de işe koşulmakta, böylece açılan kapıdan zenofobik öğeler de rahatlıkla sökün edebilmektedir.”13
Şimdi, Tanıl Bora’dan bu zenofobik öğeler hakkında bir açıklama bekliyoruz diye bir cümle kurmak hakikaten komik olacak. Çünkü o öğeler yok. O öğeler olmadığından böyle bir açıklama da yok, dolayısıyla bu meseleyi uzatmaya hiç gerek yok.
Ama bir hususu açıklığa kavuşturmakta yarar var. Bora’nın TKP’nin içeri soktuğunu iddia ettiği zenofobik öğelerin alternatifi olarak gördüğü öğelere de benim itirazım var. Çokkültürlülük adı altında anlatılan liberal masallara itirazım var mesela… Herkesin mal mülk edinme hakkını korumak olarak ifade edilen kapitalist saçmalığa, bizim yobazlığımıza karşı Hıristiyan ve Yahudi yobazlığını yüceltmeye, Batının bir medeniyet örneği olarak pazarlanmasına itirazım var. Emperyalizmin çok çeşitli biçimler alabilen ideolojik saldırganlığı karşısında boynu eğik, sessiz sedasız durmaya da itirazım var elbette. Halkların kardeşliğinin ancak birlikte mücadele ederek mümkün olabileceğini bilen birisinin başka türlü düşünmesine de imkan yok zaten. Emperyalizme karşı birlikte mücadele etmenin önüne müşkülatlar çıkaranların, bu kardeşliği emperyalist örgütlerin açılımlarına emanet edenlerin de halkların kardeşliğinden veya yabancı düşmanlığından bahsetmeye hakkı yok.
Tanıl Bora’nın yazısına uygun gördüğü final de yazının geneline yakışıyor. Bora kusura bakmasın ama yazıya kötü başlayıp, kötü gidiyor, yazıyı kötü de bitiriyor.
Ancak belli ki dönemin koşullarının ağırlığı, dünyada ve Türkiye’de içinden geçtiğimiz dönem Tanıl Bora’yı bile ezmiş. Bu ezik ruh haliyle Bora giderayak biz de seviyoruz bu memleketi diye cansiperane bir çıkış yapıyor ve asıl ilginci bir de “yurt-severlik” tanımı veriyor.14 Hiçbir özelliği ve derinliği olmayan bu tanım, “biz de bu memleketi seviyoruz ama eleştiriyoruz, eleştirdiğimiz için bu memleketi en iyi de biz biliyoruz, elbette enternasyonalistiz” gibi bir tanesinin bile altının doldurulmadığı genel-geçerliğin sınırlarını zorlayan kötü ifade edilmiş cümlelere dayanıyor.
Yurtseverliği milliyetçiliğin özrü olarak gören Bora, “yurt-severlik” teriminin mucidi olarak tarihe geçiyor.
Yurtseverlik milliyetçiliğin bir özrüyse, “yurt-severlik” de yurtseverliğin özrü olsa gerek.
Bora’nın bu memleketi sevip sevmediğini bilemem…
Dahası Bora’nın sevgiden ne anladığını da bilmem mümkün değil.
Ancak uluslararası entegrasyona tutkun, alternatif globalleşmeye meftun Bora’nın kendi tarifiyle “yurt-sever”liğinden şüphe etme hakkımı elimde tutmak istiyorum. Gün gelir, lazım olur.