Marksist Manifesto’nun ikinci sayısını Kürt Sorununa ayırması, meselenin dönüm noktalarından birine denk gelmesi açısından bu sayının değerini arttırıyor. Aslına bakılırsa Kürt Sorunu ya da Kürt siyasi başlıkları söz konusu olduğunda, solun çoğu teorik yayın organında, uzun zamandır dosya bazlı yazılardan değil, tekil yazılar okuyoruz… Ülke ve dünya gündeminde tuttuğu ağırlık ile yazın alanında tuttuğu ağırlık arasında bu orantısızlığın tahmin edebildiğim nedeni, parça bütün arasındaki bağın kurulmasının Kürt meselesindeki zorluğu olsa gerek. Tam da bu nedenle; bu zamanlarda, bu konunun ne dosya ne de bir sayıya sığamayacağını bilerek, Marksist Manifesto perkspektifinden bir kapı aralamak, aralanan kapıları biraz daha genişletmek bir ihtiyaca cevap verecektir.
Bu sayıda bana ayrılan konu ise Kürt Sorununun tarihsel yanından güncel yanına uzanan bir muhasebe yapmak ve tarihsel doğruların bugüne ve geleceğe nasıl yön verdiğini bir kez daha göstermek oldu. AKP’nin başat aktör olduğu İkinci Cumhuriyet’te Kürt sorununu yazmak, hala devam eden bir sürecin en önemli virajlarının asgarisini sunmak, önemli detayları bir kez daha hatırlamak ve en önemlisi çözüm denilen sihirli sözcüğün, barış, eşitlik ve kardeşlik denilen tarihsel kavganın neresine düştüğünü bir kez daha derleyip toparlama zamanı gelmişti. Marksist Manifesto’ya tekrar bu imkanı verdiği için teşekkür etmek gerekiyor…
O halde “Gezi parantezi” dışında bizleri hiç de hoş karşılamayan o uzun döneme ve bu bağlamda Kürt sorununda gelinen sürece kapıları açmaya başlayalım…
İkinci Cumhuriyet’e giden yol
Hatırlanacağı gibi, AKP 2001 yılında kurulmuş ve 1 yıl sonraki seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştı. AKP, öncesine Özallı yılları, DSP’li yılları ve içinde yetiştiği milli görüşün giderek palazlandığı yılları aldı. Genel olarak 90’lı yıllar olarak kodlanan bu dönem, Kürt sorununda başta Tansu Çiller DYP’si olmak üzere, aktör olarak askerlerin ve tüm iktidar aygıtlarının, Kürt siyaseti üzerinde sistematik bir baskı kurduğu; gözaltılar, beyaz Toroslarla anılan faili meçhul cinayetler, katliamlar, kanlı Newrozlar, parti kapatmalar, kırsal alanda büyük operasyonlar olarak şekillendi.
Kürt sorununda klasik deyimi ile inkar ve imha planları ülke sağı için kürsülerden övünülecek bir durum olarak söylevlere konu olurken ülkenin bir yanında da 90’lı yıllar; özelleştirmeler, emperyalizm ile ilişkilerde Sovyetler’siz bir döneme alışma ve tam boy bağımlılığın sürdürülmesi, işçi düşmanlığı ve sol düşmanlığı ile devam etti. Sivas Katliamı, Gazi Katliamı, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Vedat Aydın, Musa Anter, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Metin Göktepe cinayetleri 90’lı yıllara sığdırıldı.
90’lı yılları gerek AKP İktidarına giden gerekse de oradan Birinci Cumhuriyetin tasfiyesine doğru götüren asıl mesele; bu defa hiç de demagoji olmayan değişen dünya söyleminde Türkiye’nin yeri, 12 Eylül darbesinin mahsulünün, solun alanın daraltılmasıyla alınması ve bunun da ötesine geçerek Türkiye’de kapitalizmin, egemen sınıfın varlığının halen kırılgan olan zeminde olabildiğince sağlam yol almasını sağlamaktı.
Peki bu nasıl olacaktı?
Bir yanda kadim bir Kürt sorunu, bir yanda sola karşı silahlandırılmış ve her biri iktidar aygıtında yer tutmuş çeteler, bir yanda özellikle Özal’ın ölümü sonrasında koalisyon dönemleri olarak anılan ve istikrarı katliamlarda arayan siyasi aktör enflasyonu…
Gerek büyük abi ABD, gerekse ülke burjuvazisi, tüm faşist darbe görmüş ülkelerin darbeden sonra çizdiği yolu; ülkede uygulama yoluna gitmeyi çok da geciktirmedi ve restorasyon süreci başladı.
1996 Susurluk kazası ile başlayan süreç, TKP adını almadan önceki parti değerlendirmelerinde yani Sosyalist İktidar Partisi döneminde ve sonrasındaki tüm belgelerimizde “Restorasyon Süreci” olarak nitelendirilmiştir. Bu döneme dair iyi bir özet 2002 TKP Konferans Belgelerinde sunulmuştur. Alıntıladığım aşağıdaki bölümü bir kez daha okumadan ilerlemek tarihsel zincirin önemli bir halkasının üzerinden atlamak anlamına gelecektir:
“Türkiye kapitalizminin restorasyon adını verdiğimiz süreci,
- Reel sosyalizmin çözülüşünden ve “soğuk savaş”ın sona ermesinden sonra bütün kapitalist dünyanın kendini yeniden biçimlendirme, eski dönemin işlevsiz kalan veya yük haline gelen yapılarının tasfiyesi gibi uluslararası ihtiyaçlarından,
- 12 Eylül, Kürt hareketine karşı yürütülen “kirli savaş”, kontr-gerilla yapılanması ve faşist birikim, 1990’ların ilk yarısında çarpıcı boyutlara ulaşan dinci gericilik gibi öğeler içeren karşı devrimci aşırı şişkinliğin budanması gereği,
- Türkiye burjuvazisinin, emperyalist yönelimlerle uyumlu olarak, daha güçlü bir uluslararası entegrasyona acilen ulaşma arzusu, dağılmış, kriz çözme yeteneğini yitirmiş burjuva siyasetinin ve inandırıcılığını, harekete geçirme ve yön verme yeteneğini yitirmiş egemen ideolojinin yeniden yapılandırılması gereği,
- Türkiye kapitalizminin uluslararası sisteme daha gelişkin bir eklemlenmesini temin etmek üzere iç siyasi, hukuki, vb. mekanizmaların düzeltilmesi ihtiyacı gibi olgulardan doğmuştur. Bu süreçte, dinci hareketin 1993 Sivas katliamı ile 1996 RP-DYP koalisyon hükümeti arasında ulaştığı zirveden indirildiği ve Susurluk kazasından başlayarak kontrgerillanın kısmi bir özerklik kazanmış etkinliğinin törpülendiği bir “tasfiye” döneminden geçilmiştir. Aynı dönemde Kürt silahlı hareketi geriletilmiş, bu hareket bir kriz dinamiği olmaktan çıkartılmıştır. Restorasyonun tasfiye evresine damga vuran kurum, kuşkusuz, Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur.”
Son cümleden devam etmek gerekiyor. O dönem, kendine siyasi aktör olarak askerleri bulmuştu. Restorasyon sürecinin bu aktörü ise restorasyona, bu gidişe uyumsuz olanlardan başladı.
Refah Partisinin kapatılması ve Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilişi, bu sürecin uzun bir yola açılan iki virajının dönüldüğünü de gösterecekti. İlk virajın çıktığı yol AKP’nin kuruluşu ikincisi ise biter denilen Kürt hareketinin o kadar da kolay bitmeyeceğinin kısa bir zamanda anlaşılmasıydı.
İşte bu iki özneden ilki olan AKP, İkinci Cumhuriyet’in kurucu unsuru olurken, Öcalan’ın önderliğindeki Kürt siyaseti, İkinci Cumhuriyet’in kurucu unsuru olma mücadelesini dönemsel olarak değişik tanımlamalarla vermeyi sürdürdü ve sürdürmeye de devam etmektedir.
AKP’li yıllardan hemen önce Kürt siyaseti
90’lı yılların en sonunda, 1999 yılının Kasım ayında, Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye getirildi. Bu dönem resmi tüm iktidar aygıtları ve medyasınca, “Kürt meselesinin bitişi”, “Terörün belinin kırılması” olarak propaganda edilse de tüm politik kesimlerde bu yakalanışın nereye evrileceği konusunda ne bir görüş birliği ne de asgari bir netlik vardı. İlk ortaya çıkıştan hemen sonra gelen genel seçimlerde DSP’nin oy patlaması yapması, Ecevit’in ikinci kez Karaoğlan olarak kahramanlaştırılmış olması meselenin görünen yüzüydü. Ancak, sonrasında ortaya çıkan tüm belgelerin de gösterdiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti, o günün yasalarıyla Öcalan’ın idamı yolu ile Kürt hareketini tasfiyesi etmek yerine, O’nu çok uzun bir süre Kürt halkına karşı bir şantaj objesi olarak kullanmayı tercih edecekti. Eş zamanlarda ise PKK, Öcalan’a bağlılığını yaptığı eylemlerle göstermenin yanında bir dağılma sürecine de girmeyerek kentlerdeki ve kırdaki varlığını tahkim etmeyi de başardı.
Yakalanıştan, 2009 yılına kadar İmralı ve devlet cephesinden sürecin en kapsamlı belgelerinden sayılabilecek “Öcalan’ın İmralı Günleri”[1] adlı kitapta, yazar Cengiz Kapmaz anılan dönemi şu şekilde tasniflemiştir:
“Dinleme ve anlama süreci (15-25 Şubat 1999), İkna Süreci (25 Şubat-31 Mayıs 1999), Yargı Süreci (31 Mayıs-29 Haziran 1999), Müzakere süreci (29 Haziran 1999-11 Eylül 2001), Kriz Süreci (11 Eylül 2001-Kasım 2003) yazar AKP dönemine de giriş yapar ve tasnife şöyle devam eder. Restleşme Süreci (Kasım 2002-Mayıs 2009), Test Süreci ve Müzakereye Giriş (2009).”
Tüm dönemlerin ise ortak ruhu, silahların bırakılması karşılığında çözümün neye bağlanacağı tartışmasıdır. Bu tartışma ve süreç, AKP’nin de iktidara gelmesiyle birlikte bir döneme kadar gizli, Oslo sürecinin deşifre edilmesinden sonra kısmen aleni yürütülmüştür.
Hemen ifade edelim; Kürt siyasi hareketi Öcalan’ın yakalanmasından ve sonrasındaki süreçten bağımsız olarak, özellikle Sovyetler’in çözülmesinden hemen sonra programatik bir değişim yaşamış, neoliberal tezlerle uyumlu bir ulusal kurtuluş planı tasarlamış ve nihayet, ileriki dönemlerde farklı tanımlamalar halini alsa da “Demokratik Cumhuriyet” tanımlaması ile 1999 yılına girmiştir.
İleride ayrıntılarına da girilecek olan bu değişen tanımlamaların özü iktidarın bazı kodlamaları ile uyumluluk arz etse dahi sürecin halen devamının, geriliminin ve zorluğunun temel nedeni, Kürt meselesinin çözümünün Türkiye kapitalizminin dönemsel ihtiyaçları ve emperyalizmin tarihsel ihtiyaçlarına göre belirleniyor olmasındandır. Burada belirleyen aktör, programatik olarak uyumlu yanlar taşısa da Kürt hareketi değil, devlet aygıtı ve sonrasında bu aygıtın yerini alan AKP’dir.
İkinci Cumhuriyet’te Kürt Sorunu
2009 öncesi: “Kürt sorunu” beklemede, “Türkiye sorunu” masada…
Yukarıda da yer verildiği gibi Cengiz Kapmaz’ın restleşme süreci olarak ifade ettiği dönemin ayrıntılarına gireceğiz. Ancak AKP’nin iktidara gelmesi ile 2009 ya da 2010 yılları arasındaki döneme Kürt sorununu da içine alacak şekilde bir tanımlama yapacaksak, “AKP’nin cumhuriyeti adım adım tasfiyesi yolunda, devletleşen bir parti halini alması” sürecidir diyebiliriz.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucu kadroları, Refah Partisi’nden ayrılmış ve restorasyon sürecinin de bir sonucu olarak var olmuş; ılımlı İslam modelini piyasaya sürmüş, ABD ve AB ile daha parti dahi kurulmadan görüşmelere başlamış, mazlum edebiyatı ve kurulu kirli parasal düzeni de altından kaydırmayarak Beyaz Saray’ın icazeti ve sıkı bir toplumsal mühendislik çalışması ile ilk seçimlerde tek başına iktidar olmayı başaran kadrolardan oluşmuştur. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisi üstyapının “aktör ve kadro” sorununu çözmüş, daha o zamanlarda istikrar söylemi siyasetin vazgeçilmez kodlamalarından biri olmuştu.
Bu kadroları eski ama kendisi “yeni” olan partinin “icraatları” sermayeye güven vermenin, emperyalizme sigorta olmanın biraz daha ötesine geçmeye başlamıştı. AKP’nin kucağına düşen ilk gündem ise Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinin önemli ayağı olan Irak ve bu bölgede planlanan savaştı. 2003 yılı ABD’nin Irak işgali planlarının ısındığı bir yıldı. Burada genç AKP iktidarının durduğu yer, AKP ile halkın, AKP içindeki hassas dengelerin çok erken karşı karşıya gelmesini sağladı. Abdullah Gül’ün 24 Mayıs 2003’de Vatan Gazetesine verdiği röportaj sayesinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile yapılmış bir anlaşma olduğu ortaya çıkmıştı. Bu anlaşmaya göre, ABD’nin İran ve Ortadoğu harekâtlarına aktif destek ve katılım sağlanacağı belirtiliyordu. Abdullah Gül bu röportajı 2003 yılı 1 Mart’ında meclise gelen ve reddedilen tezkere gündeminden sonra vermiş ve aslında öyle ya da böyle sözleşmenin ruhunun devam edeceğini belirtmek istemişti.
1 Mart tezkeresi ise ülkede savaşa karşı yüzbinlerin Ankara’da buluşması ve halkın tezkereye hayır demesi ile çıkmakta zorlanmış, AKP içindeki oy fireleri sayesinde de çıkamamıştı. Ancak ABD’nin savaş planları bu yol kazasına takılmayarak devam etti.
AKP’nin devraldığı diğer bir konu ise AB-Türkiye ilişkileri yani Türkiye’nin AB’ye üyeliği meselesi idi. AKP iktidarı döneminde Türkiye, AB Anayasasına ilk imzayı koyan ülkeler arasında yer aldı. 29 Ekim 2004 tarihinde imzalanan bu anlaşma düzen içi tüm güçleri ve Kürt kamuoyunu heyecanlandırmış, ancak kısa bir süre sonra bu anayasayı reddeden Avrupa ülkeleri olmaya başlamıştı. Sözleşmenin Türkçe çevirisi dahi olmadan AKP’nin attığı imza, bu partinin işbirlikçilikte sınır tanımayacağının başka bir göstergesi olarak tarihe geçti. Yeni Osmanlıcılık olarak devam edecek Arap Baharı ve Suriye planlarına daha sonra değineceğimizi belirterek AKP’nin ülkede nasıl bir dizayn içinde olduğuna kısaca bakalım.
AKP, iktidarının ilk yıllarında, kamu kurumlarında hem büyük özelleştirmelerin önünü açtı hem de açılmış olanları da tamamladı. Özal döneminden bu yana tekrar eden “devlet zarar ediyor” söylemine dahi başvurmadan başta Tüpraş olmak üzere en karlı devlet işletmelerini özelleştirdi. Sağlık alanında sonsuz bir piyasacılığın önü açıldı. Geleneksel sermayenin yanında yeşil sermaye adı verilen ve AKP-Cemaat yapımı yeni sermaye grupları devlet olanakları dahi sağlanarak kar ettirildi. HES-RES gibi projeler bu dönemde sistematik olarak yaygınlaştırıldı. AKP, üst üste kazandığı seçimlerle halk düşmanı, işçi düşmanı, ülke düşmanı politikalarının ekonomik ayağında hızlı yol aldı.
Cumhuriyeti çözerken cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi ise üst yapıdaki dizayn ile yol aldı. AKP, özellikle 28 Şubat sürecinin sonucunda ortaya çıkan mazlum edebiyatından ve değişim söyleminden oldukça güç aldı.
Örneğin YÖK, 28 Şubat ile birlikte bir payandaya dönüşmüşken ona el atan AKP, bu kurumda kadrolaşma ile her zaman önemli olan üniversitelerde elini güçlendirdi. Aynı yöntemi uygulamadığı kurum ya da kuruluş neredeyse kalmadı ve devletleşme sürecini ilk on yılında adım adım sağladı.
AKP, üst ve alt yapıda İkinci Cumhuriyet’e giden yolu güçlendirirken işin toplumsal ayağında önce bir rahatlama daha sonra önemli bir sıkışmaya doğru yol alacaktı.
Rahatlamanın kaynağının ilkine yukarıdaki satırlarda değinildi. AKP en büyük gücü genel mutsuzluk ve rahatsızlıktan aldı. Ancak bununla devam edemeyeceğinin farkında olan bir iktidar olarak kabul edilme sınırını klasik sağ çevrelerle sınırlı tutmadı. Atacağı politik adımlarla ortaklaşabileceği daha geniş bir halkayı o dönemlerde “İleri demokrasi” söylemi ile yakaladı. Daha doğru bir ifadeyle, ülkenin liberal ve İslamcı olmayan kesimleri ile en çok cumhuriyet tasfiye edilirken, geliştirilen demokrasi söyleminde mutlak bir birleşme yaşamış oldu.
Ancak söylem, eylem olarak kendini açılan davalar ile ilerletebildi. AKP, daha sonra da arkası gelen Ergenekon davaları sürecini başlatarak, bir taşla birden fazla kuş vurma siyasetinin ülke tarihinde gelmiş geçmiş en önemli örneğini de yaşattı. Birkaç çete reisinin ve kontrgerillanın, JİTEM ile özdeşleşmiş isimlerin tutuklanması, AKP’nin ve bahsedilen halkanın elini güçlendirirken, asıl operasyonun ise ordu içindeki direnç mekanizmalarına olduğu ülke komünistleri tarafından defalarca dile getirildi.
Ergenekon davaları, tarihsel olarak Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e doğru alınan virajın da adıydı.
TKP 9. Kongresi’nde süreç ile ilgili toparlama şu şekilde yapılmıştı:
“Ergenekon operasyonu hakkında
…
Ergenekon operasyonu, ABD’nin Türkiye’ye bölgesel yeni misyonlar yüklemek ve daha önemlisi Türkiye’yi yeniden biçimlendirmek için yaptığı kapsamlı müdahalelerin bir parçasıdır.”
AKP’nin ülkeyi yeniden dizayn ederken aldığı bu virajların Kürt sorunundaki gelişmeleri de ilgilendirmemesi mümkün değildi. Ancak bu dönemde, cumhuriyeti tasfiye sürecinin hemen başında, Kürt meselesine özel bir ağırlık vermekten daha çok Kürt meselesini kontrol altında tutma hedefi söz konusuydu.
Yine de bahsi geçen bu dokuz yılın özeti, AKP’nin pek de başarısız olmadığını ancak Kürt siyasi hareketinin de kendi cephesinden etkisizleşmediğini göstermektedir.
Bu dokuz yıla Kürt siyasi hareketi açısından birbirinden önemli gelişmeler sığsa da bunlardan yalnızca bazıları ülke kamuoyuna etki edebilmiştir.
Öcalan’ın ülkeye getirilişinden yalnızca iki yıl sonra iktidara gelen AKP’nin bırakılan yerden devam ettiğini belirtmek gerekir. Abdullah Öcalan ise AKP’den önce İmralı’da kendisi ile sistematik görüşme yapan resmi mekanizmalara sorunun kafasında şekillenen çözüm haritasını şu şekilde sunmuştur.
- “1993 tarihine kadar düşünsel düzeyde bağımsızlık düşüncemiz vardı, ama o tarihten sonra artık yok. Ulus devlet modelini doğru bulmuyoruz.
- Türkiye’nin misakı milli yapısına saygılıyız. Federasyon ve otonomi seçeneklerinin de karşısındayız.
- Demokratik hakların tanınması, kültürel açılımların yapılması, toplumsal katılım yasasının düzenlenmesi halinde PKK’yi en kısa sürede dağdan indiririm. (Öcalan’ın İmralı Günlükleri)” [2]
Abdullah Öcalan bu sözleri ile ifade bulan çözüm önerisinin adını da “Demokratik Cumhuriyet” modeli olarak kodlamıştı. Öcalan ile bu noktadan görüşmeler yürütülürken PKK Başkanlık Konseyi ise idam ve tasfiyeye karşı çalışmalarına hız verme kararı almış, eylemlerini yaygınlaştırmaya başlamıştı. 2002’ye gelene kadarki süreçte devletin, PKK ve Kürt halkı üzerinde Öcalan’ın ağırlığını ölçtüğü ve sonuç olarak Abdullah Öcalan’ı bu süreçte kamuoyundan gizlense de muhatap alma kararını verdiğini söyleyebiliriz.
2002 yılının hemen başında Öcalan’ın çağrısıyla PKK 8. Kongresini toplamış ve adını KADEK olarak değiştirmişti. PKK’nin varlığını tamamladığının belirtildiği kongrede idam cezasının kaldırılması, Öcalan’ı da kapsayacak şekilde siyasi genel af ilan edilmesi, OHAL’in kaldırılması, köy koruculuğunun tasfiye edilmesi, göç etmek zorunda bırakılan ya da göçe zorlanan halkın yerine dönmesinin sağlanarak, zarar ziyanlarının karşılanması, Kürt kimliğinin tanınması, anadilde eğitim hakkının verilmesi talep edilmişti.
Bu taleplerden ilki AB sürecinin de bir gereği olarak 2002 yılının Ağustos ayında reform paketi kapsamında yerine geldi. Yapılan oylamada MHP’li vekillerinin karşı çıkmasına rağmen idamın kaldırmasına meclis karar vermiş oldu. Henüz kurulmuş AKP’nin ve daha önce de vekil olan 53 üyesinin bir bölümü de idamın kaldırılmasına onay verenler arasındaydı. Bu, AKP’nin ilk defa Kürt sorunu konusunda aldığı izlenebilen bir tavır olmuştu. Aynı paket kapsamında radyo ve televizyonlarda farklı dil ve lehçelerde yayın yapma yasağı kaldırılmış, farklı dil ve lehçeleri öğrenmelerin önündeki hukuki engeller kaldırılarak özel kurslar yolunun açılması suretiyle maddelerden bir tanesi daha kabul edilmişti.
3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda ise Öcalan’ın, tek başına iktidar olan AKP’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili ilk değerlendirmesi, Erdoğan’ın seçim başarısının halkın onun vicdan ve dürüstlüğüne inanması şeklinde oldu. Öcalan, sürecin AKP ile devam etmesi gerektiğini ve Tayyip Erdoğan’ın bu süreci devam ettirmemesi, demokratik adımları atmaması halinde ömrünün altı ayı bile bulamayacağını belirtmişti.
Bu açıklamalar o dönemin genel AKP rüzgârı ve beklentisi ile tam uyumluydu.
Ancak bu uyum, sürecin devamı ve gelişmesi için yeterli değildi. İdamın kaldırılması ve seçimler sonrasında, İmralı’dan beklenti, bunun karşılığını vermesi ve PKK’den silah bırakmasını sağlaması yönünde açıklama yapması idi.
Öcalan ise, başbakan olan Abdullah Gül’e bir mektup göndererek, tek taraflı ateşkesin artık sürdürülemeyeceğini ifade ediyor, barış ve diyalogun gelişmemesi halinde örgütün meşru savunma hakkını kullanacağını belirtiyordu. Aynı zamanda Öcalan, avukatları aracılığı ile Erdoğan şahsında iktidar partisi AKP’ye 2003 Şubat ayına kadar süre tanıdığını belirtmişti. Diğer Kürt kurumları ise Öcalan’ın yaşam koşullarından, demokratik çözüm yollarına uzanan ve yukarıda belirtilen içerikte açıklamalar ile kampanyalar yapmaya başlamışlardı.
Ancak AKP iktidarının resmen bu sorun ile karşı karşıya kaldığı bu ilk zamanlarda tavrı, Öcalan’a tecritin başlatılması ve HPG güçlerine güçlü operasyonlar yapmak oldu. Tecrit, çatışmaların artması ve “uluslararası kamuoyu”nun devreye girmesi ile İşkenceyi Önleme Komitesinin İmralı’ya gitmesi ile aşıldı. Söz konusu dönemler aynı zamanda ABD’nin Irak’a operasyon hazırlığında olduğu zamanlardı. Tezkere geçmemiş, ABD 20 Mart 2003 günü sabaha karşı Irak’ı bombalamaya başlamıştı. Tecritten sonra bu koşulların açıldığı zaman aralığında gözler Irak işgali ile Öcalan’ın tavrına çevrilmişti. Yine avukatları aracılığı ile yapılan görüşmelerde Öcalan, bu gündemin Türkiye içindeki Kürt sorununun çözümünü etkilemesi kaygısını taşıdığını, fırsattan istifade etmeyeceklerini belirtiyordu. Ancak AKP’nin yaşadığı sıkışmayı da görerek çatışmalı sürecin başlamasının bu iktidar için iyi olmayacağını vurguluyordu. Öcalan aynı zamanda Şubat ayına kadar hükümete verdiği süreyi altı ay kadar daha uzattığını duyurmuştu.
AKP tezkerenin acısını ABD’ye yeni olanaklar yaratmanın peşinde koşarak çıkartmaya çalışırken, Kürt sorununda ise ülke gündeminde kısa bir heyecan yaratan bir gelişme olmuştu. Öcalan ve PKK, sürecin başından beri Öcalan’ın koşulları ve silah bırakılması halinde hukuki ve siyasi güvencelerin nasıl hayata geçeceği konusundaki gündemi ilk sırada tutmaya kararlıydılar. Kamuoyunda idamın kaldırılması ve tek taraflı ateşkesin nereye kadar gideceği tartışmaları da bu kodlamalarla birlikte yapılıyordu. AKP tarafından Pişmanlık Yasaları olarak geçirilen paketler Kürt kurumlarınca kabul görmüyor ve bu yasalar süreç açısından pek de işe yaramıyordu. İşte tam bu zamanlarda Pişmanlık Yasası kapsamında kalan PKK yöneticileri ve Öcalan’ın ülke dışına çıkarılarak sürgüne gönderilmesi projesi haberlere yansıdı. Öcalan konu ile ilgili tutanaklarda geçen hal ile aynen şöyle diyordu:
“… ABD ve NATO’nun güvencesinde bir sürgüne razıyız. Geriye silahlı adamların adım adım gelmesi kalıyor. Cezaevindekiler çıkarılır. Bir cezaevinden 500 kişi çıkar, bir dağdan 500 kişi gelir. Böyle adım adım gelişir. Bu süreci 2005’e kadar yol haritası olarak ilan ediyorum.” [3]
Çok kısa bir süre sonra, önce ABD böyle bir planın olmadığını duyurdu. Sonra Abdullah Gül’den yalanlama geldi. Bunun yerine bu defa Topluma Kazandırma Yasaları kamuoyuna açıklanmaya başlandı.
Haziran da gelmiş geçmiş, aylardan Temmuz olmuştu. Öcalan artık yaptığı açıklamalarda süreçte sorumluluk almayacağını belirtmeye başladı ve on maddelik bir yol haritasını avukatları aracılığı ile sundu. Bu on maddenin içeriği de ilk önerilerle benzerdi. Bu on maddelik yol haritası sonrasında KADEK ise üç aşamalı bir plana karar verdi. İlk aşama, 1 Eylül 2003’de başlayacak 1 Aralık 2003 de sona erecekti. Bu aşamada Barış ve Diyalog komitesi asıl olarak kurulacaktı. İkinci aşama, 1 Aralık 2003 den 1 Nisan 2004 yılına kadar devam edecek ve güven arttırıcı tedbirler alınacaktı. Toplumsal barış ve demokratik katılım yasasının çıkarılması bu aşamanın özünü oluşturuyordu. Üçüncü aşama ise, 1 Nisan 2004 tarihinde başlayacak 1 Eylül 2004 tarihinde sona erecekti. Bu aşamanın temelinde ise Kürt kimliğinin tanınması ve anayasal güvenceye kavuşturulması yatıyordu.
Ancak bu plan kâğıt üstünde kaldı. AKP hükümeti ve ordu operasyonları durdurmadı. Eylem ve gösterilere saldırıldı. Gözaltılar ve tutuklamalar sürdü.
İmralı bu durum karşısında ilk defa uluslararası bir resti içeren açıklama yapma gereği hissetmiş ve şu mesajı vermişti.
“Türkiye ABD’ye yakınlaşırsa, PKK, İran, Suriye hatta Rusya’ya yakınlaşır. Türkiye, İran ve Suriye ile ilişkiler geliştirirse PKK, ABD ile ilişkiye geçer. Bu bir tahterevalli gibi değişir. Bu tür ilişkiler doğaldır.” 10 Eylül 2003 [4]
Öcalan, sadece AKP hükümetinin değil tüm yerleşik devlet kurumları ve aktörlerin zayıf karnı olan uluslararası alanda bir açılımda mı, yoksa bir tehditte mi bulunuyordu; o an için her ikisi de varmış gibi kabul edilmişti. Öcalan’ın yakalanışının asıl aktörü olan ABD’nin ülkedeki Kürt sorunundan elini eteğini çekmesi de beklenemezdi. Ancak ABD, Irak işgali ile hem bir batağa saplanmış hem de kendisine Barzani’yi müttefik kılmıştı.
Kürt sorunu ve ABD’nin Irak İşgali, ülke içindeki gelişmeler ise TKP 2004 Kongre belgelerinde şöyle yorumlanıyordu.
“Türkiye’de geniş kesimler, özellikle son 15 yıllık dönemde güçlü emperyalist odaklar gözünde itibarlı olmanın ciddi bir koz sayılması gerektiğine inandırılmışlardır. Sosyalist sistemin çöküşü, bu dünyanın bileği bükülmez, sırtı yere gelmez efendileri olduğu inancını eskisine göre daha da güçlendirmiştir. Bu söylenen, partimizin kendi siyasal çizgisinde önem taşıyan iki alan açısından ciddi uzantılara sahiptir. İki alandan birincisi dinci gericiliğe karşı mücadele, diğeri ise Kürt hareketinin geldiği noktadır.
“Dünyanın efendileri” düşüncesi, AKP’nin temsil ettiği gericiliğin peşinden gidenlerle, çıkış yolu arayan Kürt siyasetinin öne çıkan kesimleri açısından özellikle geçerlidir. TKP’nin özellikle dikkat etmesi gereken nokta, her iki zeminin de içsel bir kırılganlık barındırmasıdır. AKP iktidarının açık ve pervasız ABD-AB yamanmacılığı, Kürt siyasetçilerinin ise ABD-AB bastırmalarına fazlaca bel bağlaması, bir yanıyla bu çizgilerin temsil ettikleri kesimlerin “bu dünyanın mutlak efendileri vardır” koşullanmasına denk düşerken, diğer yandan da sınırları zorlayıp kopma ve dışa savrulma olasılıklarını artırmaktadır. Daha açık bir deyişle, her iki çizginin de, temsil ettikleri, kendilerine çektikleri ya da en azından oy aldıkları kesimleri ABD-AB ekseninde sonuna kadar ve sorunsuz biçimde taşımaları mümkün görünmemektedir.”
Demokratik Konfederalizm açılımı
Her ne kadar PKK tarafından yukarıda belirtildiği gibi bir takvim yapılsa da süreç tam tersi işledi. Öcalan 2005 yılında iki adım attı. İlki Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup gönderdi, İkincisi ise Newrozda Demokratik Konfederalizm ilanıydı.
Mektup Erdoğan’a gönderilen üçüncü mektuptu. Bu üçüncü mektupta Erdoğan’dan sorunun çözümü için inisiyatif geliştirmesi isteniyor ve AB süreci ile Kürt sorununun çözümü arasındaki bağa dikkat çekiliyordu.
Demokratik Konfederalizm de zamanlaması ve ilkeleri açısından AB sürecine dayandırılıyordu. 2005 Newroz’unda ilan edilen Demokratik Konfederalizmin temel ilkelerini ise şu şekilde özetlememiz mümkün. Yerinden yönetim, devleti içermeyen demokratik ulus örgütlenmesi, etnik, dini ve sınıfsal farklılıkların bir arada yaşaması; AB, üniter devlet ve demokratik konfederalizm yasalarının temel alınması idi.
Ve elbette ki bu açılım ile AKP’nin ajandasında kocaman harfler ile yazan cumhuriyetin tasfiyesi, Öcalan’ın demokratik Konfederalizmi biraz daha somuta taşıması ile kesişmiş de oldu.
Öcalan’ın, ilkelere getirdiği yeni ekler oldu. Ülkenin 25 eyalete bölünmesi ve yarı başkanlık gibi bir sistem ile yol alınacağını belirtiyordu.
Erdoğan ise aynı yıl, Diyarbakır’a giderek Kürt sorunun kendi sorunu olduğunu söyleyecek ve sorunun çözümünün demokratikleşmeden geçtiğini vurgulayacaktı. Aynı zamanda Erdoğan daha sonra bir klasik haline gelen buluşmalara başlamış ve bazı sanatçı, yazar ve aydınlarla Kürt sorunu konusunda bir araya gelmişti.
Tüm bunlar yaşanırken 2005 yılı İHD raporlarına göre son yılların en fazla insan hakları ihlalinin yaşandığı bir yıl olmuş, ölüm ve gözaltılar hiç durmamıştı.
Şemdinli’de Umut Kitabevi’nin bombalanması ve suçluların halk tarafından suçüstü yakalanması da hemen sonrasında başka bir tartışmaya temel olacaktı. Siyasi iktidar ile askerin soruna yaklaşım konusundaki farklılığı, daha çok da Kürt kurumlarının üzerine eğileceği bir konu oldu. PKK, Erdoğan’ın Diyarbakır açıklamalarından sonra yeniden tek taraflı ateşkes kararı aldı, ancak buda yapılan operasyonların altında kaldı.
2006 yılı ise hem Kürt sorunu hem de ülkedeki genel gelişmeler açısından tam bir geçiş süreciydi. Ülke genelinde Danıştay saldırıları, Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanması önemli olaylardandı. Bir o kadar önemli başka bir olay ise Kürt sorunu özelinde değerlendirilebilecek olan ancak daha sonra onun da sınırını aşan, Şemdinli iddianamesi ile savcı Ferhat Sarıkaya’nın Büyükanıt hakkında suç işlemek için örgüt kurma suçlamasında bulunmasıydı. Savcı görevden alındı, ancak Kürt hareketi ve Öcalan, Kürt sorununun çözümü sürecinde bir grup güçlü azınlığın sorunun çözümüne engel olduğunu söylüyor; AKP’den de buna direnmesini istiyordu.
2006 yılında ABD tekrar somut olarak sürece dahil oldu. ABD Ankara Büyükelçisi Wilson, Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk ile görüşerek, Öcalan’ın ve DTP’nin PKK’ye ateşkes çağrısında bulunmasını istemişti. Bu talebin arkasında o dönem için Barzani’nin dillendirmeye başladığı demokratik çözüm isteği de güçlü bir etken olarak yer alıyor, ABD bu müttefikini bu konuda özel olarak yormamaya çalışıyordu.
Kayıtlarda geçen özel bir cümle ise aslında tüm sürecin ana aktörünün ABD olduğunun ve o istediği sürece başka güçlere meselenin nasıl havale edileceğinin de ispatıydı. Bahsi geçen görüşmede Wilson, 99 sürecinin iyi değerlendirilmediğini esas itibariyle Kürt sorunun sürecine havale ettiklerini belirtiyordu.
Hatırlanacağı gibi o dönemde Türkiye’nin AB üyeliğinin arkasında en güçlü şekilde ABD duruyor, AB ve ABD dayanışmasına rağmen Türkiye, ABD tarafından bir AB piyonu olarak da kullanılmak isteniyordu. Denk gelen ya da Öcalan’ın yatırım yaptığı bu süreçte tam da AB süreci yaşanmış, Öcalan tüm açılımları AB ve demokratikleşme sürecine dayandırmıştı.
Kürt siyasi hareketi ise tüm katmanları ile bu yılda bir siyasi kriz tespiti yapıyor, ancak krizi darbe ihtimaline dayandırıyor onun temelini de Kürt sorununa yaklaşım farkı olarak görüyordu. Öcalan için örneğin laikliğin zedelenmesi gibi tehlikeler neredeyse bir suni gündemden ibaretti.
Oysa ki tam tersine Kürt meselesinde süreç, AKP ve ordu açısından o kadar da uyumsuz değildi. 2006 yılında Terörle Mücadele Kanunda ağır değişiklikler yapılmış ve bu AKP tarafından savunulmuştu. AKP’nin gözünün ise cumhuriyetin tasfiyesine giderken üst yapıda irili ufaklı ne varsa zamana yayarak tasfiye vardı. Kürt sorununda Kürt siyaseti bu sürece engel değildi.
AKP, bu geçiş sürecinin gereği olarak bir yandan “Kürt kardeşlerim” söylemini yükseltiyor bir yandan da ABD’nin uyarısından sonra alınan ateşkes kararını beğenmiyordu. Recep Tayyip Erdoğan ateşkesi kabul etmediklerini ve silahların bırakılmasını istediklerini ifade ediyordu.
AKP için Kürt sorunu ülkenin iç dizaynında giderek bir karta dönüşmeye başlamıştı. Kürt siyasi hareketinin ise herhangi bir şekilde öne çıkan asgari siyasi talepleri dahi operasyonlarla karşılık buluyordu. Öcalan ise Gerek Ahmet Necdet Sezer’e gerekse de Bülent Arınç’a gönderdiği mektuplarla açtığı Cumhuriyet tartışmasını derinleştirmeye başlamış bu kapsamda Arınç’a gönderdiği mektupta şu ifadelere de yer vermişti:
“Çatışmalı süreç uzun sürer ve derinleşirse PKK başka güçlerin kontrolü altına girebilir” 14.06.2006 [5]
Aynı yıl partimiz bu geçiş sürecini “devletin çözülmesi” olarak değerlendirmiş ve Kürt sorununu aşağıdaki paragraftaki gibi konumlandırmıştır.
“Benzer biçimde Kürt sorununun da devletin çözülme sürecine girmesinde payı vardır. Kürtlere dönük inkârcı politikalarda ısrar eden devlet bu önemli başlıkta inisiyatifi büyük ölçüde yitirmiş ve emperyalist ülkelerin planlarına tâbi hale gelmiştir. Bir dönem Avrupa Birliği’nin söz sahibi olduğu Kürt sorununda, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve daha sonra Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte ABD’nin mutlak bir ağırlığa sahip olduğu görülmektedir. Yıllarca “casus belli” olarak kabul edilen Kuzey Irak’taki Kürt devletinin artık fiili bir gerçeklik haline gelmesi ve daha da önemlisi, Türkiye’nin önüne Kürt sorununda çözüm olarak konması devletin çözülme sürecini tetiklemiştir. Türkiye Kürtlerine kıyasla küçük bir nüfusa sahip olan Irak Kürtlerinin, ABD desteğiyle önemli bir bölgesel güç haline gelerek Türkiye’nin Kürt sorununda söz söylemeye başlamaları, yakın gelecekte sermaye egemenliğindeki en önemli sorunlardan birisi olmaya devam edecektir. Şimdiye kadar bu gelişmeye kuşkuyla bakan Türk Silahlı Kuvvetleri dahil olmak üzere, sistemin bütün kurum ve siyasi aktörleri ABD işbirlikçisi Kürt oluşumuyla ittifaka girerek ABD-İsrail-Türkiye-Kürdistan zincirini tamamlamayı kabullenmiş durumdadırlar. Ancak bu kabulleniş, sürecin getireceği ciddi maliyetlerin nasıl karşılanacağına ilişkin herhangi bir yanıt içermemektedir. Bu zincirin Türkiye’de Kürt sorununa yepyeni boyutlar getirmesi, aynı zamanda Türk dış politikasının zaten daralmış olan hareket alanını tamamen yok etmesi zayıf olmayan bir olasılıktır.” (2006 Konferansı Madde 5)
2007 yılına gelindiğinde ise Öcalan ve Kürt hareketi bu defa Demokratik Özerklik tezini geliştirdiler. Aynı yıl ülkede Büyükanıt-Erdoğan görüşmesi olmuş, erken seçim kararı alınmış, askerlerden e-muhtıra gelmişti. Kürt hareketinin ana gündemi halen Öcalan’ın yaşam şartlarıydı ve 2007 yılı da bu konuda hücre cezalarının sıkça kullanıldığı bir yıldı. Tüm bunlar, Kürt hareketi açısından iktidar analizlerinde çubuğun AKP’ye ve ordunun Kürt gündemi ile ilgili aldığı konumlanışa bükülmesi anlamına geliyordu. İplerin yeniden gerildiği bu dönemde Öcalan’dan, Demokratik Özerk Kürdistan açılımı geldi. Bu açılım şöyle tarif edilmişti:
“Ben Kürtler için Demokratik Özerk Kürdistan öneriyorum. Kürdistan terimi aslında coğrafi bir terim. Kürtler de söylememiş, Selçuklu Sultanı Sencer zamanından beri böyle ifade ediliyor. Demokratik Özerk Kürdistan hem Kürt toplumunun iç geriliklerine, bu feodal geriliklere karşı iç demokratikleşmeyi sağlar, hem de Kürtlerin dışarıya karşı duruşunu ifade eder. Bu örgütlenmede devlet karşıtlığı yoktur, devlet kurmayı da hedeflemiyor. Bir çeşit mevcut sınırlar ve devlet yapıları içinde Kürtlerin özgürlüğünü ifade eder. Sonuçta özerklik kavramı da özgürlük ile ilgilidir. Demokratik Özerkliğin devletle, sınırlarla bir problemi olmaz. Bir çeşit yerelin kendini devlet içinde ifade etmesi anlamına gelir.”( 28 Kasım 2007)
“Demokratik özerklikte Kürtler, bir nevi kendi özgürlüklerini sağlarlar. Eğitim, dil ve diğer kültürel gelişimlerine ilişkin okullarını açarlar. Halkın ekonomik sorunları var. Gerekiyorsa bankalarını kurarlar, kooperatiflerini kurarlar. Dilin eğitimi ve diğer konularda enstitülerini oluştururlar. Bu devletin olmaması ya da devletin reddi anlamına gelmez. Devletin kurumları yanında bir nevi Kürtlerin kendi taleplerini karşıladığı bir yapı gibi düşünülebilinir.” [6]
2007 yılı aynı zamanda Kürt hareketinin kendi iç dizaynında KCK modeline geçtiği ve Öcalan’ın diyalog için Akil Adamlar Heyeti önerisini geliştirdiği bir yıldı. Öcalan sağ sol ayrımı yapmadan heyetin belirlenmesini teorize etmeye başlamıştı.
Kürt Açılımı ve 2009 süreci
2009 yılı 2008 yılının ağırlığı ile başlasa da AKP açısından Kürt sorununda tekrar hızlanmaya doğru yol aldı. Kuşkusuz bu gelişmede 29 Mart yerel seçimlerinde DTP’nin bölgedeki seçim zaferinin de payı vardı. Bu seçimlerde belediye sayısı 38 den 99 a çıkarılmıştı. Bu gelişme sonrasında sürecin 2008 yılındaki gibi gitmeyeceği tahmin edilebilirdi. Tahmin edilen gelişme Abdullah Gül’den gelmiş, Gül, bir açıklamasında “Güzel şeyler olacak!” demişti. Sonrasındaki gelişmelere bakıldığında ise, tüm aktörlerin 2009 yılındaki gelişmelere hazırlıklı girmeye çalıştığı görülecekti. 2008 sonları ve 2009 başlarında Öcalan ile AKP arasında kopan diyaloğun yeniden başladığı anlaşılıyordu. İşin Öcalan Cephesinde yeni bir durum yoktu. Öcalan tezlerini yeni sürece “Altı adım ve bir yol haritası” olarak adapte etmişti. Buna göre ilk adımda, kendisinin hazırlayacağı çözüm paketinin yöntemi ve zamanlamasını ayarlamak vardı. İkinci adımda, hazırlayacağı yol haritasını devletle müzakere etmek, üçüncü ayağında bu yol haritasını Türkiye’ye mal etmek vardı. Dördüncü ayak DTK çalışmalarının kurumsallaşması, beşinci ayak ise PKK’nin dağdaki konum ve hazırlıklarının yetkinleştirilmesi, altıncı ayakta ise; Kürtlerin birliğini kurumsallaştırmak yolunda Kürt konferansının düzenlenmesi vardı. Öcalan bahsettiği yol haritasını hazırlayarak yetkililere teslim etti ancak bu belge Öcalan’ın avukatlarına teslim edilmedi. 2009 yılının ilk krizi de daha başından bu sebeple çıkacaktı. Tarih 29 Temmuzu gösterdiğinde yasal ve siyasi zeminde AKP bu konuda yeni bir gömlek giyerek sahneye çıktı. O zamana kadar kesintili olarak da olsa süren Öcalan-devlet görüşmelerinin ilk somut çıktısı, Beşir Atalay’ın Kürt sorununda demokratik açılım sürecini başlattıklarına dair kamuoyuna yaptığı açıklama oldu. Bunun arkasından hükümetin sorun ile ilgili sanatçılardan, sivil toplum örgütü temsilcilerinden görüş alması bunlarla toplantı yapması şeklinde ilerlemeye başladı.
AKP, sürecin asıl aktörü olduğunu kamuoyu önünde teyit ederek süreci ilerletme iradesi ile hareket ediyordu. Öcalan’ın hazırladığı yol haritasının teslim edilmemesi de bunun bir göstergesi idi. Öcalan yol haritasında ise kendisinin yaptığı açıklamaya göre üç aşamadan oluşan üç öneri yapmıştı. Birinci aşamada, devlet, Kürtlerin tüm haklarını güvence altına alacak, PKK de bunun karşılığında buna uygun hareket edecek; bu aşamada çatışmasızlık ortamı oluşturulacak, devlet, Kürtlerin kendi kendisini yönetmesine imkan tanıyacak, bundan sonraki aşama sınırdışına çekilme olacak, sonraki aşamada devlet verdiği güvenceyi hukuki mevzuata taşıyacaktı.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu önerilen aşamalar, kamuoyuna mal edilmeyerek ilk kriz yaşanmaya başladı. Sonradan ortaya çıkan bilgiye göre, AKP’nin isteği ile yol haritası gerginliğini yumuşatmak adına PKK’den temsili bir grubun gelip teslim olması önerisi kabul edildi. Ancak bu geliş AKP tarafından tam olarak bir fırsata çevrildi. AKP, Habur sınır kapısından giren barış grubunun halk tarafından bir gösteriyle karşılandığını belirterek, süreçteki rolünün ağırlığını net bir şekilde gösterdi. Arkasından 2009 yılı başladığı gibi bitmeyecek, çatışmalar, asker ve gerilla ölümleri yeniden başlayacak, DTP, Anayasa Mahkemesi kararı ile kapatılacaktı.
2009 yılında TKP konferansında gelinen sürecin değerlendirilmesi şu şekildeydi.
“Kürt sorunu hakkında
…
ABD ile AKP hükümeti, Kürt sorununda Barzanici çözüm üzerinde anlaşmışlardır. Türkiye Komünist Partisi, Kuzey Irak’taki ABD maşası Kürt gerici liderlerinin Türkiye halklarına bir umut diye sunulmasına, “çözüm” diye sunulan bu planla Türkiye’nin ABD’nin bölgesel planlarına daha fazla bulaştırılmasına izin vermeyecektir…
Türkiye Komünist Partisi, ABD veya Avrupa Birliği’ni kurtarıcı olarak gören Kürtlere gerçek çözümü, Kürt sorununu ABD ve AB tarafından yaratılmış yapay bir sorun olarak gören Türklere gerçek düşmanı göstermekle yükümlüdür.”
İkinci Cumhuriyet’in hızlı, Kürt hareketinin uyumlu virajı
AKP, geride bıraktığı sekiz yılın ardından, cumhuriyetin kazanımlarını yok etmek ile muktedir olmak arasındaki bağın doğrudanlığını biliyor ve buna göre hareket ediyordu. Sekiz yıllık demokrasi söyleminin “taçlandığı nokta”, sonrasında bir diktatörlüğe dönüşmenin yolunu açacak 2010 referandumu oldu. Referandum, cumhuriyetin tasfiyesi yolunda bir tescil idi. Referandum süreci ülkenin politik özneleri açısından bir sonraki dönemlerini etkileyecek bir duruşun da önemli referansı olacaktı. AKP, 12 Eylül faşist darbesi mahsulü 1982 Anayasasını değiştirme söylemini ustaca kullanırken, bunu kendine kalkan yapan liberaller, “Yetmez ama evet” diyerek kalkanı Türkiye halklarına bir silah olarak doğrultulmasını epeyce kolaylaştırdılar. CHP ve MHP utangaç bir hayır noktasındaydılar. Ülkenin devrimcileri ve komünistleri ise bir “Hayır” cephesi kurmuşlar gerçek anlamda AKP’nin niyetini teşhir etmeye çalışmışlardı. Kürt siyasi hareketi açısından ise alınacak tavır tarihsel olacaktı. İlk defa kamuoyundan gizli de olsa müzakere yürüttüğü bir organın önem verdiği bir konuda açık bir tavır gösterecekti. Kürt siyasi hareketi, ideolojik olarak AKP’nin tasfiye ettiği mücadele ettiği alanla tarihsel bir kavgaya sahip olduğunu hatırlatıyor, bu süreçte alınacak rolün gelecek süreçte alınacak rol ile bağlantısı sürekli işleniyordu. Kürt hareketi boykot diyerek, AKP’ye yol verdi ve önünde bir engel olmadı. Herkesin üzerinde mutabık kalacağı gerçek ise Kürt Hareketinin hayır demesi halinde AKP’nin bu İkinci Cumhuriyet virajını alamayacağı idi.
Sonuç, AKP açısından işlevsel oldu, ancak bir zafere dönüşmedi. Halkın %42’si tüm baskı ve propagandaya rağmen bu saldırıya karşı çıktı. Kürt hareketi açısından ise Kürt bölgelerinde çıkan yüksek orandaki boykot rakamları bölgede kendi konumunu sağlama alıyor, ancak AKP’nin demokrasi söylemi bölgede daha fazla karşılık bulmaya başlıyordu. AKP’nin, referandum uğrağında Kürtlerin bir direnç odağı olmaktan çıkmasında, o güne kadar yapılan diyalog sürecinde ve 2010 yılının başında atılan adımlarda payı büyüktür. Açılım adımları Beşir Atalay tarafından sürdürülüyor, üniversitelerde yaşayan diller enstitüsü kurulmasına onay veriliyor, cezaevlerinde Kürtçe serbest bırakılıyordu.
Referandum AKP açısından bir kaldıraç görevi gördü. Hemen sonrasındaki genel seçimlerde AKP oylarını arttırdı. Artık bu aşama özellikle partimiz TKP tarafından, ülkede Birinci Cumhuriyet’in bitiş sürecinin tamamlanması ve İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin başlaması olarak değerlendirildi. 2011yılında süreç açısından önemli bir gelişme yaşandı ve Oslo görüşmeleri olarak adlandırılan ses kaydı Kürt kaynaklarınca deşifre edildi. Bu daha sonra Başbakan ve hükümet yetkilileri tarafından da teyit edilecekti. Bu deşifrasyonun süreçte bir rahatlama getireceği öngörülüyordu. Ancak senenin sonunda Roboski katliamı yaşanacak, bu katliam başka bir turnusol kâğıdı görevi görecekti.
2012 yılının neredeyse sonuna kadar çatışmalı sürecin arkası kesilmedi, bu arada PKK’li mahkûmlar Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebi ile önce açlık grevi daha sonra ölüm orucu başlattılar. Ölümlerin başlamasına ramak kala gerek hükümet gerekse de Kürt siyasi hareketi yumuşayan açıklamalar yaptılar ve Öcalan’ın çağrısı ile eylem sonlandırıldı. Bu süreçten sonra ise kesilen görüşmeler tekrar başlamış oldu. 2013 yılının hemen başında ilk defa avukatlar dışındaki kişiler olan Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata, Öcalan ile görüşmeye gittiler. Sonraki süreçte ise heyet dönem dönem değişse de milletvekili modeli ile görüşmeler devam etti. Bu gelişme sürecin kaldığı yerden güçlü bir şekilde devam ettiğinin de habercisiydi. Gerek Fethullah Gülen, gerekse de TÜSİAD yeni dönemi sezmiş ve sürece destek açıklamaları yapmaya başlamışlardı. Bu arada yaşanan, PKK kurucusu üç kadın siyasetçinin Paris’te öldürülmesi süreci sekteye uğratmadı. Daha doğrusu Kürt siyasi hareketi gerek Roboski Katliamı, gerekse de Paris suikastleri ile ilgili tepki sınırını aşan bir eylemde ya da baskıda, sorgulamada bulunmadı. Bu o dönemlerde dillere yerleşen haliyle “Süreç hewal” kodlaması ile anlatılır oldu. Bu tabir, sürece zarar vermemek adına bazı şeylerin sineye çekilmesi, bazı şeylerin görmezden gelinmesi anlamına geliyordu.
Gerçekten de sürecin yeniden başlaması ve iki temel aktörün uyumla yola devam etmesi 2013 yılında “çözüm” rüzgârlarını estirdi. PKK aldığı rehineleri serbest bıraktı. Milliyet Gazetesi’ne sızdırılan ve manşetten sunulan tutanaklar dahi süreci zora sokmadı. HDP, sızıntının kendi içinden olduğunu itiraf ederek sorumluların tespit edildiğini ve gereğinin yapıldığını duyurdu. Oslo görüşmelerinden sonra sızan bu tutanaklar Öcalan’ın sürece, ülke soluna, Kürt siyasi hareketine bakışını da özetleyen nitelikteydi. Ve bu tutanaklar son tahlilde AKP ile yola devam edileceğinin ilan edildiği satırlar ile doluydu.
2013 Newroz’u ise süreçte bir dönüm noktası oldu. Diyarbakır’da Öcalan daha önce PKK’ye ve KCK’ye gönderdiği ve aldığı cevaplara da dayanarak gerillanın sınır dışına çekilmesi çağrısı gündeme geldi. Hemen ardından PKK yaptığı açıklama ile çağrıya cevap vereceğini duyurdu.
Öcalan’ın önerisi ve hükümetin de önerileri ile Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu. Bu heyette “Yetmez Ama Eetçi”lerden, sağcılara, AKP yanlısı yazarlardan bazı sanatçılara ve Kürt kurumlarında görev alanlara kadar birçok insan yer aldı. Bölgelere ayrılan heyetler yaptıkları geziler ile süreci halka mal etmeye çalıştıklarını beyan ettiler.
Ülkemizin en büyük halk ayaklanması anlamına da gelen Haziran Direnişi’ne kadar süreç bu şekilde ilerledi. AKP’nin dayatmalarına ve politikalarına karşı sokağa çıkan milyonlar hükümetin istifasını talep ederken, Kürt hareketi bu süreçte yer almadı ve yapılan açıklamalar ile neredeyse direnişi bir ulusal darbe girişimi olarak yorumladı. Daha sonra ortaya çıkan İmralı tutanaklarında Öcalan, AKP’yi kendisinin kurtardığını vurgulayacak ve Gezi’deki pozisyonlarını sürekli hatırlatma gereği duyacaktı.
2010 referandumunda AKP karşısına çıkmayan Kürt Hareketi, Haziran Direnişinde de aynı pozisyonu ile AKP’ye nefes aldıracak en büyük soluk borusunun da sahibi olmuştu.
Başından beri tarif edilen diyalog sürecinden müzakere sürecine geçiş bir türlü sağlanamıyordu.2014 yılında PKK yaptığı açıklama ile silah bırakmasının koşulunu Öcalan’ın özgürlüğü ve anayasal güvence olarak ortaya koymuştu. 2014 yılı, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu, Kürt hareketinin de aynı yarış sahasına Selahattin Demirtaş ile çıktığı ve kayda değer oy aldığı bir dönemin adıydı.
2015 ise sürecin en üst noktası ile en dip noktasının yaşandığı yılın adı oldu. Araya 2015 Newroz’u girmiş ve Öcalan bu Newroz’da Eşme ruhundan bahsederek AKP ile kurduğu bağı İslam kardeşliği üzerinden yeniden kurmaya çalışmıştı. Ancak asıl gelişme Newroz’dan hemen önceki aylarda yaşanmış, tarihe Dolmabahçe mutabakatı olarak geçen buluşma müzakere sürecine geçişinde temeli olarak yorumlanmıştı. Mutabakata varılan on madde ise şöyleydi:
“Madde 1: ‘Demokratik siyasetin tanımı ve içeriği. Madde 2: ‘Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması. Madde 3: ‘Özgür Vatandaşlığın yasal ve Anayasal güvenceleri. Madde 4: ‘Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar. Madde 5: ‘Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları. Madde 6: ‘Çözüm sürecinde özgürlük-güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlüklerini koruyacak şekilde ele alınması. Madde 7: ‘Kadın, kültür, ekolojik sorunlarının yasal çözümleri ve güvenceleri. Madde 8: ‘Kimlik kavramı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. Madde 9: ‘Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve cumhuriyetin demokratik ölçütlerde tanımlanması, çoğulcu yaşam içinde yasal ve Anayasal güvencelere kavuşturulması. Madde 10: ‘Bütün bu hamlelerin içselleşmesini hedefleyen yeni bir Anayasa…’”[7]
Mutabakat, Tayyip Erdoğan’dan aylar sonra gelen “Doğru bulmuyorum!” açıklaması ile bozulmuş, yaklaşan genel seçimler öncesi HDP seçime Tayyip Erdoğan’ı kastederek “Seni başkan yaptırmayacağız” düsturu ile gitmişti. KCK Eşbaşkanı Bese Hozat ise 7 Haziran seçimlerinden önce:
“Bizim şu anda kongreyi toplama gibi bir gündemimiz yok. Çünkü bu süreç işlemedi ve hiçbir adım atılmadı. Bırakalım müzakereyi, diyalog süreci de ortadan kaldırıldı. Bir aydır önderliğimiz ile görüşme olmuyor, heyet önderliğimizin yanına gitmiyor. PKK devletin atacağı adımlar üzerinden kongreyi toplayacaktı. Biz kongreyi gündemden çıkardık. Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle bir kongre yapmaz. Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve Kürtlerin statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla toplayamaz. Öcalan’ın bir taraf olarak resmi kabul edilmesi gerekiyor.” [8]
sözleriyle PKK açısından ilk resmi açıklamayı yapmıştı.
Bundan sonraki aylar ise oldukça ağır ve hızlı geçti. HDP seçimlerde %13 oy aldı. AKP tek başına iktidar olma yolunu kanla ve operasyonlarla döşedi. Ankara katliamının ardından gelen seçimlerde AKP tek başına iktidar olmayı başardı. Bu arada Kürt coğrafyasında iki ana gelişme yaşandı. İlki silahların karşılıklı yeniden ateş alması ve Halkların Demokratik Partisi, Halkların Demokratik Kongresi ve Demokratik Bölgeler Partisi’nin de içinde olduğu Demokratik Toplum Kongresi’nin olağanüstü gündemle Diyarbakır’da yaptığı toplantı sonucunda açıklanan deklarasyon oldu.
Hatip Dicle,
“Özerklik, öz yönetimler ve yerel demokrasi açısından spekülatif tartışmaların son bulması için Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması yanında, aşağıda belirteceğimiz demokratik özerklik sorumluluk alanlarının tespiti çerçevesinde sadece Kürt sorununun değil; siyasi, toplumsal ve idari birçok sorunun çözümüne kapı aralayacağına inanıyoruz.” [9]
diyerek, 14 maddelik bir deklarasyonda bulunmuş ve bu kamuoyunda özerk yönetimler yolunda adım olarak kabul edilmişti.
Daha sonra gelen hendekler bahanesi ile devlet operasyonları halen devam ediyor ve Öcalan ile görüşmelerin kesilmesinin üzerinden neredeyse bir yıl geçiyordu…
Makalenin kaleme alındığı günlerde ise sürecin kopma aşamasından geçip, Kürt siyasi hareketinin bu defa Öcalan’sız bir şekilde, Kürt mücadelesini yeniden silahlar ile vermeye yöneldiği bir sürece geçiliyordu. AKP de buna uygun bir konum almıştı. Kürt siyasi hareketi özyönetim ilan edilen yerlerde öz-savunma yöntemini tercih ettiğini belirterek bu yerleri silahla savunma yoluna gidiyor, AKP de orduyu tekrar işin içine alarak bu defa kentlerde sivil savunma güçleri adı verilen grupların üzerine salıyordu. Her geçen gün ve gelişme ise yeni başladığı anlaşılan bir kanlı koridora farklı boyutlar ekliyordu. 7 Haziran seçimlerinden sonra bazı polis suikastlerini üstlenen TAK, 17 Şubat’ta Merasim Sokak ve 13 Mart’ta Güvenpark’ta onlarca vatandaşın hayatını kaybettiği bombalı katliamları üstendi. KCK yöneticileri de Sur ve Cizre’deki katliamın doğal sonucu olarak nitelendirerek üstü kapalı bir şekilde katliamları desteklemiş oldu.
Aynı zamanlarda HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ile ilgili ilginç bir süreç işletilerek, yasal Kürt kanadı üzerinde şantajdan öte doğrudan meclisteki varlıklarının önüne geçileceği mesajı verilmeye başlanmıştı.
En zayıf halkasından kopan süreç
Yukarıda yansıtılan, uzun yıllara yayılan gelişmelerin geldiği noktanın ne olduğu tartışma götürmezdir. Savaş, yıkım ve katliam…
Ancak bu noktaya geliş sebebinin ise doğru kodlanmasında işin kolayına kaçılmamalıdır.
Yirmi yıldır artık açığa çıkmayan yanı kalmamış bu sürecin kopma nedeni ne Kürt hareketinin oyalanmaya çektiği rest, ne de sadece AKP ve Tayyip diktatoryasının HDP yükselişinden duyduğu korkudur. Süreç ülke içinde birazdan daha ayrıntılı olarak yazılacak olan İkinci Cumhuriyet’te tam uyum sağlanmasına rağmen, İkinci Cumhuriyet’in temel aktörü AKP’nin yeni Osmanlıcılık hayallerinin Suriye’de tökezlemesi ile ilişkilidir.
AKP Suriye’ye dönük emperyalist planların koçbaşı olmuş, işgal ve bölünme süreçlerinde öncüleşmiştir. Örneğin Suriye sürecinin başında AKP ile Öcalan dahil Kürt siyasi hareketinin arasında bu konu tartışma dışı kalmıştır. Suriye’nin kuzeyindeki siyasi ortam, Esad’ın da taktiksel olarak geri çekilmesi ile gelişmiş ve boşluğa YPG ile PYD güçlerinin dolması ve IŞİD’in bu alanda yenilmesi bölgedeki gücü tartışmasız kılmıştır.
Suriye’deki emperyalist savaşın Suriye halkının direnci ile tahmin edilenden daha fazla uzaması, Esad’ın düşmemesi ve son olarak İran ve Rusya’nın görünür olarak savaşa dahil olması, Türkiye hükümetinin de savaştaki payının peşine düşmesine neden oldu. Rus uçaklarının Türkiye tarafından düşürülmesi, bölgeye gönderilen silahlar ile Türkiye, Suriye’nin en azından sınırları açısından politik varlığını koruma yolunu, savaşın içine girmeye çalışmak olarak buldu.
Basımı yapılan, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa (İmralı Notları)”[10] kitabında bu konuya ilişkin tutanaklar daha fazla yoruma da yer bırakmıyor. İlgili kitapta devlet yetkililerinde olduğu görüşmelerde Öcalan, Suriye’nin kuzeyi ve PYD’nin atacağı adımlar konusunda karar merciinin kendisi olduğunu belirtiyor. Yine aynı kitapta Tayyip Erdoğan’ın HDP yetkililerine Öcalan ile anlaştıklarını, Suriye’nin kendisi için bir kırmızı çizgi olduğunu söylediği aktarılıyordu.
Burada hem Öcalan hem de Tayyip’i aşan nokta, meşruluğun ülke içindeki anlamı ile ülke dışındaki anlamının farklı olmasıdır. Ülke içinde barış süreci içine yerleştirilebilecek birçok şey kendiliğinden meşruiyet sorununu ortadan kaldırırken, ülke dışında ana parametre savaş olduğunda aynı kuralın işlemediği görülmektedir. Nasıl ki Tayyip Erdoğan için Suriye’de Türkmenler üzerinde dahi bir hegemonya kurmak zor ise, Öcalan için de komuta kademesinde her ne kadar PKK de olsa, YPG ve PYD’nin aldığı yol yok sayılamaz ve tam bir hegemonya kurulamaz. Yine ve aynı şekilde, bugün Suriye’de AKP’nin desteklediği gruplar için AKP’den büyük bir ABD varsa, kendi öz yönetimlerini inşa etmiş ordulaşmış Suriye Kürtleri için de Öcalan’dan daha büyük bir ulusal inanç vardır.
AKP açısından, PKK ve Öcalan’ın hakimiyet alanında süreçten kaynaklı rol alma hevesi yarıda kalmış; PKK ve Öcalan açısından ise, AKP’nin emperyal planları ile ülke içindeki süreci ayrı tutmaya çalışmak taktiksel olarak iflas etmiştir. Zamansal ve coğrafi açıdan Kürt meselesinin her gelişmeden etkilendiğini hesaba katmak yerine, her gelişmeyi karşılıklı bir pragmatizmle dengelemek, AKP’nin iflas ettiği noktadan sürecin kopmasına neden olmuştur.
Cizre, Sur, hendekler ve diğer ülke içi gündemler kendinden menkul olarak değil, yukarıda bahsettiğimiz nedene dayalı sonuçlar olarak kabul edilmelidir.
Sonuç yerine geniş bir parantez
Kürt siyasi hareketi, başta Abdullah Öcalan olmak üzere, tüm kurum ve kuruluşları, düşünsel ve pratik duruşu ile Birinci Cumhuriyet koşullarında devrimci, solcu ya da halkçı bir kimlikle bağını koparmamış Kürt halkını, bir direnç unsuru olmaktan çıkarmaya, İkinci Cumhuriyet’in kurucu unsuru yapmaya çalışmış, politik yönü burada bulmuşlardır. Aslında bu yanı ile süreç bitmiş değildir. Şekli ve kodlamaları değişiklik gösterecektir.
İkinci Cumhuriyet ise Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek içeride gerekse de dünyada kapitalist ve emperyalist çıkarların tarihsel “tökezlemelerinden” kurtulması yolu ile hayata geçmesinin cumhuriyetidir. Bunun için mezhepçi ve gerici bir iktidarın tesisinin adı AKP olmuştur. Birinci Cumhuriyet’ten kalan son hakların da ortadan kalkması ve yerine derin sömürü kurallarının getirilmesi bunun için ilk adımdır. “Yeni Türkiye, güçlü Türkiye” kavramları ile hedeflenen, cumhuriyetin tasfiye edilerek yerine siyasi açıdan başkanlık sisteminin getirilmesi yolu ile de devlet yönetiminin belirlenmesi ve referandum yolları ile halka bunun onaylatılmasıdır.
Kürt siyasi hareketi ve çözüm süreci, İkinci Cumhuriyet ve onun yerleşme sürecinde iki açıdan sadece uyumlu değil aynı zamanda bu süreçte önemli bir aktör olmuştur.
Bu aktörlüğün pasif ve aktif yanları birbirini tamamlamaktadır.
Pasiflikten kastedilen, çok önemli dönemeçlerde kurulan ittifakın ya da diyalog sürecinin de gereği olarak çok açık halk düşmanlığının sergilenmesinde dahi Kürt hareketinin AKP karşısına çıkmaması, ona yol vermesidir. Yukarıda yazılanlardan bu konuda örnekler bulunacaktır.
Aktif rolü ise ikiye ayırarak açıklayabiliriz. İlki gelecek kurgusu açısından, diğeri ise var olan pratik açısından…
Kürt hareketinin gelecek kurgusu, İkinci Cumhuriyet ile uyumludur ve kesişen yanları oldukça fazladır. İkinci Cumhuriyet aslen sömürünün yaygınlaşmasının idari yapısının değişmesi ya da sağlamlaşmasıdır. Bir kutup yıldızı olarak AB Yerel Yönetim Yasası bunun adıdır. Kürt hareketi ise yerelleşmeyi ekonomik olarak değil, Kürt kimliğinin kabulünün formülü olarak ele almıştır. Bu anlamda amaçlardan bağımsız olarak sonuçta ya da formülasyonda ortaklaşma söz konusudur.
Aynı zamanda başkanlık rejiminin merkezileşmeyi koruyarak hayata geçmesinin tarif edilen yerelleşmenin önünde bir engel olmadığı ortaya çıkmıştır. Kürt hareketi ile AKP için kimliğin yaşaması, yani dilin ve kültürel gelişimin sağlama alınması yerel demokrasiye bağlanmıştır. Bu, merkezi olandan Kürt hareketinin bir sorumluluk hissetmemesi planıdır. Merkezi düzeyde Kürt hareketini en fazla ilgilendiren konu; çözüm sürecinin, anayasal kimliğin tanınmasıdır. Bu nokta; AKP’nin bu zaman kadar baş ettiği, yol verdiği ama aynı zamanda aynı yolda kendisinin de güçlendiği, çok zorlanmadığı bir başlık olmuştur. AKP sıkışmayı buralardan değil, Suriye’nin kuzeyinde adı ve sanıyla kurulmaya başlanan Kürt devleti üzerinden yaşamaktadır.
Gerek Demokratik Cumhuriyet, gerek Dolmabahçe Mutabakatı, gerekse de ekolojik demokratik ulus kavramları, Kürt Hareketi açısından ekonomik yapılanma olarak postmodern tanımlamalar içinde kalmakta ve kapitalizmi karşına almamaktadır. Bu yanıyla en büyük aktif tutum, İkinci Cumhuriyet’in ideolojik ayaklarından biri olmasıdır. Hatta İkinci Cumhuriyet’in kurucu unsuru olma hakkının en çok da Kürt Hareketinde olduğunu tarif eden PKK yöneticilerinin demeçleri de olmuştur. En asgari düzeyde ise İkinci Cumhuriyet’in yerleşme krizleri arasında Kürt krizi bulunmamaktadır. Tersine, referandum ve Gezi süreçlerinde nefes alma alanını açanın, Kürt kartı olduğu hatırlanmalıdır.
Pratik açıdan ise günün ve dönemin yorumlanmasında Öcalan’ın reelpolitik tezleri yanlışlanmıştır. Kürt hareketi açısından kritik olan sürecin tıkanma nedenleri, ülkenin gidişatı ve sürecin kopması halinde ne olacağına dair cevaplar aslında İmralı’dan bir bütün olarak verilmiştir.
Bu cevaplara yakından bakıldığında;
Öcalan, AKP’ye kurucu bir misyon yüklemiş ve bununla çelişkili olarak güçler terazisinde cemaati daha ağır bir noktaya yerleştirmiştir. Bu tezin sonucu olarak, 17-24 Şubat kasetlerinde Öcalan için önemli olan AKP suçlarının deşifrasyonu değil, cemaatin çözüm sürecini baltalamak için yaptığı darbe girişimidir. Öcalan daha sonra AKP’nin tüm sıkışmalarında suçu cemaate atacak; hatta AKP’yi bunlardan kurtaranın da kendisi olduğunu söyleyecektir.
Yine Öcalan, sürecin kopması, anayasal güvenceye kavuşmaması ve masanın devrilmesi halinde özel savaş konseptinin devreye gireceğini, kaos olacağını, ortalığın yangın yerine döneceğini, AKP’nin de bunun altında kalacağını sık sık belirtmekteydi. Oysa ki 7 Haziran sonrasında aslında masa devrilmiş, savaş konsepti başlamış oldu. Ancak tüm sürecin başat aktörü olan AKP, bu sürecin de ana aktörüydü. Masa AKP kararı ile devrildi ve AKP bu kararı ile dönemsel olarak güçsüzleşmedi aksine elini güçlendirdi. Geriye Öcalan’ın tek bir haklılığı ortaya çıktı, o da ortalığın yangın yerine dönmesi idi.
Bu son gelişme İkinci Cumhuriyet’in bir karakterini daha belirginleştirmiş oldu. O da pragmatizm konusunda Kürt hareketi ile yarışacak düzeyde olması ve bu yarışı kazanmasıydı.
Son olarak eklemek istediğimiz tek bir şey kaldı. O da İkinci Cumhuriyet’in halk düşmanı karakterini Kürt halkını es geçmemesidir. Bu düşmanlığa verilen ya da verilecek cevap açısından Kürt siyasi hareketi ile Kürt halkının çıkarları arasındaki açı giderek genişlemektedir.
Partimizin 8 Ocak 2016 tarihindeki “Kürt Sorununda Komünistlerin Tutumu”[11] adlı belgesinin özünde yer alan umudu gösteren ve görevimizi hatırlatan satırlarla bitirelim:
“Ülkemizin kurtuluşu Haziran Direnişi’nde ayağa kalkan milyonların örgütlü gücü olacaktır. Haziran Direnişi’nde ayağa kalkan halkımız, ülkemizin birliğinin ve bağımsızlığının, AKP iktidarının yıkılmasının ve Kürt emekçilerinin ulusal haklarını kazanacakları bağımsızlıkçı, laik ve eşitlikçi bir düzenin kurulmasının tek gücüdür. Bunun için Türkiye’nin ilericileri, yurtseverleri, cumhuriyetçileri yeni bir mücadeleye başlamalıdır. Hem kendileri hem de Kürt emekçileri için.
Birlik, kardeşlik, barış, özgürlük; laik, bağımsız bir emekçi cumhuriyetiyle mümkündür.
Halka hürriyet, Sosyalist Cumhuriyet!”
[separator type=”thin”]
[1] Kapmaz, C. (2011). Öcalan’ın İmralı Günleri. İstanbul. İthaki Yayınları
[2] A.g.y.
[3] A.g.y.
[4] A.g.y.
[5] A.g.y.
[6] A.g.y.
[7] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/489079/Dolmabahce_mutabakatinin_ maddeleri_TBMM_Genel_Kurulu_nda_okundu.html
[8] http://www.birgun.net/haber-detay/kck-silah-birakmak-icin-kongreyi-toplamak-gibi-bir-gundemimiz-yok-78409.html
[9] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/12/151227_dtk_ozyonetim_deklarasyon
[10] Öcalan, A. (2015). Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa (İmralı notları).
Nuss: Mezopotamya Yayınevi.
[11] http://tkh.org.tr/2016/01/kurt-sorununda-komunistlerin-tutumu/