“Kuş konacak dam yok Lice’de.”
Daha gençliğimin başlarında genç, devrimci bir sempatizanken hüzün, isyan ve ağıt dolu bir şarkıda geçen bu dizeyi hiç unutamamışımdır.
O günlerden bu günlere gelinceye kadar Lice’de ve daha nice yerde kaç kez sergilendi devletin asimilasyon, inkarcılık ve yok etme siyaseti. Evet, Kürt halkının geniş yığınları on yıllarca kendilerini inkar etmeleri için süreklileştirilmiş tehditle-şiddetle karşı karşıya bırakıldılar.
2007 yılında tek taraflı ateşkesin olduğu bir aralıkta Cizre’de askerlik yaparken gözlemlediklerim ve bölgedeki geçmişe dair her iki ağızdan işittiklerimden sonra aşağıdaki -o zamanlar- çoğunluk teneke evlerden kurulu Cudi mahallesine bakarken hep aynı şarkının aynı dizesi gelirdi dilime…
Gabar Dağı’nın gölgesinde kahramanlık masallarıyla, hasmını efsaneleştirmenin yumak olduğu çıkışsız asker sohbetlerinden daralıp, nefeslenmek için yamaçtan aşağıda sakince akan Dicle’ye dalar, düşünürdüm bir yol bulmalı bu öfkeye son verecek, Dicle gibi sınırsız bir denize ulaşacak… Cizre’de devlet hastanesine hasta askerleri tedavi için götürürken çokça gördüğüm çocuklar geliyor aklıma, büyüyebilmişler midir?…
***
Ve bugünlerde Nusaybin’de, Silvan’da, Silopi’de, Sur’da ve Cizre’de yaşananlar bir bakıma devletin siyaset geleneğinin uzanımı olarak da değerlendirebilir. Ama bu kadar mıdır? Değildir elbette. İçinden geçmekte olduğumuz bu sürecin nereye, nasıl, hangi koşullarda evrilebileceğine ilişkin olasılıklara dair hareketimizin gerek gündelik araçlarında, gerekse Marksist Manifesto’nun diğer yazılarında kapsamlı değerlendirmeler yer almakta.
Bu yazı hem bu “sıcaklığa” dokunmadığından, hem de yukarıdaki duygu durumundan uzak durmaya çalıştığı için soğuk bir yazı olacak. İkincisi oldukça subjektif bir tercih.
***
1984 Eruh baskınıyla bugüne kadar geçen zamanda şiddeti ölçeğinde artan azalan dozlarda yaşanan savaş, Türkiye egemenleri tarafından kimi zaman “bir avuç terörist kaynaklı iç güvenlik sorunu”, kimi zaman “düşük yoğunluklu savaş” olarak anılırken, soruna Kürt halkının demokratik hakları çerçevesinde yaklaşanlar tarafından “kirli savaş” vb. şekillerde adlandırıldı. Bir yanda bu savaş devam ederken Türkiye sermaye sınıfı adına da oldukça önemli bir dönem yaşanıyordu.
Türkiye sermaye sınıfının 24 Ocak kararları ve 12 Eylül faşist darbesi sonrasında emperyalist-kapitalist dünyayla tüm yönleriyle entegrasyon sürecine girdiğini biliyoruz. Bu bütünleşmede üretim süreçlerinden, emeğin yeniden üretim süreçlerine, sendikal örgütlülüğe kadar pek çok alanda sermaye sınıfı adına güçlü yapısal adımlar atıldı. Atılan bu bir dizi adımla Türkiye burjuvazisi sermaye birikiminin yeniden üretilebilmesi için dış kaynaklara ve piyasalara muhtaçlığını defalarca perçinledi. Türkiye’de sermaye birikim süreçleri için zorunlu olan bu durum aynı zamanda sermaye sınıfı için istenir bir durumdu. Zira sermaye sınıfı emperyalist tekellerle daha güçlü ittifaklar kurdukça, hem pazar bulma olanakları artmış, hem de borçlanmasını döndürülebilir kılmıştır. Özellikle son 20-25 yıl sermaye sınıfı için bu anlamda oldukça verimlidir. Bu sürenin yarıdan fazlasının AKP hükümetleri döneminde yaşanması oldukça dikkat çekicidir. Emperyalizmle siyasi ve ekonomik alanda halvet olmuşken, emperyalizmin bölgesel gerilimleri ve müdahale başlıklarından ayrı duramazsınız.
Net olup soğukkanlıca ifade etmek gerekiyor; iç dinamiklerle dış dinamikler arasındaki ayrımın bir hayli silikleştiği, hatta dışsal dinamiklerin ağırlığını artırdığı içinden geçtiğimiz konjonktürde, yaşanan çatışmalı duruma savaş demekte duraksamamak gerekli.
Burada önemli olan elbette ki teorik bir tartışma yaparak durumu isimlendirmek değil. Önemli olan, bu savaşın tüm topluma yayılan bir karşıtlık ve bir arada yaşamama düşüncesinin hakim olmasına doğru yol alması. Bölünmüş bir ülke olasılığı, 84’ten bu yana hiç bu kadar yakın olarak görünmemişti.
Bu savaş, emperyalist politikalardan, Suriye savaşından, dinci-gericilikten ve sermaye sınıfının çıkarlarından bağımsız değerlendirilemez. Değerlendirmelerin süzgeci ise işçi sınıfının çıkarları, emekçilerin kardeşliği olmak zorundadır. Bu çıkarlar anti-kapitalist bir zeminde anti-emperyalizm ve laiklik mücadelesiyle savunulmalıdır.
“İyi ama peki ya Kürt halkının tarihsel mücadelesi?” denecektir. “Hani ulusların kendi kaderini tayin hakkı?” denecektir. “Peki ya demokratik haklar?” denecektir… Denecektir denecektir de sosyalizm ne zaman denecektir? Derdimiz ertelemeciliğe inat olsun diye indirgemecilik yapmak değildir. Derdimiz Kürt ve Türk emekçileri için sosyalist bir cumhuriyetin gerekliliğini, ancak Sosyalist Cumhuriyet’in halkların gerçek kurtuluşunu sağlayacağını görünür kılmaktır.
Bu yüzden biz de “Peki ya kapitalizm-ulus ilişkisi, peki ya işçi sınıfı, peki ya sosyalist devrim?” diyeceğiz. Devam edelim…
Kapitalizm, ulus ve UKKTH
Belirli bir coğrafyada-mekanda kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle, bir ulus kimliğinin gelişmesi ve şekillenmesi bir arada yürür. Ulus kimliğinin oluşmasında kendini başkalarından ayırmak ve kendini başkalarına göre tanımlamak ana izlektir. Bu izlekte ise ötekileştirme ulusun biçimlenmesinde önemli bir unsurdur. Öte yandan geç-kapitalistleşme süreçleri yaşayan mekanlarda karşıya alınan etnik ya da ulusal “öteki” kimliklerin gösterdiği direnç, kimi ulusal sorunları geç-kapitalistleşmiş ulus-devletlere içrek bir sorun haline getirmiştir.
Ulus, millet gibi kavramlar kapitalist toplumsal yapıda uzlaşmaz karşıtlık içinde olan temel iki sınıfın varlığını örten, sınıf bilincini silikleştiren kavramlardır; özünde hayali bir içeriğe sahiptirler. En kaba hatlarıyla ulus kavramının egemen sınıflar eliyle doldurmaya çalıştığı boşluk, belirli bir sınırı ve iktidar alanını kapsar. Sınırın varlığı, kendi ötekisini yaratır ve bir toplumsal kimlik inşasının başlangıcıdır; üretim süreçlerine olan bağımlılık ilk elde bir ulus yaratırken aynı zamanda yaratılan ulusal değerleri benimseyen bireyleri oluşturmayı hedefler. İktidar alanı ise, egemen sınıfların bu dolayım ilişkisi ile palazlandığı bir egemenlik bölgesine tekabül eder.
Kapitalist üretim, tüketim alanı olarak ilkin mutlak şekilde bu egemenlik bölgesindeki ulusal pazara ihtiyaç duyar, sonuçta bu karşılıklı ilişki hali ulusları direk olarak kapitalizmin eseri biçiminde inşa eder. Fakat kapitalizmin, emperyalizm aşamasında dünya pazarı ve uluslararası işbölümü ihtiyaçları, yeni pazarlar, nüfuz ve etki alanı paylaşımları geç-kapitalistleşmiş, geç-modernleşmiş ulus-devletlerdeki içrek olan ulusal sorunları bu kez farklı bir boyutta “milliyetçi” çerçevede belirler. Ulus-devlet egemen sınıflarının, emperyalist-kapitalist cenahla sınıf çıkarları düzleminde buluşabilmesi ise içrek olan ulusal sorunları çok katmanlı bir yumak haline getirir. Bu yumakta örneğin milliyetçilik, hatta belirgin bir ulusallık varsa sınıf uzlaşmacılığı-sınıf işbirlikçiliği en görünür hal olmaktadır.
Peşinen söyleyelim, buradan ulusal sorunlardan hareketle ulusal taleplerin her dönem için geçersiz oldukları ve mutlak olarak emperyalist-kapitalist düzenin lehine işlev gördükleri sonucuna varılamaz. Ancak sözü edilen katmanlaşmada ulusallığın her durumda bağımlı bir parametre olduğu kabul edilmelidir. Bu bağımlı değişkenin işçi sınıfı mücadelesini geriye çekici işleve mi sahip olacağı, yoksa sosyalizme doğru döşenecek yolda güç verecek bir işlevi mi olacağı esas sorudur.
Esasında içsel bir dinamik olarak sınıf bileşimi, bir ulusal hareketin içeriğini ve yönelimini belirlerken, içinde devindiği tarihsel dönem ve uluslararası konjonktür de dışsal bir dinamik olarak bu içerik ve yönelimi belirler. Az önce belirli bir coğrafyada kapitalizmin gelişmesiyle, uluslaşma süreçlerinin bir arada yürüdüğünü söylemiştik, burjuva devrimler çağında bu durum ulusal hareketlere ilerletici bir karakter verebilmişti. SSCB’nin varlığı koşullarında ise ulusal kurtuluşçu hareketlerin sınıf bileşimi çoğunlukla pozitif bir nitelik kazanabilmiştir. Sermayenin uluslararasılaşması ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra ulusal kurtuluşçu hareketlerde böylesi bir nitelikten kesinlikle bahsedilemez. Tersine emperyalist politikalar arenasında bir tür salınım siyasetinin, anti-emperyalist tutumlardan hızla uzaklaşılmanın, açık bir sınıf uzlaşmacılığının ana nitelikler olarak belirdiğini söyleyebiliriz.
Geçerken hızla not edelim. Bu derginin diğer yazılarında etraflıca işlendi. Ancak bu bölüm için en azından temel yaklaşımı belirginleştirmek açısından bir noktaya kısaca değinmekte yarar var. O nokta da malum “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” “ilkesi”. Altını çizmek gerekiyor, ilk kez 1896 yılında Birinci Enternasyonal’in Londra Kongresi’nde ele alınan bu kavram, sosyalistler açısından ilkesel bir çerçeve değil, politik olarak yeniden üretilebilen taktiksel bir içerik sunar. Öyle ki Lenin’in bu kavrama yaklaşımına ilişkin değerlendirmelerde dahi yapılan en önemli hata, Lenin’deki taktikselliğin es geçilerek dogmatikleştirilmesidir. 1990’daki çözülüşle birlikte söz konusu olan bu hakkın var olması değil, siyasi öznelerin somut bir durumda bu hakkı nasıl değerlendirecekleri ve neyin savunuculuğunu yapacaklarıdır.
Bu noktada son olarak şunu da not düşelim. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı başka bir devlet kurma hakkının tanınması ile ilgili olsa da, bu mutlak olarak o ulusun ayrılarak ayrı bir devlet kurmasını savunmak anlamına gelemez. Lenin hakkın tanınmasının ayrılmayı öğütlemek olmadığını defalarca vurgulamıştır. Ona göre proletaryanın partisi bu sorunu,
“her olayda ayrı ayrı düşünüp kararlaştırmalı, bunu yaparken, toplumsal gelişmenin, bir bütün olarak gereksinimlerini ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının çıkarlarını dikkate almalıdır.”[1]
Bir de Polonya Sosyalist Partisi’nin 1903 yılında bu hakkın RSDİP programında ele alınış biçiminde bulanıklık olduğu eleştirileri karşısında Lenin’e kulak verelim:
“Kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi, hiç duraksamaksızın tanımamız ulusal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın partisi… ulusların kaderini tayin hakkı yerine her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlilik kazandırmayı kesin görev sayar.”[2]
Ulusal sorun ve kapitalizm arasındaki ilişkiyle emperyalizm çağında ulusların kendi kaderini tayin hakkının taktiksel çerçevesine dair söyleyeceklerimizi burada keselim. Bir adım daha atarak bu topraklarda ulusal sorunun köklerine ve bu sorunun siyasal-toplumsal gelişmeler bağlamında sosyalist siyasetle ilişkilenmesine daha yakından bakabiliriz.
Kısa bir tarihsel çerçeve içinde Kürt sorunu ve sol
1800’lü yıllara gelinceye kadar siyasal-toplumsal örgütlenmesi mirliklere dayanan Kürdistan coğrafyasında, Osmanlı’daki reform hareketlerini takiben merkeziyetçi idari yapının güçlendirilmesi için mirliklerin dağıtılarak merkezi otoriteyi sağlamlaştırma girişimleri görülmeye başlanmıştır. Böylece bir yandan bu girişimlere dönük tepkiler oluşurken; diğer yandan da aşiretler üstü birleştirici bir yapı olan mirliklerin dağıtılması sonucunda birleştirici bir toplumsal siyasal kurumlaşma ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Bu boşluğu ise ilk olarak dinsel yapı doldurmuştur. Böylece 1800’lerin ikinci yarısında şeyhlerin hızla siyasal bir önem kazandıklarını söyleyebiliriz. Sonuçta Kürdistan’da merkezileşme sağlanmaya çalışırken, 1900’lere girilirken Osmanlı’da iktidar ikili bir karakter göstererek siyasal otoriteyi merkeziyetçi bürokrasi, toplumsal otoriteyi ise şeyhlik ile ifadesini bulan dinsel yapılanma temsil eder olmuştur. Ne var ki Osmanlı açısından bu durum, 1900’lerin başında devletin dağılma sürecinin hızlanmasına rağmen Kürtlerin bağımsız bir Kürdistan fikrinin konjonktürel olarak kabul görmemesine yol açmasıyla kabul edilebilir bir işlevsellik kazanmıştır.[3]
Birinci Dünya Savaşının arefesinde içsel dinamiklerden çok dışsal dinamiklerin ağırlık kazanması ve siyasal gelişmeler, zayıf da olsa uluslaşma dinamiğini doğurmaya başlar. Öte yandan cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle Kemalist iktidarın halifeliği kaldırması ve akabinde Şeyh Sait ayaklanmasında izlediği yol Kürtlerle ilk kırılma anlarının yaşanmasına neden olmuştur. Dinsel yapılar üzerinden egemenliklerini kurmuş olanlarla bu otoriteye tabi olan toplumsal kesimlerin tepkileri görülmeye başlanmıştır. Kemalist iktidarın, sosyo-ekonomik yönelimini çizerek kapitalist dünyada yerini alması ve buna paralel olarak gecikmiş bir uluslaşma yönelimine girmesi, milliyetçilik ilkesinin öne çıkartılması, güneş-dil teorileri zorlamaları sözü edilen kırılmayı ideolojik boyutlarıyla da pekiştirmiştir. Sonuçta 20.yy’da geç-kapitalistleşme, geç-modernleşme süreçleri yaşayan genç cumhuriyet kucağında nur topu gibi bir ulusal sorunla sahneye çıkmıştır.
Kurtuluş yıllarından kuruluş yıllarına gelinip biraz daha yol alınınca manzara en genel haliyle şöyleydi. Şeyh Sait isyanı dinin birleştiriciliğinin sonuna gelindiğini en açık biçimde göstermiş, fakat dinsel otorite siyasal otoriteyle önce uzlaşmış, sonra süreç içerisinde bütünleşmişti. Türk uluslaşma sürecine yeni Türk burjuvazisinin yön vermeye başlamasıyla ayaklanma girişiminde bulunmayan aşiretlerin, feodal ve dinsel egemenlik alanlarına dokunulmuyor, yeni Türk burjuvazisiyle Kürt aşiret feodalleri arasında bir garip ilişkilenme hali yaşanıyordu. Gariptir çünkü bu ilişkilenme halinde yapı olarak feodalite çözülmeye terk edilmekle yetiniliyor, sonuçta iki üretim tarzı arasında bir eklemlenme yaşanıyordu. Topraksız Kürt yoksul halkına ise devlet ile aşiretler arasında sıkışarak sefalet, yokluk ve aşağılanma içinde yaşamaya çalışmak düşüyordu.
Açıkça söylemek gerekli, yukarıdaki manzarada solun bırakın toplumsal-siyasi güç olarak olmasını; müdahale edecek, neredeyse dokunabilecek bile ağırlığı yoktu. Nitekim sol toplumsal planda görünür olabilmek için 1960’lara kadar bekleyecekti.
Solun toplumsal ağırlığı olmasa da, 1920 yılında kadrosal toparlanmaya dayalı siyasi yükseliş TKP’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştı. 1917 Ekim Devrimi’ni takiben 1920 yılında Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda, yüzünü doğuya dönen devrim sömürücü sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleyi birleştirmeyi amaç ediniyordu. Sovyetler’in hemen güneyinde emperyalist işgale karşı verilen ve muktedir olma yolunda ilerleyen bir mücadele varken, doğal olarak Kurultay doğunun ulusal sorunu olarak merkeze “Türk” sorununu yerleştirmek durumunda kalıyordu. Kaldı ki Türkiyeli sosyalistlerde bile “milliyetçiliğin” ve Asyacılığın tezahürlerini görmek mümkündü. TKP ise ulusal kurtuluşçuluğun ağır bastığı bir kimlik edinmiş, işçi sınıfıyla sınırlı bir ilişki geliştirebilmiş olsa da ulusal kurtuluş hareketi içinde rol almıştı.
Sonuç olarak dönemin TKP’si, Türkiye’de başlayan ulusal kurtuluş savaşını ileri bir adım olarak görmüş ve Osmanlı’nın emperyalist güçler tarafından paylaşılması siyasetine karşı duruşunun bir gereği olarak, gerici bir yere oturan Kürt ayaklanmalarını karşısına almıştı. Ayrıca Anadolu’da sürdürülen ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemesinin nedenleri arasında Sovyetler Birliği’nin emperyalizme karşı konumunun da büyük etkisi vardı.
Türkiye’de kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileri ilerleyip geliştikçe Kürt nüfusun yoğun yaşadığı topraklarda ağır da olsa dönüşümün izleri görülmeye başlanmıştır. Çok partili burjuva parlamenter sisteme geçişle birlikte ülkenin siyasi atmosferi de hızla değişmeye başlamıştır. Bu havada dikkat çekici durumlardan biri, sol siyasetin ve sendikaların Demokrat Parti üzerinden aranılan ve kısa zamanda tarihsel büyük bir yanılgıyla sonuçlanan kıpırdanış çabaları olmuştur.
Az önce değinilen Türkiye burjuvazisiyle Kürt aşiret feodalleri arasında ilişkilenme hali, 1950’lere gelinceye kadar geçen zamanda söz konusu Kürt egemenlerinin Türkiye’nin egemen sınıfları içinde yerini almaya başlamasıyla sonuçlandı. Bölgede büyük toprak ağalarının eline geçen ticaret, pazar yoluyla kapitalizme eklemlenirken; bu toprak ağaları kapitalist sermaye birikim sürecine dahil olmuştur. Öte yandan tarımda kapitalistleşme de doğal olarak büyük toprak sahipleri aracılığıyla gerçekleşmiş, bu sırada yoksul köylülüğün niceliksel patlaması görülmüştür. Sürecin seyri içerisinde 1960’lara yaklaşırken ileri tarım teknikleri ve Marshall planı etrafında uygulanan ekonomik yardım paketi aracılığıyla gerçekleşen tarımda makineleşme ile feodal ilişkiler çözülmeye başlarken, büyük toprak sahiplerinin daha az emek gücü istihdam edebilir hale gelmesi, büyük köylü kitlelerin işsiz kalmasına yol açmıştır. [4] Tüm bu dönüşümlere karşın yukarıda da işaret edilen dönemin sol güçlerinin baktıkları alana Kürt sorunu girememiştir. Doğrusu, Kürt ulusal sorununun ve Kürt dinamiğinin ülkenin toplumsal-siyasal ikliminde özgün ağırlığını bulabilmesi için 1960’ları ve sol siyasetin yükselişini beklemek gerekmiştir.
Sınıf mücadelesi ve sol yükselişin Kürt dinamiğiyle ilişkilenme yılları
Sol siyasetin gür bir sesle sahneye çıkmasının sosyal, siyasal ve ekonomik dönüşümlerle yakından ilgisi vardı. 1961 anayasasının sağladığı görece ileri sosyal-siyasal hayat, kapitalizmin hızlı gelişimi ve kentleşmede hızlanma, kırsal alanlardan kentsel alanlara doğru yaşanan iç göç, demografik dönüşüm 1960’lardaki manzaranın çerçevesini çizmiştir. Bu çerçevenin içinde, büyüyen kentlere gelerek kentsel dokuda kapitalist üretim süreçlerinde yerini alan Kürt emekçiler ile daha iyi eğitim olanaklarını arayan Kürt gençleri de sessizce yerini almıştır. İşçi sınıfı ve orta sınıflar alttan alta bir hareketliliğe doğru yol alırken, düşünsel alanda sol yayıncılık faaliyetlerinin artması sosyalist düşünceyi yaygın şekilde tartışılır hale getirmiş, aydınlar ve öğrencilerle yakalanan rezonansla kemalizmin sınıfların reddini öngören halkçılık yorumu sosyalizan bir eksende henüz tam sorgulanmasa da en azından yeniden yorumlanmaya başlanmıştır.
Tüm bunlar arasında dönemin sol açısından öne çıkışının hem görünür ilk ürünü hem de trampleni, sendikacıların ve aydınların girişimiyle kurulan TİP olmuştur. Parti içinde kısa süre sonra yaşanan SD ve MDD ayrışmasıyla solun daha sonraki on yıllarını kapsayacak olan iki ana damar şekillenmiştir.
Kaba hatlarıyla söylersek dönemin anti-emperyalist gençlik hareketini ağırlıklı olarak belirleyen MDD, varsaydığı millici sınıfları bir araya getirerek milli bir cephe oluşturmayı hedefliyordu. Böylece bu milli cephenin sağlayacağı zemin üzerinden yarım bırakılmış burjuva devrimi tamamlanacaktı. Çelişkiler sınıf mücadelesinin dışında tanımlanırken açıkça sınıf uzlaşmacılığı yapılıyor, araç olarak popülizm ve mücadelecilik başköşeye yazılarak ülke ve dünyadaki konjonktürel siyasi gelişmelere göre yön çiziliyordu.
Demokratik devrimin ittifakları sorunu hiç kuşkusuz milli burjuvaziden köylülüğe kadar olan yelpazede aşırı bir esnekliğe gerek duymuştur; bu nedenledir ki köylülüğün demokratik devrimi desteklemesi için feodal sömürü ve topraksız köylü öne çıkarılmıştı. Bu da açıkçası Kürt köylüsüne ancak dolayımlı ve dönemsel bir bakış yaratabilirdi. Hepsi o kadar. Nitekim daha ötesi için MDD’ciliğin Yön çizgisinin belirlenim alanından uzaklaşarak, kendi iç yarılmalarını yaşaması gerekecektir. Bunun için 12 Mart ötesindeki “konjonktürel” gelişmelerin etkisi beklenmeliydi.
İllegal koşullarda mücadelesini örgütlemeye çalışan TKP ise, MDD’ye eleştirel tavır takındığı halde, o günkü programatik zeminde özellikle milli burjuvaziyle ittifak konusunda paralel görünümler sunuyordu. Bu da konuya dair yeterli mesafeyi oluşturuyordu.
Sözünü etmiştik, iç göçler sonucunda kentsel dokuda üretim süreçlerinde yer almaya başlayan Kürt emekçileri sınıf içerisinde kendini göstermeye başlamıştı. Nitekim kimi Kürt işçi önderleri, sendikacıları ve aydınları TİP içerisinde düzen dışı siyasal mücadeleye merhaba demişlerdi. Bir de Kürt sosyalistleri. Ancak bu bile Kürt sorununa dair somut olarak 1967 Doğu Mitingleri dışında bir girişime neden olmamıştır. Elbette bu mitingler küçümsenemez. Dersim ayaklanması üzerinden geçen yaklaşık 30 yıllık yalıtılmışlık, terk edilmişlik ve suskunluktan sonra soruna dair yapılan “güçlü” bir müdahaledir Doğu Mitingleri. Böylece sınıfsal bakışla ve toprak reformu talebiyle de olsa devrimci mücadelede politik bir açılımda Kürt sorunu ilk kez yer edinmiştir.
Türkiye burjuvazisinin siyasi temsilcileri 12 Mart muhtırasına doğru, ülkede “beşeri gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiğini” keşfediyor; Kızıldere’de devrimcilerin katliamı, üç devrimci gencimizin idamı ve yaşanan yüzlerce siyasi tutuklamayla, düzen “beşeri” gelişmeyi baskı altına alabileceğini, en azından sınırlandırabileceğini hesap ediyordu.
Türkiye kapitalizmi thal ikameci model ile sermaye birikim sürecini hızlandırarak sürdürürken, ülkede devlet destekli ağır sanayi teşekkülleri oluşuyor, dayanıklı tüketim malları yaygınlaşıyor, enflasyonist politikalarla “hayat pahalılığı” üzerinden sermaye grupları palazlandırılıyordu. 1950’lerde başlayan tarımda makineleşmenin dolaylı sonuçlarından olan kentlere göç devam ettikçe kentsel alanlarda plansız ve düzensiz büyüme yeni sorunları beraberinde getiriyordu. Barınma ana sorunlardan biri haline geliyor, emekçi yığınlar niteliksiz “konutlarda” zorlu yaşam koşullarında yaşamlarını sürdürmeye çalışırken, etnik-mezhepsel-hemşehrilik bağları sınıfsal aidiyet içerisinde karmaşık bir sosyal eklemlenmeyi doğuruyordu. Kentsel rant alanları ve bunun paylaşım sorunları oluşuyordu. Söz konusu hızlı ve düzensiz kentleşme, beraberinde belediyecilik ve altyapı hizmetleri alanları üzerinden de hizmet iş kollarında niceliksel bir artışı getiriyordu. Diğer yandan kapitalizmin yedek iş gücü ordusu artarken, işçi ücretleri reel olarak azalıyordu.
Tüm bu gelişmeler paralelinde sınıfsal ve toplumsal hareketlenmeler görülmeye başlanmıştı. Bu arada 70’lerin ikinci yarısında özgürlüklerine kavuşan devrimci öncü kadroların etrafında sol-sosyalist bir toparlanma gerçekleşiyordu. MDD tezlerinden hareket eden THKO ve THKP-C’nin devamında bu siyasi gelenekleri benimseyerek, eleştirerek, yeniden üreterek yollarına devam eden devrimci-demokrat örgütlenmeler şekillenmişti. TİP 2. kez kurulurken, TKP ise kitlesel bir çıkış için işçi sınıfı içerisinde örgütlenmesini hızlandırmış ve bu çıkışı da yakalayabilmişti.
Yukarıda MDD’nin mücadele ve konjonktüre endeksli bir karakterinin olduğunu belirtmiştik. Bu karakter MDD kökenli devrimci demokrat örgütlerin toplumsal dinamiklere bütünüyle bağımlı olmasının da nedenidir. Bu tam bağımlı hali onu dönemsel olarak kemalizmin, popülizmin, ulusal kurtuluşçuluğun, marksizmin, liberalliğin etki alanına sokar. Söz konusu dönemdeyse kemalizmden etkilenim dozu azalırken sonuna kadar popülist ve liberal etkilenimlere de açık hale gelen bir devrimci demokrasi karşımızdadır. Nitekim siyasal devrimi önceleyen hatta neredeyse yok sayan bir toplumsal devrim anlayışından bahsedebiliriz. Ne de olsa devrim üretim tarzının değişmesi yani bir üretim tarzının daha ileri bir üretim tarzına geçişi değil miydi!
Sosyalist Kürt aydınları, işçi önderleri 60’larda genel anlamda TİP içerisinde mücadelede yer alırken, sol siyasetin bütününün kemalizmle ideolojik kopuşunu tamamlamamış olmasını pek de önemsememişlerdir. Ancak 60’ların sonunda solda kemalizmden kopuş tartışmalarının başlaması, 70’li yıllardaki dönüşüm ve toplumsal-siyasal hareketlerin etkisiyle Kürt ve Türk solu birbirinden ayrışmaya başlar. 80’lere yaklaşırken ise örgütler içinde ulusal sorun tartışmalarından yürüyen ayrışmalar yaşanır. Bunlardan belki de köşeleri en belirgin olanı Kurtuluş grubunun özellikle kemalizmden kopuşun gerçekleştirilememiş olmasının öne çıktığı THKP-C mirası eleştirisidir. Bu grup Türkiye ve Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü adı ile örgütlenirken Kürt ulusal sorununa ayrı bir yer tanıyor, demokratik devrimin tamamlanabilmesi için Kuzey Kürdistan’da feodal yapının dağıtılması gerekliliğini öne çıkarıyordu. Neredeyse Türkiye devriminin yolu Kuzey Kürdistan devriminden geçiyordu. Marx’ın İrlanda sorununa yaklaşımının kötü taklidiyle, Kürdistan bir kaldıraçtı…
- TİP’de ise sosyalist devrimcilik daha da billurlaşıyordu. Devrimci demokrasi açısından çok popüler olan demokrasi mücadelesi, TİP nazarında ancak sosyalizmin demokrasi anlayışıyla ve sosyalizmi hedef alarak yürütüldüğünde başarılı olacak bir kar küreyici olarak önemseniyordu. Aynı dönemde kitlesel bir çıkış yakalayan TKP, Atılım döneminin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) politikasıyla CHP ekseninde tavır alıyordu. Böylece 70’lerin sonuna gelindiğinde TİP-TKP ve Kürt dinamizmi arasında bakışımsızlıktan bahsedebiliriz. TKP’nin UDC ile ittifaklar kapsam kümesine almaya çalıştığı düzen partisi CHP ise reel politik talep olarak “Toprak Reformu”nu dillendirmiştir. Ancak Türkiye burjuvazisi Kuzey Kürdistan’daki pazardan daha fazla yoksun kalamayacağının farkında olsa da, gecikmişliğinin ve zaaflarının bir o kadar bilincinde olarak, eğer yapılacak olursa bu reformun özellikle Kürdistan’da yaratacağı yıkıcı dinamizmin sonuçlarını hesaplayamamaktan korkmuş ve bu adımı atmamıştır.
Kutbunu yitirmiş dünyada Türkiye solu ve “Kürt sorunu”
80’lere yaklaşırken emperyalist-kapitalist ülkelerin üretim süreçlerindeki yeniden yapılanma ihtiyaçları ile Türkiye kapitalizminin ve burjuvazisinin ihtiyaçları, ithal ikameci modelin aşılmasını gerektiriyordu. Bunun için izlenecek ekonomik planlar 24 Ocak tarihinde hazırlanmış olsa da, ülkedeki sol siyasi hareketlilik bu kararların rahatça yaşama geçirilebilmesinin yolundaki en önemli engellerden biriydi. Sermaye iktidarı ve emperyalizm, çözümü askeri-faşist bir darbede buldular.
Türkiye kapitalizminin seyrinde yeni bir dönem açılırken, darbenin fiziki yıkıcılığı ve şiddeti ile darbenin sınıf ideologlarının ürettiği ve resmi ideolojiye eklemlemeye çalıştıkları Türk-İslam sentezi, yeni dönemi belirlemeye başlamıştır.
Türk-İslam sentezi dini ortak paydaya rağmen bünyesinde taşıdığı ırkçı-faşist yaklaşım aracılığıyla Kürt halkı içindeki yoksulların ve köylülerin ötekileştirmesinin devamı anlamına geldi. Türkiye solunun darbe öncesindeki etkinliğinin kırılmasının da bu manzaraya eşlik etmesi Kürt aydınlarının ulusalcılık temeliyle buluşarak ayrı düşmelerinde etkili oldu. Bu aydınlar, çıkış saiklerinde marksist çerçeveyi de savunan, ana toplumsal ayağını yoksul Kürt köylülerine basan ve darbe koşullarının şiddeti karşısında gerilla mücadelesine başvurarak sahneye çıkan PKK hareketine yaklaşmışlardır.
Şiddetli bir güç ile ortaya çıktığını kabul etmemiz gereken Kürt hareketi, 12 Eylül sonrasında düzen ve eşitsizlikler karşısında tepkiselliğini örgütlü kılamayan dağınık Türkiye solunun aklında “güç politikaları” yanılsamasıyla da kısa zamanda bir çıkış dinamiği olarak belirmiştir. Bu arayışçılık, çoğunlukla “enternasyonalizm” bahanesiyle savunulmaya kalkılan bir ilkesizliğe dönüşmüştür.
İlkesel esneme payı oldukça yüksek olan, ama zaten marksizmle de tarihsel olarak güçlü temas noktaları kuramamış olan solumuz, bu çıkış arayışçılığında devrimci demokrasinin yeni-sol ve liberalizme açık düşünsel yapılanmasının da etkisiyle 80’lerin ortasından 90’ların ortasına kadar “ben nerede yanlış yaptım” ve “bir şey yapmalı” arasında salınımlar yaşamıştır. Nitekim devrimci demokrasi siyasi devrimi önceleyen toplumsal devrim anlayışını, dolayısıyla toplumsal çelişkiye bakışını emeğin sömürüsü düzleminden ezen-ezilen, devlet-halk (yeni sol söylemdeyse devlet-sivil toplum) düzlemine kaydırmıştır. Eşitlik mücadelesinin yerine özgürlük mücadelesi ikame edilmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle de zaten gelecek toplum tasavvurunda pamuk ipliğine bağlı olan sosyalizm vurgusunun yerini “her derde deva demokrasi” vurgusu almıştır.
Tüm bunların etkisiyle Türkiye solunun büyük bir kesimi için Kürt sorununu sınıf perspektifinden süzme ve önderlik etme amacı yerine, takipçilik ve hatta 90’ların ikinci yarısı sonrası için biatçılık söz konusu olmuştur.
İşaret edilen siyasi-ideolojik bunalım, Türkiye solunun büyük kesimini salt Kürt sorunu üzerinden ve demokratik haklar çerçevesinde hareket etmeye doğru yaklaştırırken, Kürt siyasi hareketi de ideolojik sıkıntılar yaşamıştır. Ne var ki, Kürt hareketi tarihinde kendini bir özne olarak kurma sürecinde karmaşık bir ideolojik mücadele vermiş olsa da Türkiye solunun çoğu bileşeni bu mücadeleyi ya kaybetmiş ya da bu mücadeleden büyük yaralar alarak çıkmıştır. Bu noktada başka pek çok alanda olduğu gibi Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle sosyalist ideolojinin büyük prestij ve etki alanı kaybetmesinin etkilerini görürüz. Dünya genelinde yalnızca proletarya partileri kuzey yıldızını kaybetmiş olmakla kalmamış, ulusal ve bağımsızlıkçı hareketlerde emperyalizm karşısındaki pivot ayaklarını yitirmişlerdi. Ulusal hareketler emperyalizmin siyaset arenasına sıkışıp kalmışlar, küresel eklemlenmeyle emperyalist-kapitalist “yeni dünya düzeni”nde avantajlı konum edinme arayışına girmişlerdir. Kürt ulusal hareketi de emperyalizmden bağımsız davranabildiği göreli dönemlerin sonuna gelmiş, özellikle AB ile kurulan bağlar dikkat çekici düzeye çıkmıştır. ABD’nin Irak’taki birinci ve ikinci işgalleri sonrası, ABD emperyalizmi de doğrudan devreye girmiş ve Kürt ulusal sorunu inkar edilemez düzeyde bölgesel bir sorun haline gelmiştir. Beraberinde emperyalizmin bölgesel politik kartlarından bağımsız hesap edilemez bir soruna da dönüşmüştür. Kürt siyasi hareketi bu durumdan yola çıkarak, Türkiye’deki siyasetin esasında Kürt sorununa ilişkin alınan tavır üzerinden şekillendiği, tüm diğer başlıkların tali olup, ana başlığa bağımlı oldukları söylemini geliştirmiştir. Hatta Öcalan’ın 99 yılında ortaya attığı “Demokratik Cumhuriyet” tezinin tarihsel çerçevede altını doldururken kullandığı temel yaklaşımın bu perspektife dayandığı görülür.
Kürt ulusal hareketinin ilkin yoksul köylülük üzerinden yükselen bir hareket olduğunu çok yineledik. Özellikle 60’lardan sonraki Türkiye kapitalizminin hızlı ilerleyişini göz önüne alırsak uzun zamandır kırsal proletaryanın bir parçası olması haliyle yoksul Kürt köylülüğünün Türkiye işçi sınıfının bir parçası olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak süreç içinde Kürt ulusal hareketi siyasi taktik ve stratejileri dolayısıyla hareketin sınıfsal karakterini karmaşıklaştırarak önemli bir dönüşüm yaşamıştır.
Geçen onca yıla rağmen Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıfının gelişkinlik düzeyi ile Kürt illerindeki sanayileşme-kapitalistleşme düzeyi arasında fark olduğunu da görmek gerekir. Bölgedeki sermaye birikimi tam olarak sanayi sermayesine dönüşemeyen, ama bölge dışına da kayabilmiş ticari bir sermaye şeklini almıştır. Buna paralel olarak hizmet sektörünün devasa büyümesinden bölge de nasibini almıştır. Sonuçta az önce değindiğimiz karmaşıklaşan sınıfsal bileşim ticaret burjuvazisinden, orta-üst orta sınıfsal katmanlara, oradan metropollerdeki Kürt kent yoksullarına kadar çeşitlilik göstermiştir.
Sonuç bölümüne geçmeden önce biraz daha sabır diyerek yakın döneme ilişkin son bir parantez açalım.
90’ların başında Kuruçeşme toplantılarıyla sürüp giden tartışmaların sonucunda “solun birlikteliği” açısından en belirgin olarak ortaya çıkan ve uzunca bir dönem boyunca solun aurasını belirleyen ÖDP siyaset sahnesine çıkmıştı.
Ana omurgası ve söylem hattı Dev-Yol geleneğini sahiplenen gruplarca belirlenen parti, Avrupa yeni solunun “radikal demokrasi” düşüncesinden hareketle siyasal pratik sergilemeye çalışmıştı. Radikal demokrasi şemsiyesinde işçi sınıfının toplumsal dönüşümler için nesnel bir güç olmaktan çıktığı, niteliğinin değiştiği, niceliğininse daraldığı gibi argümanlar öne sürülüyor, yeni toplumsal hareketler keşfediliyordu. Sınıf, diğer toplumsal hareketlere eklektik biçimde ilişkilendirilerek onlarla eşitleniyordu. Tuhaf bir biçimde, parti içinde etkili bir grup olan Kurtuluş/Sosyalist Demokrasi İçin Kurtuluş (aynı grubun iki kanadı, bir dizi örgütsel ayrışmadan sonra günümüzde SDP – Devrimci Parti çatısı altında buluşmuşlardır) çevresi de radikal demokrasi yaklaşımında bu hatta paralel düşerken, bir adım daha atarak Kürt ulusal sorununa çözülmesi gereken ana halka misyonu biçiyor, Türkiye’deki siyasal sorunların Kürt sorununda alınacak tavır üzerinden çözüleceği anlayışını üretiyordu. Ne var ki Türkiye’nin üretim ilişkilerinin bütününde, “yeni toplumsal hareketler” olarak kavramsallaştırılan hareketler “radikal demokratik” söylemlerin etki alanını genişletebilecek bir yere sahip olamamış, Kürt ulusal sorununda ise Kürt siyasal öznelerine tabiyet halkası kırılamamıştır. Soruna müdahale dayanışmacılık ve demokrasicilik ötesine taşınamamıştı.
Son 10-15 yıllık geçen zaman zarfı “radikal demokrasi” anlayışının nesnel zeminini oluştururken, radikal demokrasiye toplumsal bir güç alanı yaratacak olanaklar sunmaktadır. Bu nesnelliği keşfeden HDP olmuş, “Türkiyelileşme” yolunda bu zeminde siyasetini örmeye başlamıştır. Ancak hem öznel kısıtları hem de nesnel sınırlardan ötürü “Türkiyelileşme” başarılamamıştır. Bugün HDP’nin taşımaya çalıştığı radikal demokrasi, toplumsal formasyonda sınıfı eklektik bir unsur kertesine düşürerek kompartımandaki eşitlerden biri olarak ele almasıyla ideolojik-siyasi açıdan sosyalist devrimcilerin karşısındaki yerini korumaktadır.
Buraya kadar yazılanlardan sonra “Masa da masaymış ha” diyerek, sınıfa ve öncü partiye selam çakıp açtığımız parantezi kapatalım ve sonuca gelelim.
Sonuç
Öncelikle sıcak gündemden bakıldığında, yaşanan savaşın sürmesinin milliyetçi, gerici ve şoven unsurlarla emperyalist politik hesapların güç kazanmasına yardımcı olacağını, Kürt emekçilerini iki halkın kurucu öznesi olabilecekleri sosyalist Türkiye hedefinden daha da uzaklaştıracağını, bununsa tüm sosyalistler için geriye düşmek olduğunu söylemek gerek.
Savaş gündemi üzerinden Kürt hareketinin, “bağımlı” sosyalistlerin ve çevrelerin “barış” ve “dayanışma” politikası; anti-emperyalist ve sınıf ekseninde ele alınmadığı müddetçe etkisizleşmeye mahkumdur. Oysa Kürt dinamiği yalnızca ulusallık ve demokratik haklar üzerinden yürütülen dönemin sonuna neredeyse 30 yıl öncesinde gelmiştir. Daha fazla gecikilen her dönemde bırakalım düzen karşıtlığını, düzen dışılığın bile sınırları zorlanmaktadır. Hatta içinden geçilen zamanda bölgesel gelişmeler göstermektedir ki emperyalizmle uzlaşma eğilimleri her zamankinden daha gür biçimde yaşanır olmuş, Kürt emekçi halkına ise acılara tutunarak yaşamak kalmıştır.
Bugün Türkiye kapitalizminin yedek sanayi ordusunun ve düşük nitelikli işgücünün büyük kısmını, hizmet alanındaki ve Çukurova gibi hem sanayi hem de endüstriyel tarım havzası özellikleri barındıran bölgelerde ucuz işgücünün önemli bir kesimini Kürt emekçiler oluşturmaktadır. Bu durum Kürt sorununu sınıf sömürüsü gündemine direk olarak yerleştirir. Kürt ayrımcılığının toplumsal zihinde dolaysız ya da dolaylı sürekli yeniden üretilmesi kapitalist sömürünün örtülmesinin araçlarından birisidir. Bu örtü yırtılmalıdır…
Kürt halkının dolayısıyla Kürt emekçilerinin elbette belirli bir tarihselliğe dayanan demokratik hak talepleri geçiştirilecek konu değildir. Demokratik haklar için mücadele sosyalist devrim mücadelesinden ayrı düşünülemez. Bu bağlamda ulusal sorun karşısında egemenlerce dönem dönem dozu artırılarak, çoğunlukla da devlet terörü devreye sokularak icra edilen baskı siyasetine karşı verilecek mücadele işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle buluşturulmalıdır. Bu buluşma ne bir ittifak biçiminde ne de sadece dışsal bir dayanışma biçiminde olabilir. Buluşma sınıf mücadelesinin sözü edilen Kürt emekçi dinamiğini kapsamasıyla olabilir. Tarihsel zorunluluk budur. Sınıfın partisi ise bu zorunluluğu pratiğe geçirmek ve bunun başarılabileceğini göstermek zorundadır.
[separator type=”thin”]
[1] Lenin, V.İ. (1989). Ulusların kendi kaderini tayin hakkı (Çev: M.Erdost). Sol Yayınları. s.271
[2] A.g.y. s.11
[3] Kurt, T. (Temmuz 1996). Ulusal sorun tezleri 1 Gelenek. sayı:52.
[4] Beşikçi, İ. (1969). Doğu Anadolu’nun düzeni. E Yayınları. s.196