Bazı sorunların üzerinde birçok kez durmanın bir sakıncası yoktur. “Kabak tadı” da verse, sorun çözülmediği ve dinamik bir sürecin ürünü olarak ek değişkenlerin soruna dahil olduğu bir tabloda, konuyu bir kez daha ele almak gerekiyor. Bu noktada Kürt sorunu da benzer bir içeriğe sahip.
Kürt sorunu; bugüne değin şurasından ya da burasından ele alınmasına karşın, sorunun kendisinin güncel manada başka görünümler alıyor oluşu konuya yeniden eğilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla bilindik tezlerin yeniden üretiminden daha çok, bir hattın güncellenmesi ile karşı karşıyayız. Bugün Kürt sorununun almış olduğu görünüm ne olursa olsun, sorunun oturduğu zeminin bir kez daha tartışılması gerekiyor. Türkiye işçi sınıfının bileşimi, farklı sektörlerin oluşum şekli göz önüne alındığında Kürt emekçilerinin buradaki ağırlığı Kürt sorunun değerlendirilmesi ve çözümü noktasında “farklı bakış” açılarını değerli kılmaktadır.
Bu “farklı bakış” açısının ne olduğu yazının bütününde açılmaya çalışılacak. Ancak bununla birlikte Kürt sorununun yalnızca “ulusal sorun” bağlamında ele alınmasının sınırlarının olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bu durum Kürt sorununun “ulusal sorun” bağlamında değerlendirilemeyeceği, çözümün ulusal sorunun farklı biçimlerinde aranamayacağı anlamına gelmiyor.
Elbette Kürt sorununun özü ulusal sorun bağlamında değerlendirilebilir. Ancak Kürt emekçilerinin bugün işçi sınıfı içinde taşıdığı ağırlık, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi, sermaye sınıfının emperyalizmle eklemlenme şekli düşünüldüğü zaman Kürt sorununun çözüm yollarından bir tanesi sosyalist çözüme denk düşmektedir. Dolayısıyla sorunu ele alış biçimlerinden bir tanesinin “sınıfsal bakış” taşımasında hiçbir sakınca yoktur.
Bununla birlikte sorunun bu biçimiyle ele alınışında maddi zemininin ne olduğuna ilişkin bir tartışma yürütmek gerekiyor. Maddi zeminden söz ediliyorsa, kapitalizmin gelişim dinamikleri ve sınıflar arası dengeden mutlaka söz etmek gerekecektir. Dahası oluşturulacak tezin mutlaka tarihsel bir çerçeveye oturtulması ve anlamlandırılması gerekecektir. Tarihten bugüne süzülen maddi gerçeklik, bugünü anlamamızı sağlamakta ve bize sorunun gelecekte alacağı görünümü vermektedir. Dolayısıyla yapılacak tüm değerlendirmelerin bu zemine kurulması sağlıklı olacaktır.
Çıkış noktası: Kapitalizmin gelişim dinamikleri
İlk olarak değerlendirilmesi gereken nokta Kürt sorununun çıkış noktasıdır. Bir ulusal sorun olarak Kürt sorunu Türkiye’de kapitalizmin gelişim dinamikleri ve tarihsel gelişim süreci içinde ortaya çıkmıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz ve birleşik gelişim yasasının üretici güçleri belirlediği bir çağda Türkiye topraklarında kapitalizm iki kanaldan gelişmiştir:
- Dışsal güçlerin, ilk olarak emperyalist olmaya aday imparatorluk merkezleri ve daha sonra emperyalist ülkelerin, ihtiyaçlarına göre kapitalizm Türkiye topraklarında demir almıştır.
- Dışsal güçlerin belirlenimiyle birlikte iç pazarın ihtiyaçları ve egemen sınıfın gelişmekte olan Batı’yı takip etme arzusu Türkiye’de kapitalizmi belirleyen bir diğer faktördür.
Bu iki faktörün kesişim kümesi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlamak üzere kapitalizmin idari merkezlere ve ulaşım noktalarına yakın bir biçimde gelişim seyri izlemesidir. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin ana odak noktasının Batı’dan başlayarak önce tarım merkezlerine, oradan da daha yerel pazarlara doğru açılması ve taşmasının bir dizi sonucu olmuştur. Bu sonuçların başında ise sermaye bazı merkezlerde yoğunlaşırken; iç pazarın da genişlemesiyle birlikte tarımda “işgücü fazlası” ortaya çıkması gelmektedir.
Sonuç basittir; kapitalizmin daha önce geliştiği noktalarda sanayileşme ve işçi sınıfı gelişirken, diğer noktalarda “yedek işgücü orduları” meydana gelmiştir. Marx’ın Kapital’de çizdiği tablonun, Türkiye kapitalizminin gelişim dinamiklerine fazlasıyla uyan yanları vardır. Elbette özsel olarak değilancak süreç açısından bir takım farklılıklar bulunulabilir. (*)
Özellikle geç kapitalistleşen ülkelerde görülen merkezi iktidarın belirlenimlerinin ve müdahalelerinin fazla belirgin olduğu, entegrasyon süreçlerinin yönlendirdiği, bağımlı ülkelerde görülen “kalkınma sorunu”nun tekrarlandığı bir kapitalistleşme süreci yaşanmıştır Türkiye’de. Öte yandan örneğin Sweezy’nin bağımlılık teorisinde özetlediği türde bağımlılık ilişkilerinin yaşattığı kısıtlardan daha fazlası gerçekleşmiştir.
Bu durumda kapitalistleşmenin hikâyesinde Türkiye’ye özgü yanlar olduğu gibi, evrensel olanla benzeşen yanlar da vardır. Öte taraftan burada belirleyici olan kapitalizmin hareket yasalarıdır ve Marx’ın Kapital’de serbest rekabet için tanımladığı şu unsur, emperyalizm çağında dahi geçerliliğini korumaktadır:
“Serbest rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları tek tek kapitalistlerin karşısına, bunların kendi dışlarında ve hepsinin boyun eğmek zorunda oldukları yasalar olarak çıkarır.”[1]
Bu durumdan yola çıkılarak şu noktaya varılabilir; Türkiye’de kapitalizmin gelişimi emperyalizm çağının ve geç kapitalistleşmenin izlerini taşır. Fakat bu izler belirli sınırlamaları içerir ve bu sınırlamalar pazarın üretim ilişkilerinin nasıl geliştireceğini de belirler. Ortaya çıkan tabloda tarihsel seyir içerisinde eşitsiz ve bileşik gelişimin damga vurduğu bir süreç yaşanmıştır. Bu yasanın doğal uzantılarından biri olarak da Türkiye işçi sınıfı şekillenmiştir.
Türkiye işçi sınıfının bu tarihsel gelişimi içinde nasıl bir bileşene sahip olduğu tartışması bu noktayla yakından ilgilidir. Kapitalizmin geliştirdiği piyasa ilişkileri ve ortaya çıkarttığı farklı merkezkaç etkiler, kendisinden önceki üretim ilişkilerinin izini taşımaktadır. Örneğin, ulusal sorunun alacağı şekil ve biçimler bu durumla yakından ilgilidir. Öte yandan, Kürt emekçilerinin Türkiye işçi sınıfının içerisinde tuttuğu yer, ulusal sorunu da şekillendirmektedir.
Elbette burada belirleyici olanın hangisi olduğu üzerine bir tartışma yürütülebilir. Bu noktada ulusal soruna dair iki çeşit yaklaşımın var olduğunu bilmek ve bu yaklaşımlardan biri üzerinde yoğunlaşmak faydalı olacaktır. Kapitalizmin gelişimi pazarları birleştirirken, bu süreç içinde ulusal sorunun iki eğilimi ortaya çıkar. Bu iki eğilimden ilki ulusal uyanış olarak adlandırılırken, ikincisi sermayenin merkez eğilimler adına “ulusal çitleri” yıkması olarak gözlemlenir.[2]
Öte yandan Lenin’in bu konudaki ısrarlı yaklaşımı “emekçilerin birliği” üzerinden olurken, bu sorunun çözümünde somut durumu inceler. Parçanın bütüne aykırı gelmesi durumunda komünistler açısından belirleyici olanın “devrimin kaderi” olduğu gerçeğini yineler.[3] Dolayısıyla sınıfsal değerlendirme zemini Kürt sorunu açısından da önemlidir ve mutlaka çözüme ilişkin ayırt edici olmalıdır. O halde belirleyici olan üzerinde odaklanmak konuyu netleştirmek açısından önemlidir. İşçi sınıfının gelişim seyri ve Kürt sorununun almış olduğu biçim, kapitalizmin dinamikleriyle tarihsel olarak almış olduğu yola bağlıdır.
Eşitsiz gelişimin Türkiye’deki görünümü
Bu yolun nasıl şekillendiğine yakından bakmak gerekiyor. 1838 yılında Osmanlı ile İngiltere arasında imzalanan “Serbest Ticaret Anlaşması”, kapitalizmin bütünsel bir şekilde bu topraklara girdiği ilk dönemeç olarak pekçok tarihçi tarafından uzlaşılan momenttir. Bununla birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde kapitalizmin gelişiminde baskın olan noktanın emperyalizm olgusu olduğu açıktır.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin Türkler tarafından tamamlanması ve genç Cumhuriyetin bu topraklarda egemenliğini kurduğu süreç aynı zamanda Türkiye’nin önümüzdeki dönemde gideceği doğrultuyu da net bir biçimde belirlerken, şu ya da bu biçimiyle sermaye egemenliği kendi amaçları doğrultusunda Türkiye’nin demografik, sosyolojik, kültürel ve ekonomik yapısını şekillendirmiştir. Elbette bu “doğal olan” sonuçtur.
Bununla birlikte bu doğal sonucun bir uzantısı olarak sermaye egemenliğinin bazı noktalarda yoğunlaşması süreci yaşanmıştır. İstanbul’un tarihsel olarak ticaret merkezi oluşu, Ankara’nın idare yapısını şekillendirmesi ve İzmir ile Adana’nın kapitalist merkezlerle önceden kurduğu bağlar düşünüldüğünde, hangi coğrafyanın ilk olarak gelişim gösterdiği net bir biçimde açığa çıkacaktır.
Öte yandan buradan doğal olarak bir tarafın yetenek, iklimsel koşul ve coğrafi sebeplerle daha öne çıktığı tezi fazla yüzeyseldir. Geçmişte İngiltere ve ABD arasında sermayenin gelişim dinamikleri açısından yürütülen tartışmalarda burjuva iktisatçıları bir ulusun diğerinden daha fazla “girişimci” olduğunu öne sürerken, doğal kaynaklar ile nüfusun da servetin birikimi açısından kritik rol üstlendiğini ifade ediyorlardı. Marx bu tartışmada üretimin bölüşümden, dolayısıyla sermayenin birikiminden ayrı düşünülmesinin tarihten bağımsız ve ebedi yasallıklar belirlemek olduğuna işaret ederken, asıl belirleyici olanın tarihsel süreç içerisinde üretim ilişkileri -mülkiyet biçimi dahil olmak üzere- ve onun şekillendirdiği toplumsal yapı olduğunu belirtir.[4]
Dolayısıyla Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin neden Batı’dan başladığı sorusunun cevabı sermayenin ihtiyaçlarıyla, üretim ilişkilerinde gizlidir. Anadolu’nun kapalı ekonomisi, genelde geçimlik ekonomisine izin verirken, diğer noktalarda kapitalizmin gelişimi uluslararası sermayenin istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda olmuştur. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse mesele bir “pazar” ve “ölçek” sorunudur. Yetersiz sermaye birikimi ve ölçeği kapitalizmin gelişim hızını da aynı şekilde etkiler.
İstanbul bu noktada idarenin ve ticaretin merkezi olarak ayrı bir rol üstlenirken, Bursa, Samsun, Çukurova ve Ege’nin çeşitli noktalarında sermayenin ihtiyaçlarına göre toplumsal yapı şekillenmiştir. Örneğin Çukurova’da kapitalizmin ilk gelişimi Amerikan İç Savaşı’nda azalan pamuk arzının bu bölge tarafından kapatılmasıyla sağlanmıştır. Yine Bursa ve Ege’de de benzer biçimlerde kapitalizm gelişmiştir.
Türkiye’de kapitalizmin ilk gelişme döneminde “ulaşım” başlığı da özel bir rol üstlenmiştir. Ulaşımın kolaylaştığı noktalarda hammadde ve işlenmiş ürün daha kolay yeni pazarlara açılırken, bu noktalarda sermayenin ilkel birikimi daha kolay bir biçimde tamamlanmıştır. Cumhuriyet sonrası dönemde de benzer bir eğilim devam ederken, “dört bir yanı demir ağlarla saran” yeni iktidar, bölgesel olarak bazı noktaları öne çıkartmıştır.
Öte yandan Türkiye’nin Doğu’sunda kapitalizmin gelişimi daha yavaş seyretmiştir. İşbölümü açısından tarımsal ve madeni üretimin daha yaygın olduğu bölgede, elde biriken sermaye sanayi yatırımlarına dönüşmemiştir. Bu noktada devletin belirli yatırımları olsa da, bu yatırımlar sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla 1950’lere gelindiğinde dahi ulaşım, haberleşme, enerji açısından imkânların sınırlı, pazara ulaşmanın maliyetli, vasıflı işgücünün az, kredi olanaklarının zayıf olduğu bir bölge tablosu ortaya çıkmıştır.[5]
Entegrasyonda dönüm noktası: 1950’ler
Bununla birlikte 1950’lere kadar bölgede ilkel sermaye birikimi yavaş yavaş oluşurken, devlet eliyle biriktirilen sermaye, büyük toprak sahiplerine doğru akmaya başladı. Özellikle bölgenin Türkiye’nin diğer kısımlarıyla kıyaslandığında üç kat daha fazla olan “topraksız köylülük” olgusu, tarımda varlığını sürdüren “ağalığı” beraberinde getirmişti. Feodal ilişkiler ağı burada kapitalizmin gelişim hızıyla birlikte çözülürken, kapitalizmin bölgede bina edildiği yer büyük toprak sahipleridir. Bu toprak sahiplerinin elde etmiş olduğu kazanç, İstanbul gibi rantsal getirisi yüksek bölgelere aktarılırken, sermayenin çevrim hızı bölgedeki kapitalistleşmeyi de belirliyordu.
“Doğu’nun hikayesi”ne kazınan bu gerçeklik 1950’lerle birlikte ilginç bir hal almaya başladı. Demokrat Parti iktidarının Türkiye’yi soktuğu yol “emperyalizmin ileri karakolu” olma durumudur. Bu noktada bir önceki dönemde “planlı kapitalistleşme” evresi yerini ABD’nin belirlediği bir kapitalistleşme evresine bırakmıştır. Tarımda makineleşmenin bu dönemde yaygın bir biçimde görüldüğü, hafif sanayinin emperyalist merkezlerden Türkiye gibi “bağımlı ülkelere” kaydırıldığı bir dönemin doğal çıktısı olarak topraksız köylülüğün “artık nüfus” haline dönüşmesidir. Bir başka deyişle tarım kesiminde açığa çıkan bu nüfus fazlası için iki yol bulunmaktadır:
- Emek-yoğun sanayinin oluştuğu yeni işkollarında istihdam.
- İstihdam fazlası için ise “yedek sanayi ordusu” haline dönüşmek, yani “işsizler ordusunun yeni üyeleri” haline gelmek.
Böylece “içgöç dalgası” da gözlemlenebilir hale gelmiştir. Nitekim bu dönemde İstanbul gibi sanayi merkezlerinin nüfusu olağanüstü bir hızda artarken, kentlerin çeperlerinde “işçi sınıfı” birikmektedir ve 1960’larla birlikte siyaset sahnesine de damgasını vuracaktır. Bununla birlikte Anadolu’nun çeşitli merkezlerine uzanan bu göçler ilk olarak yakın çevrelere olmuştur.
1960’larla birlikte sermayenin ihtiyaçları farklı bir evreye geçerken, “ithal ikameci” politikalar artık yeni bir sermaye birikim rejimini ifade etmektedir. Bu dönemin temel özelliği planlı bir ekonominin tercih edilmesi olurken, işçi ücretlerindeki artış ve genel tüketim eğilimlerinin yükselişi kentlerin de çehresini değiştirir.
Özellikle işçi sınıfının yükselen mücadelesi bu döneme damgasını vururken, sermaye de bir havuzun taşmasına benzer bir biçimde Anadolu’nun yeni havzalarına doğru yayılır. Artık “lokomotif şehir” kavramından çıkılmış, “lokomotif bölge” kavramı ön plana çıkmıştır. Marmara bölgesinde ortaya çıkan yeni sanayi havzaları işçi sınıfının yeni mekânları haline gelmiştir. 1979 yılı itibariyle Marmara bölgesinin Türkiye’nin toplam Gayri Safi Milli Hasılası (GSHM) içindeki oranı yüzde 35’e kadar çıkmıştır. Bu oran 1950’lerde yüzde 28 civarındaydı.[6]
Bu dönemde bölgesel eşitsizlikler de güçlenirken, topraksız köylülüğün yoğun olarak yaşadığı yerler için yaşam dayanılmaz hale gelmiştir. Solun ve işçi sınıfının yükselişiyle birlikte, Doğu’da yeni bir “Kürt aydınlanması” da kendini göstermektedir. Kürt hareketinin mayalandığı bu yeni dönem, doğal olarak sosyalizmin ideolojik belirlenimi altındadır. Ulusal kurtuluş mücadelesi ile toplumsal kurtuluş mücadelesi arasındaki mesafe kapanmıştır.
Böylesi bir maddi zeminde var olan Kürt sorunu 1970’lerde yeni bir evreye girmiştir. Yalnızca bu dönemde Kürt hareketinin şekillenmesi ve kendisini politik arenada ifade etmesinden ötürü yeni bir dönem kendini göstermemektedir. Aynı zamanda Kürtlerin İstanbul, İzmir, Adana, Mersin gibi sanayi merkezlerine göçü bu dönemde hızla artmıştır.
İlk göç döneminde kurallı çalışmanın yoğun, işçi ücretlerinin görece yüksek oluşu Kürt emekçilerini kentlerin çeperinde biriktirse de, bu dönemde Kürt emekçilerinin işçi sınıfının diğer bölmeleriyle kaynaşması daha kolay olmuştur.
Neo-liberal sermaye birikimi altında Kürt sorunu
Bu noktada 24 Ocak kararlarıyla birlikte değişen sermaye birikim rejiminin yarattığı toplumsal yapıyla, 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı toplumsal iklime değinmek gerekiyor. Her iki tarih birbirini tamamlarken, Türkiye’de geleneksel olarak “sol-sosyalist” yükselişin önünün kesildiği üzerinde mutabık kalınır. Bununla birlikte bu yeni dönemin, neo-liberal politikaların da etkisiyle eşitsizlikleri derinleştiren, bölgeler arası uçurumu arttıran ve daha önemlisi topluma dönük “atomize” etkilere kapı aralanan bir dönem olduğunu belirtmek gerekiyor.
1980’li yıllarda başlayan serbest piyasa furyası Türkiye’nin emperyalist blok ile bütünleşmesini yeni bir aşamaya geçirmiş, özellikle bu dönemde sermayenin serbestliği ve dolaşım hızı giderek artmıştır. Bu noktada sermaye birikimi hızlanırken, kapitalizmin dağıtıcı etkileri kendini göstermeye başladı. Döneme eşlik eden “Kürt uyanışı”, kendini yoksul-topraksız köylülük üzerinden inşa etti. Böylesi bir toplumsal atmosferde Doğu’da devreye giren zor aygıtı bölgenin göç verme olgusunu güçlendirdi.
Özellikle bu dönemde “zorunlu göç” uygulamaları devreye girerken, bu politikanın doğal uzantısı olarak Kürt emekçilerinin Türkiye işçi sınıfı içinde daha fazla yer edinmeye başladığını belirtebiliriz. Ancak 1980 ve 90’larda gözlemlenen iç göçün yalnızca bölgede yaşanan çatışma halinden kaynaklandığını ifade etmek kapitalizmin dağıtıcı etkilerinin hafife alınması anlamına gelecektir.
1950’lerde başlayan “taşı toprağı altın İstanbul” olgusu, 1980’lerle birlikte Marmara Bölgesi’ne doğru hızla kaymıştır. Aynı dönemde farklı sanayi havzalarına da göç artarken, tarımda artan kapitalistleşme oranlarının da topraksız köylülüğü zorunlu olarak kent merkezlerine ittiğini ifade etmek gerekiyor. Dolayısıyla ortaya çıkan tabloda “işçileşme” olgusu ile “iç göç hareketlerinin” Türkiye örneğinde kapitalistleşmeyle doğrusal bir bağının olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.[7]
“İşçileşme” dinamikleri ve sonuçları
Türkiye tarihinin bu akışı “işçileşme” dinamiklerini de belirlerken, 90’lı yıllardaki iç göçün ve kentlerin çeperlerindeki yığılmanın bir dizi yan etkisi olmuştur. 70’lerdeki iç göçün sonuçlarıyla, 80’lerin sonunda başlayan ikinci göç dalgasının sonuçları başka olmuştur. Her iki göç dalgasının ortak noktası “işçileşme” eğilimleri olurken, ayrım noktaları ise ilkinde “bütünleşme” baskın öğedir, ikincisinde ise “ayrıksılaşma.”
“Ayrıksı” hale gelmeyi bir parça açmak gerekiyor. Kentlerin çeperlerine yığılan ve “kent yoksulu” olarak tariflenebilecek geniş bir yığının kural-dışı, güvencesiz, tipik olmayan sektörlerde çalıştığı genel kabul edilen gerçektir. Akademik camianın “enformel sektör” olarak tariflediği hizmet ve inşaat sektörlerindeki yoğunlaşan bu gerçekliğin, geçici iş ilişkilerini güçlendirdiği ve “ikincil ekonomik” kaynaklara doğru bir yönelimi baskın hale getirdiği ifade edilmektedir.
Öte yandan bu nokta gerçekliğin bir tarafıdır. Kürtlerin 90’lı yıllarda yaşadığı iç göçün ve işçileşmenin bu sektörlerdeki yoğunlaşmayı doğurduğu gibi, bu kesimlerin “kayıt dışı” ekonomik faaliyetlere yönelmesi yalnızca bir sonuçtur. Neo-liberal ekonominin sosyal devleti aşındıran karakteri, istihdam olanaklarından yoksun bu kitleyi enformel sektöre doğru itmesi bir veriyken, bu verinin sonucu olarak ikincil ekonomik kaynaklara yöneliş zayıf etkidir.[8] Güçlü etki göç eden Kürtlerin büyük oranda ücretli emek ordusunun “parçalanmış” birer üyesi haline gelmesidir ve bu noktada kapitalizmin neo-liberal sermaye birikim rejimine uygun olarak “içe kapanma” ve “ulusal aidiyetlerin” güçlenmesi devreye girmiştir.
Bu noktada akla gelecek ilk sorulardan biri “işçileşme” olgusunun sınıf bilincini doğrudan doğurup doğurmayacağına ilişkin klasik akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme doğrusal olanla ilişkilenmektedir ve ne yazık ki gerçeklik bu sonucu verememektedir. “İşçileşme” sermaye birikiminin doğal bir ürünüdür ve toplumsal bir kesimin nitelik ve nicelik açısından değişimini ifade eder.[9]
Bununla birlikte hem Batı Avrupa’da, hem de dünyanın pek çok bölmesinde sınıf mücadelesini tetikleyen unsurlardan biri olarak vasıflı ve göreceli olarak daha kurallı emekçilerin statü ve değer kaybına uğraması sayılmalıdır.[10] Biraz daha açmak gerekirse, herhangi bir sektörde artan rekabet baskısı ve azalan kâr oranları, kapitalistleri lokomotif sektörde daha fazla sömürü politikalarına iterken, değer kaybına uğrayan emekçiler açısından ücretlerin artışı önem taşır. Bu önem aktif bir mücadeleyi başlatırken, bu sektörlerde sınıf mücadelesi daha keskin geçer.
Elbette ekonomik alanda yürütülen mücadelenin doğrusal olarak sınıf bilincini geliştirici olmadığı iyi bilinen bir başka tarihsel gerçek. Öte yandan ilkel olarak sınıfsal mevzileri değiştiren, sınıf içgüdüsünü doğuran olgulardan biri yukarıda ifade edilen maddi zemindir. Dolayısıyla “işçileşmenin” değişen toplumsal kesimleri doğrusal olarak sınıf mücadelesine yakınlaştıracağı önermesi baştan kaybetmiş oluyor.
Böylece Kürtlerin yaşadığı emekçileşme deneyiminde baskın öğenin “ulusal aidiyetler” oluşu, bir anlamda sınıf mücadelesi denilen olgunun siyasal ve ideolojik süreçlere eşlik etmesi gerektiğini açığa çıkartmaktadır. Kabaca ifade etmek gerekirse; 70’li yıllarda emekçi sınıfların yükselişi, Kürtlerin bu ilk göç dalgasında Türkiye işçi sınıfı mücadelesi içine doğru yakınlaşmasını sağlamıştır. 90’lı yıllarda bu kanalın bütün hareketliliğe karşın politik alanda ifade edilememesi Kürt emekçilerini Türkiye işçi sınıfı mücadelesine entegre edememiştir. Kürt emekçileri kendi politik ifadelerini Kürt siyasal hareketinde görmüş ve siyasal temsiliyetini burada yoğunlaştırmıştır.
Bu siyasal temsiliyetin üstlenilmesinde siyasal süreçler kadar, yukarıda ifade edilen maddi zeminin yaratmış olduğu atmosfer de etkilidir. Bir başka deyişle kentlerin çeperlerinde biriken kent yoksullarının öfkesi sosyalist siyasetle buluşamadığı oranda ulusal bölmelerin etkisi altında kalmıştır. Bir başka yazının konusu olmakla beraber burada Alevi toplumsallığının farklı bir konumlanışta yer alması, bu toplumsallığın kabuğunu daha geç kırmasıyla ilintilidir.
Kürtlerin yaşadığı bu süreç kentlerin merkezlerinde olduğu kadar, kırlarda da etkisini göstermiştir. Bir dizi noktada yoksul ve topraksız köylülük, tarım emekçilerine dönüşmüştür. Tarım emekçilerinin çok büyük bir kesimi “mevsimlik tarım işçisi” olarak farklı coğrafyalarda dolaşım gösterirken, buradaki işçiliğin mekânsal olarak “geçici”, üretim ilişkileri bakımından “kalıcı” olduğunu belirtmek gerekiyor. Bugün bir milyondan fazla mevsimlik tarım işçisi farklı dönemlerde yollara düşerken, çok büyük çoğunluğu geçici iş ilişkilerinin kalıcı işçiliğini yaşamaktadır.
Bu noktada enformel sektörle kent yoksulluğu arasında kurulan doğrusal bağlantının doğru olmadığını belirtmek gerekiyor. Enformel sektör kent yoksulluğunu kapsıyor olsa da, bu iki kavram tam olarak çakışmıyor. Zira kuralsız çalışma formları emek süreçlerinin esnekleşmesiyle yakından ilgiliyken, enformel sektör aynı zamanda kayıtsız çalışmayı da kapsamaktadır. Görüntü olarak enformel sektör her zaman “kent yoksulluğu” olarak karşımıza çıkmadığı gibi, emek süreçlerinin hiyerarşisinde daha yüksek yerlerde de gözlemlenebilmektedir.
Kent yoksulluğu: Tek yönelim mi?
Kent yoksulluğu ise Türkiye’de büyük oranda 1980’lerle ortaya çıkmıştır ve göç sonucu kentsel rantın yükselmesi ve kentsel arzın buna karşılık verememesiyle ilişkilidir. Kent yoksulları; kentsel ranttan yararlanamayan, kendi iç ağlarını oluşturan ve bu noktada enformel sektörlerde yer tutması daha kolay olan unsurlardan oluşmaktadır.[11]
Bununla birlikte Kürtlerin 1980’lerdeki göçü yukarıda ifade edildiği şekliyle kent yoksulluğunu tek seçenek haline dönüştürmemiştir. Kentlerin çeperlerinde biriken, kentsel imkanlardan uzak ve kendi ağlarına oturmuş bir toplumsal kesimin ulusal aidiyetlerinin güçlü olması mümkündür. Elbette burada sınıfsallığın ağır basmaması da son kertede siyasetin konusudur.
Öte yandan kent yoksulluğunu zorunlu göçle ilişkilendirilen görüşler, özellikle liberal akademik çevrelerde, çok yaygındır. Zorunlu göç, “kentsel emek piyasasındaki” dengesizlikler ve imkansızlıklarla birleşince özellikle Kürtleri enformel sektörlere ve kent yoksulluğuna itmektedir. Bu noktada yoğunlaşan görüşün kullandığı kavramları bir yana bırakacak olursak, emek piyasası ve imkansızlıklar gibi, yapılan yanlışın başında zorunlu göçün 90’larda baskın ton taşıdığı düşüncesi gelir. Bu fikir çeşitli noktalarla gerekçelendirilirken, enformel sektördeki yoğunlaşma da Kürtler açısından benzer bir sonuç olarak görülmektedir. [12]
Ancak bununla birlikte sosyal güvenceden yoksunluk, imkanlara uzaklık, vasıflı işlerden uzaklaştırma vb. gibi sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde oluşan tablo eksikli okunmaktadır. Bugün gözlemsel sonuçlarla bakıldığında kapitalizmin emek-yoğun ve sömürü oranı yüksek kesimlerinde çalışan emekçilerin içinde Kürtlerin önemli bir ağırlığının bulunduğunu belirtmek gerekir. Ancak bu durum kısıtlı bir dizi sektörde yoğunlaşmamaktadır. İnşaat sektöründe olduğu kadar, tersane, metal ya da tekstil sektöründe de Kürt işçilere rastlamak mümkündür.
Bu sektörlerin bir kısmı kentlerin çeperinde yoğunlaşırken, bir kısmı ise “doğrudan” yeni kentler yaratmıştır. Dilovası, Gebze gibi noktalar 70’lerden itibaren İstanbul’un taşan sanayi havuzuna yeni kanallar yaratırken, buralarda Kürt emekçilerinin “yerleşik” yaşadığı ve “enformel sektörlerden” uzakta kaldığı görülmektedir.
Öte yandan bir noktanın üzerinde durmakta fayda var. Yukarıda yoğunlaşılan kent yoksulluğu ve göç motifiyle birlikte, bu düşünceyi tamamlayan doğal bir sonuç var: “dışlanma.” Sosyal dışlanma olarak da bilinen ve en somut olarak Kürtlerin “nitelikli”, “vasıflı” işgücü teşkil eden işlerden uzaklaştırıldığı, arkasında ise “milliyetçi” ideolojinin bulunduğu bir süreç tarif edilmekte.
Somut pek çok örnekte “ayrımcılık” ve “dışlanma” hali görülmektedir. Uzun yıllar boyu süren ve resmi ideoloji kıvamına gelen “Türk-İslam” sentezinin yükseldiği zeminlerden biri de Kürt düşmanlığıdır. Dolayısıyla bu zeminin kendisi aynı şekilde dışlanma ve ayrımcılık ilkesini geliştirmektedir. Öte yandan, bu duruma ayrımcılık halinin “genelleştirilemeyeceği” üzerine kurulu bir itiraz geliştirilmektedir. Mevcut ayrımcılıkların sadece işe alımlarda ya da çıkarmalarda değil, pek çok süreçte yaşandığı ancak bunun ABD ya da Güney Afrika ile kıyaslandığında emek süreçlerinin “ulus bazlı” bölünmeye daha az açık olduğu ifade edilmektedir. [13]
Sonuca doğru
Böylece varılması gereken iki sonuç bulunuyor. Birincisi, 24 Ocak’la birlikte başlayan neo-liberal politikaların sonucu olarak bölgesel eşitsizlikler derinleşirken, kırsalda topraktan kopan nüfus açısından göç yolları “tek yön” haline gelmiştir. Bu yönün içerisinde “zorunlu göç” politikalarının ağırlığını ölçmek zorlaşsa da, baskınlık açısından incelendiğinde kapitalist politikaların belirleyici olduğu görülecektir.
90’lı yıllarda sermaye düzeninin devreye soktuğu ve Cumhuriyet’in “Kürtleri dışarıda bırakma politikasının” bir sonucu olarak “baskı ve inkâr politikalarının” güçlü bir göç dalgası yarattığı biliniyor. Yapılan araştırmalara göre 1985-2000 arasını kapsayan dönemde OHAL bölgesinde 670 bin ile 1 milyon arasında kişinin yerinden göç ettiği düşünülürken, bunların önemli bir çoğunluğu ise bölgenin kent merkezlerine olmuş, Batı illerine göç sınırlı kalmıştır. [14]
İkinci sonuç ise Kürtlerin “işçileşme” dinamiklerinin başında “geçici iş ilişkileri” yer alıyor olsa da, bu sürecin farklı sektörlerde de kendini göstermesidir. Dolayısıyla Kürt emekçilerinin kent yoksulları içinde önemli bir ağırlığı bulunsa da, farklı sektörlerde de Kürt emekçileri bulunmaktadır. Burada asıl nokta Kürt emekçilerinin kapitalizmin sömürü oranı yüksek sektörlerde daha fazla yoğunlaşmış olmasıdır. Turizm, tekstil, metal, inşaat sektörleri gibi Türkiye’de istihdam verilerine göre 4,7 milyon sigortalı işçinin çalıştığı sektörlerde kendini gösteren bu yoğunlaşma hem sektörlerin içeriği, hem de tarzı gereği Kürt emekçilerini Türkiye işçi sınıfının bir parçası haline getirmektedir.[15]
İki sonuçtan yola çıkarak siyasi alana geçilecek olursa, Kürt emekçileri ile Kürt emekçilerini temsil eden ulusal siyaset arasında “tarihsel” ve “güncel” olarak bir farkın bulunduğunu ifade etmek gerekir. Bu farkı doğuran şey tek başına Kürt hareketinin bugünkü politik konumlanışı, ideolojik referansları değildir. Bu farkı doğuran şey; bizzat siyaset alanında işçi sınıfının temsiliyet düzeyinin düşük, belirleyiciliğinin ise hemen hemen hiç olmamasıyla alakalıdır. Dolayısıyla örneğin Kürt emekçilerinin yoğun yaşadığı bölgelerde HDP’nin seçimlerde baskın siyasal renk olması da ulusal yönelimlerin belirleyici olmasıyla alakalıdır.
Hangi soru başa yazılır?
Bu noktada işçi sınıfı adına hareket ettiğini iddia eden bütün siyasal öznelerin düşünmesi gereken büyük bir alan bulunmaktadır. İşçi sınıfının nesnel olarak büyüdüğü, ancak etkisizleştiği bir ortamda Kürt sorununda tek başına “ulusal sorun” bazlı yaklaşımlar geliştirmek bir noktadan sonra güçsüzlük doğurmaktadır. Bu güçsüzlük mevcut nesnellikte “öz yönetim mücadelesi” ile giderilmeye çalışılsa da, arkada çok büyük tarihsel bir soru kalmaktadır: “Emekçilerin çıkarını nasıl savunacağız?”
Bu soruya verilecek cevap bizim doğrultumuz, kutup yıldızımızdır. Kutup yıldızı, sosyalizmin şafağı için yol göstermekte ve mücadeleye yön tayin etmektedir.
Bu yönü tayin etmek, sanıldığından daha zor. Zira bir noktada düşünülmüş gerçeklerden fazlası devreye girmektedir. Siyasetin engin ve uçsuz bucaksız dünyasında kaybolmanın kolay olduğu, kaybolanın ise yolunu bulamadığı bilinen bir gerçek. Bu gerçekliğe yenik düşmemek ise yukarıda ifade edilen tablonun sonuçlarını net bir biçimde çıkartmak ve bu çıkartılan sonuçları siyasete tahvil etmekten geçiyor.
Özetle yukarıda çizilmeye çalışılan tabloda Kürtlerin yaşadığı ulusal sorunun bir boyutunun ulusal sorun bağlamını aştığı tespit edilmektedir. Zira “ulusal hakları” olmayan toplumsal bir kesimin emperyalist-kapitalist çağda sınıfsal zemin tarafından da şekillendiği ve dolayısıyla onun bir parçası haline geldiği tespit edilmektedir. Öyleyse sorunun çözümünde ifade edilen bağlamların başka bir boyutunun daha olduğu halkaya eklenmeli ve o şekliyle de ifade edilmelidir. Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse; bugün Kürt sorunun yerleştiği bağlamlardan biri de emekçileşmedir. Dolayısıyla bugün “Kürtleşen” işçi sınıfından daha çok, işçileşen Kürt halkından söz etmek daha doğru olacaktır.
Kapitalizmin tarihsel gelişim yolu düşünüldüğünde, coğrafyamızda büyük oranda eşitsiz gelişimi tetiklediği ve güçlendirdiği rahatlıkla tespit edilebilir. Bu eşitsiz gelişim, bölgesel eşitsizliğin ötesinde aynı zamanda bir pazara hakim olma sorununu da doğurmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de ortaya çıkan ulusal sorunun bir uzantısı “kapitalist gelişim yoluyla doğrudan ilişkilidir.
Türkiye işçi sınıfının gelişkinlik düzeyi düşünüldüğünde Kürt emekçilerinin bugün sınıfsal bir kimlikle kendini ifade edememesi, büyük oranda sınıfsal alanın sermaye sınıfı tarafından belirleniyor oluşuyla alakalıdır. Bu noktada Kürt emekçilerin payına neo-liberal sermaye birikim rejiminin parçalanmış işçi sınıfında daha fazla sömürü düşmektedir. Bu paydan çıkan Kürt halkının sınıfsal farklılaşmasının derinleşmesi olurken, Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi adına yeni görevler çıkmaktadır.
Bu görevlerin başında parçalanmış sınıfın karşısına “sınıfın birliği” yer almaktadır. Sınıfın birliği ise ulusun birliğini sağlamaktan daha zor, ancak siyasal açıdan çok daha “kalıcı” olduğunu ve toplumların sosyal kurtuluş mücadelesi açısından zorunlu bir evre olduğunu hatırlatmakla yetinelim.
Bugün hem Türkiye, hem de bölgemiz bu noktanın eşiğindedir. Bu eşiği aşmak ise sosyalistlerin boynunun borcudur!
[separator type=”thick”]
(*) Değer teorisi anlamında bir değişiklik yoktur. Ancak örneğin İngiltere gibi ilkel sermaye birikiminin önce gerçekleştiği ülkelerde kapitalistleşme tarımda toprak sahiplerinin dönüşüm geçirmesi de kapitalizmi geliştirmiştir. Geçmişten bu yana kırsalda işgücü fazlası bu ülkede kent merkezlerinde birikirken, sanayileşmeyle birlikte bu “artık nüfus” işçileşme kanallarından biri oldu. Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde ise kapitalistleşme dinamikleri merkezden dışarı doğrudur ve tarımdaki artık nüfus genel olarak bu alana makineleşmenin ve dolayısıyla kapitalizmin girmesiyle doğar.
[separator type=”thin”]
[1] Marx, K. (2011 [1867]). Kapital (Çev: N.Satlıgan). cilt:1. Yordam Yayınları. s.264
[2] Lenin, V.İ. (2010 [1913]). Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Çev: M.Erdost). Sol Yayınları. s.24
[3] A.g.y. s.173
[4] Marx, K. (1970 [1859]). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Çev: O.Suda). Öncü Kitapevi. s.196-197
[5] Sönmez, M. (1992 [1990]). Doğu Anadolu’nun Hikayesi. Arkadaş Yayınevi. s.124
[6] A.g.y. s.67
[7] İçduygu, A., Sirkeci, İ., Aydıngün, İ. (1998). Türkiye’de İçgöç ve İçgöçün işçi hareketine etkisi. s.5 http://www.migrationletters.com/sirkeci/Icduygu_Sirkeci_Aydingun_1998_turkiyede_icgoc.pdf
[8] Çağlayan, H. (2009). Ekonomi-politik perspektiften Türkiye’de Kürt Muhalefetinin
Dönüşümü. akt: Yapı-Pratik-Özne. der: Mustafa Kemal Coşkun. Dipnot Yayınları. s.149
[9] O’Connor, J. (1995 [1984]). Birikim Bunalımı: Yeni Bireycilik, Sınıf Mücadelesi ve Çağdaş Kapitalizm. (çev: Ali Çakıroğlu). Belge Yayınları. s.38
[10] A.g.y. s.41
[11] Cem, K.U. (2005). İnformal Ekonomik Faaliyetler ve Türkiye’de Kent Yoksulluğu. İş Güç Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi. cilt:7. sayı:2. s.146
[12] Yükseker, D. (2005). Yurtlarından ve Yaşamlarından Koparılmış İnsanlar: Bir Sosyal Dışlanma Olarak Kürtlerin Yerlerinden Edilmesi. s.48 http://ec.europa.eu/employment_social/social_inclusion/docs/2006/study_turkey_tr.pdf
[13] Lordoğlu, K., Arslan, M. (2012). Türkiye İşgücü Piyasalarında Etnik Bir Ayrımcılık Var Mıdır? Çalışma ve Toplum Dergisi. sayı:2. s.141
[14] Yüceşahin, M.M., Özgür, E.M., (2006). Türkiye’nin Güneydoğusunda Nüfusun Zorunlu Göçü: Süreçler ve Mekansal Örüntü. Coğrafya Bilimleri Dergisi. sayı:4. s.26-29
[15] Bu sayı toplam sigortalı işçi sayısının yüzde 30’una yakındır. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/01/20160130-8-1.pdf